17 Ekim 2018 Çarşamba

SAN'AT

San, sanı, sanal, (sanrı), sanat... Görünüşte saf Türkçe bir sözcük gibi, ama öyle değil sanıyoruz ya da biliyoruz, onun anlam benzeri, paralel türevlerinden zanaat, kavramı bozuyor. Osmanlı Türkçesi belki o... Ama sanat Türkçeyse, dilimizin gücü o kadar sonsuz ve güzelliklerle dolu ki, onu yetersiz gören   prangalı kültür dünyamızın gönüllü forsaları, açtıkları yelkenin bir uydu topraklarına açıldığını bilmiyorlar ya da bilmek istemiyorlar, çünkü tüm tutsaklar gibi ağzına bir damla bal çalmakla sarhoş olup, kendisinden geçebiliyor onlar ve dünya tek parçalı bir seyyareye dönüyor artık günümüzde diyerek, illüzyon ve ideolojilerinin güvenli barınağında, uzaktan kumanda bir kobay, sakin, kibirli ve geçerli paranın ölünce Styks'ı geçerken ağızlarına konacağının bilisiyle yaşayıp gidiyorlar!..

Dil yetersiz olabilir ama şöyle, teknolojik, bilimsel, ekososyal dünyamız çağından geri görünüyor evet, dilimize bu nedenle yabancı sözcükler sızıyor, bu eski çağların dominyonlarında, güdümlü plantasyonlarında görülen bir şey, günümüzde de öyle, işte o zaman çağı yakalamaya çalışacaksınız, hep birlikte ama dili yetersiz görenler, Şekspiryen dünyayı, batıyı ve süper batıyı işaret eden kaplumbağacı birlikler, onlara daha bağımlı hale gelmemiz için kullanıyorlar bu argümanı, yani bir gerçeklikten kurtulmaya değil, ona daha çok bağlanmaya yarıyor bu savlar ve hatta karalamalar, örneğin üniversiteler kalitesiz demek, yeni üniversite açmayın anlamına geliyor artık, oysa bir otomosyonun eksikliği onun giderilmesi koşulunu gerektirir, onun kalitesizliğini dile getirmek, nitelikten söz etmek, öncelikle varlığının yok edilmesine yönelik bir girişim oluyor, yapıcı bir eleştiri değil yıkıcı bir yaklaşım, üniversite sayımız çağdaş ülkelere göre dörtte bir oranında ve bu büyük bir yetersizlik  demeyen bir niyet okuyucusu, nitelikten söz ediyorsa o bir kavram ajanlığına soyunan işbirlikçidir olsa olsa, dışa bağımlılık aşkıyla semiren bir işbirlikçi!.. 

Durum buyken, kıyametin birlikleri içimizde yaşadı evet, sözü geçerli, sırtı güvenli, hayatı pırıltılarla dolu; efendilerinin misyoner topraklarında ki bu aklı evvel işbirlikçileri, at koşturup, olmuşu, olanı ve olacağı herkeslerden önce kestirerek, muştularla ve kültürel, endüstriyel ve ekonomik misyon ve komisyonlarla dolu narsistik dünyasında, gönüllü tutsaklığa elveren koşuşturması günün birinde bitti ve son soluğunu verdi işte... Basılı sayfaları dolduran iri puntoların süslediği ölüm ilanı onun son  tesellisi oldu!.. Üç gün sonrada unutuldu. Hangi tutsak, ufuklardan yükselen siyah güneşin,  yeryüzünü kurtaracağına antlar vererek esenliğe çıkarabilmiş ki kendini, içinde bulunduğu toplumu, dünyamızı...

Yaşam illüzyonlarla dolu, belki kendini mutlu etmek adına, Pirus zaferleriyle bezenmiş, Magellan yolcularının dolup taştığı anakaralarda, gerçeğe giden yollar ve onları algılama biçimlerinin, bin bir türlü yöntemi, bin bir türlü atraksiyonu var. Gerçeği eğip bükerek, yenileyerek, yönlendirerek her şeyi, her edinceyi-eylemi, doğruyu, kesinlemeyi ve o sonsuz özleyişlerle dolu exodusu, sonsuz çıkışın kıyametsi yanardağlarla süslü yollarını, aydınlık sanarak mutlan dolu bir yaşam sürmek, kim bilir bin bir gece masallarından belki daha çok hülyalarla dolu bir düşler cennetidir.

İnsan tanrının var olmasını niçin ister, hurafelerle kendini nasıl teselli eder, işte Soloz'un Mavalı'nın sonuçları için!.. Yoksullar adaletsiz bir dünyanın hesabının verileceği umusuyla, ona sarılır Ademden bu yana... Varsıllar doğru yolda olduklarının kanıtı adına onu bulgulayıp, agoraya sürerler ve onun sevgili kulu olmak bir yana, bir parçası olduklarını haykırırlar, bakın işte dünya malı servetimi, sizlerin bekası için düzenleyip, dur duraksız pey ediyorum, sizleri dünyama ortak ediyor, besliyorum, koruyup gözetiyorum, ben onun yeryüzündeki temsilcisiyim ve bu cangılın ortasında Havvalar, yanlı yaratıcının  gözetiminde, onun kimi zaman yamağı, kimi zaman aşığı, kimi zaman celladı ya da kurbanı olmanın hazzıyla, umarsızlıklarının cehennetinde sürüklenerek,  denizlerde saklanarak, aya şarkılar mırıldanarak, göçüp gidiyorlar.

Kısacık ömürlerinde hiç bir şeyin tanımını anlayamadan, yaşamın ne olduğunu algılayamadan, aşkın, sevginin, paylaşmanın ne olduğunu kavrayamadan. Çünkü rabbi onlara kitaplar indirdi, krallar doğru yolu gösterdi, Markslar hayaller sundu ve işçi karıncalar ayaklarına abı hayatı getirerek onlara bin bir düşler bağışladı, az şey midir bu, hayat güzel, yaşamak güzel, 'carpe diem' günü yaşa Horas, horlamalarla, derin uykularla, illüzyonlarla ve bitip tükenmeyen inlemeler, ağlamalar, iç kanamalarla... Patlamalar ve parçalanmış cesetlerin üzerinde yükselen dolarist dünyalarla. Altınlar ve rezidansların parfüm kokulu, losyonlarla kendinden geçtiği süitlerden gelen kahkahalar ve silikonlu dudaklarla, vibratörlü haykırışlar, botokslu umutlar ve detokslu bulutların üzerinde yükselen kızıllıkların kıyametçi tanrıları, tanrıçaları, melekleri, şeytanları ve...

Bütün çağlar boyunca...

Ama işte bunlar yazı, yazı işte, yazılmış ve çok önceden yazılmış alnımıza, kara yazı, alın yazısı, tanrı yazısı... Öyleyse yaşayıp gidelim, gülü koklayalım, aşkı avlayalım, tatlıyı yalayıp, bize bahşedileni yutalım, çalalım, çırpalım, iki sütun bir ocakla yuvamızı kuralım, yaklaşana havlayalım,  tehditlerle uluyalım ve viskileri, pastaları, alkışları, bağışları, yaşam boyu peşinde koştuğumuz, şapkadan, kumbaradan, lotaryadan, çekilişten çıkan ve bizi çıldırtan eşyaların, ziynetlerin, mevkilerin, ayrıcalıkların, parmak sallamaların, gerekirse yaratıcının bile iki cihanı başına yıkarak, vahşet dolu aç gözlülüğün, dinmeyen ihtirasların, ölüm ve irinli kanın kur farklarıyla dolu kasaların, küplerin, o büyük masalların  iğrenç gaitaları, kusmukları ve inlemelerle dolu  uğultusunda kusalım artık, yaşadık, kimseciklerden geri kalmadık, haddini bildirdik dünyaya, kıtalara, ülkelere, insanlara, çocuklara, kedilere, farelere, ah böceklere ve zavallı kendimize... Ne mutlu bize, ne mutlu bize, ne mutlu bize!.. Tanrıya da şükürler olsun, bizi gözetti, iyilikler verdi, servetler, şanlar, şöhretler bağışladı, sıkıştığımızda lanet okumamıza, semirdiğimizde sırtını sıvazlamamıza, temenna çakıp, başımızın üstüne seanslarına izin verdi, bundan iyisi can sağlığı, sağ olun tanrılar, sağ olun krallar, sağ olun kölecikler, sağ olunuz Leibniz...

Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşamıştık biz!.. Ama bu iğrenç uygarlığımızı değiştirmeyi bilmeliyiz, yoksa yok olup gideceğiz, en iyisinden ey can evinin aşıkları, kolalı gömlekleri, papyonları ve elektronik kilidiyle büyüleyen kasaları...

En iyisi konumuza dönelim, tanrıyı en iyi kendisi bilir. Dünyayı en iyi dünya, insanı da en iyi kalbi... Yalnızca Andy Warhol yanıldı şu dünyada, küçücük bir hata yaptı, hiç bir işe yaramayan, minicik bir kusur... Gelecekte herkes 15 dakikalığına şöhret olacak yerine, gelecekte herkes sanatçı olacak demeliydi. Herkes bilim adamı olamazdı, kamu görevlisi bile olamaz, şu ya da bu olamaz ama sanatçı olabilirdi. Çünkü saman balyalarına portre çizen adam sanatçı diye tanıtılıyor artık dünyada,  haklı olarak.. Sanat endüstrisi evrensel çapta genişledi. Ayrımı şu artık sanatın, sanatçının tanımında, yalnızca sanat endüstrisinden pay alamayanlar sanatçı değildir ve  özellikle Lidyalının sanatını tanımayanlar birer ahmaktır yalnızca...

Sanatçı artık tasarlanıp sunulan bir robotar'a dönüştü, bilim bile gerçekliğin hurafesiyle boy gösteriyor dünyamızda, sansasyonel sarsıntılar peşinde, Hawking gizemliydi, yalnızca beyinden ibaret bir yaratık gibiydi ve hepimizi ürkütüyordu sevecenlikle, tanrı var ama gereksiz diyen bir oportünistti ve kraliçenin diz bağı nişanıyla kutsanırken, düşüncenin kamçısıyla, sıradan insanlarında yalvacı olmayı, boynunun borcu bilen bir sarışındı artık o!.. Yılda bir müritlerine görünüyor ve dünya tanrının çevresinde dönen bir rüzgâr gülüdür 'Kaderdeş'im diyerek kehanetlerde bulunmayı ihmal etmiyor ve tüm üçüncü dünyalıların nasıl dize getirilebileceğinin formüllerini biliyordu.

Öyle demokrattı ki görünürde, karadelik varsa akdelik de olmalıdır diyerek Filistik bir bakış açısıyla yoksul üçüncü dünyalıların kalbini fethetmeyi başarıyordu artık, bilim değil mi bigbang teorisiyle Adem'in çamurdan yaratılabileceğini ima eden. Büyük patlama neyse, ol dedi oldu da o değil mi candaşlarım imgelemde!.. İkincisi oldukça kestirme yalnızca, onun karşılığı da kurt deliği olabilir evrende! Çamur değil mi bakteriyel, mikrobik ve amipyen denizimiz, ne var bunda! Vulva külliyesi gibi, oradan yürüyüp gitti karınca!.. Sonrası Alaattin'in lambası gibi masal, ama Newton gitti, Einstein geldi gibi, ikide bir editörü değişmedi!.. Din ruhani açlığımızı doyurmaya devam etti, bilimde meşalenin yerine Led'i getirdi, tanrı işini bilir diye vaaz veren duayenimiz Einstein öncülüğünde!.. Yüzüklerin kardeşliği!.. Buğday dolu sepete, bir yarıktan sızan sıska fare, tıka basa karnını doyursa da, dışarı çıkabilmek için gene eski bünyesine dönmesi gerekir!.. Kimse devrimci değil!..

Hawking'in ve tüm bilimin işlevi -aynı zamanda-, batının ve egemen dünyanın barbarist politikalarının yumuşatılması ve kitlelerin paralel evrenlerinde, algı operasyonlarıyla kobaylaştırılması zorunluğunu yaymaktır, dünya artık kalbe ve ruhlara hitap eden, sanaliteye bürünmüş bir yuvarlak, us sınır dışı oldu çoktan, bilim ortalama savların cennetliğine soyunan bir hurafeler yığınıdır bilesiniz.

Bilim, sanat, siyaset, teknoloji; ya Einstein'ın olacak günümüzde,  ya Picasso'n, ya Churchill'in, -8. Edward daha uygun!- ya da Armstrong'un, dikkat edin hepsi aynı kapıya çıkar, kitlelerin bilişim haznesine pelesenk olmak, dünyayı magazinleştirmek, savaş, aşk, ölüm, kıyım ne varsa, rengarenk bir bulamaçla, bir tür sunumla oyalanmak ve gerçekliği eğerek, ölümsürek yaşarları  hipnotize etmek, büyülemek ve her şeyi kanıksamak, kanıksayabilmek... Yoksa tırısla, rahvan gidişin, dörtnala dönüşmesi hepimizi tepetaklak edebilir, çünkü yoksullar ezilmelidir!.. Çünkü, tanrı var!.. Ama anlayan için gücü sınırlı, yok ama onunda gerekçesi var, insana ilişkin her şey kabulüm dostum!..

İşte Banksy aldı Hawking'in yerini, yüzüklerin kardeşliği biter mi, yeni ikonumuz çoktan piyasaya sürüldü, bir mal gibi pazarlandı, o gözlüklü değil, görünmüyor ve hiç bir zaman görünmeyecek, lamba cini yani bu eli malalı, duvar ustası peygamber, marangoza yakın biri, Bank -Banka-  pardon Banksy öyle emekten, eşitlik ve kardeşlikten yana ki, ateş altında Filistin'de bir duvarı karalıyor ve inanın  kurşun yağmurları ve  roketlerin rüzgârıyla yapıyor bunu ve tüm 'United Kingkong' halkları Filistin için ağlıyor artık ve ama inanın ki  doğu, sürgit barbar, geri ve et yiyicidir, Ademden teröristtir komşularım.

Banksy'nin son düşü bir balondu ve satış rekoru kırarken kendini parçaladı ne olağanüstü bir gizem, ne bilisizce bir abrakadabra; İsa bir kez daha göğe yükseldi  candaşlarım ama  Banksy makine bozuldu, provalarda işlem tamamdı, ne yapayım bazen 'insan olduğumuzu' anımsamamız gerekiyor, Judasçı gözbağcılık yürümeyebiliyor dedi!.. Çek bir Palestine şarkısı da keder ortaklığımızı dağıtalım!..

Bugün batının, dünyanın kaç köşesinde nöbet bekleyen üniformalısı var ve Hoffman 'ın 'Avrupa Dünyayı Neden Fethetti' kitabı ne işe yarar, bu durumda işin içinde bir iş yok mu sizce!.. Yok, evet yok, çünkü 'Ordinary People'nin en büyük düşmanı kendisidir kesinlikle, kontrolörü komşusudur onun, Judas'ı yol arkadaşı!..  Sanat hiç bir çağda olmadığı kadar düşüncevi bir cinsiyetsizliğe soyundu ve etik dışı bir kimliğe büründü... Ne ki düşünsel anlamda yalnızca sanat globalist olamaz, sanat ayrıntıdır, öncelikle bunu kabul etmeliyiz ve hudutsuz ve mabutsuz olmalıdır kesinlikle... Kurnazlığa soyunan, işbirlikçi ve tanrılarına hizmet eden bir sanat, sanat değildir. Çünkü Prometheus ateşi tanrılardan çalmadı mı, öyleyse!..

Sonuç, ne güzel, ilk ayağa düşen sanat oldu şu illüzyonlar, sanrılar ve cehennemin bile alıcılarıyla dolu olduğu bilim/kurgu dünyasında...

İyiye gidiyordur belki de dünya, çünkü sanat ayağa düştü, her şey sanat, selfieler dünyasında ne fotoğraflar, ne tablolar, ne enstalasyonlar, ne workshoplar ve ne cinayetler var artık, naklen!.. Sanat öldü, her şey gibi, belki de korkunç değişim yaklaşıyordur, umut gerçekten kapıyı çalıyor, çalacaktır kim bilir...

Belki de, canlı cansız, binlerce Dali, Picasso, Von Braun, Solaris, Raskolnikov ve dünyaya labradorca ayar veren Trumptiktaklar'ın gezegeninde, yazgımızı belirleme gücünü sonunda tanrının elinden aldık ve kıyamete doğru yürüyorsak, kimsenin karıştığı yok ki bize, hep birlikte, ölüme, zulüme, bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa doğru gidiyoruz artık...

Ne mutlu bize...

Çünkü yazı bu işte, yazı, alın yazımız!..

Ah keşke der ve yine de,  hayat uykusunu seninle yaşayabilmek,  ölümün güzel bahçelerini  gezebilmek ve kıyamet yortusunu seninle koklayıp, tadabilmek isterdim!..

Yakınmaları dile getirebilmek, frekansın algılanabilmesi, tasımın görünmesi, ışığın sezilmesi o kadar güç ki despotik çağımızda, demokratörlüğün az gelişmiş entelijansiyası ya da kitlesel öbeklerin gönüllü kurbanlığında, terziler çıracısı Hermüsül Heramise'nin pöstekisini her bahar uyandırabilmek...

Geçmişte biz koşarsak onlar durursa yüz yılda kapanacak aks derlerdi, biz gene koşup, örneğin onlar yürüyecek olursa, kıyameti göreceğiz ama onlara yetişemeden gideceğiz gibi satirik, gülünesi kıssalar üretirdik kendimizce!.. Bir toplum geriyse vay haline, sapla saman,  çayırla orman ve insanla nisanı karıştırmakta üstüne yoktur ve öncelikle aydınları güdümlü birer roketatar-savardır onların, acziyeti sınırlarımızı aşan, yeteneği türev ve tilmizlerine -kendi deyimleriyle çömezlerine- taş çıkaran!..

Çağımızda her tür sav, done, anlam bütünlüğü, ide ve doktrinel ileri sürmeler, basının ve manipülasyon odaklarının işbirliğince öyle sunulabiliyor ki artık, kitleler yararın nasıl sağlanacağı ve ülküsel kalkınmanın nasıl gerçekleşebileceği konusunda; anında kara propagandanın ve anlaksal saptırmanın devasa sorunları ve bilinci ele geçirmeleri gibi sorunsalla boğuluyor ve görünmeyen cin-perilerle savaşıyorlar!..   Bunun için, bu belalarla baş etmeyi öğrenmeleri gerekiyor öncelikle, yoksa bu kadar kısa zamanda ne Che; bu denli tişört Koçerosu, ne Marks sakallı maskara, ne de hümanizmin olmazsa olmaz ilkesi, ülkelerin kendi kaderini tayin etme hakkı bu denli çiğnenebilirdi, ne de Hitler olağan şüpheli olmaktan çıkabilirdi. İnsan bilinçli bir yaratık ama eni sonu unutarak  cennetinden kovuluyor ve öteki canlılarla eşitlenerek ne denli vicdanlı olduğunu gösteriyor.

Düşünce de rayından çıktı günümüzde, çünkü insan paranoyaklaştı artık, delirium ve demans nöbetleriyle savaşıyor o, dünya umurunda bile değil hamam böceğimizin. Kafka sağ olsun!..

Günümüzde, dolaşımdaki sanal Dolce Vita'nın, bütün görsel, yazılı basında cirit atan ve işte ikonlarınız gibi olun, olamazsanız beceriden yoksunluğun tüm günahı sizindir diye, şeytanlaşarak ayetler indiren Neuromancer'lerine -yeryüzünde gezinen tanrılar- baş kaldıracak gücü de yok artık kitlelerin, çünkü dünya bir görsele indirgendi ve bir imaj artık insanlık, kitlelerin kan/can grubunun değişmesi, silikon çağlarının bitmesi ve yeni insan ve yeni uygarlığın dünyayı sonsuz bir yenilikle kökten değiştirmesi, dönüştürmesi gerekiyor, yoksa dünya çoktan bir 'Şaka' artık.

Kötüsü şu savaşlar; yoksullar, eşitsizlik ve adalet uğruna yapılmıyor artık, savaş tröstler, karteller ve tüm 'exxonlar, general electricler' arasında, savaş dev birlikler ve devasa, moronik ve ejderhevi dev/ledler arasında artık. Işık savaşları gibi bir şey. İnsanlıkta kar körü oluyordur doğallıkla. İnsanın yeri bu savaşlarda bir hiç!.. Marks artı değer için, diyalektik ve materyalizm için, felsefi peygamberliğe soyundu ama metal-metalik egemenliğin, tüm büyüsü ve pırıltısıyla, mujiklerin ve proletaryanın bu denli kısa biçimde yerini alacağını öngöremedi ve Kapital tarihte görülmedik biçimde kısa bir sürede İncilleşerek, somut değerini kaybetti. O ruhani bir cüz şimdi!.. Ama masalı bitmez yığınların, zamanı gelecek demir kelebeklerin, zırhlı meleklerimizin!..

Çağımızda Elon Musk'ın maskesini çıkarmaya bile gerek yok, çünkü görünen o ki, savaşlarda yakında siborglaşacak ve belki de sıradan insanlar bir ağıla doldurulup, ex edilip-yakılacak!.. Eski dünyanın anısını taşıyan tek görüngü, bu olacak onlar için, hatıralar değerlidir ve özlem içerir ama bir alıcısı olmayacak belki de artık... Sonunda kurtulduk işte!..

Çünkü homohome; kafes insanlarının, manipülatif yaratıkların bakım giderleri, suni etin -robotik dünya, siborg evreni- üretiminden çok daha pahalıya mal olabilir!..

Dünyamızda nicelik yığınları olarak -nitelenen- kitleler, bizler, sıradan toplumlar,  kesinlikle yaşayan birer homofili -birer et-kan, organ ve manipülatif bilgi ve simülasyon -canlandırma- depolarıyız artık, birer 'Artık Değer'iz, Çöp İnsan, diğer deyimle posa ve ne işgücü taburlarıyız artık, ne de savaş mangaları ve  kim ne derse desin, bugün Orwell'in öngörüsü 'Büyük Birader', tüm çağlardan çok daha azılı bir biçimde işbaşındadır ve çöküşümüzün aylasıysa; şeytan tanrılaşırken, tanrının gitgide  şeytanlaşıyor olmasıdır.

Bizler gerçekte birer kobayız artık, robotlar sınıfsal arkadaşımızdır ve müzelerde yer alacaksak da bir  gün, onlar yerine getirecek bu işi, işin ilginç tarafı da, insan ırkının bir diğerine reva gördüğü bu zorbalık, yeri geldiğinde 'Büyük Birader'ide kapsayacaktır ve   insanlık tarih sahnesinden çekilip, silinerek, yeni ve daha gelişmiş bir hemcinsiyle, 'Robotarlar ve Siborglar Yüzyılı' selamlayacaktır. Artık Yakup'un Merdiveni ve sıratı olmayan Golden Köprüsü pek yakında!.. Biz pek çok canlının soyunun yok olmasını görmezden geldik mavi gezegende ama kendi hayatiyetine kendi eliyle son veren tek yaratık bizler olacağız belki de...

Ne mutlu bize...

Çünkü, gene de kendisinin tanrısı olabilmeyi başarabilen tek yaratığızdır evrende, ölümün krematoryumları gözümüzden gitmese de, günah çıkartmak gibi bir bencillikten vazgeçemeyiz...

'Bir şey biliyorum; o da hiç bir şey bilmediğimdir.'

Belki bütün bunlar bir düştür.

Karanlıklar bu gizemli yaratığa, düş kurmasını öğretti çünkü...

Düşlerimizle yükseldi o geleceğe!..





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder