18 Şubat 2016 Perşembe

OTORİTE

Yeryüzü kavramlarla çalkalanıyor. Barış, savaş, sevgi, yaşam, ölüm, teizm, bilim vb... Bugün bir duyum aldığınızı düşünün, üç boyutlu yazıcıda canlı organ üretildi, bir diğeri de şu Akongaua'daki çatışmalarda altmış üç kişi öldü. İnsanın ne denli manipüle, yönlendirilebilir bir canlı olduğu biliniyor, o kışkırtılara kapılan, anında durgunlaşan, sakinleşebilen, otoriteye boyun eğmeye eğilimli, güdülmeye elverişli ve sürüden ayrılmaya kalkışabilen, bu nedenle yalnız, umarsız ve kaoslar içinde sürüklenen bir canlı, hominid... Otorite nedir, toplumsal bir sistemin ürettiği kurumsallaşmış, kabullenilir yasal güç; bu türden bir güce sahip olan birey. Otorite gelenekseldir, insanla yaşıttır ve sayısız türlere ayrılabilir. Örneğin belli bir alandan, bir bireyin uzmanlık bilgisine, sahip olduğu yeteneklerine, olağandışı kavrayışına bağlı olan bir otorite türü olarak rasyonel otoriteden söz edilebilir. Rasyonel otorite, olumlu bir anlam içinde, başka bir yer ya da kaynaktan sağlanamayacak bilgi ve bir yarar elde etmek için kendisine başvurulan kaynak, olumsuz bir anlam için­de ise, gücü ve ağırlığıyla etki yapan, insanların bağımsız araştırmadan uzaklaşmalarına neden olan bir temellenme olarak or­taya çıkar. Otorite, her insani yapının tinsel bütünlüğü içinde bulunan, olmazsa olmazı bir yapı, nasıl başlangıçtan beri duran ova diyebiliyorsak, otorite ve benzeri oluntular insanlığın ilk gününden beri varlığını sürdüren bir yapıntıdır. Otorite aynı zamanda hiyerarşiyle bir ana akım bağlantı içindedir. Otorite duygusu, düşüncesi olmadan yaşayamıyor insanlık, yaşamın her tür çağrışımı bunun üzerine kurulmuş, bebeklik çağlarında, varlığın en küçük yapılanım ve öbeklerinde bunu gözlemek olası, Habil'in başına gelenler organik ve tinsel yapılarımızda gizli, mülkiyet duygusu nasıl kaçınılmazlıkla varlığımızın bir parçası olmaya dönüşüyorsa, doğamızda varsa, otoriteye bağımlılık, fason ve kolaylık sağlayan bir şey. Ne kadar kötü bellediğimiz kavramlar varsa, bir soyutlama olarak karşı çıkabiliriz onlara, ama evlerimizde, kanton cumhuriyetlerimizde onun ilk uygulayıcısı yine bizizdir, dışarı çıktığımızda da onun uygulayıcısı olmaktan uzaklaşıp, özerk yapımızın bir gereği olarak, Büyük Birader'imizin boyun eğenine dönüşebiliriz, insan sonsuz sayılabilecek denli, çok yönlü bir yaratık, ezerken ezilen, yönetirken yönetilen, gülerken göz yaşı döken, düşünürken birden duygulanıma yönelebilen, sonra yine ansızın düşünceye evrilebilen tuhaf, geçişli, gözenekli bir yaratık. İlahi yapıdan bir kevgir!.. Böyle olduğu halde, neden klişeleri aşamayan bir yaratık insan, evrim milyonlarca yıla gereksinimi olan bir aşım, düşünelim ki yeryüzünün yaşı, evrensel takvimde bir saniyeyi bile tutmuyordur, derinliğine gidebildiğimizde düşüncenin koridorlarına, elimizden hiç bir şey gelmiyor, biz neyiz, kimiz sorusunun kaynağı bu nedenle genlerimizde saklı, bu soruları hepimiz soruyor ve yalnızca bizler üretiyoruz, çünkü görecelilik o denli korkunç bir kavram ki bizi var mıyız, yok muyuz sorusuna kolaylıkla götürebiliyor, bu noktada zamanın göreceliliği, engin bir hoşgörü ve dinginlik veriyordur ama an geliyor, nedendir bilinmez birden saldırganlaşıyoruz, birden ölüme koşan süvariler birliğine katılabiliyoruz, çıldırabiliyoruz, dinginlik ve çılgınlık, iniş ve çıkış, normallik ve anomali çözemediğimiz vargılarımız, uçurumlarımız bizim. Sıradan faşizm yetmiyor, belki de bilinmeyen, gizil bir otoritenin sonsuza dek sürecek kurbanlarıyız biz?.. Ritüeller, dinsel öğretiler, görünür, duyumsanır kanıtlara bel bağlayan bilimler, aile, toplum, kentler, omurgasız, her bir yana savrulabilen erkler, düşünebildiğimiz her oluşum otoriteden, onun kavramsallığından üreyen bir şey ne yazık ki, tanrı otoritenin baş tacı, monarkı, kağanlar kağanı, hükümetler, adı üstünde hükmetten ad alıyor, ak sakallı yaşlı kabilenin, baba ailenin, klanımızın tanrısı... Bütün bu kavramlar toplum içinde dağılım gösteriyor ve yine de bir bütünlük ve yaşamın olağan biçimde sürmesine şaşırarak, yarı hayranlık ve katlanılabilir bir dehşetle bakabiliyoruz, yoksa uygarlığımız, tüm ölüm kalıma, tüm düzensizlik ve acımasızlığına karşın yapabileceğimiz, ulaşabileceğimiz bir aşamanın, başarının adı mı... Kim bilir ama eleştirmeden, yakınmaları, eksiltilerimizi ve acımasız, olağanüstü yetersizlikleri, üst düzeyde dile getirmeden bir adım ileri gidemeyiz. Pindaros, ruhum olmayacak şeylerin peşinden koşma, olanaklar alanını tüketmeye çalış derken haklıydı, biz bir uygarlık olabiliriz, kapasitemizin el verdiğince yeni doğunumlar yaratmış olabiliriz, ama tansıklar ve anomaliler noktasında zaaflarımız var, sonsuz derecede hem de, değişime ve yeniliğe açığız derken yüzyıllarca durağan, doğamıza ve insan ırkına tersinir gelen konumlara sürüklenebiliyoruz, cennet ve cehennemler yaratarak, uydurarak bu dünyada ulaşamadığımız güzellikler ve yerine getiremediğimiz adalet duygularına karşı, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı, gözleri fal taşı gibi açılmış yıldızlara ve sonsuz acılarımıza karşı panzehir üretebiliyoruz, hem de illüzyona sığınarak, hem de gerçekliğin, kütlenin uzay zamanı eğmesi gibi, bir biçimi, olay ufkunu, algıyı değiştirmesi gibi, bize uygun boyut ve görüye hazır hale gelmesine, getirilmesine bile isteye izin verip katlanarak... Otorite konusunda çelişik yaklaşımlar içindeyiz, her şey gibi, bütün dünya kadın hakları diye ortak görüş üretiyor ama hiç kimse cenazelerimize ağıt yakarken onların avluya bile girmesine neden izin verilmediğinden söz etmiyor, ölüye yaklaşmasına neden karşı olduğumuzdan söz etmiyor, bir şeyin haklarından söz ederken sözcüler bile o hakları çiğniyor ve görmezlikten geliyoruz, ceylanın hakkını aslanın savunduğu bir dünyada yaşıyoruz biz. Karmakarışık bir düş içindeyiz, kaos içindeyiz, sanki bataklıktan gelmişiz ve başka bir bataklığa doğru gidiyoruz, öyle mi ve acaba evrenin yalancı çobanları biz miyiz!.. Yeis ve kayıtsızlık içinde olmak neye yarıyor, aşk içinde ve coşkuyla sürüklenmek daha mı iyi, düşünürken, yazarken, gezerken hep bir umarın peşinde koşuyoruz ve zamanın baskısı altında dengesizlikler, çıkışlar, içe kapanıklıklar ve mavi okyanusun içinde belirsizliklerle yaşayıp gidiyoruz. Terörize ediliyoruz, geri kalmışız diyoruz, sanrılara boğuyorlar bizi ve ötekiler daha iyi dediklerinde katlanamıyoruz ve bağlılıklar içinde otlayan canlılarla dolu çayırlar üretiyoruz, onun silahı bizde yok elbette yeniliriz diyoruz, bilgisayarı onlar buldu biz neyi biliyoruz ki diyoruz, yine de sözlerle dinginleşiyor ruhumuz, biz soylu bir toplumuz, büyük bir ulusuz, gelecekteki gelecek bizim olacak!.. Gerçek nerede, nasıl ve nedir?.. Doğru neye benziyor, nasıl bir şey, et ve kemiğe bürünebilir mi, görünebilir mi... Düşünce onmazlığa, ezaya dönüşebiliyor, gerçekliğin saltanatı karşısında... Bizde felsefe yok, kitap okuma oranı düşük, başka ülkelerin atıklarını tüketiyoruz, onların yardımını ayrıcalık sanıyoruz, 'kendigiden' bir oto bile üretemiyoruz ve yetişen kitlelerimiz günoğulcu, dışa bağımlı, özbenliğinden uzak... Ne şiirsel yaklaşımlar, biz dünyanın bir değeri olmayan, uygarlığa bir katkı sağlayamayan fertleriyiz, o kadar değil, öyleyse biz neyiz... Yeşil reçetelerin esiriyiz!.. Otorite olmasaydı, insanlık tembel hayvan gibi olurdu, hayır, arı gibi olurdu, barış içinde yüzerdik, yok olanaksız, birbirimizi tüketirdik, doğal ölümün dışında birbirini yok edebilen hiç bir varlık uygarlıktan söz edemez, bunca yurtluğun kanla süslenmiş bayrağı var, bunca ülke varlığını diğerini hiçlemeye borçlu, bunca ülke gelişmişliğini diğerini kolhozu gibi görmeye borçlu... Otoritenin Baltalar tapınağına gizlenen tanrısı neden görünmüyor, sultasını neden vaatler, çiçekler ve böceklerle süslüyor, öyleyse yok ha, oysa tanrı her yerde, bir otorite olarak o her şeyi biçimlendiren, görmüyor musunuz ve siz onu ağır biçimde eleştirin, vicdanlı olmaya davet edin, düşüncelerle dolu olmasını isteyin, vaat ettiklerinin, ne denli yararsız ve birbirini yok etme, hiçleme, acımasızca ezme denklemi üzerinde kurulduğunu söyleyin, tanrının yeryüzündeki uzantılarının, onun gizli paydaşları olduğunu söyleyin ve tanrıya başkaldırın, onların yeryüzündeki uzantılarını silin ve yeni bir yaşam, yeni bir uygarlık biçimleyin... Yeni bir tanrının gölgesine sığınarak gerçekleşmesin ama bu, başka ve hiç bir zaman geçmişi anımsatmayacak bir yönelim olsun... Ölüm korkusu bizi edilgen kılıyor, öyle ki, ölümler sınırsızlaştığında yaşama daha çok bağlanıyoruz, dallara daha çok bez bağlıyor, göklere daha çok yakarıyoruz, samanyolunun kağnılarına daha çok sevdalanıyoruz. Ölümden korkuyoruz evet, onu istemiyoruz, hakçası yerinde bir istek, susadım der gibi, ne denli geriyiz, geri kalmışız, bir adım bile ileri gidememişiz anlıyor muyuz şimdi, baştan beri mahşerin dört atlısını değiştirememişiz, aşk, yaşam, ölüm, zaman... Aşk sevmek, sevilmek arzusu, yaşam, düşünüyorum o halde varım demenin tersinir varyantları, yaşamak istiyorum, çünkü düşüneceğim, ne dramatik bir istek, içler acısı, var olduğun halde, var olmayı düşleyecek hallere de mi düşecektin. Ölüm, evet işte kaçınılması gereken bir doğrum, kendimi neden koruyamıyorum, her şey var ama bizden başka ölen yok, değişim, evrim sakinleştirmeye yetmiyor bizi, düşünmek istiyorum sonsuzca, yalnızca düşünmek, hepimiz gibi bir tanrı olmak, tanrı gibi hepimizin bir toplamı olmak ve zaman... İşte büyük sorun, var ve yok, her şey ve hiç, zaman nedir, gizlerine ulaştığımızda evrenin gizini de ele geçirmiş olacağız, çünkü zaman, evreni yarattı, tanrıyı yarattı, bizi yarattı, zaman her şey, yaratılanla doğdu zaman diyebiliriz belki ama gerçekte zaman hep var, zaman tanrının bir tür kendisi, bizim göremediğimiz, bilemediğimiz, algılayamadığımız bir şey olsaydı bile zaman, nasıl adlandırırsak adlandıralım o hep var. Doğurgan ve yaratıcı olan zamandır, evren hiç bir zaman yaratılmadı, insanın ortak ataları, karbon'ariler bir dönüşüm içinde hep var olacaktır, o zamanın bir parçasıdır. Zaman öyle bir şey ki hiç bir şeyin olmadığını düşünelim, hiç bir şey, bilemediğimiz, algılayamadığımız, kavrayamadığımız bir şey maddeyi ve evreni sonunda yaratacaktır, kaçınılmazlıkla, zaman her şeyin anasıdır, tanrı ise çocuğu, bütünlem varlıktır, yokluk zamanın kendisidir ve kendine katlanamayan varlığın, var oluşun türevidir artık. Varlık bu yüzden alabildiğine sıradan bir şey, belki bu yüzden bir cehennemin içindeyizdir, sıradanlık usa sığmazlığı üretir, tansıkları üreten hiç bir şey olmaklığımızdır, zaman yani yokluk, sonsuz bir durgunluklar denizi olarak insani barışın adıdır, biz yokluğun ve varlığın sentezine ulaşabildiğimizde otorite gibi varlığın ilkel unsurlarından arınacağız, yokluğun ve zamanın gizini çözdüğümüzde, yaşamımız sıradan olmaktan kurtulacaktır, yaşamın, ölümün amansız baskıları bizi yokluğun gizini çözmeye davet ediyor, zamanın engin hoşgörüsü ve sonsuz güzelliği var olmanın kısır ve şiddet dolu açmazlarından bizi kurtaracaktır. Kendini güven içinde duyumsayamayan varlık tansıklar arar, sıradanlıktan kurtulmak için can atar ve yolunu şaşırır kolaylıkla ne yazık ki... Yaşam, var olmak zamanın tutsaklığında bizi çıldırtıyor, düşüncenin yetmezliği bizi çıldırtıyor, bir bebek gibi oyuncaklarımızla oynuyoruz, bunu biliyoruz ama söyleyemiyoruz, zamanın gizini çözdüğümüzde oyuncaklarımızı bırakacağımızı umuyoruz, büyüyeceğimizi umuyoruz ve ama bu kez yanlışa sürüklenmeyeceğiz diyoruz, sıradanlıktan kurtulacağız ve şimdilik yanımda ol tanrım, çünkü; İnsan olacağız biz!.. ''Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o, değerinde, sonsuzca ağır gelen. Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında. Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi. Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle. Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara, sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle. Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o, paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.'' Henüz zamanın başındayız, yeniyiz ve insan olarak zamanın içinde gitmemiz gereken amansız, sonsuz bir yol var, çünkü şiirde, aşkta, yaşamda, zamanda, eni sonu bir otoritedir çağımızda, onun uzantısıdır, otorite kendini koruma içgüdüsüdür doğallıkla, affedilir değil, katlanılır bir şey gibi görmek gerek onu, bilinçsizce ötekini yok etme içgüdüsü, kendi adına başkalarının varlığını güvence altına almak çabası gibi bir açmaz, otokratizm, ama bunu aşmak zorundayız aşacağız. Tanrı gibi bir ilk'iz biz, ilkinsiyiz. Tarih çağlara ayrılıyor, oysa günümüze dek otokratizm / otoriteizmin getirdikleri, verileridir yaşadıklarımız, içgüdüsel olarak bu noktadayız, bunu aşamadık, henüz zamanın başındayız çünkü, varlığımızı sürdürme noktasında çelişkili bir geleceğin peşindeyiz biz, otorite olmasaydı yok olabilirdik belki, ama gene o nedenle yok olabiliriz de, ayrılık saatinde buluşma anını iyi hesaplayabilirsek yaşayabiliriz... İnsan çok trajik bir varlık, gülünesi; yaşamak isterken öldürmesi, gülmek isterken göz yaşı dökmesi, umarsızca hemcinsine karşı örgütlenmesi, pusu ve pusatlanması, hep bir otoriteizm çağından çıkamayışının göstergesi, eğer bu duygusunu ve düşüncesini yenebilirse evrende bir yeri olabilecek insanın, devinimin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünce, bunun bedeli olmalı değil, bir karşılığı olmalı, çünkü bebek evrenlerden olgun dünyalar yaratabilmek için, kendimizi güvencede duyumsayacak başka yollar yaratabilmeliyiz artık, çobanlarımızı terk edemezsek, uçuruma doğru gideceğiz belki de, çünkü tek tanrı, onun yeryüzündeki gölgesi ve tek bir çoban bizim sürü olmaktan kurtulamadığımızın kanıtı, biz bir sürüyüz ve hala eğitilmek aşamasındayız, çabalıyoruz, uğraşıyoruz, ehlileşmekle; tanrı bu yükü kaldıramaz, salt çobanın yol göstericiliği insanın kendini yadsıması olurdu doğallıkla ve öyledir de, şimdi artık birimiz bile insan değil miyiz yoksa... Otorite varlığımıza karşı duyduğumuz kuşkudur, özgüven yoksunluğudur, kişilik bozukluğudur, bunu aşan insanlık zamanın gizini çözmüş olacak, beşiğinden kurtulacak ve ancak böylelikle evrende sonsuza dek kendine bir yer edinebilecektir. ''Burada alacakaranlıkta, yarı saydam elleri parlıyor Musevi’nin kristal bardağında. Duygusuz bir uzantı, endişeyle renk veriyor, öğle sonralarında. Bütün günler, ikindileri, bitimsiz ve duyumsuz bir yinelemedir, birbirinin eşi sanki. Elleri uzayın gök yakuttan minerali, çakılmış, berkitilmiş sınırlar, varoşun duvarları gibi. Güç bela beliriyorlar, sessiz ve sakin adama, zamanlar kazandırabilmek adına. Düş kuruyor, tasımlıyorlar, dillerin tutulup, ışıltıyla izlenebilsin diye labirenti. Tanınmıyor olmak üzünç ve sıkıntı vermiyor ona (başka bir aynadaki düşlerin içindeki bir düşün yansımasıdır o), sevdalı değil, çılgınca ve delice sevmenin ürkek kadınlarına. Geçti o dönemler, özgürdür artık. Söylencenin ve sözcüklerin göz bağcılığı adına durup, ölene değin parlatıyor inatla büyütecini. Şimdi en büyük haritalar, eni sonu olmayan, ışıltılı, göz alıcı tüm yıldızlar, onundur artık.'' Bizim öykülerimiz, bin bir gece masallarımız sonsuz, neden birbirimizi sevmiyoruz?.. ''Kameriyelerin orada oturuyor, reomür deneyini sürdürüyorduk. Mobius merdivenlerine doğru biri geldi. Higgs bozonu nedir diye soruyordu!.. O an ‘Tanrı Parçacığı’ karıştı söze; Aradığınız benim. Zaman geçiyordu. Geleceği anımsıyorum... Ay ışığında ölüler sunağı kirletiyor. E kitaplar, pepler ve yitmiş anılar Delphoi'ye giriyordu!.. Sonraları E kitapları alan kalmadı, agoralar kapandı. Çipler belleğimizde her tümseli var kılıyor. Ve firmalar, tekiller, laklar olmayan şeyi satabiliyor. İguanalar, selentere, bukalemun, kertenkele... Depolar, hangarlar, antrepolar, silolar. Faunus’un planeti, ahırlar, kometlerle, zombiler (Ufolar, elipsoidler, lusiferler) Seralarda yokluğu var kılabiliyor. Varlığı-yokluğa benzetebiliyor. Onlar belleğimizde yer değiştirirken; Bilgi ve bulgularımız, okyanuslarda yüzüyor. Anlamsızlaşıyor, anlamsızlaşıyoruz. Anlamsızlaşıyor tin ve tün!.. Şeyler, kadmiyum sülfit. Kaç gün sonraki dün. Pikselin çözünürlüğü. Konfigürasyon rölativite. Kalifikasyon pandatiflik. Pikaresk; pitoresk palyatiflik. Serotonin, norepinefrin, plasebo etkisi... Bulutlardan iniyor Macellan yelkenlisi. Apaz seyri, körfezli yeniçeriler, Uluç Ali. Kelam okulu, ulular ulusu Mutezile. Tenzile, Sekine Hatun, Aişe. Dönüp duran eskil çark, sonsuzca tutsak kuark. Küvözde büyüyen Ksantippe, kuaför Cassiope... Arka sokakta yaşayan ankormanın lobu alkaliye dönmüş! Ve petri kabındaki hücreler, ölümsüz virüs. Fukuşima'da; mutasyonel kelebek, koriyonik villus. Oh, tanrımız geliyor! 'Fotonlara dönün' Bunca parsek boşuna konuşmuşuz... Gauss!..'' Tanrıda, yaşamda, ölümde, zamanda, yalnızca var olandır. İnsandır. Bunu başarmalıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder