Evrende insansı çağlar bitti. İnsan türü bitti. Hiçbir zaman varlığımızdan söz edilemeyecek
artık. Geçmiş zaman kovuğunda, kozmosun sonsuz mezarlığında kadim yerimizi
aldık. Kısacası Adem’le Havva tözünün domine ettiği evrensel yaşam sona erdi. İnsangillerin
kapsama alanındaki türler, tüm canlı versiyonlarında sonu geldi. Denizatından, tardigrata, kutup ayısından, karıncaya,
bonobo maymunundan ceylana dek, tüm varlıklar yok oldu. Bizlere düşlenemeyecek biçimde uzun gelen, ışık
yılları boyunca, evrenin efendisiydik ama algı sınırlarımızın dışında, hiç
bir canlı türüyle karşılaşmadık zamanlar boyunca, salt öznesini
çağrıştıran, ‘Homohome’ türü iki ayaklılarla doluymuş evrenimiz. Nasılsa?..
Nereye gitseler, savaş, açlık, kavga, barış hülyaları ve gelecek kaygılarıyla anlağı biçimlenmiş bir yaratık türü işte bu…
Sonraları bunun
bir deney olduğunu ve tüm düş ve düşüncelerimizi beynimize ışık ötesi bir takım araçlarla istifleyip, yönlendirerek yaşamlarımızın
birer kopyofil -göğün altında yeni bir şey yoktur biçiminde özetlenebilen- ve kozmik
yuvalarda denetlenebildiğini ileri
sürenler çıktıysa da bunu anlamaya ve yeni, uzaysıl yönteçler yaratarak türümüzü
kurtarmaya zamanımız kalmadı diyebiliriz. Matriks ve Gödel öğretileri hiçbir işe
yaramadı doğrusu... Çünkü onların tümü birer veri ve beyin sinapslarımızda sürgit -bir
bayrak gibi- onları taşımaya ve oyalanmaya zorunlu kılınmış ne yazık ki…
Sonumuz geldi.
Gökadamızın biricik karadeliği
Sagittarius bizi yuttu. Olan biteni
özetleyebilirim… Karadelikler düşlenemez
boyutlarda bir çekim gücüne sahip; ilahi yaratıklar biliyorsunuz, ilahi yaratık,
zaman içinde her şeyin,
kutsayageldiğimiz canlı varlıklar olduğu anlaşılmadı mı…
Evren düşünüyor… Örneğin karadeliklerin karar
mekanizmasına göre işliyor bazı yıldız
ve gezegen grupları ve kimisinde nedensellik bağı, sonuçlardan önce geliyor, kimilerinde
de sonuçlar nedenselliğin dışında bir yol izliyor, zamanlar boyunca
şaşkınlık ve çözümsüzlük içinde kıvrandık. Oysa tüm kavraneller arasında anlaşılamayacak algoritmalar, yazılımlar ve
lineer olmaktan çıkardığımız zamana göre kolaylıkla olası bu tür şeyler artık ama ilginçtir bazen anlamak
yetmeyebiliyor.
Bilgi dağarcığımızın sonsuz küçük ölçekte bir nen olduğunu,
zamanın sonsuz akışında kavrayabilmek gibi bağışlanmış bir tansımanın, makrokozmik bir olasılığın
kesinleşmesine; tanrılarımız
göz yumduğunda, kendimizi anlamakta hiç
zorluk çekmez olmuştuk. İnsani
varlığımızı küçümsemek değildi bu, kozmik cetveldeki konumumuz bu bizim ve tanrının içimizde olduğu kabul gören bir
mekanik gelişim artık, tartışmasız... Aşkın tadını kaçıran olasılıklar diye kitaplar bile yazıldı
bu ‘abecesel’ sığ görüş üzerine…
Üçüncü gezegende yaşadık biz. Mikro sonsuz bir zamanın bağışladığı göklerin, ele avuca sığmayan, ruhani evlatları olarak. Ne ki, makro sonsuz zamanı hiç bir zaman tatmış değiliz ne yazık ki, özellikle başımıza gelenlerden sonra, sonsuza dek ondan yoksun sayılacağız artık. Makro sonsuzu algılayabilmemiz için yaşadığımız evrenin başka tür bir evrenle yerinin değişmesi, değiştirilmesi gerekiyormuş. Kurduğumuz tümceyi bile anlamakta zorluk çektiğimize göre…
Üçüncü gezegende yaşadık biz. Mikro sonsuz bir zamanın bağışladığı göklerin, ele avuca sığmayan, ruhani evlatları olarak. Ne ki, makro sonsuz zamanı hiç bir zaman tatmış değiliz ne yazık ki, özellikle başımıza gelenlerden sonra, sonsuza dek ondan yoksun sayılacağız artık. Makro sonsuzu algılayabilmemiz için yaşadığımız evrenin başka tür bir evrenle yerinin değişmesi, değiştirilmesi gerekiyormuş. Kurduğumuz tümceyi bile anlamakta zorluk çektiğimize göre…
Masallarımızda yedi kat cehennemden söz etmişler ve
bilinçaltımıza, bize özgü, gereksinirlik sınırları içinde her şeyi kodlamışlar,
yüklemişler tarihin başlangıcında ve genlerimize işlemişler bir ağ gibi, bir
dantel gibi diye estetik kazandıranlar da var yaşadığımız olgulanımlara...
Bundan öncede varlık-yokluk skalasında nice çağlar geçirmişiz. Geçmişte bir başka karadeliğin püskürdüğü bir tür insansı varlıklarmışız biz. Şimdi Sagittarius’un pençesinde inliyoruz, radyasyonik dalgalar yayarak. Bizi yuttu o ve büyük bir olasılıkla yeni bir püskürmeyi bekleyeceğiz sonsuza dek.
Bundan öncede varlık-yokluk skalasında nice çağlar geçirmişiz. Geçmişte bir başka karadeliğin püskürdüğü bir tür insansı varlıklarmışız biz. Şimdi Sagittarius’un pençesinde inliyoruz, radyasyonik dalgalar yayarak. Bizi yuttu o ve büyük bir olasılıkla yeni bir püskürmeyi bekleyeceğiz sonsuza dek.
Bir kez daha insansı bir tür mü olacaklar, yoksa düşleyemediğimiz yeni bir varlık türü mü ortaya çıkacak bilemiyoruz.
İnsan bizim için yine insan. Bilinmeyen bir olasılığın insansı olup olamayacağı
bir sorun sayılamaz. Biz bir adlandırmayız sonuçta…
Bizler yaratılmışız,
yazgımıza bu noktada hiçbir zaman egemen olmuş sayılamayız, kendimizi üretmeyi
başardık ama yokluktan varlığa doğru exodusu başarmamız olanaksız ne yazık ki, dört nala koşan mahşerin dört
atlısıyız belki de ama varlıktan varlığa uçabilen atlarız ne yazık ki. Yokluktan varlığa
geçebilmemiz için, tanrı olabilmemiz için, kozmik perdenin karşı kıyısına geçebilmek, her şeyin sıfırlandığı ve bilginin yoksanarak, karanlık maddeye, o
da değil karanlık enerjiye dönüşebilmek ve bu noktada belki de bir bilince
sahip olabilmek gerekiyor, daha doğrusu olay ufkunu anlaşılır kılabilmek
gerekiyor.
Yaratacağımız varlığın, yaratıcının kendisi olabilmesi gibi bir şey bu, sandalyenin dülgerini tanıması gibi bir şey ya da onun o olması!.. Madde biçimlendiğinde, cisme dönüşürken, cismin, aletin, üretilenin maddeyle organik ya da direkt bağ kurarak yaratıcısını tanıması ya da onunla özdeş sayılabilmesi gibi bir şey, baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi gibi, ama yaratılmışlık safhasında bu olabilse de yaratan safhasında başaramıyoruz, yaratılmışlar oyun oynayabilir.
Biz yaratılanız, yaratılmışlığımızı belirleyen değil. Kozmik yuvamızda, zamanlar boyunca sürüp giden tartışmalarımız boşuna değildi. Ölümü kanıksadık bu kavganın içinde; yazık ama öyle değil mi… Bir iç içelik bağışlandığında düşüncelerimiz, vargılarımız ve yaratılarımız değişkenlik gösterebilecektir belki de.
Yaratacağımız varlığın, yaratıcının kendisi olabilmesi gibi bir şey bu, sandalyenin dülgerini tanıması gibi bir şey ya da onun o olması!.. Madde biçimlendiğinde, cisme dönüşürken, cismin, aletin, üretilenin maddeyle organik ya da direkt bağ kurarak yaratıcısını tanıması ya da onunla özdeş sayılabilmesi gibi bir şey, baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi gibi, ama yaratılmışlık safhasında bu olabilse de yaratan safhasında başaramıyoruz, yaratılmışlar oyun oynayabilir.
Biz yaratılanız, yaratılmışlığımızı belirleyen değil. Kozmik yuvamızda, zamanlar boyunca sürüp giden tartışmalarımız boşuna değildi. Ölümü kanıksadık bu kavganın içinde; yazık ama öyle değil mi… Bir iç içelik bağışlandığında düşüncelerimiz, vargılarımız ve yaratılarımız değişkenlik gösterebilecektir belki de.
Tanrı yok diye empati yapıyoruz biz, tanrı var diye kavgaya tutuşacak, ölümle şakalaşacak kadar bilisizleriz üstelik. Tanrı dünyamızdaki egemen sistemin gece bekçisiydi, böylesi bir kozmik ruh olabilir mi?.. Fizik
yasalarınca olmayan bir şeyi düşleyemeyiz ki, olmayan bir şeyi
adlandırmamız, biçimsellik öngörmemiz ve
insani boyutlarda tasımlayabilmemiz olanaksız. Bir düşü kurgulayabiliriz belki
ama olmayanı düşleyebilmemiz olanaksızdır. Tanrı var ya da yok demiyorum, olmayanın
ne olduğunu bilemeyeceğimiz için olasılıklar
ve düşlerimiz sonsuzlaşabilir yalnızca.
Tanrı insan için var, ilginç olan bu, bize özgü olan şey, evren için tasımlandığında, bize özgü olmaktan kurtulamaz ki… Biz neyiz sorusu bunun yanıtı olabilirdi belki.... Biz neyiz biliyor musunuz, bizim için tanrı ne anlama gelebilir, güçsüzlüğümüz, korkularımız ve yetersizliğimizin umacısı, koruyucu meleği ve masalların uçan halısı ha!..
Tanrı insan için var, ilginç olan bu, bize özgü olan şey, evren için tasımlandığında, bize özgü olmaktan kurtulamaz ki… Biz neyiz sorusu bunun yanıtı olabilirdi belki.... Biz neyiz biliyor musunuz, bizim için tanrı ne anlama gelebilir, güçsüzlüğümüz, korkularımız ve yetersizliğimizin umacısı, koruyucu meleği ve masalların uçan halısı ha!..
Var olan şeylerin, versiyonlarını üretebiliriz ancak. Çünkü vulgeriz biz, hepimiz. Düşsel de
olsa, saltıklıkla olmayan şeye yok diyebilme gereksinirliğini ileri süremeyiz. Yokluğu,
yok olanı ne tanımlayabiliriz ne algılayabiliriz. Biz varlığı kabul gören şeyler için yok
diyebiliriz. Dolambaçlarda, dönütlerde; 'Ben melamet hırkasını giydim eğnime / Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne' diyenleriz biz. Bizler ölümseveriz.
Tanrı var ve aramızda… İnsanlıkla sınırlıdır o ne yazık ki… Ne cüzi bir varlık kozmos karşısında. Onun için yok diyebiliyorlar. Olmayan, düşlenemez olandır ve onu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz için, yokta diyemeyeceğizdir oysa. Bilinmeyen bir şey; hiç bir zaman ileri sürülemez. Vargı ve yargılarımız görünürlüğün türevleridir, gerçekliğin aparatları her tür düşsellikle, düşünsellikle yüklüdür, olanaklar alanını yaratan, düşler dünyasının yokluktan geldiği sanısı veren, gerçekliğin amansız gücünden ve korkunç hükümranlığından el alıyordur. Dünün düşleri, gelecek zamandaki gerçekler, dünün gerçekleri de geçmiş zamanın düşleri olarak kalmadı mı...
Bu yüzden biz, düşünceye bağlı olarak, bir yanlışı, yanılsama ya da sapmayı da ileri sürebilmeliyiz. Çünkü yanılsama ve doğrular, gerçek ve düşsellik her şey gibi sonsuzda birleşirler ve düşünce kendini yadsımadığı sürece bir düşünce olarak kabul görebilir.
Sagittarius evrenin olasılıkları içinde hep vardır, bilinmeyen ne adlandırılabilir ne tasımlanabilir. Gücümüz yetmiyor ki ona… Yineleyeceğimiz gibi yok demek, var olan –varlıksı töz- karşısında, salt bir olasılık ileri sürebilmektir. Çünkü yokluk saltıklıkla düşlenemezliğin kapsama alanına girebilirdi. İleri sürdüğümüz her şey, var olan ya da var olduğu kabul ölçeğinde benimseyebildiğimiz bir soyutlama ve düşsel varlığına izin verilebilen görüngülerin, sonsuz sayıda düşleyebildiğimiz süjelerin dışa vurumudur ve düş bir gerçekliktir insansı varlıkta…
Öyleyse düşsel dünyamızın sınırları içine girmeyen hiçbir şeyin var olduğunu ileri süremeyeceğiz ve öyleyse tanrı ancak insanın yarattığı bir töz olabilir. Egemen olamadığı kozmolojinin kitabını yazabilir insan ama tanrının varlığına onun adına karar verecek gücü kendinde bulamaz. Kozmik güç, eser, kendinin içerdiği bir varlığın hükmüne ne zaman bağlı olmuş ki, bu bir kozmikomikliğe dönüşürdü gerçek olsaydı. Kısacası, hükmü verecek olan tanrının kendisidir. Yaratılanın işlevlerine yaratan karar verebilir ancak. O yaratanın üstüne çıkamaz ve onun yanlış ve doğrularını, yargı ve vargılarını ancak; bir üst düşünce -bizzat tanrı- değiştirecek gücü kendinde bulabilir.
Pekinlikte, bundan ötürü yaratılmış olan kendini yaratanın kim olduğunu ileri sürecek bir yetiye de sahip olamaz, o gücü kendinde bulamaz, buna ancak yaratıcı karar verebilirdi ve yaşanılır hiç bir olasılıkta, yer değiştirilemez. Var dediğimizde yok dememiz de bu gerçeklikten alıyordur gücünü… Bize bağışlanan belirsizliktir ve tüm olan biteni kabullenmekte gerekir süreğenlikte...
Algılanamazlık yokluğun tanımıdır. Evrende kim bilir nice tözler var, anlağımızı bir gün bile ziyaret olanağı bulamayan esemeler bütünü. Ne ki bu tümce uyumsuz sayılmalıdır evrenimizde, ussal sınırlama yoktur ama anlamsızlığın bir yararı olamayacağını da bilincimiz bize söylüyordur. Gerçek efendimiz düşüncedir bizim ve tek tanrımız da ancak o olabilir. Düşünce kutupların birliğini yaratmamızdır olasılıkla ama düşünce insana özgü değildir, evrene özgü olup, kozmik bir yapıntıdır.
Düşsel sınırlarımızın içindeki yer değiştirmeler, sonsuz oyunlar sınırlarımızdır ve sonsuzluk oradan gelir ve sonsuzluk sınırlarımızı içerir.
Hiçliği, varlığın, var oluşun, onun biçimlerine, algılarına göre tasımlarız biz, devinim ve eylemin, durağanlık ve konumun belirlenmesi ve yasaları bile belki yalnızca bizim ürettiğimiz nenlerdir. Evrenin kuram ve kurallarını belki de hiç bilmiyoruz. Düşünebiliyoruz biz, duraksayabiliriz, konumlanabiliyoruz, devini içindeyiz, bu bizim için gerçeklik, ama kendi dışımızda bunun birer evrensel yasa olduğunu söylememiz doğru olamaz ve gerçeklikle bağdaşmaz ne yazık ki, kendi verilerimizin doğrumu ve gerçekliği kendimizle sınırlı olmak zorundadır, zamanda geriye gidemiyoruz ki, sözde gidemiyoruz, bilinmeyen bir yerde belki salt zamanda geriye doğru gidiliyordur, bu kesinlikle olası çünkü bizim sınırlarımızda gidilemiyordur geriye; ama gideceğiz ve nükleik, metan soluyan bir gezegen var olabilir, cehennemi bir sıcaklıkta yaşayan ve düşünen, uygarlıklar yaratan, üreten varlıklar olabilir!..
Tanrı var ve aramızda… İnsanlıkla sınırlıdır o ne yazık ki… Ne cüzi bir varlık kozmos karşısında. Onun için yok diyebiliyorlar. Olmayan, düşlenemez olandır ve onu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz için, yokta diyemeyeceğizdir oysa. Bilinmeyen bir şey; hiç bir zaman ileri sürülemez. Vargı ve yargılarımız görünürlüğün türevleridir, gerçekliğin aparatları her tür düşsellikle, düşünsellikle yüklüdür, olanaklar alanını yaratan, düşler dünyasının yokluktan geldiği sanısı veren, gerçekliğin amansız gücünden ve korkunç hükümranlığından el alıyordur. Dünün düşleri, gelecek zamandaki gerçekler, dünün gerçekleri de geçmiş zamanın düşleri olarak kalmadı mı...
Bu yüzden biz, düşünceye bağlı olarak, bir yanlışı, yanılsama ya da sapmayı da ileri sürebilmeliyiz. Çünkü yanılsama ve doğrular, gerçek ve düşsellik her şey gibi sonsuzda birleşirler ve düşünce kendini yadsımadığı sürece bir düşünce olarak kabul görebilir.
Sagittarius evrenin olasılıkları içinde hep vardır, bilinmeyen ne adlandırılabilir ne tasımlanabilir. Gücümüz yetmiyor ki ona… Yineleyeceğimiz gibi yok demek, var olan –varlıksı töz- karşısında, salt bir olasılık ileri sürebilmektir. Çünkü yokluk saltıklıkla düşlenemezliğin kapsama alanına girebilirdi. İleri sürdüğümüz her şey, var olan ya da var olduğu kabul ölçeğinde benimseyebildiğimiz bir soyutlama ve düşsel varlığına izin verilebilen görüngülerin, sonsuz sayıda düşleyebildiğimiz süjelerin dışa vurumudur ve düş bir gerçekliktir insansı varlıkta…
Öyleyse düşsel dünyamızın sınırları içine girmeyen hiçbir şeyin var olduğunu ileri süremeyeceğiz ve öyleyse tanrı ancak insanın yarattığı bir töz olabilir. Egemen olamadığı kozmolojinin kitabını yazabilir insan ama tanrının varlığına onun adına karar verecek gücü kendinde bulamaz. Kozmik güç, eser, kendinin içerdiği bir varlığın hükmüne ne zaman bağlı olmuş ki, bu bir kozmikomikliğe dönüşürdü gerçek olsaydı. Kısacası, hükmü verecek olan tanrının kendisidir. Yaratılanın işlevlerine yaratan karar verebilir ancak. O yaratanın üstüne çıkamaz ve onun yanlış ve doğrularını, yargı ve vargılarını ancak; bir üst düşünce -bizzat tanrı- değiştirecek gücü kendinde bulabilir.
Pekinlikte, bundan ötürü yaratılmış olan kendini yaratanın kim olduğunu ileri sürecek bir yetiye de sahip olamaz, o gücü kendinde bulamaz, buna ancak yaratıcı karar verebilirdi ve yaşanılır hiç bir olasılıkta, yer değiştirilemez. Var dediğimizde yok dememiz de bu gerçeklikten alıyordur gücünü… Bize bağışlanan belirsizliktir ve tüm olan biteni kabullenmekte gerekir süreğenlikte...
Algılanamazlık yokluğun tanımıdır. Evrende kim bilir nice tözler var, anlağımızı bir gün bile ziyaret olanağı bulamayan esemeler bütünü. Ne ki bu tümce uyumsuz sayılmalıdır evrenimizde, ussal sınırlama yoktur ama anlamsızlığın bir yararı olamayacağını da bilincimiz bize söylüyordur. Gerçek efendimiz düşüncedir bizim ve tek tanrımız da ancak o olabilir. Düşünce kutupların birliğini yaratmamızdır olasılıkla ama düşünce insana özgü değildir, evrene özgü olup, kozmik bir yapıntıdır.
Düşsel sınırlarımızın içindeki yer değiştirmeler, sonsuz oyunlar sınırlarımızdır ve sonsuzluk oradan gelir ve sonsuzluk sınırlarımızı içerir.
Hiçliği, varlığın, var oluşun, onun biçimlerine, algılarına göre tasımlarız biz, devinim ve eylemin, durağanlık ve konumun belirlenmesi ve yasaları bile belki yalnızca bizim ürettiğimiz nenlerdir. Evrenin kuram ve kurallarını belki de hiç bilmiyoruz. Düşünebiliyoruz biz, duraksayabiliriz, konumlanabiliyoruz, devini içindeyiz, bu bizim için gerçeklik, ama kendi dışımızda bunun birer evrensel yasa olduğunu söylememiz doğru olamaz ve gerçeklikle bağdaşmaz ne yazık ki, kendi verilerimizin doğrumu ve gerçekliği kendimizle sınırlı olmak zorundadır, zamanda geriye gidemiyoruz ki, sözde gidemiyoruz, bilinmeyen bir yerde belki salt zamanda geriye doğru gidiliyordur, bu kesinlikle olası çünkü bizim sınırlarımızda gidilemiyordur geriye; ama gideceğiz ve nükleik, metan soluyan bir gezegen var olabilir, cehennemi bir sıcaklıkta yaşayan ve düşünen, uygarlıklar yaratan, üreten varlıklar olabilir!..
Biz onları göz önüne alamayız, bizim tanrımız
cehennemi bir yok olma ve cezalandırma sistemi olarak kurgulayıp uyarlamıştır
bizi. Çünkü bağ doku
proteinlerinin etsi türleri bilinir ki böyledir... Yokluğu saltık bilinmezliği düşleyemeyeceğimiz için
yokta diyemeyiz dedik, bir şeyin yokluğunu ileri sürebilmemiz için insansı
öğretide onun varlığını ileri süren bir yaklaşımın olması kaçınılmazdır.
İnsan türü hiç olmayana yok diyemeyen bir canlı çeşitleminin ürünüdür. Bir şeyin varlığının yadsınması, onun varlığının karşısında bir düşünce üretmekten öteye geçilmezliktir, yadsıma başka tür bir varoluş biçimine götürebilir bizi, başka bir inancaya varırız tanrının yokluğu konusunda, örneğin ateizm sorunsalı bu noktada bir yadsıma ve inançsızlık değil, saltık anlamda bir kabule yönelik bir paradigma üretmiş olacağı için bir tanrıtaparlık konumundan kurtulamayacaktır tüm yadsımacılar.
Bizim var oluş biçimimiz bir karadeliğin gravitasyon gücüne karşı bir çözüm üretebilmiş değil, sonsuz, gözlemlenemez ışık yılları boyunca, şimdi bizi şaşılası bir uygarlık kotasına, noktasına kim uyarlayabilir ki, kim ileri sürebilir böyle bir şeyi, üzünç veren bir şey değil bu, ezgilerle, alaylarla, naralarla geçmiş olsaydık da bu evrenden başaramadığımız bir şey her zaman olacaktır. Çünkü zaman iki uçlu, varlık yaratırken, yokluk tüketiyor ve bir tür yetersizlik kaçınılmaz oluyordur, momentum bu, vorteks bu, mutlu olabilmeyi bilmeliyiz yine de...
İnsan türü hiç olmayana yok diyemeyen bir canlı çeşitleminin ürünüdür. Bir şeyin varlığının yadsınması, onun varlığının karşısında bir düşünce üretmekten öteye geçilmezliktir, yadsıma başka tür bir varoluş biçimine götürebilir bizi, başka bir inancaya varırız tanrının yokluğu konusunda, örneğin ateizm sorunsalı bu noktada bir yadsıma ve inançsızlık değil, saltık anlamda bir kabule yönelik bir paradigma üretmiş olacağı için bir tanrıtaparlık konumundan kurtulamayacaktır tüm yadsımacılar.
Bizim var oluş biçimimiz bir karadeliğin gravitasyon gücüne karşı bir çözüm üretebilmiş değil, sonsuz, gözlemlenemez ışık yılları boyunca, şimdi bizi şaşılası bir uygarlık kotasına, noktasına kim uyarlayabilir ki, kim ileri sürebilir böyle bir şeyi, üzünç veren bir şey değil bu, ezgilerle, alaylarla, naralarla geçmiş olsaydık da bu evrenden başaramadığımız bir şey her zaman olacaktır. Çünkü zaman iki uçlu, varlık yaratırken, yokluk tüketiyor ve bir tür yetersizlik kaçınılmaz oluyordur, momentum bu, vorteks bu, mutlu olabilmeyi bilmeliyiz yine de...
Sagittarius’un olay ufkunda -Event
Horizon- yutulduğumuz anı
anımsıyorum. Çünkü son becerimiz
tozanlara ve atomaltı parçacıklara kendimizi, diyesim düşüncelerimizi
yükleyebildiğimiz için; sonra ne
oldu diyebilirsiniz, basit; başka
parçacıklarla bütünleştik ve kimliğimizi
yitirdik, dönüştük ve unuttuk kendimizi…
Bir şeyin var olabilmesi için gölgesinin de olması gerekir, karadeliğin gölgesini gördük. Evrende açtığımız son çığır bu. Karadeliğin gölgesini gören insanlık. Başak takım yıldızını da gördük. Sagittarius güneşin dört milyon katı büyüklükte, dünya ve onun yanı başında bir Havva elmasını düşünün. En gizemli varlık onlar evrenimizde. Büyük güneşler sonunda karadelik olur, devasa güneşlerse süpernova, yani başka bir güneş ve dünyalara dönüşürler. Ömrü biten yıldız büzülüyor, çöküyor ve kendi çevresinde sonsuz bir hızla dönüyor artık ve bir karadelik oluşturuyor ve hızı bir dünyadan başka bir dünyaya geçişin kapısını açıyor. Kıyamet ve öbür dünyalar evrende var ve bu bizim genlerimizde saklı bilgiler, kutsal ritüeller, sonsuz gerçekliklerin ürünü ve her şeyi yutabilir cehennemler. Geri dönülmez bir yoldur bu kurgu, uzay zaman bükülür orada ve şimdiden başka hiç bir şey yoktur artık. Olay ufkunun ötesi belki zamanda geriye dönüştür. Orası tekilliktir, her şeyin hiçbir şey olduğu an. Düşüncemiz orada bitti demiştim. Olay ufkunun ötesi yoktur. Göremeyiz çünkü. Bir ip yumağı gibi her şeyi yuttuğunu, öngörüp sezebildiğimiz için var diyoruz onlara… Radyasyon yayıyor maddeyi pişirip yutarken, çünkü sıcaklıklar korkunç derecede artıyor. Madde sayrılanıyor deyim yerindeyse... Cygnus-Kuğu- karadeliğinde görüngülerin hepsi var ve görünüyorlar.
Teorilerimiz ve düşlerimiz kadar gelişir pratiğimiz, kozmik yaşamda formülasyon öyle karışık ki, geleceğin birinde, uzayda çamlardan bal tozanları dökülmüş ve karıncalar yolu tutmuştu bir bahar ağzında ve bir kızıl gerdan öterken ağaçlarda, kırkayaklar da bir kervan oluşturmuş gidiyorlardı yolun ortasında… Biri artık siyah bir mutluluk vermeyeceğim size diye haykırdı.
Bir şeyin var olabilmesi için gölgesinin de olması gerekir, karadeliğin gölgesini gördük. Evrende açtığımız son çığır bu. Karadeliğin gölgesini gören insanlık. Başak takım yıldızını da gördük. Sagittarius güneşin dört milyon katı büyüklükte, dünya ve onun yanı başında bir Havva elmasını düşünün. En gizemli varlık onlar evrenimizde. Büyük güneşler sonunda karadelik olur, devasa güneşlerse süpernova, yani başka bir güneş ve dünyalara dönüşürler. Ömrü biten yıldız büzülüyor, çöküyor ve kendi çevresinde sonsuz bir hızla dönüyor artık ve bir karadelik oluşturuyor ve hızı bir dünyadan başka bir dünyaya geçişin kapısını açıyor. Kıyamet ve öbür dünyalar evrende var ve bu bizim genlerimizde saklı bilgiler, kutsal ritüeller, sonsuz gerçekliklerin ürünü ve her şeyi yutabilir cehennemler. Geri dönülmez bir yoldur bu kurgu, uzay zaman bükülür orada ve şimdiden başka hiç bir şey yoktur artık. Olay ufkunun ötesi belki zamanda geriye dönüştür. Orası tekilliktir, her şeyin hiçbir şey olduğu an. Düşüncemiz orada bitti demiştim. Olay ufkunun ötesi yoktur. Göremeyiz çünkü. Bir ip yumağı gibi her şeyi yuttuğunu, öngörüp sezebildiğimiz için var diyoruz onlara… Radyasyon yayıyor maddeyi pişirip yutarken, çünkü sıcaklıklar korkunç derecede artıyor. Madde sayrılanıyor deyim yerindeyse... Cygnus-Kuğu- karadeliğinde görüngülerin hepsi var ve görünüyorlar.
Teorilerimiz ve düşlerimiz kadar gelişir pratiğimiz, kozmik yaşamda formülasyon öyle karışık ki, geleceğin birinde, uzayda çamlardan bal tozanları dökülmüş ve karıncalar yolu tutmuştu bir bahar ağzında ve bir kızıl gerdan öterken ağaçlarda, kırkayaklar da bir kervan oluşturmuş gidiyorlardı yolun ortasında… Biri artık siyah bir mutluluk vermeyeceğim size diye haykırdı.
Umut var diye bir ses duyuldu arkalardan ve bir şarkı yükseldi karanlıklardan…
‘Eter bir yıldıza odaklandı / bir demette onca kırmızı / ve bir ev uzak dünyaların ortasında /
tekil gücü simgeliyor. / Uyanmış yüzleriyle doğanın /
orta yerinde bir adacık /
kösnül, sevişme dolu bir alan / birinde özgürlük, diğeri tam. / Yüzünü kumların incileri bastırmış / parlıyor kömür elmasıyla / kızoğlankızların uyumunda / biçimsellikle parlıyor / kusursuzluk enfrarujunda / o bir seçici ve koleksiyonerdi. / Tüm kitaplar birleşirken / derinlik, genişlik ve yükseklikte / bu zamansız tanrıçası güzelliğin /
bulutların arasında bir tepe. / Kim köpükten doğarsa / denizlerden yükselecek /
coşkulu kalabalıkla eğlenebilmek / barışın kanatlarını uçurmak için / gökyüzünde
yüzüyor bir yıldız / o birleşmeler adına / bir aşk söylencesi için / orada tanrılarla kol koladır / hepimiz için...'
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder