1 Ekim 2018 Pazartesi

FAYTON

Dünyadan ayrılalı  yüz yıllar oluyor, günahlarımın kefaretini ödemiş olmalıyım ki cennetteyim ben. Ödenmiş cezaların ve vaat edilmiş mükafatların son durağında!.. Bilinmez belki de öyle sanıyorumdur. Şu evrende terk edilmeyen tek kuram, Heisenberg'in belirsizlik ilkesi, tanrının sağ koluymuş bu adam bilemedik.

Büyükadalı biri olarak fayton ulaşım aracı olarak kullanımdan kalktı mı pek merak ediyorum ama, burada bir gönül tsunamisine yakalandım öncelikle, daha doğrusu dünyada yarım kalan, bir türlü yaşayamadığım aşkın depresyonu sürüyor ve gene delirtti beni, sersem gibiyim ve çok ender görülen bir belanın pençesindeyim, tanrının bağlarında, dünyevi sendromlar başlığında toplanıyor bu tür sayrılıklar ve her zamanki gibi, her şeye gücü yeten tanrımız ilgilendi benimle -o her yerde ve her şeyde değil mi, türün öbür bireyleriyle nasılsa, benim de her zaman yanı başımda- ve dedi ki rehabilitasyona gereksinimin var hem de acilen...

Dedim ki, biz dünyada yaşadığımız travmalardan dolayı buraya düşmedik mi, üstelik iyiletim amaçlı ve de armağanlarla dolu, cennet bize çare olamayacaksa ne işimiz var burada... İyi de dedi, burada aşk yok ki, gılman ve huriler var dilediğin kadar, ama illaki aşk arayan ve onun acılarını şifa olarak gören biriysen, öbür dünyaya gitmen en uygun çözüm.

Öbür dünya dediği de 6 adet anakarası, okyanusları ve bitmeyen savaşlarıyla şu bizim; sizin dünyanız yani!.. Güldüm artık, o taraftayken bu taraf öbür dünya, bu taraftayken o taraf öbür dünya, işkillendim ben dedim tanrıya, yuh olsun dedi, çözüm be kardeşim, burada derdin varsa öbür dünya çözüm, orada derdin varsa bu dünya, ne değer bilmez şeysin sen...

Düşündüm ve dedim ki, iyi de nasıl olacak bu workshop, bu taraftan gideni hiç görmemiştik de... O taraftan geleni de görmedi buradakiler dedi. Birden aydınlandım, demek ki dünyevi günahlarımızın 'cezası ve mükâfatıyla' bilmeden karşılaşıyor ve aynı imparatorluklar dünyamızda olduğu gibi, buradaki günah ve sevaplarımızın karşılığını, öbür dünya korkusuyla ezilip büzülmeden ediniyorcasına yaşıyorduk sanki. Çok güzel, ussal ve belki de kurnazca bir yöntem bu bence!.. 

Gerçekte cezalar ve mükâfatlar somut biçimde yaşanırken, vaatler ve nice haksızlıkların diyeti ise hep öbür dünyaya havale ediliyor biliyorsunuz!.. İkisi arasındaki fark çok incelikli ama ve altta kalanların, daima üsttekileri sırtlayan lokomotif olmasının sinsice düzenlenmiş bir gerçelliğine dönüşüyor bu dünyamızda ve sürekli ne yazık ki!..

Tanrıya kızmıyorum, küseceğimde yok, çok zor işler, cennetini gördüğümde anlamıştım bunu, tanrıya yardımcı olmuyoruz biz, başıboş sürüler gibi davranmakta üstümüze yok, tanrıcıl geçinenler en zalim topluluklar  üstelik, her şey karmakarışık ve tanrı da baş edemiyor ve bambaşka  bir formül üretmeye çalıştığına birebir tanığım!.. Tanrı masum, insanlar fırsatçı bu formülasyonda yani!.. Açımlamalarımın yetersizliğini görmüyor da değilim.

Tamam dedim önerisine, ama nasıl beceriyorsun sen bunu, -korkunç derecede hoşgörülüdür kendisi- reenkarnasyon dedi, seni Verona'da aşktan sarhoş olup delirecek, çılgın bir delikanlı gibi göndereceğim oraya, büyüyünce özlemiyle yanıp tutuştuğun tsunamin,  kasırgalar ve tayfunlar arasında seni boğacak ve ama karşılığında da büyük mutluluklar yaşayacaksın. Anlaştık dedim, ama ben şu huriye tutulmuştum, kendisinde Sibel'i gördüğüm. Bilinçaltı ve sanrının oyunları evrenin her köşesinde...

Burada aşk yok, anomali yok, dehşetengiz hülyalar yok, yalnızca mutluluk var dedim sana, ama mutluluk seni katlanılmaz anlamsızlıklara sürüklüyorsa -genelde böyle oluyor- o tarafa gitmen gerek, bir denge arayışı içindeyiz biz, sevgili deneğim, başkaca bir çözüm yok diye sesini yükseltti. Umarsız gibiydi!..

Verona yerine Napoli olsa iyiydi, mandolin çalmasını biliyorum da  ben, ama gene de Büyükada'yı istiyorum, sevdiğim, büyük yaram orda kaldı, belki onu bulurum dedim. Eksikliğini duyduğum özlem uğruna!.. Orada 66. yüzyıldalar gene de sen bilirsin dedi, senin antik ve ilkel dürtülerle dolu tasımladığın aşk daha büyük facialara ve yıkıntılara neden olabilir, ruhsal yaraların ve  depresif yapın erkenden buraya dönme içgüdünü tetikleyebilir!..
...
Aradan nice yıllar geçti. Ben başıma gelenlerden söz edeyim izin verirseniz. Büyükada'da faytonlar ışıktan ve bir lazer çubuğu gibi saydamdı artık, isteseler atlar bir anda ışıltıdan başka bir şey olmayan Aya Yorgi'nin tepesine ulaşabilirlerdi, saydam insanlar, saydam faytonlara biniyor, saydam marketlerden alış veriş ediyor, saydam yiyeceklerle karın doyuruyor ve sözleri hiç duyulmadığı halde kahkahalarla gülüyor gibi yapıyorlardı. Neredeyse görünmüyorlar ve tüysü, içi dışı elyaf gibi geçişli, ipekten bir eriyik gibi, yok hükmünde varlıklardı bunlar ve deniz atı gibi parlıyordular.

Korkunç derecede sessiz bir dünyayla karşılaşmıştım ve zamanları öylesine boldu ki, momentum hızını kendileri ayarlıyor ve yaşamlarını diledikleri gibi düzenleyerek, örneğin piknikte sanki yıllarca vakit geçirebiliyorlardı, oysa bu sanal bir şeydi ve her şey bir mikro saniyeden bile kısaydı belki de, anladım ki zamana hükmedebilen ultramatik bir canavarlar dünyasıydı bu!..

Nasıl olduysa ölüm sözcüğünü ağzımdan kaçırır gibi oldum bir gün, o kadar uzun süre baktılar ki bana, dediğime bin pişman oldum, bilisiz birinden beter bir konuma düştüm sanki, sayıklayan bir insansı sanmışlardır herhalde beni ya da sekarat eşiğine gelmiş ve yokluğuna susamış bir yarıdeli... Lennie dedi biri, Lennie! Duymazlıktan geldim. Ağaçlar ışıktan, binalar ışıktan, güneş, ay, tüm yeryüzü ve gökyüzü ışıktandı, sonra anladım ki burası, gerçekte bir ütopya ve bir plantasyonun akvaryumuydu.

Ellerimizle hiç bir şey tutamıyor, kimseye dokunamıyor ama elimizi uzattığımız her şey ışıktan bir sepete giriyor, yanımıza geliyor veya midemize iniyordu. Görkemli bir yaşam biçimi vardı sanki ama bana çok yavan, ilkel, hatta komik gelmişti gene de, itici buluyordum bu tür bir yaşamı ve iğreniyordum uygarlık biçimlerinden. Olağanüstülüklerini anlatmakla bitiremem ama sıcaklık yoktu, içtenlik yoktu, rekabet yoktu, hırs yoktu ve aşk yoktu artık. İçimden dedim ki birbirinizden bu kadar korkar, nefret eder ve bir gram bile güvenmezseniz olacağı buydu, ölüme aşık, kavgacı primatlar!

...

Tanrı indinde, reenkarne olarak yaşayan bir genç olarak, Büyükada'daki aşkımla ilk kez bir markette karşılaştım, -aşk adına özlemini duyduğum mazohizm ayağıma gelmişti işte- adı Sibel'di onun, bana bakar gibi yaptı gene, sonra başını eğdi her zamanki gibi ve ben bu kez affetmedim, görüşebilir miyiz dedim. Eli elime değmeden, göz göze gelmeden ve gülümsemeden, platonik. 'Deniz Kızı' heykelinin oraya gel dedi. Bayılacak gibi oldum, bin yıllarca  sahilde hiç bir değişiklik olmamış mıydı yoksa... Yoksa Sibel'de benim gibi bir reenkarnasyon muydu, tanrıma şükreder gibi oldum o an, sayrılığıma bir umar  olsun diye; Sibel'i de buraya göndermişti belki de, yeni bir Sibel uydurup, biçmektense, vahşete eğilimli çağların, gaddarlıkla beslenmiş ruhu ve emellerine bir türlü kavuşamayan, organ yetmezliğinden mustarip ve sakatlanmış 'anomalik' bir bünye için!..

Sevişeceğimiz tuttu bir gün, yüz yüze iki aşık ve iç içe iki  kaşık gibi birbirimizin içinden geçiyor, ışık körü bir havada, uykulu gibi, bir esirin boşluğunda dönüp duruyorduk -sanki bizi gizleyen duvarlar varmış gibi!-, kahrımdan ölecektim, kendimi bir oyuncak, sanki aşağılanmış bir varlık gibi algılıyordum, sevişmek böyle mi olurdu, ama bedenlerimiz ve tasımlanmış ruhlarımız başka türlüsüne el vermiyordu ki, geçmişi anımsamasam belki bir yararı olurdu bunun, ama bir şeylerin eksikliği iliklerime kadar donduruyor ve bir inme duygusu, bütün vücuduma yayılıyordu sanki...

Sibel'de sanki motorize, düş gücüyle çalışan bir otomat gibi ayak uyduruyordu bana, aşkıma kavuşmuştum sözde ama saklamak utanca boğuyor, dayanılmaz bir aşağılık duygusuna sürüklüyor beni, korkunç derecede mutsuzdum ve bir gün Sibel'e her şeyi, umarsızlığımı ve bu aşktan belki de artık  nefret ettiğimi, dahası ayrılmak istediğimi söyleyecek kadar ileri gittim, ama gaipten gelen bir ses sanki dur dedi bana, sabret, ilkel dünyalı!..

Onların uygarlık biçimine ayak uyduramayışım imgelemdeki aşk duygularımı yok etmiş, bir niceliğe indirgemişti beni... Sibel'de duyarsız gibiydi sanki olan bitene, yalnızca uyum içindeydi belki de o, belki de yeni dünyaya ve uygarlığımıza alışmayı, post fütürizmi benimsemeyi ve saydam -yokluk sınırında- oluşumculuğu özümsemeyi bir tür yetenek gösterisiyle benden çok daha önce başarmıştır, ne bileyim. Aşka giden her yol mubah değil miydi geçmişte, hak veriyordum ona ama beni sanrılarım, dünyevi kıskançlıklarım ve ondan bir dakika bile ayrı kalamama dürtülerim her zamanki gibi perişan ediyordu. O salt benim olmalıydı ve eşi benzeri olmayan kırmızı gülüm, gizlenti dolu buyruklarım altında ezilmeliydi açıkçası. Aşk hükmetme ve yok etme duygusunun romantik varyetesi değil miydi, bir zamanların 'Ölümlüler' dünyasında!..


En sonunda kendimi tutamadım ve onu öldürmek geçti içimden açıkçası, çünkü benim değildi bu görkemli yaratık, gensel dürtülerimin kurbanı olacak bir özveriden yoksun ve çılgınlığın sınırlarını parçalayacak denli gemi azıya alabilen; tanrısal bir aşktan da habersizdi... Onu ya öldürecek ya da aşkı dilediğim, düşündüğüm veya tasımladığım gibi yaşayamayışımı kabullenemediğim için bu dünyayı terk edecektim. Kendisine taşıdığı ışık gücünün kat be kat fazlasını gizlice yüklersem sigortası atabilir ya da kendi kendine yanıp kül olabilirdi, bende eskinin özkıyımlarını anımsatan bir atakla fişimi çektiğimde ya da bin bir türlü olanak ve yöntemlerle işimi bitirdiğimde yok olabilirdim, bir intihar şarkısı eşliğinde!..

Bunlar ölüm sayılmıyor ama burada, klonlanabiliyor ve her şeye yeniden başlayabiliyorsunuz ve ceza olarak ne Sibel'i anımsıyorsunuz ne de bir tür geçmişe bağlı olarak yaşıyorsunuz artık, hatta türün öbür bireyleriyle olan manyetik -kimyevi tinsellik- bağlarınızda yok oluyor, tecritte yaşıyorsunuz sanki belirsiz bir süre... Gördüğünüz gibi sayısız bir olanaklar dünyası bu ama yaşamın tadı yok bence!..

Neyse, sözü uzatma alışkanlığı var klasik dünyanın maymunelerinde, alınmayın kendime söylüyorum bunu, ceylanlarında desem sevineceksiniz ama; oysa maymunun uscağızı geyikte olsaydı, bugün insan diye geyikleri ayakta alkışlayacaktık biz... Çatallı boynuzlarıyla heybetli bir geyiğin, kurumlu bir diktatöre özenircesine, halkını selamladığını düşünün, tuhaf bir gurur duymuyor değilim bu manzaradan, çokça da ürküyorum ama, Gaspar David'in tablolarındaki beyzadeler gibi, sanki tacı ve asası doğuştan bağışlanmış bu canlıya ve bu işte bir yanlışlık var gibi geliyor bana!.. Onu bırakın, en yakın akrabamız köpek olmalıydı diye hayıflanırım öteden beri, bakışları, tavırları, uyumu, teslimiyeti kesinlikle insanın dürtülerine benziyor, gelecek dünyalarda, cennetsiz de olabilir belki ama; bir 'Köpek Gezegeni' bekliyor bizi diye düşünüyorum açıkçası...

Sözümü bitireyim, tanrıya gizlice yalvarmaya başladım ben, cennetine geri al diye, Sibel'in egzistansiyalistçe sürüp giden saydam dünyasına alışamadım, çocukluğumun aşkına bir türlü ısınamadım, oysa tanrı başkalarına, belki bir kez bile bahşetmediği bir iyiliği bağışlamıştı bana, onu yadsıdım, gücünü alaya aldım ve beni gene gamdan kasavetten yoksun 'İrem Bağları'na alabilir misin diye yalvardım, alay ederek yaptığı iyilikle, küçümseyerek, şımarıklık ve hor gören bir utanmazlık, arsızlık ve  hodbinlikle... Hayran olduğumuz şeyi tepmek ve yemek yediğimiz çanağı devirip, dökmek alışkanlığımız geçmiyor bizim. Basitçe özeti bu Ademgillerin. Yapabileceğimiz bir şey yok!..

Ama ne yapayım, aşk geri gelmiyor, geçip giden şeylerin ne tadı, ne hedonist coşkusu bir daha yinelenmiyor. Yaşadığınız an bir daha yenilenmiyor ve tanrı bağışlamış olsa dahi, geçmişteki düş kırıklığımızı yeniden ve yaralarımızı sararak yaşamaya, hem de her şeyi ayağınızın altına sererek; gene de iflah olmuyor artık ruhlarımız ne yazık ki, yaşanmış acılar ve mutlulukların, ne telafisi ne geriye dönüşü var; ne de yinelenişi, ne yazık ki sonsuzluğa karışıyorlar ve daha da ötesidir belki ... Zeno'nun oku gibi kırılabilir ama geriye dönmüyor o...

Öyleyse şunu söyleyeyim, olmuş olanın önüne tanrı bile geçemezmiş, ben üzünçler içindeyim ve bu aşk acısı hiç bir zaman yüreğimden çekip gitmiş değil...

Ne yazık ki bu macerada, acılarıma bir şey daha eklendi sonuç da, tanrı geriye dönmemin olanağı yok dedi. Saydamsılarda kıyamet kopana değin Araf da bekleyecekmişim, ne büyük bir hata yaptım aşk uğruna, şimdi ne öbür dünyadayım ne de bu dünyadayım.

Bekliyorum yalnızca...

Gözyaşlarımla!..








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder