6 Ocak 2019 Pazar

VİRÜS


eARTh’da, bir nükleer felaketin sonunda, yalnızca bir çipin kurtulduğu söyleniyordu. Bir civciv fetüsünden artakaldığı ileri sürülen inorganik bir yapı. Ölümsüzlüğe programlı ve sonsuz yaşamı yeniden kurabileceğimiz bir teoremin materyali.
Dünyevi olayın renk kartelası üzerine, şöyle bir söylenti de var; İşte bu gökyüzü renginde ve yoğun sisin engin derinliğinde gizlenen ikinci ayın, bunca yıldır tüm teknolojik hünerlerine karşın yerini belirleyemeyen ve neredeyse ışık hızında yol alan bu gizemli uyduya çarparak, uygarlıklarıyla birlikte yok olup giden insansıların, zaman çemberinin dışına düştüğü anın varlığında, tersinir pozitivizmin kuralları uyarınca, trajedilerinin göz ardı edilmesinin ve unutulmasının önüne geçmiş olmakla, evrensel basamakta yerini alarak, yeni atomlar birliğinin alabildiğine önünü açmış olduğu görülmektedir.
Bu 1969’da, aya doğru giderken, Apollon’un o güne dek bilinmeyen, gözlemlenememiş ve üçüncü gezegenin çevresinde dönmekte olan başka bir uyduya çarpması gibi, sıra dışı bir olaydı. Kolomb’un Amerika’yı Hindistan zannetmesi veya İskender’in salt doğuya giderek dünyayı fethedeceğini düşünmesi gibi yanılsamalar…
Mutant’ın; ‘’Bu topraklara kralım adına el koyuyorum’’ tümcesi, onun yaşamındaki, 'son iç çekişi' olduğu söyleniyordu.
Hormon verilmiş ergenler görünümlü, paytak yürür robotlar; paslı piknik tüpleri, sanayi tipi fırınlar, evyeler, bıçak ve kap kacaklar kalmıştı yalnızca geride…

Kuramsal da olsa, bir regülatörün, büyük şiirlerden bile üstün sayılması gerektiğini yadsıyordu bizim ruhlarımız, kış soğuk, tanrı sevgisiz ve siyah bir güneş gibiydi artık gecelerimiz.

Et ve kan uygarlığının, metal ve oyuncak kaplan uygarlığına evrilmesine olanak tanımadık biz. Çelik putrellerin ruhunu okuyabilmeli, düşlenebilir aşkınlığın önünü açabilmeliydik.

Ağaç yeşilken canlı, esnek ve dirimcildir, kuruduğundaysa son derece kırılgan ve serttir. Ölümde böyle bir şeydir işte. Altruizm ve Kac’ın yeşil tavşanlar çağında sorguladığı işte buydu.

Kötülük ve iyiliğinde ışık hızında yayılabiliyor olması, onların sonlarını hazırlamış ve söylendiğine göre Abşeron’un şifresini bile kırmayı başarmışlardı.
Çip dedikleri bakteri ve virüslerle yüklenmiş milyarlarca yıllık dünya döngüsünün ve zaman içinde tanrılaşan promatların formülatif programlarını içeren bir küreydi ve gerçekte yaşamın tohumunu güvence altına almayı tasımlayan, milyarlarca yıl sonunda kaçınılmazlıkla bir yinelemeye dönüşecek gizemin, sonsuzlaşma ereğini koruyup saklamakla yükümlü, dejeneratif bilim kurgu öyküleriydi bunlar.

Nötrinolardan oluşan, bu atomaltı varlıklar, ışık patlayıp, rüzgâr doğunca, jölemsi bir kütleye kavuşurlardı ama gecelerin karanlığında uykuyu icat etmek zorunda kalmışlardı, bilgiye mahkum olmak, anılarını soluk borularında saklamak, x ışınlarının vaazlarına boyun eğerek yaşamak, onların dış dünyanın handikaplarına  karşı zorlanmalarına yol açıyordu. Ölüme sığınmak gibi bir umar içindeydiler, Uyumsuz yığınlar, bilinmeyenin gölgesinde, düşsel bir dünya kurdular. Var oluşu güvence altına almak ve sonsuzluğun yollarına kavuşabilmek uğruna...

Arzulanıp istenmemek adına, serçeler bile aşık olabilirdi, matematik pekinliğin tavşan elması ve duyu ötesinin hidrojellerle süslü yolculuğu gibi. 

Orada hanımeli, orada kaktüs, güller, sümbül ve lisyantuslarla dolu bahçelerde büyüyorlardı ama nasıl oluyor da bir vahşiye, kansever ve et koleksiyonerliğine dönüşüyordu bu yaratıklar, hep birlikte düşünüyordular, sonunda böyle olmuştu işte, gezegen resetlenmiş ve kaya, tuz ve sudan oluşan bu ilkel yurtluk silinip, yok olup gitmiş, yerini elastiki bedenle ve nötrinolardan bileşik yaratıklara bırakmıştı. 

Savaş alanını gezerken muzaffer Claudius, gene de milyonlarca ölüden dehşete kapılarak; 'Keşke böylesi bir zafer, benim yenilgim olsaydı' demiştir. Yenilenmiş tüm koşullara karşın, kargı tipi modüller, tropikal depresyonların önü bir türlü alınamamıştı. Ne Samosatalı Lucianos ne de teknolojist Arsione bir çözüm üretememişti. 

Güneşin çobanlığından gene kurtulamamışlar, Çin Sung dönemi gene geri gelmiş, bir çanağa değil bir ata bel bağlamışlardı gene... At öylece hareketsiz dursa da, onu saran toprak ve havayı sarsıyordu gene de, kültürel entrikalara karşı durmalı ve tüm içtenliğimizle, bu titreşen sonsuz dinginliğin tam aradığımız bir şey olduğunu haykırmalıyız diyorlardı. 

Tanrı var ya da yok diyen kişinin düşünsel kombinasyonlarında aynı kişi olduğuna inanıyorlardı, iki zıt doğrusallık sonsuzda birleşir kuralı vardı, ama düşünsel yapıları sonuçta birbirini öldürmekten öteye geçemiyordu, tanrının varlığı ya da yokluğu değildi gerçekte sorun, düşünsel kombinasyonlarında, iki materyalin bir türlü kozmik uyuma yatkın olmayışı ve birbirini yok etme dürtüsünün kronik biçimde önünü alamayışlarıydı. Evrenlerinin gerçek sorunu çatışıklığın, şiddet bağıntısına olan oranını ortadan kaldıramayışları, bu çelişikliği çözemeyişleriydi. Bir bebek gibi tanrı yok demek ya da bir olgun gibi var demek, sonsuzlukta dünyevi bir yaklaşımdan başka bir şey değildi. Gerçeği anlayabilme, bilme ve çözebilme yeteneği tam olarak bağışlanmamıştı onlara belki de,  Düşünceleri kişisel yaklaşımlar ve insansı bir yapının ürünü olmaktan öteye geçemiyordu, Bildik materyallerdi bunlar, Bir primattı sonuçta onlar, düşüncenin merdivenlerinde sekerek ilerleyen, düş kuran ve ne yazık ki bir çözüm üretmekten yoksun canlılar, Gerçekleri kendi iç dünyalarından kaynak alan birer yaklaşım, düşünceleri eni sonu birer varsayım ve en kötüsü gerçeğin birer parçasıydı kendileri de, Delphoi'ye boş yere kendini bil yazmamışlardı neyse ki... Gerçeği görüp algılayabilme olanağından yoksun birer parçacıktı onlar. Bütün onları görebiliyordu belki de... Çünkü, kimsesizler denizinde, bir gök taşı yanımızdan geçer de, bir güneş neden geçmez diye göz yaşı dökebiliyorlardı. 

Delhi Sultanları, kösnül Babürler, düşsel Behistan, Babilli pazarcıların ortalığı saran uğultusu, Assuan kanalları, Nogay çömlekleri gibi tümcelerle doluydu yapıtları. Ortaçağ pazarlarından alışveriş ederler, tente örerler, Suriyeli tüccarlardan kakule alıp, beyaz kuyruklu tilkilerle gezerlerdi. 

Ben roman yazmalıyım diyenler vardı, siyasi kontratlarla fil ve kirpi kardeşliğini överlerdi, Himalaya Krallığı’nın tabula rasaları, akrep kentler, taştan devler ve ölümsüzler ırmağının şarkıları sarmıştı ortalığı. ..
Elma, Akdeniz uygarlığının bitkisidir ve Adem’le Havva -bir Akdeniz söylenidir- türü yaklaşımlar büyük felsefi örgütlenmelerinin başında gelirdi. ‘Ya zaman var olmasaydı’ sorularıyla doluydu dünyaları ve birbirini sömürerek ya da öldürerek uygarlaşıyorlardı. 

Kuşlar toplanırdı ara sıra, belki eşlerini bulmak için, belki bir sıcaklık arayışı, belki de kendi aralarında bir ayin düzenliyorlardı. Sözel dillerini kana susamış tanrıları ayırıyordu ama sayısal dillerini şeytanları tek bir tipe indirgiyordu. 

Zamanı yaratan bilinçse, zaman bir diyalekt midir, zamansızlık bir boyut mu, düşüncenin yayılması pozitron algısına değer bir şey midir gibi hipotezlerle oyalanıyorlardı.
Büyük beyaz ayı, kutupçul mevsimin besin kıtlığında, bir morsa saldırdı. Mors milat takvimi göz önünde bulundurulduğunda, ilk kez görülen bir şey yaptı. Her iki boynuzunu aniden ayının göğsüne sapladı. Derin bir yarıktan fışkırır gibiydi kan...

Ayı morsun başını kavramaya çalışıyor, sanki beynini parçalamak istiyordu. Kılıç dişleriyle, gömülü boynuzların boğuşması saatler sürdü ve bir süre sonra da ses seda kesildi, her ikisi de hareketsiz kalmışlardı.

Parçalanmış levhanın bundan sonrası okunmuyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder