25 Eylül 2018 Salı

SANATÇI



Sanat bin yılların dışavurumu, alışkanlığı, paralel dünyaları, protest tavrı, işbirliği ve bir tanrı sözcüğüdür...  Bir yinelemedir sanat ve bilimle, teknolojiyle, sosyal yaşam ve ekonomik, siyasi  argüman ve peyzajlarla simbiyoz bir yaşam sürdürür. Öyle olmasaydı mağara duvarlarına ilk insan avladığı canlının resmini çizmek yerine düşleyebildiği ya da aklına esen bir şeyi, saçmalığı, deliliğin versiyonları diyebileceğimiz, bize anlamsız gelen geoit, antimetrik formları, savrukluğu çizmeye kalkışırdı. Ama biz ona resim veya sanat diyemezdik, çünkü düşlerimiz aklımızın sınırları içinde cirit atan meleksi veya şeytani dünyacıl/yersel durumlardır gerçekte...

Hieronymus ortaçağın gerçekçi bir ressamıdır diyebiliriz bugün, kara vebayı ve  cadıların bayramı adı altında alt sınıftan insanların, özellikle kadınların yakılmasını başka türlü resmedemezdi, çünkü onu ölüm bekliyordur; sorunu düz anlatım biçimiyle yansıtmak isteseydi!..  Jurnal ve herkesin anlayacağı dil, bireyin sosyal  özgüvenini  tehlikeye atabilir. Onun resmi bir kıyamet/songün belirtisinin, insani vandallığın doruklarında gezen, barbarsı ve kanibalist bir vahşetin tuvale birebir yansımasıdır. Hieronymus gerçeküstü, hatta fantastik bir ressam olarak nitelenebilir ama engizisyon çağlarında, açık bir dil ve kaba yüreklilikle çıplak gerçeği dile getirmek her babayiğidin harcı değildir, bugünde böyledir inanın, zaten sanat hayatı dolanmaktan geçer, sağ eliyle sol kulağını tutmaktır sanat, birde işbirlikçi ve günoğulcu yaygaralara kapılmanın ehven ve getirisi bolca bir rahmetidir o!..

Hangi toplumsalın duyargası, hangi açık dile karşı değildir onu siyasi erk belirler, batının ve doğunun yumuşak karnı farklıdır, doğu insan hakları karşıtı olmakla suçlanırken, batının argümanlarına paralellik taslayan şeyler için suçlanır ama batının açık toplum görüngüsü altında neleri hazmedemeyeceği de ortadadır ama doğunun bunları dile getirebilecek gücü pek yoktur bugün, uygarlık el değiştirdikçe suçlanan taraflarda değişir doğallıkla, oysa suç evrenseldir ve batı masum olmak şöyle dursun tam aksine günahkardır ama bugün onun babası -tanrı-, ondan yana olduğu için suçlanabilen taraf olmaktan ne yazık ki uzaktır, yoksa kapitalizmin tutuşturduğu dünyamız ya da göçmen sorunlarının ana kaynağı batının izlediği politikaların kaçınılmaz sonucudur ve yüzüklerin kardeşliğinin bu nedenle gerçekleşmesi olanağı yoktur.

Bugün batıya 'Noli me tangere' diyebilmek için öncelikle bir nükleer silaha sahip olmak gerekir, buyrun en güçlü silaha sahip olanların çeki düzen verdiği, demokrasi bekçiliğine soyunup, karaların su başısı kesildiği bir dünya, batı demokrasinin altın vuruşuna sahip topraklar değildir, silahların gölgesinde sizlere uygun gördüğü 'demokrasi paketlerinin' dünyasıdır bu, ekonomik, sosyal, kültürel paketler, gün gelecek paketler el değiştirecek, nasıl, o silahlar el değiştirdiğinde tabi, görüyorsunuz her şey bir peri masalı gibi, kül kedisi nerede, Sindirella nerede, kırmızı başlıklı kız nerede, bulun bakalım 'puzzle'nızın labirentlerinde!..

Sanatta böyledir, cezalar ve kutsamaların -armağanların- paralelliği ve sözde kardeşliğidir sanat, bakmayın siz, kulelerden, karanlık ve gizemli dehlizlerden sızan parıltılardan başka bir şey olmadığını ileri sürenlere, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir, sanatın atalar sözüdür gerçeklikte!.. Geldiğimiz nokta, geçtiğimiz yerler ve geleceğin düşler ülkesi (1984), yinelemelerin tuzağında birer kanıt işlevi görebilir söylemlerimize!..


Sanat, esin -tanrısal vahiy- değildir, esin kaynağı hiç bir zaman bilinmeyen dünyalardan kaynaklanmaz, kaynaklanamaz, o bilinmeyen dünyaları bile; bildik dünyalarımızın  izin verdiği ölçütler ve düşlerimizin kapasitesiyle dolup boşalmış hoş görülerle yüklenmiş de/şarjların hızında kurabilir imgelemini!.. Özünde sanat, çağımızın rüzgârlarının süpürdüğünden, talan ve yıkıcı gücümüzden kalan panoramadır (Guernika, Hiroşima, Ernst'in yaklaşımları, Kandinsky, Pollock çizimleri, tümü çağın biçimsel anlamda bir dışraklık ve yansımalarıdır.) ve  öyledir de... Zaman çarkının kustuklarından, atık ve dışkılarından ve çağın endikasyonlarının bireşiminden doğar o...

Einstein'ın kuantum teorisi -rölativite- olmasaydı, Picasso kübizmin göreceli -üç boyutlu- portrelerine yıllarını veremezdi, çünkü çağ neyse bilinçte ancak onu üretebilir, görünmez bağlarla biz zaman ve zeminimize kesenkes bağlıyızdır, bilinçaltı dediğimiz şey, görünen yaşamın afazilerinin kaçınılmaz püskürtüleri ve dışa vurumu olabilecektir doğallıkla...  Yirminci yüzyıl başlarında, tifo, tifüs, dizanteri gibi savaşlardan büyük kayıplara yol açan anomaliler yerle bir edilmeseydi, Kandinsky doğmaz, amipyen, zigot ve öglenayı kutsayan, mikrobik/bakteriyel dünyaları keşfederek, resim sanatına ayrıksı ve o güne dek denenmemiş bir bakış açısını armağan edemez, yeryüzüne adını bırakamazdı. Techne, bilim ve sanatın birbirinin uzantısı olduğudur, her şey birbirinin uzantısıdır yeryüzünde...

İstanbul Contemporary'ye gitmedim, çünkü sanat aynı zamanda, azılı bir yinelemedir... Çağımızda ya da dünyamızda anlam kirliliğinden kendini kurtarmayı başarabilen hiç bir kavram yoktur, göksel saflık ve masumiyet bile... Çağımız 'Digito ergo sum' çağı, hepimiz sanal bir varlığız ve hem varız hem de yokuz, yaşıyoruz ya da yaşamıyoruz, hatta kimin yaşayıp, kimin yaşamadığı bile belli değil artık, tüm insanlık çoktan bir matriks yığınına dönüştü... Sosyal varlığımız-matriks, ciddiye alınmamız, hatırımızın sayılması kesin biçimde başkalarının, görünmeyen dünyaların ve tuşların, bizim çıkarlarımız veya var oluşumuza, varlığımızın kabulü doğrultusunda, basılmasına ve bir işlev üretmesi, üstlenmesine bağlı.

Yaşadığımız öngörüler ve kesinlemeler dünyasının; apocalypse, kıyamet çağında olduğu bile ileri sürülebilir artık. Çünkü bağlarımız ve iletişimimiz aritmetik bir hızla arttıkça, ilişkilerimiz ve iletişimimiz geometrik bir hızla birbirinden uzaklaşmaktadır karşılığında!.. Bir uygarlık anomalisi ve bir paradokstur bu ne yazık ki...

Günümüzde herkesin tıbben human sayılabildiği bir dünyanın sonunda, fenerle sokaklarda insan aramaya çıkacağızdır doğallıkla ve kaçınılmazlıkla, tıpkı Diyojen gibi...

Sanat gerçekte nedir diye düşünmemiz bile, bir alışkanlıktan öteye gidemiyor günümüzde, çünkü sanat tüm bir dünya nüfusunun imgelemine düşebilen bir görsel, bir grafiti ya da her tür görüngüyü kullanmayı becerebilen bir dünyevi enstalasyon artık. Sanat ayağa düştü değil, damarlarımıza nüfus etti, kanımıza girdi ve düşlerimizi, düşüncelerimizi tüm sıradanlığına karşın, acımasızca yönlendirebilen bir materyale dönüştü artık;  bunun sonu nereye vardı, her insan sanatçı olabiliyor çağımızda ve ama bunun yanında, sanatçı olmakta alabildiğine zorlaştı, hiçleşti ve kriterler değişti. Para yani sermaye ile iç içe olamayan şey sanat değil günümüzde, guguk kuşu dahi olabilmesi olanaksız.

Van Gogh gibi yazgısını ölüp giderek; sanatına güneşin vurup, aydınlanmasını, göze çarpmasını bekleyen insanları, gerçekten ölüm selamlıyor günümüzde artık, sanat nüfusa oranla çoğalabilir çağımızda ama sanatçı azaldı garip biçimde, algoritmik, ters orantı işliyor bu noktada tuhaflıkla, doğanın aritmetiği değil bu,  matriks dünyaların, çılgınlığın doruklarında sürünen tüketim toplumunun ve apokaliptik, sermayedar sınıfların dayatması bu bir biçimde, mekanistik doğal düzenin acımasız çarkları böyle işliyor ve bu çok doğal. Doğal çünkü ortaya -sahneye- çıkmak kesinlikle olanaksız ama  bir o kadarda  kolay.

Anlaşılır gibi değil, dünyanın düzeni tanrıyı bile yerinden hoplatıp, şaşırtacak kadar zorluklar ve matematik büyülerle dolu ama saat gibi işliyor. Aklın sınırları bunu kavrayabilmiş değil henüz ama herkes alanının efendisi ve çıkarlarının yılmaz ve dayanılmaz bekçisi olunca, makine de aşkla çalışıyor, her şey karşılıklı!.. Vesayet mekanizmaları daha sert ve acımasız artık, kapital ve kapitol çok daha sıkı işbirliği içinde, alacağınız Nobel'e Birleşik Devletler'den işaret gelebiliyor ama siz onu bir dilem ve hoşgörü dolu sözel yığınlar arasında görerek illüzyona sürüklenebiliyorsunuz ve şeytanın mızrağı başak destelerinin arasında hiç bir zaman görünmüyor, göze çarpmıyor.

Görkem dolu paradokslarla süren bu yaşam, sanatın yozlaşmasına yol açtı belki de, ama sorun o da değil ne yazık ki, gerçek sorun; sanatın çağımızda hiç olmadığı kadar dünyevileşmesi, yani yücelen ve ruhani, tinimizi ele geçiren, o güneşin gözlerini bile kamaştıran büyüsünden uzaklaşıp, ayaklarının suya ererek işlevini yitirmesi ve walkmanlara, varoşlara, sokaklara, yatak odalarımıza kadar, dijital dünya aracılığıyla girip, nüfuz edebilmesi, sanatın hiçleşmesi, endüstriyel bir workshop'a ve bir ninni gibi yalnızca uykuya yarar bir melodiye dönüşmesine yol açtı çağımızda, her eve lazım alet edevat yığınları gibi sıradanlaştı o ve ucuzlayarak kullan ve at ritüeline dönüştü.

Sanat bugün yalnızca düzenin hizmetkarlığına soyunan, kâr amaçlı bir kuruluştur,  kavalye ve partnerleride alabildiğine mutludur bu gelişmeden, zahmetsiz ve sanalitik bir emeğin, çabanın karşılığında bir kazanç gibi görünmektedir bireylere sanat cambazlığı günümüzde ve kaçınılmazlıkla çekicidir ve surlarından herkesin giremediği bir sektördür artık o, yanılsamalarla dolu ve hiç bir çağda olmadığı kadar kabul gören. Deyim yerindeyse; tanrı ölmediyse de, sanat öldü çağımızda... O 14 numarada artık!..

20. yüzyılın, 'hainler kralı' gibi nitelediğimiz Andy Warhol'u, meğer bugünleri sezmiş ve görüyormuş, anladığımızda onur ve prestijini iade ettik ona, yanılmışız kokacı satılmışı tanımakta!.. Sanatın, klişe deyimle kapitalizmin anlaklara yansıyan, düşlerimize giren bir reklam panosu veya bir tanıtım broşürü ya da çocuklarımıza hitap eden, kızlarımızın gönlünü çelen, oğlanlarımızı perişan eden; vicdani bir ayeti kerime gibi muskalaşıp, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla yorumlanmasının kaçınılmaz olacağını imleyen, görselleriyle duyuran ve onu umarsız bir çığlığa dönüştüren ilk Mesih'imizmiş meğer bu yolda o!..

Zaman kavramları nasıl da değiştiriyor, oysa çoğumuz onun Dali gibi dolar çılgını ve kapitalizmin finofil ejderliğine soyunan satın alınmış bir  kemiyet olduğunu sanmıştık. Yanıldık, çünkü dünün işbirlikçisi, bugünün isyankârı konumuna sürüklendi, çağın çetrefil, içler acısı, anlam kaymalarıyla dolu, bu yolda ışık hızını bile geçebilen kavramlar, oluntular, sürklase edilen veriler, verimler, zincirleme ikonlar ve protestonun bile gülünç ve düzenin tanrısal bir seviyeye yükselip, neredeyse sonsuz bir güce dönüşen, erkin, görünmeyen mekanizmaların tüm bir insanlığı köleleştirebilecek güce ulaştığı bir yıkım ve ilahiler tanrısının, Satan'ı bile sağ kolu olarak sunduğu bu illüzyonlar ve  her şeyin; güneşin, tanrının ve evrenin ayetlerine dönüşebildiği, çağrılmayan Yakuplar ve manipülasyonlar dünyasının, kuyruklu yıldızlarla kaynaşan ve hiç bir ederi, düşünsel yeniliği, çekiciliği ve hümanistik yadsıma ve fütürist bir görselliği ya da içeriği barındırmayan, her şeyin yıvışıp sıvıştığı, gerçekte tanrıya bile yer olmayan, anlakta onun manyetik bir dalgaya dahi değil, mizahi bir kara duyuna dönüştüğü, bize sonsuz gelebilen sanal bir özgürlükle süslenmiş, tüm evreni tutsak alabilecek bir algılam'a doğru sürükleyen bu canlılar ve okyanuslarla dolu sanat dünyamızda...

Bugün insanlık sanalitedir, sanalitik bir yığın, bir görüngüdür, ölüm sıradan bir olgu olup, tüm kavramlar tarihte görülmediği kadar hiçlenmiş, içeriğinden boşalmış ve insan beyni tüm yeteneklerini, tüm kişisel, tepkisel, bilinçsel özelliklerini yitirmiş ve beyin; köleleşmiş bir evrenin kumanda merkezine dönüşmüştür. Beynimiz bizim değil artık, bizim dışımızdaki, her şey ve herkesin bir düşünsel aracı o, bir kobay -denek- ve bir veri merkezidir artık. Kısacası sanat, klasik sanat kavramı; ölmüştür, tüm insanlıkla birlikte, sonsuza dek. Çağımız 21. yüzyılla geleneksel dünyaya son vermiş ve deyim yerindeyse insanlık tarihinin en büyük devrimini gerçekleştirmiştir. Dijital devrim. Atom çağının sonrası, dijital bir çağdır bu. Atomdan daha keskin belirsizlik ve görünmezliklerle dolu. İnsanın ve sözün  nitelikten niceliğe, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik kavramının tanrısal bir töze, bir ayete dönüştüğü kutsal cehennem!..


Bir düşünce sorunu çözmek için değil, sorunları çoğaltmak, imlemek ve onu dışa vurmak için vardır. Ama yine de o, çözümden söz etmeyi sorunu göstermenin yollarından biri olarak ileri sürmeyi bir alışkanlık edinmiş ve tarih boyunca, hiç bir çözüm üretemediği halde, çözüm adına yaygaralar üretmeyi bir borç bilmiştir. Öyleyse çözüm nedir; toplu yok oluş ya da toplu kurtuluş gibi gözüküyor ufukta, hamaset dolu bir yaklaşımla, nasıl olabilir bu, günahkâr olmaktan kurtulmamız, tövbe etmemiz, arınmamız için, önce günaha girmiş olmamız gerekir diye bir söz var, insanlığın kurtuluşu, onun sürüklenebileceği felaketlerin en büyüğüyle doğru orantılı bir varsayım ne yazık ki, yaratılışımızın naturası, cehennemi görmeden, yaşamadan, cenneti vaat etmeyen bir tanrının çocukları olmakla yoğrulmuş alışkanlıkla, bizim kurtuluşumuz, o büyük felaketimizle -apokalips- olasıdır, buran yeli esmedikçe, tuz gibi ak olmadıkça ve Sodom ve Gomore yinelenip arşı alaya yükselen bir yansıma, tersinir yadsıma, bir günah cinneti ve bir şirkin ulvi, alelade şahikası olmadıkça, tanrısal bir gazabın, gaddarlığın ve bir kıyamın kapısına varıp, ulaşmadıkça bir kurtuluştan söz edemeyiz biz.

Ama umut var, o yolda ilerliyoruz, ne var ki sanıldığı kadar hızlı değiliz, bizim tanrılarımız nükleer güçlerle donatılmış, alev şeytanlarıyla kucak kucağa, kıtalara nam salmış ve ozon tabakasını delerek Mars'a ulaşmış olsa da; ne yazık ki henüz emekleme dönemindeyiz. Bir kıyamla, umuyla kurtuluşa erişebilmemize daha çok var, kendimizi yok etmek bile yetmiyor buna açıkçası, dahası yetmez. Tüm evreni ortadan kaldırabilecek bir güce sahip olmalıyız biz, olasıdır bu ama bir gelişme sayılamaz ne yazık ki, işte bütün sorunda bu...

Biz tanrının gerçekte bir mahalle bekçisi, bir apartmanın süpürgecisi bile olamadığını anlamalıyız, melek ve şeytanların onun has evlatları olduğunu kavrayıp bilebilmeliyiz ki, yeni bir evren ya da kan ve et uygarlığından amade bir yaşam ve kutuplardan arınmış, reng'ahenk bir kuş cenneti kurabilelim, yine de umutlu olmalıyız biliyorum; Adem'in çocukları bugünlere nasıl geldiyse, cehennemide çıplak ayaklarıyla yürüyerek geçecek, bir anksıyeteye  sahip olabilecektir o, çok basit bir beceridir onun için bu ve insan gerçekte bir tanrıdır ama bunu bilmezlikten gelmekte ve çağları geçip gitmek gibi bir uğraş içinde o...

Onu küllerinden doğuracak sihir  daima elindedir ve onun şeytanları ve Nemrutları bu dehşet veren vodvilin kozmikomik, komitrajik ve satirik oyuncaklarıdır yalnızca, bu yüzden bugüne dek, tek bir insan yaşadı diyebiliyoruz. Çünkü biz bir kategori olarak yaşadık çağlar boyunca, canlılar sınıfından bir Eden Kristali, bir sürgün, kendimizi yineleyip durduk acımasızca ve acemilik dönemlerini tüketiyoruz yalnızca ve bir deneyimin ustaları olmaktan alabildiğine uzağız henüz.

İstanbul Contemporary'de gözde bir sanatçımızın işinin çalıntı mı olduğu, yoksa bir esin ya da bağımsız bir yapıt mı olduğu tartışılıyor sanal dünyada... Bu açınlar bu yüzden açıkçası, somut ve dürüst, yani gizlentisiz, tüm çıplaklığıyla düşünecek olursak, çalıntı olmayan sanat yapıtı daha doğmadı yeryüzünde, ama kesinlemeler karmaşaya yol açar, bu ne demektir, sanat geçmişin birikimini, yeni bir yorumla sunma çabasından başka bir şey değildir, salt yeni de olanaksızdır bu anlamda, taşın, suyun, eşyanın, yağmurun ve şimşeğin  tanrısıyla süslenmiş dünyasında, gerçekten yeni bir şey yoktur ve olmayacaktır da, gerçek sorunda budur zaten, kibar bir deyimle esin diyoruz zaman zaman çalıntıya, oysa  tümüyle yineleme, virgülü virgülüne aynı olan bir Don Kişot veya kutsal bir kitabın sunumu, gerçekte çok daha ders verici ve sanatkarane olabilir ya da ışık tutabilirdi bize... Anlamak için Deloslu dalgıç gerek ama paradokslar dünyasında sanat anlayan içindir ne yazık ki...

Çünkü biz sonsuz bir eskilliğin, yeni bir güne gözünü açmış, onun teknolojik türevleriyle boyanıp çalkanmış primatlarıyız ve görünür, kavranabilir evrenimizin versiyonlarıyız; sanatta bunun içindedir, biz de ve ev/renimizin ta kendisi de bunun içindedir, hepimiz ve görüngülerimizin esiri ve esini olan soyut vargı ve varsağılarımızda!..  Başka bir şey üretemeyiz biz, ötekine çok benzeyen, tıpkısını andıran bir sanat objesi veya Mona Lisa'nın birebir kopyasının sergilendiği bir sanat yapıtı, bizim için daha gerçekçi ve ders verici olabilirdi, çünkü yinelemek cezasından kurtulmuş bir sapiens olmaktansa, protest bir bakış açısıyla tıpkısının aynısını ortaya koymak kozmik bir derinlikte dürüstçe bir anlayış ve daha gerçekçi bir yaklaşımdır artık bizim için, çünkü sanat baştan sona bir yinelemedir gerçekte...

Bizim temel sorunumuz, bu yinelemeyi her defasında kozmik bir adap ve derin bir insanilikle anımsatmak, yansıtmak ve duyumsatmaktır belki de, sanat terkedilmelidir diyemeyiz ama sanat bizim sıradan bir parçamız olmaktan kurtulamıyor ne yazık ki, kendimizi anlatmak bir tür yineleme değil midir, böyle bir bildik tanı, köktenci değil, yüzeysel bir tanıya yol açacaktır sonuçta, var olanı kusurlarıyla biçimlendirmek, restorasyonla sözde yenilemek, niçin sanat sayılabilsin ki, ama uygarlık biçimimizi değiştirebilseydik biz, insan hiç olmazsa kendini tanıyabilecek, belki de anlayabilecekti kozmik ölçekte, yinelemek bir tanı olamaz ki, o salt bir tekerlemedir,  ama ufkun ardında ne var bilemeyişimiz, bugünkü anlaksal yapımız ve onun sınırları içinde, başka bir gerçekliğe ulaşıp, göremeyişimizdendir. İnsan vahşidir, ölümcüldür, yazgısının tutsağı olup, umarsız bir yaratıktır ne yazık ki, bu topoğrafyası değişmedikçe, o tropikal bir kuşun renkleriyle avunduğu sanata, bir illüzyona ve kendisine boyun eğmeyi sürdürecektir.

Bundan ötürü bir dolayımla Sanatçı günümüzde sanatçı olmadığını ileri sürebilen kişidir, olmalıdır. Çünkü o kaçınılmazlıkla işbirlikçidir, bir yineleyici, günoğulcu ve skolastiktir gerçekte o... Yeni sanat diye bir şey yoktur, versiyonlarımızın piyasaya sürüldüğü, sayısal deneklerin karşıtlamında, kitlelerin beğenisine sunulduğu veya sosyal yaşamda türetken yollardan karşılık gördüğü, bildik bakış açılarının, bilinç üstüne çıkarılmış kozmik, kaotik ve bildik görselleridir onlar yalnızca.

Öyle olmasaydı Şeyh Bedrettin bir kere doğar, Marks bir kez konuşur, Spartaküs bir kerecik kalkışırdı o sürekli şükrettiğimiz,  kutsal ve tanrısal bildiğimiz -dünya sahnesi- kurulu düzene karşı, oysa dünyamız saltıklıkla, bu tür düşselliklerin ve açmazlıkla yinelenen motto ve manifestoların ve her seferinde şu ya da bu biçimde 'Yüce Sezar, ölüme gidenler seni selamlıyor' diyenlerin  mezarlarıyla dolup boşalan bir ambardır geçmişteki gibi, versiyonlar cennetiyiz biz ne yazık ki. Savaş savaş değil, içimizde kök salmış, bizi kuşatıp temellenmiş bir kavram o, diğer anomaliler gibi tanrıyı günahkar yapan ve utanılması gereken bu... Belirsizlik ilkesiyle yaşayan bir dünyanın ve tüm belirsizliklere hükmeden bir tanrının çocuklarıyız biz. Bir tür ahlaksızlık içindeyiz ve bir sapmayız gerçeklikte ve bu yolla günahtan yoksun olmakla, gerçek bir masumiyetin içindeyiz aynı zamanda, ne yazık ki. Acınası bir devran!..

İnsanlık ilerlemiyor, aşkınlığın versiyonlarıyla gönül eğlendirmiyor, yalnızca keşfediyor o, atomu keşfediyor, nötronu ve gökadaları keşfediyor, peynir çeşitlerini ve karamelayı keşfediyor, yeni bir şey bulmuş değil o, olmayan bir şeyi yaratabilmiş değil -yarattığı tanrı öyle değil ama(!)-, bir yinelemeyi yeniliyor o ve yazgısına doğru hızla koşmaktan da büyük bir haz alıyor... Göğün altında yeni bir şey olmadığı sürece,  genlerimizdeki alıcı kuşun, düşlerindeki rengarenk tüyleriyle oyalanan bir çılgınlığın bebeği olmayı sürdürecektir o...

Her zaman bir Quetzalcoatl özlemiyle avunan ve onu savunan baltalar tapınağının bir yabanılı o!..

Sanat, o denli kısır bir çıkışlar yumağıdır ki gerçekte, temaları tarih boyunca, üç beş başlık altında cirit atan neandarteller olmaktan kendini kurtaramamıştır. Nedir onlar, aşk, ölüm, yaşam, zaman, evren, sonsuzluk ve varlık, yokluk ikilemleriyle, onun versiyonlarıyla dolup taşan yaşam gaileleri, savaş, barış, kin, para ve ekonomik, sosyal, kültürel, endüstriyel ne varsa ve onun kozmik açımlarıyla dolup taşan her tür, tümü...

Bizim anlağımızın cennet bağları, Eden Bahçesi o denli küçüktür ki, biz okyanuslar ve sonu gelmez cennet ve cehennemlerin sınırsızlığında taklalar, perendeler atarak  yaşamlarımızı düşlerin sonsuzluğunda geçirmekte olduğumuzu sanıyoruz, oysa insan minicil bir yaratıktır ve düşünce kozmolojisi henüz alabildiğine sınırlıdır, bir kaçış içindeyiz biz gerçekte, evrensi her şeyi, her neni algılamakta zorlanıyoruz, her konuda çelimsiz bir varlığız ve bildik sınırlarının dışına çıkmakla tehdit edilen umarsız bedeni, anında intihara kalkışabilir örneğin,  dışlanan bir homosapiens -düşünebilen varlık- o kadar naif ve kırılgandır ki, yaşam denilen kozmolojiyi anında yadsıyabilir, içine kapanır ve kendi kendini yok edebilecek basit bir aygıta, bildiğimiz bir alet ya da gülünç bile sayılamayacak son derece sıradan mekaniğiyle, öylesi bir makineye, et ve kanın danteliyle örülmüş bir kurmacaya dönüşebilir. Kurmaca, ne denli tehlikeli ve insansı etikten yoksun bir deyim. Ölümsüzlük bile kurtaramaz bu varlığı, ezasını artırır, o duyguyu terk etmedikçe ve düşüncesi sınırsızlığın kapısına ulaşacak bir biçimde gelişmedikçe, tıpkı kendisi gibi, amorf -anlamdan yoksun- bir biçimde oluşmuş bir yapıntının, bir göktaşının kozmik geometrisinde, cücemsi bir oluntu olmaktan öteye gidemeyecektir ne yazık ki...

Sanatın kategorileri de bir kaç kalemde toplanabilir bu yüzden, uygarlığımız son derece geri ve gülünç bir uygarlıktır inanın, başka dünyalar ve evrenlerin, kuantumla, parçacık ve dalga kuramlarıyla berkitilmiş veriler dünyasının düşlerini kuran insanlık, kozmik çölünde hiç bir şeyle karşılaşmadan, tüm evrenin sonsuza dek uzanan sınırlarını yerle bir ederek, hiç durmaksızın yol alabilir inanın. Bu yüzden kendimizi abartıyoruz biz, başka dünyalar ve canlıların özlemi içindeyiz, yalnızız ve bir ebeveyne gereksinim  duyuyoruz her zaman, bir süt anne (süt yolu) ya da bir teselli ocağı arıyoruz sürekli, büyük lokma yutalım elbette ama biz bulamayacağız onu...

Bizi karşılamaya değer bulacak bir kavramlar bütünü, bir töz ve kolloid yığınlarının olabileceği bir evrende yaşamıyoruz büyük olasılıkla, biz sıradansak eğer ki öyle görünüyor, evrende; bir hiçliği barındırıyor olabilir, bu yüzden aksi bile sıradan olabilecektir artık bu madalyonun öteki yüzünün. Sıradan olanın türevleri de sıradan olacaktır doğallıkla...

İnsan bir bölüm bilim adamlarının ileri sürdüğü gibi antropolojik bir sapma; arınmış bir ruhun, sağlıklı diyebileceğimiz bir dna'nın ürünleri ve gerçekten tanrısal sayılabilecek bir gen yığınlarının yumağı olabilseydik biz, bugünün sanat, düşün ve ideolojik dünyasından en ufak bir kırıntı taşımadan varlığını sürdüren, düşüncesini onun en küçük bir endikasyonuyla karşılaşmadan ve kontranın yıkımına uğramadan, sürüp giden bir yapıntılar ve uğraşılar evreninin içinde olabilirdik biz ama evrilişimiz insanın ürkütücü derecede naif ve komik unsurların egemen olduğu bir yapıntıya dönüşmesine yol açmış ve üstelik tanrıları, yığınla, başıboş göktaşı gibi yüzen tabularıyla, inanılmaz bir  kutsaliteler cenneti ve cehennemini icat etmişiz biz. Umarsızlığımızdan ve kozmikomik bir karikatür olmaktan kurtulamayışımızdan, iyi düşünmeliyiz, biz kimiz ve neyiz, milyarlarca sözcük arasında, bir'icik sayıda bir 'Umut', eşi bile olmayan bir sözcük var ha!..

Gerçek bir varlık, bugünün sorunlarının hiçbiriyle uğraşmadan, sürüp giden bir töz ya da nen olabilir ve kendini anlayabilme bahtına erişebilirdi belki de ama bu olanak tanınmamış homosapiensimize...


Nereden biliyorsun deselerdi?
Bizden, kendimizden biliyorum derdim o varlığa!..








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder