22 Ekim 2018 Pazartesi

KERBEROS



KERBEROS

I
Kızıl incilerle süslü alıç ağacına sürtünerek, ovada duruyorum. Güneşin ipiltisinde, altın sepeleyen otları yiyerek. Toz kaldıran at arabasına siyen bir köpeği izleyerek.

Sündük köpek, arada bir kulaklarını dikerek, uzun uzun ovaya bakıyor. Kulaklarını düşürüp toprağı kokluyor sonra...

Düşünüyor köpek, bu topraklar bize Elea'dan mıdır? Ve Zidi Dağı, Pearl Harbour, Zebur ve hoparlörlerin birbirleriyle ne gibi ilintileri vardır. Ve az sonra tek boyutlu yaşamına üşenmeden koşuyor. Tamuların sahip diye nitelendirdiği yoksul köylünün paçasına bulaşırken.

Zadig gibi uysal ama memesizdir köpek, yollarda iz bırakırken. Bir bir geçerken tozlu gölgeleri, kurumludur. Ustası onu özler.

Gene duruyor o; ve görüyor ki ilerde, köyün içinde bir karaltı, sinik ve ağrılı gökte, sünepe bir cisim, sönük, sarsak bir yalım gibi yükseliyor, bir uğru, cansız bir bungu gibi, iki kulaç ötede duruyor, kıpırdamadan öylece kalıp, havanın soğuk esintisiyle, eğrilip kayarak; uzaktaki kuyunun içine, -ölüs yıldız parçacıkları gibi çakarak-, birer birer iniyordu.

Sündüs köpek, dönmeyen tekerleklerin öyküsünü ve arpa yiyen atların, cenneti bekleyen melekler olduğunu anımsayıp gülüyor!

İmamlar ölünce duayı Pers gergedanlarına, evin büyük kızları söylüyor!..

II
Köpeğin yanındaki Zaliha'ysa ağlıyor. Buruşuk sursalların, acımsı sütleğenlerin, kavruk papatyaların, ceviz yapraklarının ve küflenmiş incirlerin kekre kokusuna ağlıyor.

Ölü gözleri, payam çiçeklerinde inleyen arıların vızıltısına, kelebeklerin sessiz gürültüsüne ağlıyor.

Sülüs görkemleriyle, salkım gibi sarkan Süreyya kandillerine, Pervin mendillerine ağlıyor.

Çünkü diyor; ölüler katı sıvılardır.

Zaliha ağlıyor.

Zuhal'in kirpiklerine yağan güz tipisi gibi. Aşk-ı Memnu'nun, makus talihine ağlayan Refike'si gibi!

Ağlıyor.

Kumruların kar sularının üzerinde uçuştuğu yaban ülkelere. Sessiz ve çopur otların arasında yürüyen menekşelere!

Ağlıyor kertenkelelere, bir zamanlar düşsü mavilikler biçiminde yağan bıldırcınlara ve siklonlar içinde çırpınan yeşil kırlangıçlara...

Zaliha; yalvarı saraylarında apışaralarını açarak arplerine işeyenlerin çığlığıydı senin farosun. Benekli kaplanların üzerinde; akrepsi çillerin yazgısıydı bir türlü anlaşılamayan. Ve senin umut dediğin, Zeytin Dağı'na bile tırmanamayan beyaz eşekti.

Köpek sen kızoğlankızdın bir zaman önce, orgazmın kuyruğuysa göktaşından kılıç. Keşke hiç sevemediğin sandal ağacından hemen inseydin. Keşke gücenmeyip, onun eski ahşap fülküne binseydin.

Köpek yalanlama! Biz Uruk'ta incir yiyen kızlarla sevişirdik. Unuttun mu, karnımızdaki bir temmuzluk ura, Enam Suresi'yle yanıt verirdik.

Peki köpek, biz ne idik?

Biz buz parçalarına elini sokan kızgın birer alev miydik...

Kara tay üzerinde kağşayan tek genli çamur, epriyen ses miydik?

Kuyruk yutan okeanosta -Yunus'un çektiği- erselik çanlı develer miydik...

Köpek -kanımdır-, bir akrep gibi artık kuyruğunu kendine sok!

Köpek yok, hiç bir şey yok!..


III
Arı kuşlarının gurklamalarını o kutsal öğlede, bir daha duyamayacaksın.

Avazat kuşlarının çalımlarını!..

Köpek doğaya öykünüp taçlanarak, Atina'da tanrıça diye sunulan Peisistratos'a ağlıyor.

Kurbağaların duruk göllerde sönmüş siborglar gibi duruşuna, acılar yüklü Boreas rüzgârına, kül dolu çayırlardaki tüit tüit kolonisine...

Sion'un vulvası toprak olmuş yeşil gözlü dilberine, düğün çiçeklerine, ela gözlerinde kör noktalar bulunan yengeçlere, bilge mırıltılarla dolu göğün aslanlarına ve kukla fillerin her bir şeyi duyabilen alık kulaklarına ağlıyor!..

Zaliha şu evrende söz sahibiydin sen!..

Betelgeuse sonneleri ve hiçlik baladlarıyla geçen yaşamın, kozalak yutan deve boyunlu örümceklerin dişleri arasında geçecek artık.

Zaliha, üzerinde göz gözü görmez buğuların gezindiği, kuşların sessiz kanat vuruşlarıyla gelip geçtiği, tilki kuyruğu çamlarının yükseldiği, -çiyli güllerle dolu- göllere ağla...

Zaliha, gülmesini bilen balıklara, mektup yazan kuşlara, -Pan'ı çağıran kavaklara- ve mutluluk peyleyen bulutlara ağla.

Zaliha kasımpatılara ağla, bodur ahşap evdeki...

Zehra ceviz ağacından işer, bizde ağzımızı açardık.

Biz böyle bir furkandık Zaliha!..

IV
Köpek, atlas göğün altında, sinik ovayı dolaşıyordu...

Köpek sen yaşamın boyunca hep aynı yolları yineledin.

Yakut bir tüy gibi gün ortasında yepeledin hep.

Köpek sen nice tümülüsleri doyurduysan da;

Göğün pençeleriyle kara toprağı eşelemişsindir bunca yıl.

Sen sanırsın ki usun tam tamına üç gözlüdür.

Ve sevişmenin utasal esininde lavların tüm kafataslarını yıkar.

Ve eril köstebek diliyle alevden geceleri eşsiz sanırsın.

Köpek, doyurduğun burgaçları tansıklı bedeninde hep boşuna aradın.

Onlar sıradandılar!

Gıcırtılarla kükreyen yaşamları özledin sen köpek!

Şimdi yoksulsun.

Abus'un çılgınlığına kendini ortak sanırdın;

İşaretlerle işaretleşilir mi?

Tan atımında, hangi görkünç pelvisten dualarla geçtin ki?

Senin orgazmın kın ve kılıçtı köpek!

Kendi döşüne saplanan iğdiş çelikti;

Peçelerini gizlediğin o kızgın tansık.

V
Köpek; Taklamakan gibi deşerek böğrünü, ant verdi Nuh'un sandal ağacına, sandalın tahtasında kağşayan kuş gibi uçup gitti.

Genesis taşı gibiydi bir karakarga, girip erdi orasına, tüy gibi aktı çatısına, bir bilinç akımına; Kiril orgazmın kütleselliğinde.

Ve şafak kuşunu, seviye ve ata bağladı.

Şimdi Uruk gibiydi kapsantısı. Yalnızlık içinde duruyor, yuların bağladığı nal seslerinde, çulha kuşu gibi de ötüşüyordu.

Kuşların orgazm oluşuna bakılır mıydı çift göz yuvada.
Bulanık ikindide kuşlar bayılır mıydı?

Ölümün geliş kapısına giren ve mürdüm yiyen kızlarla sevişirdik Ecmain'de...

Ve ürküyle -ölümün geçiş kapısı- aralandı birden! Et ete sevişmenin görkül çılgınlığında parçalıyorduk kaknusu. Sessiz avluları fare çığlıkları kemiriyordu. Tini yalpaladıkça yalpalıyordu, yineleyip duruyordu kendini; aşamıyordu erkini!

Kartal kargısıyla bir günüt yazıp, görünmez kuşları, ceviz yapraklarıyla değiş tokuş ediyordu. Sürdürüyorduk görkül! Uzaylı dedikleri biz değil miydik! Gündüz ve gece; Kiril çığlıkla ağlayıp, Zaliha'nın karnındaki ura, yine ve yine Enam Suresi'yle karşılık verirdik.

Ak gözleri, kara mezar taşlarının dikit duruşlarındaki donuk yuvalara sokarak elini boşalıyordu. Mors balığıyla yatıp çigani bir çalgı sesinde.


VI
Güneşin ışıkları cellat kızıllığıyla yükseliyordu.
Dehlizin önü aydınlanıyordu.
Etrüsk bir geçmişte bir afyon çiçeğiydim ben.

Kızıl bir tay üzerinde kinci ve ikinciydi bir kendi bilir.

Kelterlerden sızan pekmez dolu peksimetlerin lekesini yiyordu.

Şit nar ağacına küsüyordu...

Kızıl bir okla girip mor kuşun kanadına, tünedi kaldı orasına.

Güneş Callisto'yu eritiyordu.

Ten eprimişti, taş eprimişti, ses eprimişti!

Anaç bir çulluğun, yaralı göğsünden sızan kanlarla beslenirdi Kerberos;

Okeanosun ortasında, bir kuyruk yutanla.

İrinli aya varıyorduk yalnızca...

Düştü kırağı Medine Gülü'nün çiğ damlasında, süzülüp deve sırtında,

Kırk gün kırk keçeyi yiyerek.

Kara bir kuğu iterek örümceği,

Çöğürüyle bir böceğe geçmesine yardımlayıp,

Kaşınıp uğultuyla Argos gemili pelvis ormanının içine...

Gövdesi belinden öte kopmuştu Iason'un, bir karınca hızıyla kaçıp,

Varmak istiyordu koyağa.

Nereye varılırdı o zifiri karanlıkta, zindanı tavusla delip boşalsan tamda.

Pusula demirinin akrebi yemesi gibi.

-Işık dahi kemiriyor Emevi'yi!..-

Ve Saavadre saturnalitik bir şapkayla örterek kasığını içine çekiyordu.

Papirüs ve İdris ve kanalın hayvanı gülüyordu.

Yel geçiyordu köprüden. Hayvan bağırıyordu.

Eriyordu çılgın açlıkla ve karanlık beliriyordu sıradan bir saatte.


VII
(Dikenli menekşelerin dibinde, soluksuz saran sevinin delişmen köklerini eşeliyorduk. Çalılık otları ve büyülü dikenler kır hayvanlarıyla çevremi sarıp, gölgeli killerle dolu yaralıya benzer yollardan geçiyorduk. Aslanın ayağındaki çöğürü çekerek kurtarırken, öpücükten ve volkandandık yarasa kanı emen. Usluyduk. Usa tırmanan serseri kokunun çaldığı göçebe kokuyla, alüminyum ormanlara karışan tindik. Mitanni ve Luvi'ydik. Havanın çevikliğiyle, mis kokulu aya gerilmiş ipte; cambazın aksak ayağına, köpükte çözülen manolya kokularına, varlığın ve yokluğun sonsuz kıvrımlarına baş koyuyorduk.

Tuzun ufalanışını gördüm görkünç çemberde, kalın su yosununun kokusunu içime çekerek, balık vücuduyla yüzecek gibi duran yaratık, unun ansızın kopan fırtınasıyla göğe yükselince, bulutun vulvalarında şimşek kavgası yaptı.

Öksüz yıldırımın sinesinde, güneşin kibirli bezeğinde, yalanlardan sızlayıp, çaldığım imgelerle, mineral ellerimi ve gözlerimi oyarak, vahşi kokunun garip oklarına, günaydın üzünç dedim. Kış boyu rüzgârın ağlarına takıldım, uçucu kemanların yükselttiği çığlıklarla, çiğ füzeleri yerken, arı kovanlarının sesi, hanımelinin yahşi kokusu, düpedüz alıp götürüyor, arı doğanlarını yontarak, ipliğin ve bitkinin küçük panterlerini çayıra salıyordum!..

Toprağın düş gücünü ve düş göçünü, gülüşün palmiyemsi titreyişinde arayarak, kumun ve kumsalın başaklarını belledim. Uykusuzluğun çiğ damlası ve borazanın bıçaklarıyla tanrıyı kovalarken!..

Bellatrix'in sevi oklarıyla sana geldiğimde, kimseler görmedi ve kimseler bilmedi -emelin çığlığını- ve çalıntı bir çöl aslanı olduğumu Şeddât'ın ormanında...)

VIII
Hera diz çöktürüp, fosil bebeklerin yandığı lambada, çok ve çok eski birini arıyordu.

Kedrai gibi, iki kez yaşayıp yaşadığı; teflerin pullu tımbırtısında.

Ve çok eski adıyla kinini besleyerek koynunda; kendine geliyor ve geçiyordu kendini.

Kayaların sığlığında, bir sultandı göğü parlatan; yankı veren Huş ağacından. Sümbüllü yarıklarda ki kanı, çağlayan ateşlerde ağlatan. Düzenlerle aktı ve akacaksa gece, paslı demirler, hayvanları ve alevleri yaratarak yakacak, yalvararak yatacak ve akacaktı doyunçla.

Sütunların dibinde kumrular uçtukça, kadife bahçelerdeki ölüs çocuk başları ve kuaternerdeki levhalara basan; çavdar ayaklı avcıların fetüsüyle, şol tavşan ve şol keklik avlanacaktı.

Göller gölüyle boy boylansada, soymuk tepeleri doldurup anlatacağım; koyakların içinde gerilmiş baladların eşliğinde...

Ve bilmem ki kaçıncı, en eski adıyla cezamı çekeceğim;

Dedi ve durdu!..

Uyudu!..

Gülün adı ve Unutuşun Kitabı'yla...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder