12 Şubat 2016 Cuma

BİLİM&DİN

Aristoteles, aristokrat sözcüğüne kaynaklık eden bir felsefecidir, soyluların yol göstericiliğindeki bir dünyaya inanır. Aristokrasi, (aristokratlık) seçkinciliktir, ırk ayrımcısı ne demekse, beyaz daha iyi yıkar, en iyisini kral bilir ya da tanrının dediği olur, hep aynı kapıya çıkan mottolardır, sizinle ilgili, sizden uzaklaşmakta olan her tür karar mekanizması size köleliği vaat ediyordur tarih boyunca, köle köleliğini bilmez ama monark her şeyi bilir, bu gerçekten böyledir, onların donanımı dudak uçuklatır, basit bir örnek, yoksulların romanını çiftlik sahibi yazarlar kaleme almıştır her zaman, Tolstoy, Steinbeck, Borges... Bunlar yazında o denli ustadırlar ki, tanrıyla konuşmuş olsalar sizi inandırabilirler. Bir kütüphanenin içine doğmuşlardır büyük olasılıkla, siz dağ dilini sökmeye çalışırken onlar Latinceyi çocuk çağda öğrenmişlerdir, her şeyi orijinalinden okumuşlar, siz bilmeye, öğrenmeye çabalarken onlar yanılsamanın gizlerini çözmüşler, asimptot, logaritma, algebrayı siz ölümünüze yakın anlamaya çalışırken, onlar Gaudi'nin gizlerini, Gauss'un hilelerini, Escher, Mobius, Fibonacci'nin sihirlerini, simyasını çözmüşlerdir. Onlar, el yazmanın tadına bakarak büyülenirler, şairlerin kollarında, müzisyenlerin kucağında büyüyebilirler. Bilim (sanat / teknoloji) kimi yazın erlerinin dediği gibi varsıllar içindir, bilimsel buluşlar yetenek ürünü değildir, deha gerçekte masalların süreğeni, bir alicengiz oyunudur, olasılık şudur, güçlü olan yatırım yapabilendir, çabasının, gücünün karşılığını er geç alacaktır, yaşamda bunun örneklerini görürüz, yönlendirilmemiş bilinç, us, düşünce uzayda başıboş dolaşan asteroitten farkı olmayan bir elmas parçasıdır, hiç bir işe yaramayacaktır. Geri kalmışlık düşünceyle olmaz, eylemle olur, yatırımın olmadığı, güçlü bir sermayenin kollamadığı hiç bir atılım sonuç vermez, gökte dolanan bir kuyruklu yıldız gibi bir an parlar, bir meteor gibi kırların, ormanların içlerine doğru kayar ve bir tansık gibi gözden yitip gider. Gelişmiş ülke tanrının bağışladığı özel insanlarla donanmış bir Roseland değildir, o yaratmış olduğumuz uygarlığın ayrıcalıklı kullarından oluşmuş bir kolhozdur, o sizin ülkeniz olmuş, komşunuz olmuş bir önemi olamaz, o kurnazdır, düşüncesini olması gerektiği gibi yönlendirmiş ve sonuçta sömürgen ve barbar bir topluluk olmak zorunda kalmış bir topoğrafyanın ürünüdür. Bu konu çetrefilde değildir, bugün güçlü olan müdahildir, karışandır, yön verendir, öldürendir. Uygarlığımızın alın yazısı budur denilmesine de gerek yoktur, gücümüz bugün için bu yöntemle var olmaya, varlığımızı sürdürmeye yetiyordur, bu bir paradokstur üstelik, kendini yok edebilme yeteneğine fazlasıyla ulaşmış bir varlığın, kendini var edebilme yeteneğini değerlendirmek güçlülük arz eder artık, sorunsalın içinden çıkmak olası bile değildir, üstelik insanoğlunun en büyük aczi şudur belki de, tehlikenin ayrımında olması için onun yok olması gerekir, bu denli aymaz olabilir o, uygarlığımızın yaşı binlerle ölçülürken, varlık biçimlerinin hükmettiği dünyamızın yaşı milyarlarla ölçülüyor, hatta yaşını bile bilmiyoruz onun, her arkeolojik kazı, her antropolojik gelişme bulmacanın karelerinin ne denli kararmış olabileceğini gösteriyor ve öğrendikçe bilmediklerimiz çoğalıyor ne yazık ki... Biz masallarla büyümeyi beceri sanıyoruz, mutluluk sayıyoruz, Edison kuluçkaya yattı, Einstein toplamayı bilmezdi, Turing yaşamı boyunca dışlandı, Nietzsche deliydi, van Gogh dilenirdi ve kraliçemiz esmer ve güçlü vandalların, kapkara çatıların altında sabahlardı. Tesla 'yazgı kurbanı' -uygarlığımızın endikasyonlarına- yenik düşen bir meczuptu, atom bombasının babası Oppenheimer'dı, Alfred Nobel TNT'yi buldu ve günah çıkarmak için bilimsel gelişmeler adına bir ödül koydu. Çoğu pişmanlıklarını dile getirdiler sonunda, neden, uygarlığımızın bir anomali ve sıratın üstünde yürüyen bir cambaz olduğunu anlamamız için yorulmaya gerek yoktu. Bütün bilgilerimiz soyuttur bizim, üçgenin iç açıları toplamı düzlemde bellidir, uzayda belki de sonsuz... Su yüz derecede kaynar, deniz seviyesinde, engebede değişir, boşlukta suyu bulamayız bile, asal sayıların yalnızca kendisine bölünebilmesinin gizi nedir, her şeyin bir kabullenim olduğunun göstergesidir ne yazık ki... İki iki daha dörttür, bu bir eşitlemedir, ama kozmosta birbirinin tıpatıp benzeri hiç bir şey olamaz, -her varlık bir'dir- dört bir eşitleme değildir gerçekte, bizim algı biçimimizin, bilişsel terazimizin uyumuna, uygunluğuna bir örnektir yalnızca, iki-iki daha hiç bir şey edere inanabilmek isterdik biz gerçekte, çünkü sınırların dışında ne var bilemiyoruz, alabildiğine bilgiden uzak, kendini bile aşmakta zorluk çeken, dahası aşamamış canlılarız biz. Bunun ne önemi var ki, belki doğrudur ama topraktan elde ettiği gübrelerin içinde debelenen amipleriz biz, beton, demir, çelik ve bin bir çeşit konstrüksiyonları dikiyor, tanrıyla yarışıyoruz diye çığlık atıyoruz. Bahçemizi aydınlatan ay ışığına elimizle dokunuyor, ağlaşıyoruz, orada yürüyor övünüyoruz, bizi sınırlayan çitlerin arasında yüzüyoruz biz, bizi çevreleyen duvarların arasından çıkmadan, çıkamadan, yıldız tozlarıyla avunuyoruz. Venüs saat yönünün tersinde uçuyor diyoruz, bulduğumuz gök taşlarıyla böbürleniyor ve boyunlarımıza asıyoruz birer muska gibi, emeklemekte olan bir tanrı çocuğuyuz biz... Çocuk tanrılarız!.. 'Argos, Argos, gübrede debelenen köpek!..' Sonuçta, uygarlığımız bilimle, dinle değil gerçekte uygulanan sistemle, sosyal alışverişlerle, toplumsal biçimlenmelerin olurları ve algı dünyalarımızın oluntularıyla ilgili bir kavram, bir yapıntı... Bilimin, dinin anlak içi yaşamla, yaşam biçimimizle doğrudan bir bağı yok, bilim ve din oluşturduğumuz şeyler, nasıl görüyor, nasıl biçimlendiriyorsak yaşamımızı, her şey onun gölgesinde sürüp gidiyor, olgularımızı, yaratımlarımızı suçlayarak hiç bir şey elde edemeyiz, biliniyor ki dünyamızda güçlü olan haklıdır ve onlar ötekilerin, kendi belirledikleri kurallara göre varlıklarını sürdürmesini istiyorlar, görünmeyen ve duyumsanmayan bir karşılıklı bağımlılıkta cabası, günahkar ve masum, iyi ve kötü, siyah ve beyaz kolaylıkla yer değiştirebiliyor ve şaşılası bir şey belki, insanların düşünceleri temelde bir, dorukta ayrışıyorlar, temelde ayrışıyorlar diyelim, dorukta birleşiyorlar, bunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz, biz kimiz, neyiz sorusu bile eğlenceli bir vodvile dönüşebiliyor anında, biz düşünsel becerilerimizin, ulaşılır sınırları içindeki primatlarıyız diyebiliriz, her şey kötü mü diye sorabiliriz belki, her şey iyi mi peki, bu iki soru arasında hiç bir farkın olmaması gerçekliği bize gösteriyordur diye düşünebiliriz. Kendimizin bağlı bulunduğumuz toplumu aşağılaması öneriliyor bize, ne büyük bir küstahlık ve ne büyük bir acı, geri kalmışlığın yeknesaklığını içinde bulunduğunuz toplumun azılı bir düşmanı olarak savuşturmamız isteniyor, oysa insan yavruları arasında bu denli büyük fark olamayacak kadar küçüğüz biz ve iki adım ötenizde haklılar ve güçlüler, sizi ehlileştirmek için bir bir öldürmeye gelebiliyorlar, buna kolaylıkla yelteniyorlar, kim haklılığın, kim doğruluğun peşinde, kim hümanizm dolu bir gölette yüzüyordur bir bilen var mı, bunlar belki de yukardan bakınca birbirine diz çöken envai çeşitlilikte primatlar değil mi... Suçlu aranıyorsa dünyamızda, bilimde din kadar kusurludur, sorumludur, kan ve savaşlar, bilim dediğimiz bulgular bütününün üzerinde yükselen bir ormanın dalları, bilim bir varsayımsa, din günoğulcu bir kavramdır, ikisi de ruhsal anlamda statik varlıklardır, uygarlık biçimimiz değişmedikçe suçlu aramak, boşuna bir uğraştır, bilimi aklayıp, dini suçlayan, ak koyuna sevdalanıp, kara koyuna düşman olandır... İlahi Komedya!.. Bilim, teknolojik din, din ise, sosyal bilimdir. İkisi de insan / toplum ekseninde bizim uyum skalamız, uygunluk sorunsalımızdır. Bilim / ilim sözcüğü, tarihin derinliklerinde kökünü dinden / göksel olandan almıştır, simya, büyü, yaratım tutkusu, zamanla kimyaya ve aydınlığın somut gerçekliğinin verilerine evrilmiştir, geçmişin bütün bilim insanları tapınaklardan gelmedir, çağımızda bu ayrım şiddetlendi, iletişim o kadar arttı ki, bilim ve dinin tarih boyunca kol kola giden yolculuğunu, işbirliğini gizlemek için, karşıtların işbirliği kavramını ortaya sürmek gereğini duydular, bir tür laisizm, oysa emin olun din ve bilim insanı sömürmek için tarihte bile bu denli işbirliğine gidemedi, ikisi birbirinden ayrıldı belki evet, ama sömürünün doğadan miras kalan ilkel kuramlarını / kurallarını henüz aşamayan insanlık, hala kitleleri sözle, domuzları patatesle beslemenin tanrısal kurallarını değiştirmekten yana olamıyor. Sözün özü bilimin insani yüceliğe ilişkin bir etik değeri olabilseydi, din diye bir kavramı oluşturamazdık, ortadan kalkardı, dinin gerçeklikte bir etik değeri olabilse, bir karşıtlam olarak günümüzdeki bilim anlayışının bir tozanı bile oluşamazdı, 'Modern Çağ'da hala insanlar yaşamadan ölebiliyor, çocuklar sorgusuzca cennete gidebiliyor, birbirinin karşıtı kahramanlık türküleriyle trajedi sanatının en büyük yapıtını verebiliyor, bunun neresi bilim ve neresi din diye soramıyoruz, olgular o denli katı ve değişmezlik perdesiyle örtülü ki, olasılıklar ancak onun gölgesinde yeşerebiliyor, olasılık; bilinmeyen bir kesinleme!.. Yüzyıllardır göğün altında yeni bir şey yok diyen havarinin, önünden bile geçememiş insanlık. Bilimin Epiktetos'u köleydi, efendisi çıkrığı çevirdikçe ayağındaki pranga büküldü, kıracaksın dedi, efendisi acımadı ve duyarsızlıkla kırıldı ayağı, Epiktetos kırdın diyebildi!.. Bilimin boyutları bu meselde gizli!.. Dini dünyamızın acılarının sorumlusu ilan eden, aydınlığın efendilerine diyelim ki, bugünden yarına tanrının olmadığını kabul edelim, dinleri bir mum ışığı gibi söndürelim... Bir şey değişmeyecektir. Kör olsak bile uygarlığımızın nasıl tümüne yakın bölümünü gerçekleştirebileceğimiz söyleniyorsa, tanrının yokluğunu, inançların yeraltına sürüldüğünü düşünün, hiç bir şeyin değişmeyeceğini seziyorsunuz değil mi, bilim, toplar, tüfekler, uçaklar, awacslar, radarlar, biyolojik, konvansiyonel, siber ötesi silahların laboratuvarı, ölümcül bir oyuncak mağazası gerçekte, gülünç, trajik ve sonsuzca dramatik!.. Tanrıyı biz yarattık. O kendini göstermiş olsaydı bile... Salt bilmiş olacaktık çünkü!.. Bilim ve bilmekten öteye geçemedik ki biz, gerçeklikte bilim ve din bugünkü uygarlık biçimimizin alabildiğine sürüp gitmesi için el ele vermiş iki melektir, biri tanrısal, diğeri insani olsun... Çağımızda karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir doğallıkla, böylesi bir zorunluluk da yoktur ama, gereklide değildir. Dünyamıza bakın, yaşam boyutlarının arasındaki farklar sanıldığı kadar göreceli değildir, biz erdişiler birbirimizi abartıyoruz, uçurumlar yakınlaşmak için vardır ne yazık ki, dünya gezegeninin içinde olmak, boşluğun içinde uçuyor olmaktan büyük uçurum var mıdır, tahrip gücü yüksek patlayıcılarız biz, biyosferin, belki de evrenin en güçlü primatları seçilmişiz. Bilim ve dinin çatıştığı yok ne yazık ki, birbirini tümleyen öğeler, bizlere düşen boyunbağlarımızla, bu izlenimin peşinde maceralara atılmak, ölümseverlikle, vicdani yargıların tutsaklığında, göksel şarkılar söyleyip, göz yaşı şişelerini doldurmak. Sevinçle, elemle, coşkuyla, bağlılıkla... Oysa her ikisi de erkin krallığında, mantık ve bilinçle yapılandırılmış işbirliği içindeler ve gökyüzünün içinde yüzen, gözleri kamaştıran, görkemin pençesinde parıldayan gökdelenler bunlar... Bu Şekspiryen epizod, bu Orpheus'un müzikası daha ne kadar sürecek bilemiyoruz, belki de eli kolu olmayan bir düşüncenin varlıkları olarak, o güne dek, yeni ve o tür bir yaşam türü belirlenip gelişene dek, çabalar içinde beklemeliyiz. Çünkü biz bir varlık değil, gerçekte bir düşünceyiz. Öyleyse -garip gelebilir ama- yalnızca düşünmeliyiz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder