Osmanlıca bir dil değil terkiptir, nasıl Habsburgca, Romanofca, Windsorca diye bir dil yoksa, böyle bir dilde yoktur, ama bizim kendi Türkçesine uyduruk deyip, fellahsız aşure yapamayan, onun yanında hanendesine, bonjur madam diyen gureba -iki kapıda sömürgeciliği aralar- Osmanlıca diye bir dil icat etti. Dünyada halk ile hanedan ya da saray arasında dil anlaşmazlığı daima vardır. Bir ülkenin doğusu ile batısı kolaylıkla anlaşamaz, Belçika'da, Hollanda'da aynı dilin versiyonları birbirine bu ne demek diye soruyor.
Osmanlıcayı dil zannedenlerin derdi politiktir belki, bir vaveylacılık, onlar da biliyor ki Osmanlıca saray lehçesi -bir diyalekt-, çok uluslu bir devlette Boşnak, Arap, Fars ve Türkçe bulamacının adı Osmanlıca olmuş -imparatorluk Türkçesi- bunu dil devrimiyle bizi ayırdılar diyenin yaklaşımı, bir yanılgıdır ve doğrudan uzak, sağlıksız bir yakınmadır.
Yunus'un dili Türkçe'nin hasıdır, bu Türkçe şimdi ortaya çıkmış değildir, ki Osmanlı'nın ana dili Türkçe'dir, ama Osmanlı Türkçe'sine evrildi zorunlu olarak, bütün diller, özellikle imparatorluklarda dil biraz bulamaç halini alır.
Sonuç olarak dil devrimi hiç bir zaman olmamıştır, Anadolu'da saray dili, yani Osmanlı'nın saray dili olan Türkçe'nin, emperyal nedenlerle diğer dillerle kaynaşması nedeniyle Osmanlı Türkçesi oluşmuştur. Halkın bu dili anlaması beklenemez. Felsefe konuşulursa bugünkü Türkçe'yle toplum gene anlamadım diyebilecektir. O zamanda geçerli bir yaklaşımdır bu, Darende'de yaşayan bir Osmanlı, Osmanlıca dediğimiz saray dilini anlayamayacaktır.
Dil düş gücünün -edebiyat, sanat, bilim-, var olan teknolojik ve sosyal gelişimin sınırlarıyla orantılıdır. Bugün tıp dilini anlamakta güçlük çekeriz, tapu kadastro deyimlerini anlayamayız, neden, o diller özel bir alanın oluşturduğu sözcüklerle kendini var kılabildiği için. Nefrit böbrek hastalığı, bizzat kadastro ne demek bilen var mı, bunun gibi örnekler sayısızca çoğaltılabilir.
Sonuç olarak Osmanlıcayı ayrı bir dilmiş gibi, olmayan dil devrimini ileri sürerek bizi birbirimizden ayırdılar diyenler, gerçekliği bozgunculukla suçlayan konumundadırlar.
Örneğin yinelemiş olalım, 'Bir garip ölmüş diyeler' derseniz, Anadolu'nun her yerinde gerisi söylenebilecektir, ama 'Aşiyanı mürg-i dil zülfü perişanındadır' derseniz gerisini yalnızca zadeganın dili, Osmanlı Türkçesi'ni hatmetmiş bir insan getirebilir.
Neden, çünkü Osmanlı Türkçesi sarayın, aristokrasinin, ayan ve olabildiğince eşrafın diliydi, bundan ötürü bir dil devrimine gerek yoktu. Osmanlı bitti, saray dili de, yani bir terkip olan bu yapay dili konuşan zadegan ki bir azınlıktır, tarihten silindi. Arşivlerde kaldı dil. Tıpkı Shakespeare dönemi İngilizcesi gibi. Bourbon Hanedanlığı'nın Fransızcası gibi.
Bu yapay dil, bu terkip, bu emperyal Osmanlının çok uluslu yapısından kaynaklanan üst dil, bugün bir avuç Anadolu'nun nasıl dili olsun ki, olsun diyenlerin, Mısır'ı fethedip, Bosna Hersek'i yeniden haritalarında görmesi gerekir ne yazık ki, bu bir zorunluluktur, çünkü dil somut dünyamızda, yerelliğin olmayana ergi metoduyla çalışamaz, ama soyut dünyamızda, yazın ve sanatın düş gücü dili değiştirebilir, geliştirebilir doğallıkla...
Yoksa uygar sözcüğünü bir türeti ve uyduruk diye nitelemek, Osmanlı zamanında, Arapça, Farsça deyimleri Türkçeleştirmek hevesi vardı diye önermeler taslayıp, kendi dilindeki çabaları uydurukça diye karalayarak, Fuzuli'nin yüzyıllar önceki dilini geri getirmeye çalışmak; Ayan'ın aya gitmedi insanlık, Los Alamos'ta çöle indirilen uydu görüntüleri onlar demenin cüretkarlığıyla, batının veya gelişmiş dünyanın kuklası olarak daha çok yüzyıllar geçirmekten öte bir şeye yarayamaz ve kerrakeli Vehbilik, zındıklık, münafıklık bazında birbirimizle çatışıp, çelişerek, kapalı dünyalarımızın içinde ömrümüz gelip geçecektir bu yolda...
Kendini yenilemeyen dil, inanın başkalarına avuç açan sadaka toplumu yaratabilir ancak. Osmanlıca dirilsin diye uğraşacağımıza, uzayda bir yıldıza adını koyacak gelişmelerin peşinde koşmalıyız, görünen çağdaşlığın ne olduğunu hepimiz biliyoruz gerçeklikte ama dilimizi çağa uydurmak noktasında, başkalarının oyuncağı olduğumuz konularda görüldüğü gibi, elem tapınaklarında birbirimize düşmekten kendimizi alamıyoruz. Neyse ki her konuda böyleyiz biz!.. 'Göğün altında yeni bir şey yoktur' bizim için. Osmanlıca şakıyıp, putperestçe avunmanın yararı ne olabilir ki, modernist dünyamızın, Mars toprağında yeşeren gülleri adına...
Trigonometri ne demek, tanjant ne demek, hendese ne demek, kosinüs nedir vb, Türkçeleştiremediğimiz sürece, Einsteingillerin, Hawkinggillerin sömürdüğü toprakların yurdu olmaktan başka bir yetenek sergileyemeyiz. Dilden amaç çağa ayak uydurmaktır, uygarlığa katkıda bulunmak, bir basamakta bizim koymamız, bir yıldızda bizim sığdırmamızdır göksel aleme... Dilini değiştiremiyorsan, geliştiremiyorsan, teknolojinle, sosyal ve sınai kültürün, sanatınla, bilimsel katkılarınla, yaşamsal çölüne ya da agorasına heybesiyle varan hoplit ya da çarıklı piyadenin mahzun ülkesi olmaktan kurtulamayız ne yazık ki...
Çünkü çağa, zamana ayak uydurmak demek, onun teknolojisini, ekonomisini, kültürünü, görgüsünü yapılandırmak ve o tanrısal muştunun, barışın, sevginin, mutluluğun dilini yaratabilmek demektir. Çabası bile, açılmış bir goncanın, nazenin bir sümbülün bizi şaşırtan ve hayran bırakan tanrısallığını özümsememize, biraz daha yaklaştıracaktır.
Yaşamın biricik anlamı, sonsuzluğun sınırına ulaşmak olduğu kadar, dilimizin de özlemini duyduğu -tanrısıyla kucaklaşması- ve insanın özvarlığının tözü olan yücelikte-tanrısallıkta eriyerek, kaderinin sonsuzluğuna varmasıdır.
Umut sözcüğünün teolojik dildeki anlamı da budur ve o her çağda kendini gösteriyor!..
***
KUFE'YE VARMADAN
(Vuslat)
'Yel tazılarına binip bütün gece,
uçup durduk Betlehem'de'
Eski-
sarı surlar.
Rüzgârsız
kuşun kurdun olmadığı
daracık yollar!
Köhne
taş duvarlar...
Tozlu tepe
sükun içinde yatan yaşlı fundalık
Mezarlık!..
Leşlerinde sırtlanların uyuduğu develer-
Zağarlar
Ebabiller.
Miraç ve minyatürler...
Tüyleri yoluk elif kuşu
El yazmalar
Hacer taşı.
Ve alçıdan
her an karşımızda duran
boğuk bir kadın!
Ve ırak
bulutsu bir yolda
kolsuz ayaksız
dev bir örümcek gibi parıldayan
EL Medine!..
Ve alabildiğine uzanmış hırpani bir tabiat...
Hırpani tabiatı,
ölü huylu bir köpek gibi geçip
Dayrül Zaferan'dan
yorgun argın
Kufe'ye vardığımızda;
Anladık ki,
çöl ve çığlıktı artık
akıp giden zaman..
Uzanıp bir dilim aldık da zamandan
bir hâl olup
Bab-ı El'e -Büyük Kapı- ulaşınca
Sinirle asasını toprağa vurdu İshak!
Zülâl gibi su fışkırdı kara topraktan
Kana kana içip, yunup yıkandık
o çok yüce
ve çok rahim olandan...
Ve şehre girmeden geceye kalıp
Şehrâyin olup suyun başında
kollarımız yastık
eller boyunda;
Kandillere dalmıştık!
Baktık ki,
harlı
kubbeyi yara yara
bir sahtiyan ışık akıyor gökte
bir çılgın mızrak gibi de ışılıyor
-pul pul-
Sadi terkisinde Şehrazat'ı kaçırıyordur belki de
-büyük aşkını-
diye düşünmüştük!
Burak sırtında gök- Zülfikar elde
çöl ve yeldir de!..
Meğer,
Kagoşima'dan atılan bir uydu
değil miymiş bu!
Kederle ışılıyor
temren ucuna takılı, Kur'an yaprağı gibi de
uçuşuyordu
Ucunsuz gök yuvarlarda!..
O sıra,
ilahi bir şey okunur gibi oldu kulağımıza
iniltisi çalındı
sesini duyduk.
Bir inleyiş bir soluk verişti sanki!
Ah ah...
'Akıp giden şu bir kaç zamanda
Kufe'den yıldızlara varmıştı hayat'
Ziril ziril ağlıyordu İshak!
Muhammed'le, Yakup,
göklerdeki bu peyzajı
göremeden gittiler diye!
Ve bütün gece;
kardeşlerim diye haykırıp
duvarlara vurmasın mı kendini,
alkan içinde havaları döğmedi mi yumruğu!
Ağladık artık bizde...
Sonsuz,
kederle!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder