20 Şubat 2016 Cumartesi

HURAFE

Güzel sanatların bir dalı olarak esenliğin, güzelliğin, tanrısallığın peşinde koşuyordur edebiyat, yazın, fiction, sözce, literatür, kurgu, letters, sanatça, estetik, sözüt, betim, güzgörü/m gibi dolayımla da olsa eş anlamlar içeren benzeri sözcükler vardır, bunlar Latince, Grekçe ya da Sümer, Akad, Egyptçe (Mısır) Çin veya Moğolca diyesim yeryüzünün, daha doğrusu Babil kulesinin kadim dillerinden okyanuslara yayılmış, kuş dili sözcükler olabilir. Bağımlılık duygusuyla yetişmiş toplumlar, doğallıkla bu sözcükleri kök olarak, egemen dil ve kültürlerden biriyle bağdaştırma eğilimi gösterir, bizde bu genellikle batıya açılan bir penceredir, bu tutumun toplumu bir anlayış ya da yaşam biçimine yönlendirme çabasıyla bağı vardır, oysa bu genellikle fason ve manipüle (yönlenimci) bir davranış kuşkusuna yol açar, yararı bir amaca hizmet ettiği için vardır ama o kadar, çünkü burada yararlılık, doğrudan amaca hizmet eder, kültürel enginliğe ve gelişmeye değil. Gelişme, bağımlılığa saygı ve temenna ile olmaması gerekir, tarih bunu söylüyor, karga kekliğin yürüyüşüne özenerek en azından sülünsü olabilirdi, oysa karga kendi kültürel varlığı ve sosyal habitatı için uğraşım içinde olabilirse saygı görebilirdi, katkı ancak böylesi olasıdır ayrıca... Uygarlığa katkı izlemek, iz sürmekle olmaz, karşılıklı alışveriş elbette doğal, hatta mutlaktır ama siz kendi öznelliğinizle var olmadıkça, alaycı kuş yerine konulmanız kaçınılmazdır, bunu sosyalitenin her parçalanımında, yaşamın her alanında gözlemleyebilirsiniz. Benzemek, özümsemenin yerini tutmadığı gibi, özümsemekte benzemenin yerini tutmayacaktır, yararlanmalıyız, kimliğimizi hiç yitirmeden... (Uzay plazmalarının içinde, sık sık İyonosfer Cenneti adı verilen, çiçek yurtluklarıyla karşılaşıyorduk. Montserrat uzaktan bir güneş gibi parıldıyordu. Atlas, Hindikuş dağlarını sırtına almış boşlukta yürüyordu, el salladığımızda dağı düşürdü, hızla yanından uzaklaştık, baka kaldı, geçmiş zamanlarda, bu yarı tanrıların hışmına mı uğradık diye, göz yaşlarımızı tutamıyorduk artık. O sıra uzaklardan Shakespeare gözüktü, Yunus'un yeşil yapraktan saçlarını öpüyordu, birden Çin'den Simurg gelmesin mi, yıldız yuvalarının birine sokuldu ve gülerek burası güvenli dedi. Loş ışıkta sislerin arasından bir gölge süzüldü, tanrı benim diyordu, görünmüyordu ama tüm boyutsular eğilip, bükülerek salınıyordu, biri aniden tuşlara bastı, salınım durdu, Atlas çok uzaklardan yine bağırdı, kim yaptı onu!.. Sözü Sarpedon aldı; ...) Yazın erlerinin, toplumun içinden çıkan yayacıl hoplitlerin gerçekte, boy verdiği toplumun, toplumsallıklarının bir dışa vurumu, göstergesi olduklarını söylemeye gerek yok, yazarın doğrudan kendisi bir üründür bu bağlamda, yaşamda tansık yoktur, yinelersek en içinden çıkılmaz hilelerin, sihirbazi yöntemlerin, çok gülünç ve saf insanlığın yanılsamalarından başka bir şey olmadığını görüyor, anlıyoruz. Ne ki insanlık inanmaya, bir aldanışa eğilimlidir, buna gereksinim duyar ayrıca, ruhani bir varlıktır, tanrı gibi, onun cismani gölgesi ve somut göstergesi, külliyen bir elçisidir. İnsan tanrıya varır sonunda, çünkü bir gölgedir o gerçeklikte, tanrının da son durağı insan olacaktır bu durumda, gövde gölgesinden kurtulamaz. Tanrı, insan olmasaydı, düşünen, çok basit bir gerçeklikle soru soran bir yaratık olmasaydı, gereksiz olurdu, kendisine gerek kalmazdı, bir önemi, değeri olamazdı, örneğin tanrı, evren var demeye benzerdi o zaman, kimse evren var diye bir huşuya kapılmıyor, ama paralel dünyalar diye bir soyutlamaya kalkışınca herkes ayağa kalkıyor, inanma eğilimi bu yüzden vardır, insan olağanüstülüğün, tansığın peşindedir, tanrı bir gün aramıza katılsa, yeni ve erişilmez bir gücün varlığını ertesi gün yaratabilirdik, çünkü sığlık ya da olabilirlik veya anlaşılır olmaklık insanı doyuramaz, bilgiye duyulan açlık, bilinmeyene duyulan bir açlıktır, insan bilinmeyenden gelmiştir, bilinmeyene gidiyor, öyleyse peşinde olduğumuz şey sürgit bilinmeyenin gizemi olacaktır. Tanrı aramızda bir şey olduğu an kovulacaktır ama tanrı zaten bir tözdür, bir kavram, bir kavgaya gerek yok, bize gerekli olan bir kavramın ruhani boyutta bir gerekliliğe ya da gizeme dönüşebilmesidir, bir çubuğun, -sırığın-, sopanın, totemin, rengin ya da gölgenin tanrısal bir gizeme dönüşebilmesi çağlar boyunca görüldü, ama bu kavramlar kültürel boyutumuzun derinliğine ve zamanın akışına göre evrildiler, tanrı göklere çekildi, yalvaçlar ortadan kayboldular, şeytan, kötü ruhsa, varlığını hep sürdürdü, çünkü o tanrının panzehiri, negatif, olumsuz olanın açımı, hep gerekli, yanında şeytanın olmadığı bir tanrı hiç bir zaman düşünülmedi, düşünülemez. İnanç görselliğini modern ve güçlü illüzyonlarla berkitti ve bilim inanç karşısında hep zorlandı, bilimin işi gerçekten zor, bilim önümüzdeki eşiği kanıtlıyor, ayağın sürçebilir diyor ve adım atarken dikkat et diyebiliyor, ama kapının ardında ne var sorusuna tam bir karşılık veremiyor doğallıkla, burada inanç devreye giriyor ve gönlümüzü, 'büyülerle, tazılarla, uçan oklarla' alıyor, iki anlayış arasında bir illiyet bağı yok ama yaşam bir oyundur evvelemirde, bu görüşü savunan niceleri var, ölüme silsileler halinde koşarken, sislerin arasında birbirimizi ararken, hurafeye de göklerde; bulut yığınlarının uçsuz bucaksız coğrafyalara çiseleyip, tansıklar oluşturabilmesine coşkuyla, şaşkınlıkla bakarken, alabildiğine kapılabiliriz, isteriyle, bile isteye... Bilimin, -gerçekte ilimin- bu anlamda inanca yüklenmesine gerek yoktur, bu bir oyalama, avunma aracıdır insanlık için, bilim ve inancın ayrılıp, ayrışması gerçekten doğrudur, çünkü bilim gözle görebildiğimiz, bulunduğumuz teknolojik, çağdaş periyoda göre kanıtlayabildiğimiz vargılarla ilgilenir, bir yanılsamaya yol açarsa ulaşılan nokta, yeni kuramı ortaya koyar, yeni varımların, günü birlik sonul olabilenin önderliğinde... Hipotezler çürüdükçe gelişir o, çünkü yenisi yerini almadıkça çürüme olamaz. İnancın böyle bir sorunu yoktur, o yakarılarla ağrın geçer diyebilir, düşlerine yat annen geri gelecektir diyebilir, ölürsen cennete gideceksin daha güzel değil mi demesinde bir sakınca yoktur, inanç her şeyden yararlanır, bilimden, zaaflarımızdan, eğilimlerimizden, bir umar bulamayışımızdan, her şeyden, bilim ise inançtan yararlandığında ondan farkı kalmaz, inancın özgürlük alanı tüm kozmostur, her şeyi kendine kul sayar, kullanır, zararlı mıdır demeye gerek yok, insanlığın halleridir bu, din ortadan kalksaydı bir şey değişmezdi, bilin ki oyuncaklarımız biçim değiştirebilir ama elimizden alınamaz!.. Sorun bunların elim sonuçlarının bizim varlığımıza yönelik riskler üretebilmesinden kaynaklanıyor, bilim atomik yıkıtı, yıkıntıyı var ettiğinde, inancın kusuru neydi ki, inanç herkesi öbür yakaya davet ettiğinde bilimin kusuru ne olabilir ki... Kusur bizde, ademoğlunun kendisinde... Öyleyse edebiyatta bir hurafedir diyebiliriz artık. İnançlar ya da din gibi. Yazılı bir ritüel, kutsevi bir öyküseme, bilimi, diğer bütün olan biteni ululayan bir şeyse o, kimi kitlelerce olabildiğince saygı görür, bir safsataysa yazılan, yorgun gönüllerin kucağından eksik olmaz, aşk ya da ölüm gibi doğal elektrik çarpmalarını vaat ediyorsa, bir tür uyuşturucuysa gereksinim duyduğumuz, herkes bir kez olsun tadına bakmak ister. O kadar kaotiktir ki yaşam bu noktalarda, anlaşılır olan, kavradık dediğimiz şey buzdağının görünen yüzüdür, bizim sakinlikle, anladık, tüm sorunlar bitti dediğimiz şey, sığlıkla kabullendiğimiz ve hepimizin ortaklıkla düşün birliği içinde olduğumuz bir yavanlıktır artık, su akar dediğimizde sorunlar çözülmüş sayarız, somonlar kaynağa doğru yüzebilir dediğimizde, akıntıya, dağlara doğru koştuklarını gördüğümüzde alabildiğine basit bir karmaşaya yeniden düşeriz. Açıklamalar bizi doyurduğunda sakinleşiriz, oysa aynı sorun hem karmaşıklığa, hem anlaşılırlığa doğru gider gelir, akışkandır, sorunlar çözülmez gerçekte, bize hizmet eden her şey anlaşılır bir şeydir sonuçta ve bize yönelik her tehdit bir bilinmeyen ve çözüme kavuşturulması gereken varsayımlar zinciri olarak sahnede her zaman yerini alır. Bilim somut çözümler arar, inanç teselli odaklarıdır, iyi niyetlidir belki gerçekte, karmaşık bir ağla donanıyor olmak bu görüyü değiştirmez, tehlike boşluğun kendisindedir. Yaratılışımızda ve yok oluşumuzdadır. Çabalarımız kutsal sayılmalıdır. Birbirine düşmeden, ölmeden, öldürmeden, acı ve eza vermeden gibi temel zorluklarımızı ve gereksinimlerimizi giderdiğimiz, bir çözüme kavuştuğumuz gün, bugün bir oyun diyebildiğimiz yaşam gerçekten bir eğlenceye dönüşecektir, oyun sözcüğü bugün acı veriyor, ama onun gerçekliğine zaman var, o zaman da bu sözcük yetersiz gelecek bize, çünkü arayış ve yeniden doğuş, spin atma ve tekamül -aşkınlık- kanımızda var!.. Kan!.. Genlerimizde var diye düzeltelim. Sunakların ve kurbanların bayramından kurtaramadık onu... Yazın bir hurafedir dedik, Kavgam, en çok okunan kitap, burç ve fal, gelecek ve fallikyen kitaplar İncil gibi okunuyor, Kuran, okunmadıkça öbür tarafa korkuyla gitmemizin baş dayanağı, aşk romanları, Faust, Juliet hepimizin göz yaşı için fırsat kolladığı uyuşturucular, sonsuz bir yas için Dorian Gray'in Portresi hepimize gerekli, Drakula öyküleri beşikten mezara dek kanımızda dolaşmalı, devrim şiirleri züğürt tesellisi olma yolunda akineton vazifesi görmeli, Akhaneton'un mezarını bulmak içinse sayfaları yutup, içmeye seferber olmalıyız. Edebiyat hurafe değil, ne peki!.. Buradan hareketle sıradan faşizm okumayı yasaklayabilir, kitapları yakabilir, yığınlar okumak cehaleti alır, densizlik baki kalır diye inci gibi göz yaşları dökebilir. Kuleden sizi gözetleyen rahip yanınıza yaklaşarak yalnızca şu risaleyi okumalısınız, yalnızca diyerek sizi denizin enginliğine sürükleyip, kara bir cildin üzerinde oynaşan siyah noktacıklara bakarak ölümün sonsuzluğuna, o tatlı ve şirin, meşum ve karakin yolculuğuna çıkarabilir. Her şey hurafedir yaşamda, pragmatizm, marksizm, faşizm, demokrasi, oligarşi, monarşi, situasyonizm, kinizm, stoacılık, seyiscilik, beygircilik ve ahır kapitalizmi!.. Hurafe olmayan ne var, binaların tümünün üzerini kiremitlerle kaplıyorsak, örtüyorsak, dünyada insandan çok kiremit sayısı var demektir, bu bizim umarsızlığımızın elem veren görüntüsü, acıklı bir kanıtı gibi geliyor bana, evlerde gizli gizli kiremitlere bakarak ağlıyorum desem, herkes deli diyecek, ama ağlamak için kiremitler temel gerekçe benim için... Evler neden kilitli, hepimizin hırsız olma olasılığı mı var, öyleyse anahtarlarımız en kutsal fetişlerimiz ve doğallıkla hepimiz gerçekte birer hırsızız, salt yasalarımız ayrıştırıyor ve payeler veriyor bize, borsadan kazanç hakkın, borcun üstüne yatmak insanlık hali, ama kibrit çalmak, orman yakma düşüncesinin eyleme yönelik başlangıcı, en ağır suç!.. Oysa dünyanızda, herkes gibi işe gidiyorum (bunu da anlamış değilim), herkes gibi yiyip içiyorum, edebiyle payıma düşeni alıyorum, kuyruklarda önüme geçeni insanlığın olağan anomalileri olarak karşılıyor, gülümsüyorum, kavga etmemeye yeminliyim, ama çok zorlanıyorum, göğüs geriyorum ve olan biteni bir bilen gibi değil, meraktan ölen bir yersiz yurtsuz gibi algılamaya çalışıyor, hiç bir doyuma ulaşamadan seyrediyorum. Çünkü ben bir hurafeyim!.. Derin ya da felsefi diye nitelediğimiz, varlığın yokluğun gelgitleriyle süslü, anlam denizlerinin yüzdüğü kitaplar kimilerini kendine daha çok bağlıyor, kimileriyse her şeyi, yalın (basit demiyorlar), anlaşılır kılmaktan yana, ikisi de değerli görüşler, değişen bir şey olmadığı sürece karşılaşmaları ve ölümcül kavgalara tutuşmaları doğal, çünkü gerçek bir çözüme ulaşamıyoruz, cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle döşeniyor, doğru mu, değilse de vardığımız nokta bu, tüm denklemler, tüm görkemli buluşlar bir yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa doğru yol alıyor, bir zahmet, bir zeamet, bir azamet söz konusu olsa da, zamanla her şey buharlaşıyor ve biz bize kaldığımızda Habil ve Kabil olmaktan başka bir umar bulamıyoruz, neden, henüz düşünüyor olmaklığın acılarını yaşıyoruz biz... Düşünmeseydik, ölümü anlamayacaktık ama düşünmek öyle bir paradoks ki, öyle içinden çıkılmaz bir şey ki, kavramlarımız olmasa, bilitlere, algılara savrulmasaydık, yani düşünemeseydik, buffalo olacaktık, bizon öküzü ya da İndus gergedanı, öteki adıyla, aslanın ağzında inleyen bir mabut!.. Öyleyse düşünmek kaçınılmazlıkla iyi, ama handikaplarını aşabilseydik, kelebek olsaydık biz peki, metamorfozla sonsuzca yaşayabilseydik yine bilemeyecektik, düşünmek, evrende var olan en büyük yeti, tanrının ta kendisi, düşünmeye karşı olan, inançsızdır, yadsıyandır, amansızca hiçliklere, yokluklara tapan bir yalancıdır, çığırtkandır. 'Cogito ergo sum' yanlış değil, yüklemin yöneldiği bir tümleç, bir tümleme, bir tamlama... Düşüncenin insana özgü olduğuna emin olmamak gerekir, düşünce, maddenin gizemidir ama, hemcinsleri diğer canlılara göre bir gelişmişliği var demeliyiz insanın ve düşüncenin gerçekte tam olarak ne olduğunu bilemeyiz de , ayrıca bildiğimizi düşünürsek, evrenin gizi anlamını yitirebilir, çünkü bir kaç kalemde topluyoruz evreni biz, sonsuzluk, ölüm, zaman, başlangıç ve yaratılış gibi, saçmalıyor olabiliriz belki, bu haller bambaşka bir var oluşun boyutu, işliği ve hatta bir yedek parça antreposu olamaz mı, komik, sonu öbür dünya meseline gidiyor, bir deneme olabiliriz belki, belki terkedilmiş bir hata ya da anomaliyizdir, kendi haline bırakılmış, belki en üstün denebilecek, varılan bir son noktayız ve hala onarmaya çalışıyorlar bizi ya da biz uçacağız da az kaldı veya biz sıradan bir şeyiz alt tarafı ölüp gideceğiz... Kötümserlik gerçekliği hiç bir zaman barındıramaz, eleştiri başka bir şeydir, neanderthaller bizi yarattı, biz sonrakileri yaratacağız ve belki bir gün bir araya gelerek kutsallığımızı kutlayacağız. Sözlerden sakınmak değil anlamlardan çekinmek gerekir, öyleyse korkunç bir iyimserliğin peşinde tam tamına bir yaratılmış olabilmeliyiz. Tüm çabamızla, tüm yönleriyle düşünerek ve gerçekleşmesi yolunda emek vererek, hiç bir insan, daha az insan olamaz, bunu anlayabilmemiz için düşünebiliyor olmak ve edimlerimizin, öğrenmek ve erginlikle, enginlikle çoğalmasına yardımcı olmak gerekir. Derinliği bir felsefe olarak adlandıracaksak, bundan uzak kalmak kadar üzücü bir şey olamaz, çünkü felsefe insan olmaklığın tadına varabilmenin biricik yolu, bir var oluş biçimine bulanmadan, derinlerde yok olmadan, sorulara boğulmadan, yanıtlar bulamamanın enginliğinde, ruhani yalnızlığın tadına varamadan, karanlığın ürpertisine ram olup, gönül veremeden yaşayanın vay haline... Görünür dünyanın enginlikleri bizi gülümsetiyor, mutlu kılabiliyor ama felsefenin safahatına kavuşmayan ruhlar, bir ruh olduklarının ayrımına varamadan son yolculuğuna çıkabilirler. 'Son iç çekiş köyü..' bu sözcük dizisinin tadına, coşkusuna, bizi savurduğu anlam okyanuslarının elemine, acısına, varlığın ve yokluğun o derin sorgusuna, sorusuna ulaşmadan, karşılaşıp yüzleşmeden, buluşmadan yaşamdan ayrılmak, yaşamamış olmakla eş anlamlıdır. Varlık bir kırkayak ya da kelebek de olabilir biliyorum, ama o bizi görmüyor, bilmiyor ve var oluşunun ayrımında olamıyor, bundan acı bir şey var mıdır dünyada, bir tavus, bir sülün, bir bulutun, gökkuşağının arasındaki bir şimşeğin varlığını haykırışında, tanrının göz yaşlarının, yağmurların ortasında yaşadığını düşünün, ama kendini tanımıyor, algılayamıyor, olanlara hiç bir anlam veremiyor, bu bir boşunalık, onu yalnızca gerçek bir tanrı, insan yavrusu görüyor, kaplanın zikzaklarla çakarak yok olan bir yıldırıma gözlerini çevirdiğini gördünüz mü, gök kuşağının altından geçtiğini, ceylanın çiçekler arasında seviştiğini, dağ keçisinin çağlayanları izlediğini, filin ormanda aşk şarkıları söylediğini, kuşun yıldızların sesine kulak verdiğini ve kangurunun okyanuslarda geziye çıktığını, balıkların dağlarda dolaştığını, çekirgelerin samanyolunun kovuklarında buluşup ağlaştığını gördünüz mü hiç, bir tansıma, bir hıçkırık, bir coşku, bir elem ve sevinç dolu haykırışlarla... İşte biz oyuz. Kozmosun ele avuca sığmaz, tanrıcıl kozmonotları... İnsan kendisinin tanrısı değil mi, olacaktır kuşkunuz olmasın, o belki de bir yarıtanrı şimdi, inişin ve çıkışın varyantlarında kayboluyor henüz, tıpkı tanrısı gibi, tanrım bu bir hataydı diyebilir şu an, ama gelecek onundur, onun olmalıdır ve bu umut sönmeyecek, sönmemelidir. Görkemli bir ayrıcalığın, kendisini yok etme gücü olamaz... Bu bir yadsıma olur. Var olan bir şey yok olamaz; yok olan var olamaz, döngü bu... Umberto Eco'nun bu dünyadan ayrıldığını söylediler az önce, derinlikle, gerilimi, bilgi deniziyle, merakın dehşetini harmanlamayı düşünen bir dünyalıydı o ve dünyeviydi doğal olarak, şimdi gerçek bilinmeyen ve derinliğe ulaştı ama onu bilemeyecek, tıpkı bizim karşımızdaki bir tavşan ya da puma gibidir şimdi sessizliği... İçgüdülerinin buyruğuyla ya saldıracak ya geri dönecek ya da bakacak, sonsuzca... Bu kadarcık o, üç edimle sınırlı, işte insanın olağan dediğimiz -olağanüstülüğü- burada, Eco, dünyayı bir kitaba sığdırmaya çalıştı, dünya yeniden kurulsa ona bakılabilirdi. Borges'de buna benzer anekdotlar vardır, o ansiklopedist değildir ama, kısa film gibidir, bir fragman, dünya kurulacaksa bir önsöz yazmıştır, zeyl, ama önsözün olmadığı bir kitabın ne olduğu anlaşılamaz, Borges formüller gibidir, her şey değildir ama bir yansılamadır, aynadır, büyük gerçekliğin kılcal damarları... Onun damarlarında gezen, bütün dünyayı dolaşmak zahmetinden kurtulur, öyle özgün ve çarpıcıdır ki benzeri tüm şeyler başımıza geldiğinde ve büyük gerçekle karşılaştığımızda Borges'in anlatıları bu dünyanın bir masalı gibi işlev görür artık, bir meseldir o, kıssadır ve minik manik bir evrenin iç bükey aynasına yansıyan mikro-fonik bir görüntüdür, 'Bir keresinde Mars'ı, şöyle uzaktan bir görebildim' derken yazınsal amacının ipuçlarını verir. Varlığımızın bir dehşet ama sürüp gitmesinin şaşırtıcı bir mutlan olduğunu söyler. Konuyu sürdürelim, sonunda sözü edilmek istenene gelebildik. Marquez, gerçekliğin acı ve gülünç yanlarını metaforize ederken, hafif bir aşk şarkısı söyler gibidir, zorlar ama sınıra varmaz, basittir ama yavanlığa düşmez, dünyanın birebir gerçekliğidir onun ki, düşsel veya gerçeküstü bir anlatıma başvurması onu gerçekçi olmaktan uzaklaştırmaz, Emir Kusturica onun sinemadaki karşılığıdır, Goran Bregoviç de doğallıkla müzikalitesi, öyleyse dünyanın bir yerinde bir şey gerçekleşirken, öteki de hiç ayrımında olmadan aynı şeyin filmini çekiyor olabilir, müziğini yapabilir. Gerçekte dünyada gerçekçi olmayan hiç bir şey yoktur ve her yazılan -dönemin- zorunluluğudur, yazarın apayrı bir dünyası oluşundan kaynaklanmaz, bağışıksız, bağlantısız hiç bir şey yaratamayız, anlamı da olamaz ayrıca ama bu taklit, kopyalama ve boyun eğmeyle karıştırılmamalıdır. Octavio Paz, şair ve denemeci ağırlıkla, çevirinin oyunlarına gelmiyorsak, o bir felsefecidir ve bir Oz büyücüsü değil, söz büyücüsüdür. Yay ve Lir'i anlamak için kırk kere okumak gerekebilir. Felsefenin anlaşılmazlığının gerçek nedeni, geldim sözcüğünün bir olanaksızlığa evrilmesi, kavuşmanın bir olmazlığı içermesi ya da örneğin sevmek sözcüğünün bir acımasızlığı anlatıyor olmasıdır. Bu çarpanda bir felsefeyi anlayabilmek için onun dilini, dünyasını ve o dünyanın parametrelerini biliyor olmak, öğrenmek gerekir. Felsefe okuyan biri dil öğreniyordur gerçekte, bir ulusun dilini öğrenmek gerçekte çaba ister, düz bir uğraşımdır ve yorucu da olabilir ama Spinoza'nın dilini öğrenmek, dünyanın tüm dillerini öğrenmekten daha zor ve kavranılmazdır, yalnızca bir kişinin konuştuğu, eğip büktüğü, anlam yüklediği, semantiğini bozup, diyalektini hiç olmadığı kadar sentetik, görsel ve kendibeslek bir saydamlıkla görünmez kıldığı bir dili anlamak için en az Spinoza kadar o tözün, algı kapılarının, kavramlaştırmanın içrek yapısını anlıyor, seziyor, içselleştirebiliyor olmak gerekir, olanaksızdır belki, ama o dilin neliğini kavrayan en az Spinoza kadar başka bir dili öğrenmiş, okuyabilmiş ve belki de yaratabilmiş ya da yaratabilecektir artık. Felsefe bir dildir ve her kişide biricikliğini koruyan tuhaf bir anlam denizidir. Yaşar Kemal ortadoğu kültürünün, feodal, bir tür derebeylik ve taş toprak uygarlığının evrilme ve geçiş aşamalarında, onu toprağında var eden ağıtsı, destansı ve tanrısal bir dille dengbejliğini yapan kalemşorudur. O hep aynı romanı yazmış, hep aynı dili kullanmıştır. Evrenseldir ama, yerelin bir parçasını evrenselleştirebildiği için!.. Evrensel olma garip, çelişik bir konudur, yerel bir olayı evrensel, özgün, etkin, kuşatıcı bir anlatımla dile getirebilmek bunun yöntemlerinden birisidir, bir diğeri hepimiz için var olabilen, yaşanası bir olaylar dizisini anlatmaktır, bu kendiliğinden evrenseldir doğallıkla, her yerde başımıza gelebilecek bir drama, bir epizot, ama bunun anlatımı güdük ve sıradansa -bunu sezgilerimizle anlayabiliriz ancak- tartışılması boşunadır, bu yazımın evrensel olmadığı açığa çıkmış olur, evrensel olmak konuyla, anlatımla, biçim ve biçemle -üslupla- olabilir, bunu karıştırırız çoğunlukla, pek çok yazın erini abartırız, kale kapıları onları bizden ayırır, doğal bir saygı besleriz onlara, emek ve üretim, varsıl bir dünya ve düş gezginleri bazen tapılası katmanlara yükselebilirler, yaşam böyledir, yalnızca onlar için geçerli değil bu, anne ve baba bile bir tapınağın varisleri olabiliyordur kimi zaman, bez bebeğimizin tabu olması gülünç olmaz, çünkü onunla paylaşılan anılarımızdır tabu olan!.. Nazım'ın diliyse büyüleyicidir, senfonik ve Kuranidir. Anlattıkları Spartaküs'den bu yana yinelenen şeyler, ulaşıldıkça ulaşılmaz olan, onun böyle bir dizesi vardır. İnsan türü zamanda ilerledikçe öğretilere saygısını gözden geçirebilen bir yaratık, belki çok daha korkunç bağlanımlara da dönüşebilir bunlar tabi, deneyimli insanlar, papalar dediğimiz işte budur, deneyim ve birikim; eylemde bunların sonuçları bize bir şey kazandırmadı bugüne dek, öyleyse yaş, yani geçen zaman bir kavramdır yalnızca, zaman soyuttur, bilgi görecelidir ve doğallıkla her tür insanın bilgisi değerli olabilir, olabilmelidir. Kim olursa olsun. Çabanın alanına giren, bilginin denizinde kolan vuran herkes söz sahibi olabilmelidir ve söz hakkını kullanabilmelidir. Gelecekte Nazım'ın yalnızca söylemi belleğimizde kalacak, üslubu, Homeros gibi, İlyada gibi, Truva savaşının olduğuna dair bir kanıt yoktur, bir söylencedir o, ama halkın ya da ozanın dilinde bir büyüye ve trajik bir söyleme, ruhani bir haykırışa kavuşan her söz dizimi, insanlığın anı defterinde olağanüstü bir yapıt işlevi görecektir. Dolayısıyla Nazım'ı olağanüstü kılan, ezeli sorunlarımızı dile getiren ama söylemiyle yarıtanrıya dönüşen bir bakışın iyesi olabilmesidir. Onu dile getirdiği için değil, kendine özgü senfonik bir söylem yaratabildiği için Nazım'dır o... Hitit ve Mitanni çağlarında, Babil'de, Asur'da, Nazım'ın yapıtlarının birebir örneği vardır. Bu Nazım'ı değersiz kılmaz elbette, insanlık şarkılarını söyleyerek geleceğe doğru koşan bir fener alayıdır. Nazım onun dilidir, bundan büyük bir bahtiyarlık var mıdır... Son olarak Kafka, bu dünyanın umutsuz bir vaka olduğu savıyla ortaya çıkan, hatta bu uğurda ölen, dünyaya gelirken umutlarınızı dışarda bırakın diyen Pindaroslar, Epiktetoslar gibidir, onlar umudu önerebilirler ama bu umutsuzluklarından kaynaklanır, buna ilişkin sayısız meseller vardır antikitede, Kafka dünyaya bir olabilirlik, bir şaka gibi bakmadı, gerçekten ve yüzleşmekten tüm insanlığın kaçındığı, görmezden geldiği bir yaşamı, bir katlanılmazlığın tutsakları olduğumuzu hepimizin yüzüne vurdu, Kafka'nın dünyası gerçeğin ta kendisidir, sürgit katlanıyor insanlık, sonsuzca bir katlanış içinde... Bir çiçekle avunuyor, bir gülümsemeye değişiyor olan biteni, krematoryumu söndüren yağmuru kutsuyor ve unutuyor doğallıkla, ama her şey yerli yerinde kalıyor dünyada... Oysa Kafka insanlığın bugüne dek yapılandırdığı dünyanın, uygarlığımızın, canavarsı bir habitatın, hiçleyici, kişiyi, kişiliği ezici, yok edici, hayvanlaşan insanın gizli bunaltısında sürüp giden bir paranoyanın, toplumsal, cehennemi bir bunamanın Leviathan'ı olduğunu, organlaşan, sarsılmaz bir yapıya bürünen tüzenin görünmez kulelerinde, yaşamın gizli bir holacaustun, apokalips bir uzantısı ve ruhları yok edici, dehşetin, düşsel bir boğuntunun dolambaçlarında, labirentlerinde sürüp giden bir yazıklanmanın, inlemenin sürüleşme ve bitkinlikle Godot'yu bekleyen, ama onun kadar canlılık belirtisi bile gösteremeyen, Büyük Brother'i daha o zamanlardan benimsemiş, benimsemek zorunluluğu ve boyunduruğuyla prangasına vurulmuş, bir sanılar ve sanrılar, gözümüzün önünde uçup giden tüfler, tozanlar, yıldızcıklar dünyası olduğunu haykırarak ölmüştü. Kafka o kadar umutsuz ve insanlıktan beklentisi kalmamış biriydi ki hiç bir zaman hiç kimsenin yapamayacağı bir içsellikle, açıklıkla ve beklentisi olmayan bir küskünlükle, -argoda buna kin adını veriyorlar-, yaşadığı dünyanın katlanılmazlığını, tiksinti verici iç yapısını, demirden raylarını, organik biçimler verilmiş beton otlaklarını, çelikten kuleleri ve tapınaklarını, naylon çiçeklerin süslediği çiftlik ve şatolarını yazdı, yaşadığımız dünya insan için olamazdı, Leviathan içindi o, hepimizi deliliğin gizil edimlerine sürükleyen, Lennieleştiren, düşüncemizi, duygumuzu, benliğimizi ve sosyal varlıklar olduğumuzu acımasızca yadsıyıp, ruhlarımızı kemiren, soylarımızı -telkinle- ilaçla, buyrultuyla, çıkmazla, uyuşturuyla ortadan kaldırıp, Orwell'in, Hayvan Çiftliği'nde yaşayan birer kurbanlar bile olamadığımızı düşündüren ve onunda ötesinde ne yazık ki, onların bir hayvan bilincine bile sahip olamayacağını, artık cisimleşip, ruhsuzlaştıklarını, bir mezomortoya dönüşerek, taşlaştıklarını yazdı. Bazen öyle anların başımıza geldiğini, birebir yaşadığımızı hepimiz biliriz, sürgit olmayan bir şey süreklilik arz etmez mantığı bir yanılsamadır dünyamızda, otoritenin, bürokratizmin, fatura fetişizminin, paranova (yenipara) devletçiliğinin, kayıtsız, bir o kadar ehlileşmiş, kölecil varlıklarının acımasızlığında, ıssız koridorlarında yiter gideriz, boyunlara asılı emir komuta zincirlerinin, mukavva madalyaları, sırayla iliştirilmiş, berkitilmiş kimlik kartlarının cansız salınışında merdivenlerde döner durur, loş ışıkta karanlık siluetlerin, birbirinin aynı odalara açılan sayısız kapıların boşluklarında katlar iner, katlar çıkar ve sivri kuleleri bulutlara değen labirentlerin, çıkmazlarından, dolambaçlarından; bin bir boğuntuyla yeryüzüne, dünyaya can havliyle çıktığımızda, niçin geldiğimizi, neler olup bittiğini anımsayamayız bile ve yeryüzünü tanıyamayız artık, bilinç bulanıklığı, afazi ve Amok koşucusu olmaklığın idiotluğunda, benliğimizin yok olmuşluğunda, canımızı kurtarmanın şaşkınlığını bile yaşayamayıp, bulutlar bambaşka, evler hücre, güneş acımasız bir ateş topu ve dağlar hiç bir yere kaçamayacağımız sınırlar gibi gelir artık bize... Tanrının bile umarsız, minicik bir totem olduğunu düşünürüz neredeyse, bildiğimiz dünyanın ardında dönen dünyaları, olan bitenleri bir daha görmek istemeyiz, gene de öncesiz ve sonrasız, bitkin ve yaşlı ve umarsızlıkla tanrımız olmuş, sonsuz boşluğa yalvarırız, ne olur onlarla bizi bir daha karşılaştırma, şurada ot yiyeyim ben, şurada yelelerimdeki böceği ayıklayayım, şurada yağmur duasına çıkayım, şurada çocuklarla körebe oynayayım. Ne yazık ki... Üzülme dünya böyledir diye biri karşıma çıkıp dehşetle sarılsaydı bana, o kişiden hiç ayrılmazdım inanın. Bakışlarımızın gerçekliğini, hangi baskın dünyaların içinde olduğumuzu mutlaklıkla bilebilseydik, ne Kafka olurdu, ne de Bach!.. Sonuçta; söz, edebiyat, literatür yani yazın hurafedir dedik. Tamamen uydurma ve gerçek dışı inançlara hurafe diyoruz. Hurafe salt bu biçimde sınırlanamaz, o düşlerden, anlak dışı görü ve yapılanmalardan, sözün varyantlarından üreyen masaldır. Tüm dünyamız gibi desek ne çıkar!.. Boşlukta yitip gidersek bir hurafe olmayacak mıyız, yıldızlardan yıldızlara koşarsak hurafelerimizle yaşamayacak mıyız. Onlara sarılmayı sürdüreceğiz, onlarla gülüp eğleneceğiz, yaşamın tadına varabilmek için hurafelere gereksinimimiz var, ister tanrıyı ellerimizle tutmuş olalım, ister düşlerimizi gerçekliğe çevirebilen makineler yapalım, ister ikizlerimizi dünyada bırakarak başka dünyalara gidelim, hurafeler bizi ayakta tutar. Bilim sağaltır -tedavi eder-, teknoloji olanaksız dediklerimizi ayaklarımızın altına serer. Her şey o kadar şaşılası, güzel ve us dışıdır ki gerçekte... Gerçekte 'gerçeği' anlayabilmek için bir anı, minicik bir zamanı bile ayırabilseydik, tanrıların değil insanlığın önünde diz çökerdik. Bilinmeyenin tutsağı olmaz, bilgi denizlerine sevdalanırdık, arayışın gizemi ve coşkusu elbette bizi uçurumlara, dağların doruklarına, adaların volkanlarına, evrenin o hiç bir zaman kavrayamayacağımız zamanlarına götürecektir ama neden insanlığın karşısında insan duruyor... Neden!.. Oysa hurafelerde, masallarımızda en sık geçen, en büyük, en yüce övgüler, sevgiler neyi yineler, neyi imler... Yaşamak gibisi var mı!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder