5 Nisan 2019 Cuma

JESUS



Karanlık atalarımızın yurdudur. Harap yolda, gün batımına doğru ilerliyorduk. Terk edilmiş kiliseler, kırık dökük evler, duvarlar arasında gezinip duran oyuk gözler, unutulmuş anılarıyla un ufak olmuş şeyler, yüz yıllardır azapla kavrulan, artık kimselerin dönüp bakmadığı yerler…
Güneş tepelerden bir tanrı başı gibi süzülüyor; şarap rengi, dingin denizin içine hızla girip saklanmak ister gibi de sabırsızlanıyordu…
Güneş batarken hızlanır dedi fizik profesörü, son yaklaşırken her şey hızlanır sanısına kapılır varlık dedi yazar, hızlanan yalnızca ruhlarımızdır dedi psikiyatr.
Güneşli bir günün ortasında, ormanın gerçekte karanlık bir mahluk olduğuna ilk kez tanık oluyordum. Sarkan dalların, yaprakların, otların, ayaklarımıza dolanıp duran şeylerin arasında, gece rengi bir ürpertiyle yol alıyorduk.
Ağaçların, kesif ormanın; yorgun-çalkantılı denizin kollarında, sürgit karanlık bir dünyanın içinde yaşadığını bilmiyordum.
Ah, bu topraklar öyle söylencelerle doludur ki, herkesin kendine özgü bir meseli vardır belki de... Belki de zaman ve zemine uyarlı, kadim ya da moderniteye göre değişen sonsuz sayıda anekdotlardır...
Bir açıklığa çıktık, altın rengi mimozalar ilerde güneş gibi parlıyordu. Güneşten parlak, sarı bir çiçekti bu mimoza… Tanrım, tanrının yaratıları, sürgit neden birbiriyle yarışır, şu nisan baharında…
Az sonra yola vurduk kendimizi, dört kişi, tepedeki kilisede dua edip, dilekte bulunmak için... Yaşadığımız ve ruhlarımız sakinleşsin diye kendimizi adadığımız; şu Büyükada'da, nam-ı diğer Prinkipos'ta, bir gelenekti bu!..
Kilise tepede bizi bekliyor ama yolu yarılamadık daha, bir kır kedisi geçti gölgeler arasından, bir kaplumbağa bize baktı anlaşılmak ister gibi, bir kuş öttü gökyüzünde ve bir kürek şıpırtısı geldi uzaklardan. Balıkçı Hovsep’in kayığının, yıllardır denize olan sevdasıyla bütünleşen, yaratılışın başlangıcına özgü, o derin ses; kıyıya vurup duran azgın dalgalar…
Yolların çakıştığı yerden, ormanın içine daldık bir kez daha, harabeye dönmüş bir manastır sanısı veren, yıkık duvarların arasından geçerken, eskilliği iskemleyi andırır, alabildiğine eprimiş, delik deşik bir şey ilişti gözümüze, yarısı toprağın içinde gibiydi, demir rengindeydi ama ahşaptı sanırım, içimizden biri çekip çıkarmak isterken, çarpılmış gibi bir çığlık attı, öbürü ona sarıldı bilinçsizce, korumak ister gibi, üçüncümüz; bizlere döndü ve sakın ona dokunmayın dedi, ben dedi, bu sandalyenin söylencesini biliyorum!..
Bir zamanlar dedi, İsa peygamberin vaktinde, bir keşiş varmış, İsa’nın öğretilerini bir ermiş gibi inanarak, yaymak isteyen. Öyle hayranmış ve öyle bağlıymış ki İsa‘ya, o öldüğünde ondan bir eşya kalsın istemiş ve o eşyada onun ölümsüzlüğünü görmek istemiş, bir tür sonsuzluk duygusuyla… Eşyanın ölümsüzlüğüne inanırmış keşiş.
Bir gün bir sandalye ısmarlayasıymış ona, dülgerlik de bile herkeslerden üstün yeteneğe sahip İsa’ya, hem de düşüncesini açınlayarak… Günün birinde öyle mutlu, öyle sevinçle evine dönüyormuş ki, çünkü İsa; göz alıcı bir sandalye yapmış ve ona bağışlayasıymış kendi elleriyle.
Sonrasında İsa’nın şifa dolu elleriyle biçim verdiği bu sandalyenin ölümsüzlüğüne inanmış keşiş ve onun varlığında da; İsa’nın ölümsüzlüğüne... Çünkü sandalyede İsa’nın hüneri, alın teri, yetenekleri ve düşüncesiyle boyutlandırdığı; bakılışı güzel bu eşyada, bir anlamda İsa’nın tüm bir bedeni varmış neredeyse…
Zamanla, keşişten diğer keşişlere ve daha sonrada yakınlarına, çok sonraları da, İsa olduğu söylenegelen bu sandalye, çocuklarının çocuklarına geçmiş ve ama zamanla sandalyenin İsa olduğu inancı, primitif, pagan bir inancın süreğeni olabilirmiş gibi zayıflamış ve bir gün artık sıradan bir şeymiş gibi adalardan bir tüccar; onu buralara getirerek, geçmişteki bu söylenceden söz etmiş ve işte buradaki manastıra bağışlamış.
Zaman için de manastırda bu sandalye gibi, belki de inançların zayıflamasından ya da hiç bir şeyin zamana karşı koyamayacağı düşüncesinden ve belki de tüm evrende süregelen, bilinmeyenlerin bileşkesinden olsa gerek, yıkılmaya yüz tutmuş ve diğer tüm eşyalar gibi albenisini yitirerek, tümüyle birlikte ölüme terk edilmiş...
Mesel bitince, mahşerin dört atlısı gibi hep birlikte, özlem ve acılarımız adına; İsa diye sarıldık 'Kutsal Eşya'ya, -İsa diye yankılandı hava-, göz yaşı döktük onun çektiği ıstıraplara ve yazgısına karşı çıkmak uğruna, onu topraktan çekip çıkarmak, bitimsiz tutsaklığına son vermek isterken; elimizden kurtularak, göz açıp kapayana dek, birden      göğe yükseldi!..
Onun, gerçekte bir haçı andırır, devasa bir çarmıh ve ortasında, o günden bugüne asılı duran, 'Mahzun İsa’dan başka bir şey olmadığını anlamıştık artık...
Ne denilebilir ki şu dünyaya...
Bir çarmıh ve insanlık için hâlâ gözyaşı döken, bir İsa!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder