16 Nisan 2019 Salı

SAGİTTARİUS



Evrende insansı çağlar bitti. İnsan türü bitti.  Hiçbir zaman varlığımızdan söz edilemeyecek artık. Geçmiş zaman kovuğunda, kozmosun sonsuz mezarlığında kadim yerimizi aldık. Kısacası Adem’le Havva tözünün domine ettiği evrensel yaşam sona erdi. İnsangillerin kapsama alanındaki türler, tüm canlı versiyonlarında sonu geldi.  Denizatından, tardigrata, kutup ayısından, karıncaya, bonobo maymunundan ceylana dek, tüm varlıklar yok oldu.  Bizlere düşlenemeyecek biçimde uzun gelen, ışık yılları boyunca, evrenin efendisiydik ama algı sınırlarımızın dışında, hiç bir canlı   türüyle karşılaşmadık  zamanlar boyunca,  salt öznesini  çağrıştıran,  ‘Homohome’  türü iki ayaklılarla doluymuş evrenimiz. Nasılsa?.. Nereye gitseler, savaş, açlık, kavga, barış hülyaları ve  gelecek kaygılarıyla anlağı  biçimlenmiş bir yaratık türü işte bu… 

Sonraları bunun  bir deney olduğunu ve tüm düş ve düşüncelerimizi beynimize ışık ötesi bir takım araçlarla istifleyip, yönlendirerek yaşamlarımızın birer kopyofil -göğün altında yeni bir şey yoktur biçiminde özetlenebilen- ve kozmik yuvalarda denetlenebildiğini ileri sürenler  çıktıysa da bunu anlamaya ve  yeni, uzaysıl yönteçler yaratarak türümüzü kurtarmaya zamanımız kalmadı diyebiliriz. Matriks ve Gödel öğretileri hiçbir işe yaramadı doğrusu... Çünkü onların tümü birer veri ve beyin sinapslarımızda sürgit -bir bayrak gibi- onları taşımaya ve oyalanmaya zorunlu kılınmış ne yazık ki…

Sonumuz geldi.  Gökadamızın biricik   karadeliği Sagittarius bizi yuttu.  Olan biteni özetleyebilirim…  Karadelikler düşlenemez boyutlarda bir çekim gücüne sahip; ilahi yaratıklar biliyorsunuz, ilahi yaratık, zaman içinde her şeyin,  kutsayageldiğimiz canlı varlıklar olduğu anlaşılmadı mı…

Evren düşünüyor… Örneğin karadeliklerin karar mekanizmasına göre işliyor bazı yıldız ve gezegen grupları ve kimisinde nedensellik bağı, sonuçlardan önce geliyor, kimilerinde de  sonuçlar nedenselliğin  dışında bir yol izliyor, zamanlar boyunca şaşkınlık ve çözümsüzlük içinde kıvrandık. Oysa tüm kavraneller arasında  anlaşılamayacak  algoritmalar, yazılımlar ve lineer olmaktan çıkardığımız zamana göre kolaylıkla olası bu  tür şeyler artık ama ilginçtir bazen anlamak yetmeyebiliyor.   

Bilgi dağarcığımızın sonsuz küçük ölçekte bir nen olduğunu, zamanın sonsuz akışında kavrayabilmek gibi bağışlanmış bir tansımanın, makrokozmik bir olasılığın kesinleşmesine; tanrılarımız göz  yumduğunda, kendimizi anlamakta hiç zorluk çekmez olmuştuk. İnsani  varlığımızı küçümsemek değildi bu, kozmik cetveldeki  konumumuz bu bizim ve  tanrının içimizde olduğu kabul gören bir mekanik gelişim artık,  tartışmasız... Aşkın tadını kaçıran olasılıklar diye kitaplar bile yazıldı bu ‘abecesel’ sığ görüş üzerine… 

Üçüncü gezegende yaşadık  biz. Mikro sonsuz bir zamanın bağışladığı göklerin, ele avuca sığmayan, ruhani evlatları  olarak. Ne ki, makro sonsuz zamanı hiç bir zaman tatmış değiliz ne yazık ki, özellikle başımıza  gelenlerden sonra, sonsuza dek ondan yoksun sayılacağız artık. Makro sonsuzu  algılayabilmemiz için yaşadığımız evrenin başka tür bir evrenle yerinin değişmesi, değiştirilmesi gerekiyormuş. Kurduğumuz  tümceyi bile anlamakta zorluk çektiğimize  göre…

Masallarımızda yedi kat cehennemden söz etmişler ve bilinçaltımıza, bize özgü, gereksinirlik sınırları içinde her şeyi kodlamışlar, yüklemişler tarihin başlangıcında ve genlerimize işlemişler bir ağ gibi, bir dantel gibi diye estetik kazandıranlar da var yaşadığımız olgulanımlara... 

Bundan öncede  varlık-yokluk skalasında nice çağlar geçirmişiz.   Geçmişte bir başka karadeliğin püskürdüğü bir tür insansı varlıklarmışız biz. Şimdi Sagittarius’un pençesinde inliyoruz, radyasyonik dalgalar yayarak. Bizi  yuttu o ve büyük bir olasılıkla yeni bir püskürmeyi bekleyeceğiz sonsuza dek.

Bir kez daha insansı bir tür mü olacaklar, yoksa düşleyemediğimiz yeni bir varlık türü mü ortaya çıkacak bilemiyoruz. İnsan bizim için yine insan. Bilinmeyen bir olasılığın insansı olup olamayacağı bir sorun sayılamaz. Biz bir adlandırmayız sonuçta…

Bizler  yaratılmışız, yazgımıza bu noktada hiçbir zaman egemen olmuş sayılamayız, kendimizi üretmeyi başardık ama yokluktan varlığa doğru exodusu başarmamız olanaksız ne yazık ki, dört nala koşan mahşerin dört atlısıyız belki de ama varlıktan varlığa uçabilen atlarız ne yazık ki. Yokluktan varlığa geçebilmemiz için, tanrı olabilmemiz için, kozmik perdenin karşı kıyısına geçebilmek, her şeyin sıfırlandığı ve bilginin yoksanarak, karanlık maddeye, o da değil karanlık enerjiye dönüşebilmek ve bu noktada belki de bir bilince sahip olabilmek gerekiyor, daha doğrusu olay ufkunu anlaşılır kılabilmek gerekiyor. 

Yaratacağımız varlığın, yaratıcının kendisi olabilmesi gibi bir şey bu, sandalyenin dülgerini tanıması gibi bir şey ya da onun o olması!.. Madde biçimlendiğinde, cisme dönüşürken, cismin, aletin, üretilenin maddeyle organik ya  da direkt bağ kurarak yaratıcısını tanıması ya da onunla özdeş sayılabilmesi gibi bir şey, baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi gibi, ama yaratılmışlık safhasında bu olabilse de yaratan safhasında başaramıyoruz, yaratılmışlar oyun oynayabilir. 

Biz yaratılanız, yaratılmışlığımızı belirleyen değil. Kozmik yuvamızda, zamanlar  boyunca sürüp giden tartışmalarımız boşuna değildi. Ölümü kanıksadık bu kavganın içinde; yazık ama öyle değil mi… Bir iç içelik bağışlandığında düşüncelerimiz, vargılarımız ve yaratılarımız değişkenlik gösterebilecektir belki  de.       

Tanrı yok diye empati yapıyoruz biz, tanrı var diye kavgaya tutuşacak, ölümle şakalaşacak kadar bilisizleriz üstelik. Tanrı dünyamızdaki egemen sistemin gece bekçisiydi, böylesi bir kozmik ruh  olabilir mi?.. Fizik  yasalarınca olmayan bir şeyi düşleyemeyiz ki, olmayan bir şeyi adlandırmamız, biçimsellik  öngörmemiz ve insani boyutlarda tasımlayabilmemiz olanaksız. Bir düşü kurgulayabiliriz belki ama olmayanı düşleyebilmemiz olanaksızdır. Tanrı var ya da yok demiyorum, olmayanın ne olduğunu  bilemeyeceğimiz için olasılıklar ve düşlerimiz sonsuzlaşabilir  yalnızca. 

Tanrı insan için var, ilginç olan bu, bize özgü olan şey, evren için tasımlandığında, bize özgü olmaktan kurtulamaz ki… Biz neyiz sorusu bunun yanıtı olabilirdi belki.... Biz neyiz biliyor musunuz, bizim için tanrı ne anlama gelebilir, güçsüzlüğümüz, korkularımız  ve yetersizliğimizin umacısı, koruyucu meleği ve masalların uçan halısı ha!..

Var olan şeylerin, versiyonlarını üretebiliriz ancak.  Çünkü vulgeriz biz, hepimiz. Düşsel de olsa, saltıklıkla olmayan şeye yok diyebilme gereksinirliğini ileri süremeyiz. Yokluğu, yok olanı ne tanımlayabiliriz ne algılayabiliriz. Biz varlığı kabul gören şeyler için yok diyebiliriz. Dolambaçlarda, dönütlerde; 'Ben melamet hırkasını giydim eğnime / Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne'  diyenleriz biz. Bizler ölümseveriz.







Tanrı var ve aramızda… İnsanlıkla sınırlıdır o ne yazık ki… Ne cüzi bir varlık kozmos karşısında. Onun için yok diyebiliyorlar. Olmayan, düşlenemez olandır ve onu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz için, yokta diyemeyeceğizdir oysa. Bilinmeyen bir şey; hiç bir zaman ileri sürülemez.    Vargı ve yargılarımız  görünürlüğün  türevleridir, gerçekliğin aparatları her tür  düşsellikle, düşünsellikle yüklüdür, olanaklar alanını yaratan,  düşler dünyasının yokluktan geldiği sanısı veren, gerçekliğin amansız gücünden ve korkunç hükümranlığından el alıyordur. Dünün düşleri, gelecek zamandaki gerçekler, dünün gerçekleri de geçmiş zamanın düşleri olarak kalmadı mı...  

Bu yüzden biz, düşünceye bağlı olarak, bir yanlışı, yanılsama ya da sapmayı da ileri sürebilmeliyiz. Çünkü yanılsama ve doğrular, gerçek ve düşsellik her şey gibi sonsuzda birleşirler ve düşünce kendini yadsımadığı sürece bir düşünce olarak kabul görebilir.                                                                                                                                     
Sagittarius evrenin olasılıkları içinde hep vardır, bilinmeyen ne adlandırılabilir ne tasımlanabilir. Gücümüz yetmiyor ki ona… Yineleyeceğimiz gibi yok demek, var olan –varlıksı töz- karşısında, salt bir olasılık ileri sürebilmektir.  Çünkü yokluk saltıklıkla düşlenemezliğin kapsama alanına girebilirdi. İleri sürdüğümüz her şey, var olan ya da var olduğu kabul ölçeğinde benimseyebildiğimiz bir soyutlama ve düşsel varlığına izin verilebilen görüngülerin, sonsuz sayıda düşleyebildiğimiz süjelerin dışa vurumudur ve düş bir gerçekliktir insansı varlıkta… 

Öyleyse düşsel dünyamızın sınırları içine girmeyen hiçbir şeyin var olduğunu ileri süremeyeceğiz  ve öyleyse tanrı ancak insanın yarattığı bir töz olabilir. Egemen olamadığı kozmolojinin kitabını yazabilir insan ama tanrının varlığına onun adına karar verecek gücü kendinde bulamaz. Kozmik güç, eser, kendinin içerdiği bir varlığın hükmüne ne zaman bağlı olmuş ki, bu bir kozmikomikliğe dönüşürdü gerçek olsaydı. Kısacası, hükmü verecek olan tanrının kendisidir.  Yaratılanın işlevlerine yaratan karar verebilir ancak. O yaratanın üstüne çıkamaz ve onun yanlış ve doğrularını, yargı ve vargılarını ancak; bir üst düşünce -bizzat tanrı- değiştirecek gücü kendinde bulabilir. 

Pekinlikte, bundan ötürü  yaratılmış olan kendini yaratanın kim olduğunu ileri sürecek  bir  yetiye de sahip olamaz,  o gücü kendinde bulamaz, buna ancak yaratıcı karar verebilirdi ve yaşanılır hiç bir olasılıkta, yer değiştirilemez. Var dediğimizde yok dememiz de bu gerçeklikten alıyordur gücünü… Bize bağışlanan belirsizliktir ve tüm olan biteni kabullenmekte gerekir süreğenlikte...

Algılanamazlık  yokluğun tanımıdır. Evrende kim bilir nice  tözler var, anlağımızı bir gün bile ziyaret olanağı  bulamayan esemeler bütünü.  Ne ki bu  tümce  uyumsuz        sayılmalıdır evrenimizde, ussal sınırlama yoktur ama anlamsızlığın bir yararı olamayacağını da bilincimiz bize söylüyordur.  Gerçek efendimiz düşüncedir bizim ve tek tanrımız da ancak o olabilir. Düşünce kutupların birliğini yaratmamızdır olasılıkla ama düşünce insana özgü değildir, evrene özgü olup, kozmik bir yapıntıdır.
                                                                                                                               
Düşsel sınırlarımızın içindeki yer değiştirmeler, sonsuz oyunlar sınırlarımızdır ve sonsuzluk oradan gelir ve sonsuzluk sınırlarımızı içerir.                                                                                                                         
Hiçliği, varlığın, var oluşun, onun biçimlerine, algılarına göre tasımlarız biz, devinim ve eylemin, durağanlık ve konumun belirlenmesi ve yasaları bile belki  yalnızca bizim ürettiğimiz nenlerdir. Evrenin kuram ve kurallarını belki de hiç  bilmiyoruz.          Düşünebiliyoruz biz, duraksayabiliriz, konumlanabiliyoruz, devini içindeyiz, bu bizim için gerçeklik, ama kendi dışımızda bunun birer evrensel yasa olduğunu söylememiz doğru olamaz ve gerçeklikle bağdaşmaz ne yazık ki, kendi verilerimizin  doğrumu ve    gerçekliği kendimizle sınırlı olmak zorundadır, zamanda geriye gidemiyoruz ki, sözde gidemiyoruz, bilinmeyen bir yerde belki salt zamanda geriye doğru  gidiliyordur, bu kesinlikle olası çünkü bizim sınırlarımızda gidilemiyordur geriye; ama gideceğiz ve nükleik, metan soluyan bir gezegen var olabilir, cehennemi bir  sıcaklıkta yaşayan ve düşünen, uygarlıklar yaratan, üreten varlıklar olabilir!..

Biz onları göz önüne alamayız, bizim tanrımız cehennemi bir yok olma ve cezalandırma sistemi olarak kurgulayıp uyarlamıştır bizi. Çünkü bağ doku proteinlerinin etsi türleri bilinir ki böyledir... Yokluğu saltık bilinmezliği düşleyemeyeceğimiz için yokta diyemeyiz dedik, bir şeyin yokluğunu ileri sürebilmemiz için insansı öğretide onun varlığını ileri süren bir yaklaşımın olması kaçınılmazdır.   

İnsan türü  hiç olmayana yok diyemeyen bir canlı çeşitleminin ürünüdür. Bir şeyin varlığının yadsınması, onun varlığının karşısında bir düşünce üretmekten öteye geçilmezliktir, yadsıma başka tür bir varoluş biçimine götürebilir bizi, başka bir inancaya varırız tanrının yokluğu konusunda, örneğin ateizm sorunsalı bu noktada bir yadsıma ve inançsızlık değil, saltık anlamda bir kabule yönelik bir paradigma üretmiş olacağı için bir tanrıtaparlık konumundan kurtulamayacaktır tüm yadsımacılar.              
Bizim var oluş biçimimiz bir karadeliğin gravitasyon  gücüne karşı  bir çözüm üretebilmiş değil, sonsuz, gözlemlenemez ışık yılları boyunca, şimdi bizi şaşılası bir uygarlık kotasına, noktasına kim uyarlayabilir ki, kim ileri sürebilir böyle bir şeyi, üzünç veren bir şey değil bu, ezgilerle, alaylarla, naralarla geçmiş olsaydık da bu evrenden başaramadığımız bir şey her zaman olacaktır.  Çünkü zaman iki uçlu, varlık yaratırken, yokluk tüketiyor ve bir tür yetersizlik kaçınılmaz oluyordur, momentum bu,  vorteks bu, mutlu olabilmeyi bilmeliyiz yine de...

Sagittarius’un olay ufkunda -Event  Horizon- yutulduğumuz anı anımsıyorum.  Çünkü son becerimiz tozanlara ve atomaltı parçacıklara kendimizi, diyesim düşüncelerimizi yükleyebildiğimiz  için; sonra ne oldu  diyebilirsiniz, basit; başka parçacıklarla      bütünleştik ve  kimliğimizi  yitirdik,  dönüştük ve  unuttuk kendimizi… 

Bir şeyin var olabilmesi için gölgesinin de olması gerekir, karadeliğin gölgesini gördük. Evrende açtığımız son çığır bu. Karadeliğin gölgesini gören insanlık. Başak takım yıldızını da gördük. Sagittarius güneşin dört  milyon katı büyüklükte, dünya ve  onun yanı başında bir Havva  elmasını  düşünün.  En gizemli varlık onlar evrenimizde. Büyük güneşler sonunda karadelik olur,  devasa güneşlerse süpernova, yani  başka bir güneş ve dünyalara dönüşürler. Ömrü biten yıldız  büzülüyor, çöküyor  ve  kendi çevresinde sonsuz  bir hızla dönüyor artık ve  bir karadelik oluşturuyor ve hızı bir dünyadan başka  bir  dünyaya geçişin kapısını açıyor. Kıyamet ve öbür dünyalar evrende var ve bu bizim genlerimizde saklı bilgiler, kutsal ritüeller, sonsuz gerçekliklerin ürünü ve her şeyi yutabilir cehennemler.  Geri dönülmez bir yoldur bu kurgu, uzay  zaman  bükülür orada  ve şimdiden başka  hiç  bir şey yoktur  artık. Olay ufkunun  ötesi belki zamanda geriye dönüştür. Orası tekilliktir, her şeyin  hiçbir şey olduğu an. Düşüncemiz orada bitti demiştim. Olay ufkunun ötesi yoktur. Göremeyiz çünkü. Bir ip yumağı gibi her şeyi yuttuğunu, öngörüp sezebildiğimiz için var  diyoruz onlara… Radyasyon yayıyor maddeyi pişirip yutarken,  çünkü sıcaklıklar korkunç derecede artıyor. Madde sayrılanıyor deyim yerindeyse... Cygnus-Kuğu- karadeliğinde görüngülerin hepsi var ve görünüyorlar.                                                            

Teorilerimiz ve düşlerimiz kadar gelişir pratiğimiz, kozmik yaşamda formülasyon öyle karışık ki, geleceğin birinde, uzayda çamlardan  bal tozanları dökülmüş  ve karıncalar yolu tutmuştu bir bahar ağzında ve bir kızıl gerdan öterken ağaçlarda, kırkayaklar da bir kervan oluşturmuş gidiyorlardı yolun ortasında… Biri artık siyah  bir mutluluk  vermeyeceğim  size diye haykırdı.

Umut var diye bir ses duyuldu arkalardan ve bir şarkı yükseldi karanlıklardan…

‘Eter bir yıldıza odaklandı / bir demette onca kırmızı / ve bir ev uzak dünyaların ortasında / tekil gücü  simgeliyor. / Uyanmış yüzleriyle doğanın /  orta yerinde  bir adacık / kösnül, sevişme dolu bir alan /   birinde özgürlük, diğeri tam. / Yüzünü kumların incileri bastırmış /  parlıyor kömür elmasıyla / kızoğlankızların uyumunda / biçimsellikle parlıyor / kusursuzluk enfrarujunda / o bir seçici ve koleksiyonerdi. / Tüm kitaplar birleşirken / derinlik, genişlik ve yükseklikte / bu zamansız tanrıçası güzelliğin / bulutların arasında bir tepe. / Kim köpükten doğarsa / denizlerden yükselecek / coşkulu kalabalıkla eğlenebilmek / barışın kanatlarını uçurmak için / gökyüzünde yüzüyor bir  yıldız  / o birleşmeler adına  /  bir aşk söylencesi için / orada tanrılarla kol koladır / hepimiz için...'                                                                                                                       








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder