14 Şubat 2016 Pazar

MÜLKİYET

Tanrının en çelimsiz, güçsüz, bedensel ve ruhsal açıdan en zayıf yaratığı diye betimlenen canlıya verilen bir unvan insan. İnsansıların en gelişmişi diye, aşağılanmadan yukarıya doğru çekilen bir kavram. Bir topluluk, öbekler oluşturarak, bir ekin çevresinde yaşayabilen, düşünme ve sesi anlamlandırabilme yeteneği olan, evreni tümleyici biçimde kavrayabilen, bulgular sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirip, yönlendirebilen canlı, Âdemoğlu; Mü'minûn sûresine göre o bir kan pıhtısından yaratılmış, eril inanmışlar... Doğa kulvarlara, sayfalara ayrılmış, kuş uçuyor, karınca çalışıyor, kurbağa zıplıyor, balık yüzüyor, koyun otluyor, insan düşünüyor ama birbirinin gerçeklikte kardeşi ve bir tanrının çocukları olmakla övünen bu yaratıklar birbirine hiç benzemiyor. İnsan uçmak için, kuyu açmak, petrole ulaşmak için, bitkilerden yararlanmak için, Habil'in düşlerini sınamak, denize dalmak için, Jules Verne'i ve onun Nautilus'unu görmek için, karınca gibi olmak için, çalışmak, yaşamak (ve belki de salt bir tutsak olduğunu anlamak için) yıllarca yıllar kadar yıl bekledi... Görecelik yasası eşliğinde amansız yarış sürüyor ama henüz karınca gücünde yük kaldıramıyor, kedi gibi göklerden düşüp toparlanamıyor, göklere çıkıyor evet, haktanır olursak ve yeni bir kavramın, bulgunun eşliğinde bir kez daha hiçliğin yaratıkları olduğumuzu anlamazsak, son yüzyılda tüm -hemcinslerimizi- geride bırakma olasılığıyla karşı karşıyayız demektir ama yine de uzaya önce köpeği göndermek gibi bir korkunun pençesinde kıvranmak koşuluyla... Mülkiyet diye bir kavram var, insanın sürekli suçlandığı ve şiddetin, vahşetin anası olduğunu ileri sürdüğü... Mülkiyet canlıların doğasında var, bizimde öyle, yemeğini paylaşmaktan uzak, onun için canını ortaya koyabilen her canlı -cehennetin- yolcusu olabiliyor yeryüzünde, bir açına gerek yok oysa, insan yırtıcılardan, kendisinden güçlü yaratıklardan kendini koruyabilmek için bir mağaraya sığınıp, önüne taş koyduğunda, mülkiyet başlamış oldu... Mağara mülkiyetin başlangıcı, orada yalvaçlık, evliyalık gibi sanatlara, bir ermişin, dervişin engin düşlerine, düşüncelerine dalması için daha yüzyıllar var, yaşamını öncelikle güvence altına alması gerekiyor bir canlının. İşte mağara ilk kale, ilk mülkiyet, ilk sahiplenme, kim gerçekleştiriyor bunu, en zayıf canlı dediğimiz, yüz on iki kemiğin harikası dediğimiz şu otomobil!.. Mağarada bu güçsüz yaratık, yırtıcı ve daha güçlü benzerinden kurtulmak istedi ama yaratılmışlığın kuralları gereği dayanılmazlıkla susadı, dışarı çıktı ve yazık ki canından oldu. Yaşama arzusu ölümünün gerekçesi!.. Mülkiyet güçlünün yarattığı bir şey değil, zayıfın, güçsüzün hatta korkağın var etmek zorunda kaldığı bir tür edim, yöntem ve yönetim. Gerçekte mülkiyet bir yönetim biçimidir... Öyleyse Kabil, Habil'i öldürdü, çünkü Habil tarıma, vahşi hayvan statüsünden, buğday üzerinden ekmek ve arpa suyu üretimine geçmek istedi ve öylece evrildi masalına gerek olmamalı. Kabil, 'olağan şüpheli' insan soyunun gereğini yerine getirdi, 'güzel sanatların bir dalı olarak cinayet' onunla başlamadı, onunla sürdü yalnızca, insanoğlu günümüzde Kabil'in masum olduğunu düşünmemizi kanıtlayacak denli barbar ve bir vahşiliğin, güzel sanatlarında doruklarına yükselebilmiş ve gökyüzünün burçlarında, onulmaz, ulaşılmaz ve görkemle dolu yerler edinmiştir. Mülkiyeti kırlarda çit çevirerek, çevresinde kendine inanacak denli saf insanlar bulacak bir varlık icat etmiştir demek, safsatadır. Mülkiyet bir zorunluluktur ve ne yazık ki cılız olanın, zayıfın, elceğizi tutmayanın bir savunma biçimidir, güçlünün mülkiyete gereksinimi yoktur, bir soyutlama olarak yeryüzünün her yeri onundur, aslanlar açık arazide yaşar, ceylanlar dağlara kaçar, kartallar yüksekten uçar, farelerse yerin yedi kat dibindedir!.. Günümüzde mülkiyet, ortakta olsa, tekelciliğe evrilebilen bir güce de dönüşse, onun çok öncesinde bilim, savaş sanayiine, onun geçmişteki mistik parçacığı simya, tekniğin, fennin bir dalına, altın simsarlığına dönüşmüştür. Mülkiyet kamu yararına olmadıkça biz gün yüzü göremeyiz demenin hiç bir anlamı yok, biz karalar bağlamışız, her edimimiz, yoklukla var olmanın kavgasına, amansız uğraşına dönüşmüş... Sömürmek, kendisini, öncesini, sonrasını, biz bundan kurtulmalıyız belki de... Komünal toplum kendini sürdüremedi, çağdaş sosyalizm kolhoz krallığına dönüştü ve yanı başındaki kolhozlara göz dikti, parçalanıp yitip gitti!.. Nasıl bir uygarlık biçimi kurtarır bizi bilemiyoruz ki... Ütopyaların düşleriyle avunuyoruzdur belki de... Vejetaryen toplum olma yolunda ilerledi insanlık, bir çitle çevirmek tarlayı, bir sınır koymak gerekliydi, domuz mısırları talan edebilir, ormanın yaratıkları arı kovanlarına saldırabilir, ayçiçek tarlasına kuşlar konabilir, tanrının yarattığı yeryüzü bizi birbirimizden sakınmak ve kendimizi kendimizden korumak için yaratılmış, 'to be or not to be' , 'işte bütün sorun bu!..' Şeytanın uçurtması varsa, tanrı Yakup'un düşlerini korku ve dehşetin karmaşasıyla sarıp sarmalamışsa, o kan pıhtısının coşkusundan vazgeçemiyor demektir, yaratan ve yaratılan iç içe, öyleyse suç kimin, kimde?.. Ürünlerin iyisini yiyebilmek için tarlalarımıza korkuluk dikmekle vahşetten kurtulamayız, ağaçlara bez bağlamakla, iksirle, sihirle, zehirle bir uğur ve güzellik, esin veren bir cennet ve kardeşlik yaratamayız. Mülkiyet nerede makas değiştirdi, yeterlik katsayısını aştığında pek çok gerekçesi var bunun, silolarda, antrepolarda, ardiye ve ambarlarda stok başladığında, zorunlulukla karaborsa oluştuğunda, oluşturulduğunda, mülkiyet yavaş yavaş cinayete dönüştü. Sokrates sarımsak bolluğundan, bir sonraki yıl onu kimsenin ekmeyeceğini öngördü ve sarımsakları tarlasından topladığında bir anda varlık olmaktan varsıllığa geçti, yaşamın ve alış veriş kurallarının uslara durgunluk veren oyunlarını herkese gösterdi. Mülkiyet hırsızlık değildi başlangıçta ama kaçınılmazlıkla ona evrildi, para bir takas, trampa ve alış veriş aracıydı, masumdu ve hatta düşünüldüğünde yoksulluğun panzehiriydi belki de, kutsal ve haktanırlığın bir değişim aracıydı para, ama sonra -her şey gibi dünyada- saltanata, monopole ve tecimen uygarlığına, tacirin hükümranlığına dönüştü. Bourgeois... Para tanrının karşılığı oldu, tıpkı bir tanrının eşdeğerliğine soyundu, yaratan ve yok edebilen, öyleyse para neden ortadan kalksın ki, bizim tanrımız acımasız, sınav tutkunu, Frankenstein gibi deney düşkünü ve sıkı durun gerçekte kendisi bir tanrı tanımaz!.. Öyleyse para tıpkı tanrımız gibi bir soykırımcı, cinai oldu, cinayetler silsilesine hükümranlık etti ve biçimlendirdiklerini, düzen verdiklerini yönetti ama sorun yarattıklarımız, ürettiklerimizde değil ne yazık ki, sorun usta, protein ve karbonhidratların kızıştırdığı usumuzda, 'homo homini lupus'da... Çözüm için et ve kemikten sıyrılmalıyız demek, doğrumsu olsa bile, tuhaf bir yaklaşım, kendimizin tanrısı olmalıyız, bu bir belagat, robotlaşmalıyız, ürkünç yaklaşım... Gerçek bir kurtuluş olsaydı da eğer, bazen kurtuluş, kargaşadan daha ürkütücü gelebilir, siborg olup yeryüzünü gerçek aksiyonerlerine bırakmalıyız, ultra modern, bir o kadar fantastik ama somut inandırıcılıktan alabildiğine uzak, soyut bir gerçellik bu, alışılmış bir varsayım. Filozoflar, bilginler, deruni er-dişiler gerçeği gizliyorlar sonuçta, görüşleri uzlaşmayı değil, yol yordam bulmayı değil, sınıfsal katmanları yakınlaştırıp, buzların ayrışmasını, çözülmesini değil, tam aksine keskin yaklaşımlarda bulunarak sorunun içinden çıkılmaz hale gelmesini sağlıyorlar, görünüşte ezilenden, yoksulluktan, yoksunluktan yana tavır koyuyorlar, çelişkileri soyuyor, ortaya koyuyorlar ama bu düşmanlığı ve uçurumu artırarak, çoğaltmaktan, arayı açmaktan başka bir işe yaramıyor, ölümseverliğe açılan kapılar bunlar, özgürlüğü kazandırmıyor, mülkiyetin kırbaç izlerini, 'hayatın ve ölümün baskılarını artırıyor' kan ve sömürünün saltanatını pekiştirmeye yarıyor, oysa mülkiyet kaçınılmaz ama sömürü öyle değil, bu ayrımın gizini yakalayabilseydik, kavramların varlığını ölüm ve kanla süslemekten vazgeçip, çözümler üretebilseydik, paranın ve mülkiyetin günahını bilgiçlikle, kolaylıkla, alışkanlıkla ortaya atıp, içinden çıkılmaz uçurumlara ve ölümlere doğru koşuyor olmayacaktık, olamazdık inanın... Kavramların içi boştur gerçekte, nasıl kavradığımız, algıladığımıza bağlı, uygulayıma, yüklenen nenlere, tözlere bağlı her şey, kullanım biçimi markayı öldürebilir, sözlükten anlamını kaldırabilir... Çünkü katı olan her şey buharlaşıyor, amorfik bir yapıya dönüşüp, gölgelerin gücü adına siliniyor artık ve zaman içinde her şey yok olup gidiyor. Değişmeyen tek şey yaşam biçimimizin, aynı kurallar, bağlaşım ve bağnazlıklarla sürüp gitmesi, giyotin, elektrikli sandalyeye evriliyor, düello pusuya; mavi yakalıların yazgısına, beyaz yakalıların hatır suçları ekleniyor yalnızca, bir nezaket gösterisi olarak, paraya borsa, lot, senet, pay ve fan fin fon karışıyor, kavramlar üreyerek çoğalıyor ve yaşam şaşılacak derecede aynısıyla vaki olmak üzere, anlamını hiç yitirmeden, yenilemeden, yinelenip gidiyor, hiç bir zaman hiç bir şey değişmiyor. Düşüncelerimiz, erkek egemen ve giderek aygırlaşan ataerkil saman yığınları ve küspe rulolarıdır ne yazık ki... Gerçekte eşyalarımız değişmeyen kavramsallıkda algı sınırlarının izin verdiği ölçüde yaylanan, salınabilen ve anlak içinde o ölçüde gezinebilen tözlerdir. Sözcüklerimizde öyle, kemer kaç anlama gelir ki, belli ki edep yerini gizleme araçlarından, korsan metotlar söz konusu olduğunda bir özkıyım manivelası, burun tümseği, köprücük kavisinin diğer adı, bağlantı olanağı veren mimari yapı vb. Örtünmek uygarlık belirtisi mi, gericilik mi... Artı değer bir önlem olarak hümanist bir yaklaşımı hak ediyor mu, yoksa monopol monarklığına işaret eden bir buyurganlığın belirtisi mi, üretim hırsızlığa giden yolun taşları mı, yoksa hümanizmin huma kuşları mı... Evrensel olabilecek, gerçek bir uzay / yıldız toplumunda, kozmolojik eksenin önderliğinde bir yaratım olsaydı, mülkiyet bizim algıladığımız ya da uygulayımlarımız biçiminde olamazdı, sorun kavramın varlığında değil, nasıl gelişme gösterdiğinde ve nasıl sonuçlandığında, bizi nerelere sürüklediğinde, tek başına hiç bir şey günah barındıramaz, insanlık aleminde yalnızca suç iki kişiliktir, yargıç salt kendini yargılayamaz, bu anlamsız olur ve ama aşk bile öznesine yetebilirdi. Mülkiyet evrensel bir bağlanımda düşsellikle kurgulanabilseydi, içgüdülerimizden arınmış, ilkel istençlerin egemenliğinden sıyrılmış, gerçekten ussal bir kavram olabilirdi. Yeryüzüne bağımlı bir yaşam türümüz var, henüz açlık gibi biyolojik-bedensel güdülerin tuzaklarından kurtulabilmiş değiliz, tinsel açlıklarımızı doyurabilmiş değiliz, henüz bir sürüyüz ve tam anlamıyla vahşiyiz, sorun bu, yoksa biz kavramların tutsağı da değiliz, kavramlar bizim tutsağımız. Kategori, katmanlaşma, sayısallık, sınıfsallık yazgımız ama birbirimizi yok etmekten kurtulamadıkça, insan da değiliz, primitif birer canlılarız biz. Mülkiyet kötüyse, narodnizm iyi mi, evrim kuramı iyiyse, Adem'in çamurdan yaratımı kötü öyle mi... Evrimsel görüşe göre denizlerden geldik biz, ilkel kordalıdan, balığa, oradan maymuna, yarı insansı ve homo erectus'a... Son durağımız homo sapiens, düşünen adam, Rodin!.. Onun sonrasıysa homo home'dur. Giderek düşünmeye evrilen ve devinimin dışlandığı bir canlı, eğri ya da doğru bilinemez ama, düşünsel hız, ışık hızını geçebilecektir, işte gerçek aksiyon. Adem'e göre, kutsal metinlere göre, çamura beden verdi tanrı, ne kadar doğru, bataklıktan geldik biz diyor, balçıktan, gaitanın içinden ama estetik bir dille söylüyor bunu, gönül kırmadan, nasıl söyleseydi peki, evrim kuramı gibi alıştırarak söylemesi daha mı iyi, maymunuz, yarı insansı, iki ayaklı ve düşünebilen canlı ha!.. Kutsal metinler ilahi gövdelerimizin gereksinimlerinin nasıl giderileceğini, vicdanımızın, yüreğimizin, düş ve düşüncelerimizin nasıl doyurulacağını, onmazlıkların, umarsızlıkların ve acılarımızın nasıl sindirileceğini bilimin donmuş gerçekliğinden daha iyi biliyor olabilir, günahkarız, çamurdan geldik, ne olduğu bilinmeyen bulamaçtan ama üzülmeyin, tanrının eli değdi ona, arındınız, siz günahkar değilsiniz, ermişsiniz, dervişsiniz, siz seçilmişsiniz... Ah siz katilsiniz, kardeş düşmanısınız, vahşisiniz gibi teoremler, 'Dünyaya gelirken umutlarınızı dışarda bırakın' diyen, en iyisini bilenler, Pindaroslar gibi mi konuşmalıydı, rahipler, peygamberler, veliler.. Bilim açıkça söylüyor olabilir ama kötü niyetli, inanç ise belirsizce söylüyor ama iyi niyetli olamaz mı... Değil, peki ne değişiyor, arayışın sınırlarını kim çizecek, tanrı mı, insan mı, yazgılarımız, olan bitenler, uygarlığımız ya da şeytan mı... Açıkça dile getirmenin, evet seni öldüreceğim demekten bir farkı yoksa, cennete gideceksin demek neden daha vahşiyane olsun, ikisi de aynı kapıya çıkıyor bunların, seçim sizin, kurtuluş belki yok ama bilin ki hiç bir zaman hiç bir şey değişmeyecek, bir kalburun içinde buğdayları ele geçirme yarışı bu, bilim ve din iki ayrı kapıdan girilen bir tünelin ağzı yalnızca, dehşet var kaçınılmazlıkla, birbirini aşağılamaları ve suçlamaları, bitimsiz ve sınırsız biçimde kutuplaşmaları saltıklıkla bir oyun, maymundan geldik demektense açıkça, bataklık gülüyüz demek daha dürüstçe, kim ne derse desin!.. Devinim gözle görülüyor, yadsıyan yok ama nasıl gelmişliğimizin; aşağılanmasına göz yummak ve katlanmak çok acı gelebilir kimilerine... Öyleyse diyorum artık, bilim havarilerine, iki yüzlü olmayın, aya gidin evet ama dönerken bari boynunuzdaki muskayı öpmeyin... İnanmışlara da diyorum ki, biraz daha açık olun, ölümseverliğe dönüşüyor olabilir vaatleriniz, acılarımızı önleyemiyoruz evet ama vaatleriniz biraz daha insani ve biraz daha dünyevi olamaz mı!.. Paradoks bu işte, ezeli ve ebedi acılarımız bu bizim... Yaratıkların en şanlısını güzel günler bekliyor olamaz mıydı... Kavramlarımız karmakarışık evet, bir erek olarak daha efektif, daha estetik bir yaklaşım, daha tanrısal ve daha umut verici olamaz mı, neden olmasın, insan olduğumuzu söylüyorsak, yaşıyorsak bir umut vardır!.. Evrim teorisi bizim kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemizi istiyor, evet biz hayvandan geldik, hayvanlaşan insanız biz ayrıca, Zola'nın ve zorbanın önderliğinde bir umarda yok evet, tanrısına baş kaldıran, kültür ve bilgi anarşizmine, terörizmine, anarşist ve teröristlerine idam getiren, asılacak çatılar yaratan bir canlının ırkı o, oysa tanrının tüm peygamberleri bir kültür teröristiydi, devrimler, keskin devinimler bir kültür terörü değil miydi, bu çılgınlığın sularından içebilmiş insanoğlunun başka bir çelişkisi de bu işte... İnancın yollarıysa yücelmemizi ve bir estetin peşinde koşmamızı öneriyordur, iki farklı görüş, değişmiyoruz, değişemiyoruz ama önermelerin günahı ne, laboratuvar daha sağlıklı sonuçlar üretiyor, ama insanın umudunu yitirmesinin laboratuvarla bir bağı olamaz, varsa bile o sevilmek istiyor, sevmek istiyor, buda inancın alanına giriyor ne yazık ki, ilaçlar ve sağaltımla pekala olabiliyordur belki ama 'söz' yeri geldiğinde en ulaşılmaz müsekkin!.. Önce söz vardı. En görkemli sakinleştirici, umut ve müjde, sonsuz iyilik ve ılık bir gölge olabilir, bazen her şeyden üstün gelebilir sevgi insanoğluna... Bunun mülkiyeti kimde!.. Tanrı Adem'e biçim verdiyse, çamuru karıp, bir beden oluşturduysa ondan, o bir heykeltıraş, size benziyor, daha ne istiyorsunuz, üstelik tanrı olağanüstü bir dille konuşuyor, yaşam diyor, şaşırtıcı ve göz bağcı o evet ve hepimizin yaptığı gibi; eylemleri gerçekte bir edebiyat onun!.. Güzelliğin peşinde o, işi zor evet ama bizde onun peşindeyiz, tanrının, tanrısallığın, salt güzelliğin... Karnımız toksa her yerimiz açtır demek neden bir aşağılama olsun, yaralı olmayan bir kuş var mı, nerede o, bilen var mı bu dünyada... 'Burada, zamanın çarkına yok edebileceği hiç bir şey vermeyen bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan oluşan madeni manzarada; burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; burada, belki yalnız bir an için putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan bir şimşeğin aydınlığında; nice maskenin ardına gizlenen o yüze, zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, senin aldattığın, herkesin zorbalıkla kandırarak senden çaldığı. Böylece arınarak bir toprak testi gibi ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak bir an için kurtulacak özündeki kil hayatın ve ölümün amansız baskılarından.' Özümüzün baskılarından kurtulduğumuzda, kavramlar ve yaşamımızda özgür olacak... Ama biz barışı yakaladığımızda ne mülkiyet, ne devlet, ne ülkülerimiz: Annelerimiz ölmüş olacak!.. Biricik günahımız bu bizim!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder