26 Ekim 2018 Cuma

SÂRA


Sultanhisar nerede bilir misiniz, Buharkent, Güzelbahçe... Dünyanın tüm ülkelerini, tüm yörelerini dolaşan biri bu üç yerin adını bile duymadan geçip gidebilir... Kendi yurdunda sürgün diye bir söz var, insan dünyaya 'Özlem' duygusunu tatmak için gelir, keder veren ulaşılmazlık...
Geçmişte geçip gittiğim yerleri, başı öne eğik yürüyen insanları, göğe bakanları ve bir traktöre doluşmuş çığlıkla geçip gidenleri ölesiye merak ederdim. Kim bunlar, nereye gidiyorlar, akşamları ne konuşuyorlar, neleri dert ediniyorlar ve hangi düşleri kuruyorlar.
'Ben başkalarıyım.' Bu söz o kadar doğru ki, ömrümüzün yarısı seyri sefa ve başkalarını izlemek, başka yaşamlara imrenmek, gözlemek ve belki de umarsızca küçümsemekle geçiyor artık, çünkü insan istese de başkaları olamıyor!..
Göğüs kafesimiz hapishanemizdir bizim. O çürür ve biz artık özgür oluruz.
İşte geçmişte Nazilli'den, Sarayköy'e doğru bir aracın içinde, kırk kişiyle geliyordum. Okulu bırakmış, bir bilinmeyene doğru tükenen yaşamımla... Emel denizlerini aksatmanın kederleri içinde... Başımı cama dayamış, uzakta Menderes'in yeşillikleri ve uzayıp giden bozkırın ıssızlığı düşüncelerimi kuşatmışken, araba kara yolda yılan gibi akarken, boşlukta yolun az uzağında, bugün artık iki katlı olabileceğini düşündüğüm, tek başına, ovada yapayalnız bir evin önünden düşler içindeymişçesine geçip gittik. Küçücük kasabalar ekmeği nereden alır, suyu nereden bulur, ışık nereden gelir diye hep düşünmüşümdür. Binlerce kasaba, bir kaç evlik köyler, sazlığın kıyısında kulübeler, gezginlerle, bezginlerle, ezginlerle dolu dünyalar...
İşte o bozkırda tek başına duran evin, sanki ışık hızında, kıyısından geçip giderken biri bana baktı. Göz göze, pencerenin önünde duran, dağların şahinliğini, kırların ağır başlılığıyla birleştirmiş, tüm doğallığıyla serpilmiş, pencerenin önünden geçerken sanki beni gözleyen, sarı saçlı bir kız... Gözbebeklerimizin bir an çakıştığına eminim. Bir an...
Aradan kırk yıl geçti, o kız nerede şimdi, kimdi, ne oldu, en klasik sorusuyla sıradan yaşamımızın, evlendi mi, çoluk çocuğa mı karıştı, ölüm meleği gençliğinin baharında onu seçtiği için, ruhlara karışıp gitti mi yoksa...
Onun adı Sâra'ydı. Sâra...
Sâra, seni görmeyeli kaç yıllar oldu, senin yüzünü, bakışını, saçlarını, o anı yaşamım boyunca unutmadım. Bu garip bir aşk diyecek değilim, kimse anlamak istemez ki bizi, acaba o ev ve sen hala orada duruyor musun, hala yaşıyor, gelip geçen araçların ardından, ruh ikizlerine bakmayı sürdürüyor musun...
'Bir mucizedir yaşamak.' Yaşamak... Neyi amaçlar ki, neyin peşindeyiz biz, ne için, nasıl, neden?..
Kimimiz paranın peşinden koşar, kimimiz şan ve şöhretin peşindedir, kimimiz prestij, saygınlık, kimisi de bir değer, bilgi, görgü ya da amansız bir sınıf mücadelesi...
Şattülarap ne demektir, bienal nedir, konservatif kolokyum pardon konsorsiyumun megaralarda agrandize edilmiş zerofobik kontrendikasyonları üzerine plebisit yoluyla gerçekliği test edildiği için artık en ufak bir kuşku kalmamış kara tavuk sürülerinin güney kutbuna doğru üç bin kilometre boyunca süren göç yollarında karşılaştıkları elem yağmurlarının romanını yazan Herman Melville uzay asıllı mıydı!..
İnsan hiç bir şey bilmez, her şey bir adlandırmadır, göğe çıkalım ve yarı baygın kızıl gerdan kuşu gibi dünyamıza bakalım, bu bir küre midir, sular çekilene kadar, üzerinde ne yaşıyor, türlü biçimde karıncalar, niçin ateş ediyorlar, o denli çoklar ki bazıları eziliyorlar, neden göğe bakıyorlar, bir kurtarıcıyı, tanrısını arıyorlar, gelecek mi, Samuel'e sorun, Godot'yu bekleyen o, dörtte üçü deniz olan bir gök parçasını bu denli ciddiye almak doğru mu peki... Bilmem... 'Barbarları Beklerken' bu tür sorular hazırlıksız yakalanmamıza neden olabilir...
'Yaşamak için, öldürmek gerekir...'
Sâra, cüce tanrılar adına, ligra kuşu adına, kapulinler adına dinlemelisin, evvel zaman içinde iki İsa varmış, diyelim ki biri marangozmuş, ötekisi Nasıralı, babasız büyüyen, ikisi de aynı öğretinin peşine düşmüş, aynı öğretiyi yaymaya kalkışmışlar, öğreti tek bir kişinin bellek evinde çakan bir şimşek değil Sâra, çağın gereksinimlerinin, zorunluklarının ortaya çıkardığı kavramlar bütünü, onları yayanlar yalnızca sözcü Sâra...
İki İsa'dan birinin talihi yaver gitmiş değil, yakın çevresi güçlüceymiş ve öğretisini kolaylıkla yayma ve inanmışları toplama olanağına ehvenlikle erişmiş, artık o bir Mesih'miş. Diğeriyse bir meczup, bir yarı deli, bir kaytanbacak olarak ölüp gitmiş. Bu meseli Mephisto Kafe'de bir genç telefonda anlattı ve bir film ya da oyundan söz etti telefonun öbür ucuna... Ama her iki İsa öldüğünde tanrı yanlarına çağırmış, her ikisi de gelmiş tuhaf bakışlarla ve tanrı demiş ki, bir payenin peşinden koştunuz, bir iyiliğin adını koymak istediniz, biriniz bunun acılarıyla yaşayıp peygamber oldu, diğeriniz ise bir kimsesiz ve meczup olarak öldü. Ama hanginiz gerçek peygamber söyleyin şimdi, meczup hüzünle öbürünü göstermiş, öteki de meczubu, tanrı birbirinize lütufta bulunmayın demiş, siz göğün terazisinde 'tek' kişisiniz!..
Son bir şey Sâra, İbni Arabi, günün birinde, kırk bin yıl önce ölmüş birini gördüğünü söylemiş. Ölen adam, kendisinin insan olduğunu söylermiş ama İbni Arabi insana benzemiyordu dermiş. Onun insan olup olmadığını anlamak için, yedi bin yıl önce ölen Adem'i sormak istemiş Arabi... Adam işte o an, o can alıcı sözleri haykırasıymış; Hangi Adem'i soruyorsun sen, Habil'i öldürenin babasını mı, sonuncu Adem!..
Sâra, keşke senin öldüğünü bilmiyor olsaydım ben!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder