4 Şubat 2017 Cumartesi

LORTOP / 5. BÖLÜM

45
Ovada dolaşırken, kuyulardan su içiyorum. Bazen kuyuların başında, sanki benden çok önce gelmiş gibi duran, Nişaburlu yolcular var!.. Erbil'den Revandiz'e gideceklermiş gibide yorgun bakıyorlar. Sanki kum fırtınasına yakalanmışlar da, zamanın dışına düşmüşler ya da başka bir zaman diliminin içinde yüzüyormuş da, kendilerinden geçmiş gibi, sessiz bir tansıma içindeler. Oysa hepsi bizim köyden ve göz gözede olsa tanışıklığımız var. Öyle eskil bakıyorlar ki, üşenmeseler içlerinden biri, belki de benim çocuk yaşıma bakıp, gündüz gözüyle korkutmak için, bana bak; Ben son Ardzırunî kralı Seneker'im diyecek... Yanlarından sessizce ve çekinerek, baştan beri duran ovaya bakıyor ve çekip gidiyorum. Köy öyle uzakta ki... Oysa akşam olmak üzere, lambaların fitillerini temizleyen köylüler, onlara yağ doldurup, haneyleri aydınlatacak ve az sonra yarasa kanatlı gecede, inler cinler dolduracak ortalığı... Kasaturalar bilenecek, görkül karabasanlarda çığlıklar atılacak ve yarı uykularda, doğmadım, doğurmadım, köksüzüm ben ve işte kanatlarım ama yeryüzünden hiç bir zaman ayrılmadım diyen kuyruklu iblisler aşacak eşikleri yavaşça ve yüklüklerde, kapı arkalarında ve sonsuzluğa göçmüş gibi duran köylülerin, yorgun yataklarında, arşınlayıp duracak, her gece sayıklayan yüzleri... Topal Halit gene bir resital verdi dibek başında, atıp tuttu, bütün gençler onu dinliyor, neler mi dedi, ben onun yalancısıyım. Satürn öyle hafiftir ki, suya koysan yüzerdi, Venüs'te güneş batıdan doğar, çünkü dönüşü tersinir tek gezegendir, ölümsüzlük, sonsuzluk ya da yaşam, tek bir formun içinde sürüp gidendir, pelvis petrikor kokusu saçar, çünkü oraya arada bir yağmur yağar, insanoğlu sanatta hala çıplaklığa sığınır ve sanat köpekliktir çağımızda, kadında bir meta, batıda sanat skolastik animalizmden kurtulabilmiş değildir, batıl bir fetişizmdir bu, şarlo'tan zamanlar, turuncu bir hayvan gibi, bizi çılgına çevirebilir, oysa sanat bu mudur, bu ahır kapitalizmine övgüdür ne yazık ki ve Sartre bile ikiyüzlüdür artık. Sanat denenmemiş olan sayılmalıdır oysa, içgüdülerimizin baştan çıkarılması, pagan fetişizmden artakalan duygularımız yönlendirir sanatı, hala bir moron yığınıyız biz ve maseratili her fahişe, etkileyebilir bizi... Kesif bir dumanın içinden bakarsanız, güneş mavi gözükür, sanatta böyledir, bir moda ya da algı, Felliniyen şeyler gibi, şöyle düşünelim, Althusser, çeşitli suçlardan hapse girmiş ve tacizden yargılanmış biriydi, yine de evlenmeyi başardı. Karısı onun iflah olacağını sanıyordu, doğmuş her insan gibi bir kimlik arayışında olan bu sapkın, karısının inat ve çabası ve sık sık verilen göz dağı uyarınca, düzenli bir yaşama kavuştu, bir aile reisi gibi görünüyordu artık ve ne yazık ki boyundan büyük mugalatalarla avunan bir katil olmaya doğru ilerliyordu. O gün beklenenden çabuk geldi, saldırı ve sapkınlığa alışmış ruh, karısının vicdani öğretileri sonucu, ehlileşmiş görünüyordu ama onun içindeki şeytan bir gece yarısı aniden parladı, karısı onunla yarım saati aşkın boğuştu ve bir süre sonra yazık ki, boğazlanmış bir tavuk gibi gerilen ayakları, son bir defa uzandı yatağa... Althusser'in karısını boğduktan sonra ilişki kurduğunu Fransız basını yazamadı. Haklıydılar, onu mu, Baudelaire gibi bir genelev kuşunu mu, Sartre gibi bir ödülün parasını iç edip, heykelciğini reddeden, bir sahte kahramanı mı yazsınlardı, hangisini, söylemesi güç, olanaksız gibi ama, biliniyor ki, bütün bokların rengi aynıdır şu dünyada... Sanat bu mu olmalıdır sizce, yanlışlığı kanıtlanana kadar doğrunun tahtına oturan yalanlar dizisi, evet her şey bir algı oyunudur günümüzde, illüzyonun illüzyonu... Sürdürelim, Shakespeare, Globe'un süpürgecisiydi ve iki oyuncuya mobbing uygulamadan suçlandı. Oyunları Yunan tragedya sanatından aşırma olup, gerçekte anonimdir. O kültür hegemonyası uğruna kullanılmak için birebir bir figürdü, uygun taşıyıcı, bir donör, gerçekte karısının ölümüne neden olmakla suçlanan bir poligamdı. Bu nedenle ismi bu alışkanlığından mülhem 'Sallananmızrak' anlamına gelir, bu gerçekte bir mahlastır ama, gerçek ismi William Stanford'du. O karmakarışık bir insandı, yalnızca pedofil olduğuna ilişkin bir sav ileri sürülmedi yaşamında, her tür dedikodu türetilmiştir yaşamında. İşte görüyorsunuz, herkes için öyküler uydurabilir sanat ve bundandır okyanusta yüzen ilkel bir saldır o, hangi limana sığınacağı da meçhuldür ve sürgit onun bir saray olduğuna ilişkin illüzyonlar üretilir... Gelelim, Baudelaire'e, o bir dişçiydi gerçekte, dentist ve o da bir kadın düşkünüydü, sonunda karısı terk etmişti, bir kadın, kuşkulu dahi olsa 'bir kadın' sözcüğünden asla hoşlanmaz, iki çocuğu sefaletten yetiştirme yurtlarında büyüdü ve bu şakıyan kuş dilini, babaları bilmekten mahrum oldular. Her işsiz gibi şiir yazmaya erken başlamıştı bu fularlı derbeder, evvelce Paris genelevlerinin şöhretli bir müdavimiydi, kadınlar onu boyun bağından tanırdı, kırmızı, seks düşkünlüğünü ima eden boyun atkısı. Bu adam gerçekte, kültür emperyalizminin dayattığı bir mani tüccarıydı, sayısız dörtlükler yazdı, ama şiirinin bir önemi yoktu, çünkü yerelden evrensele giderken, yerellikten kurtulamıyordu, aksini söyleyen bizim Frankofiller, onu doğuya, ülkelerine angaje edip, bir matah gibi abartarak ismini resme çevirmişlerdir. Görsel tinselliğin, bir türlü geçmeyen saltanatı... Ama bütün suç bu trubadur niteliğindeki mukallidin göklere çıkarılması değildi, asıl sorun bizim Frenk incirlerinin böyle bir olaya öncülük etmesidir. Bugün şairlerimizin büyük bir bölümü, Fransız şiirine iman eden nekrofillerdir, halada öyledir, sanat bir olaya nasıl yaklaşırsan o algıyı üreten bir yanıt, yankıdır ve basın neyi öngörüyorsa gerçeklikte odur... Konuyu yayarak ilerleyelim, tütün anti lükstür değil mi, dilersen alırsın, zorunlu bir gıda değildir ama kitap öyle mi, kitap yaratanın lütfu olup, zaruri ve insan olma yolunda, zorunlu bir kılavuzdur. Durgun seyreden ülkelerde, basın ve yayın uzaktan kumanda edilen bir kurumdur, batı kültürüne biat eden monkeyler, soyunun işbirlikçileridir, bu ülkede bir çıkar, eğreti bir çıkarsama olmadan basılan kitap, özgür bir yayıncı yoktur, bunlar kültürün gelişmesine değil, bir kültürün boyunduruğuna girmek için, avamla iletişim kuran gladyatörlerdir, buna ilişkin söylentilerde çoktur, içler acısı dedikodular, yayın sahiplerinin adına üretilen erojen, heterojen öyküler vardır. Kimsenin ne yaptığı kimseyi ilgilendirmez bidayette, ama rüşvet, istismar, kayırma, nepotizm, baskı ve iltimas suçtur gerçekte... Bugün basılan kitapların pek çoğu avrobesk kültür ve yazarlarının, halkımızı çokça ilgilendirmeyen, afyon tadında, post modern salvolarıdır, yayıncılar, ülke yazarlarına Karın Deşen Jack gibi davranırlar ve ama batının genelev sosyolojisini anlatan, sıradan bir yazarını yere göğe sığdıramazlar, bu bir tür mazohizmdir ve celladına bağımlılıktır ayı zamanda, yayıncılıkla değil, olsa olsa yaygaracı bir komplikasyonla ilgili bir eylemdir bu, karmaşık bir ruh hali ve manipülatif tavır. Halkın bu anlayıştan kurtulması gerekir, monopol ve tek yanlı bir anlayışın yeknesak bir türevidir, bugünkü ekin dünyası... Görüyorsunuz düşünsel üreti ve sanat, örneklemelerde görüleceği üzere, her tür gerçekliğe, çarpıtmaya ve yalana açıktır. Ok iki yönlüdür ama ve kesenkes böyledir bu.. O zaman şunu ileri sürebiliriz, biz birilerinin görüşlerinin dikte edildiği bir fanusun içindeyiz, sanat sorgulanmalı ve bu keyfi, hegemonik yapı kırılmalıdır ve sanat tüm kutuplara ve ayrışmalara olanak tanımalıdır. Ben o zaman, ne demek istediğini anlamamıştım Topal Halit'in, çok hevesli ve egosantrik biriydi o, kendine özgü sanrılar üretirdi, bugün onun görüşlerinden ötedeyim, sanat bence kurulu düzenin sürmesine yarar, göz alıcı tropikal bir kuş ve Che gibi efsanelerin bile dönüştürüldüğü bir çarkın, sözde karşıt iki maskesidir, maskenin maskesi... Topal Halit, tersinir örneklerle de olsa, verili düzen ne üretip, ne yansıtıyorsa, algımızda odur demek istiyordu sanırım. Başka bir deyişle, gerçeklerde görecelidir diyordu... Sanat onun için alelade ama gösterişli bir şeydi, eylemleri göz alıcı, us kıran ama sonuçları, güdük ve yineleyici bir tansık!..

46
İsabey, Mahmutgazi, Yazır... Biri sözde kasaba, diğer ikisi köy. Mahmutgazi bana hep daha içe kapanık, ama kendi içinde daha sosyal, hatta sosyetik ve estetik gelmiştir ve nüfusu daha az ama daha bakımlı, birbirine bağlı... Orada cesaretiniz kırılır. Yazır ise bana, daha yoksul, daha dağcıl ve elim gelmiştir. Sözün sonu sizdedir ve onların yoksulluğu, son sözü dışardan gelen sizlere, konuşana verirler. Garip şeyler. Orada öyle yoksulluk vardır ki, insanlar yaşıyor olmayı, kendileri için neredeyse, en büyük gelişme sayarlar. Bu günde aç değiliz, bu günde güneşi devirmeyi başardık, bugünde yamaçlardan, Baklan ovasına bakıp durduk, bakıp durduk ıssızlığa... Hiç kimse, hiç bir şey engel olamadı. Şükran. İşte hasır yataklı Yazır'ın bütün bir yıl boyunca, dünya ile tek bağlantısı, şaşılasıdır ama 'Deve Güreşleri'dir. Çocuklarla kuru dere yataklarından, servilerin gizlendiği, mantarlarla, kozalaklarla, kuş yumurtalarıyla, bir yurtluk oluşturmuş, yavru çamların süslediği koruluklardan geçmiştik. Yamaçlardan hoplaya zıplaya, panayıra ulaştık ve olağanüstü irilikteki develer, dev gibi adımların, zapt etmeye çalıştığı atların, katırların arasında, bir düş gibi akşamı ediyorken, olan oldu ve güreşirken iki deve boşandı güreş alanından, izleyicilerin arasına daldı. Olay elbette yatışmıştır ama biz tarih öncesi canavarlar gibi ağzı köpüklü develerden kurtulmak için, ürettiğimiz söylenceyle kaç saat koşturduk ve kaçıp gittik oralardan bilemiyorum. Korkudan korkmak diye buna derler. Birazda biz develere masalsı bir hava vermiştik belki de, şöylelermiş, böylelermiş gibicesine... O koruluklar, kuru dere yatakları, yolunu kaybetmiş insanların, bilinçsizce koşturduğu, bilinmeyen topraklar gibi gelmişti bize... Develer aklımızı başımızdan almıştı.

47
Lortop'un eşlenik, dört fenil bacağından biri, maskeli, benekli bir çubuk gibi, koşarken öne atılıyor. Lortop hemcinslerine göre küçük sayılır, koşarken tatlı bir yalpalama gözlenmesi, an meselesi... Akşamın yarı karanlık penumbrasında, sırtı yere yakın, tuhaf bir hayaletin, yılansı, kavis biçiminde hırlayıp kıvrılıyor oluşu, sonra ağzından sanki bir şeyler püskürerek, avlunun içlerinde aniden kayboluşu, tuhaf bir şeylerin olacağını öngören belirtiler... Lortop, kuluçkaya yatmış tavukları ürkütüyor, horozlar kadife kırmızısı boyunlarına, çıldırtıcı renklerle dolu kuyruklarına toz kondurmadan koşmaya, kaçmaya çalışıyor. O avlunun efendisi olarak, çevreyi kolaçan ettikten sonra, yerevlerin altından kovuğuna giriyor. Lortop'un çehresi o an değişiyor, sakinleşip, sölpüleşiyor ve dipteki çömleğin kırık dökük taşları arasına kıvrılıyor. Gece karanlığı yaklaşıyor iştahayla... Çöküyor ve bazı ağaçlar, yapraklarının gölgesinde, yapılan konuşmaları anımsıyorlar ve Lortop benim kendisini düşündüğümü düşlediğinde, uyuduğum odada gözlerimin önünden geçiyor ve biliyorum ki şu an aşağıda, bende onun gözlerinin önünden öylece geçip gidiyorum Sevgi belki de bu...

48
Kerma'da dut ağaçlarının dibinde sanki uyukluyorum. Sarı bir çiçek, altınlar saçarak büyüyor. Islak bir ıssızlık, sabahın gözlerinde. İnsanlar atların, develerin üzerinde, şangırdayan eşyalarıyla çöle doğru gidiyorlar. Lortop'da sessiz uzaklara dalmış... Kirpiklerinin arasından tuhaf biçimler süzülüyor gökyüzüne... Devasa bir köpek, başı giderek büyüyerek yaklaşıyor. Tam görünüm, tüm gökyüzünü kapladığı anda, Lortop'un havlamasıyla uyanıyorum. Geçmişte miyim ben, gelecekte miyim bilemiyorum...

49
Gecenin yarısı... Köyde kimin saati var ki... Belki yalnızca onun. Sarı Hıslon, esnek kayışlı ve göz alıcı. O da biliyor bunu. Kol saati yalnızca onda olduğu için, harımların üzerinden atlayarak, sessizce Kaçarlar'ın evine doğru süzülüyor. Kandillerin ölgün ışığında, gelinlerin soyunmaları... Kaç kez yakalanmış, kaç kez uyarılmış, kaç kez kamaların, bıçakların parıltısından, göz alan çengisinden, bu son kurtuluşundur denilmiş kendisine... Ama saat on ikiyi vurup, ay ışığında altın kadranı parlayınca, gümüş kordon gözünü alınca, bir de o kışkırtıcı, tuhaf tik taklar duyulunca, gecenin ıssızlığında, gong alarmı verince... İşte Kokis Cafer saatinin bu oyunlarına aldanıyor, saatin alarmı, onu gece yarısının kösnül duygularına karşı dayanılmaz bir iç güdüyle kuşatıyor, örenlere doğru, genlerinden gelen, dayanılmaz dürtüler, yakıcı istekler, kırmızı alevler gibi yaklaşıyor, alçak setleri aşıp, taşlıklardan sessizce süzülerek, gelinlerin entarilerini çıkarışını, erbilerini başlarından çekip alışını, şalvarlarını sağa sola atışını izliyor. Hayaları onu öyle sürüklüyor ki, kandillerin beneklediği pencerelere, başı dönüyor, aklı başından gidiyor ve şeytan dizginleri ele alıyor, dörtnala gidiyor artık, arzunun karanlık nesnesine... İşte karanlıkta, aysız gecede, kahveden çıktı bile... Onun bu alışkanlığını, canının celladı olacak tutkusunu bilmeyen yok. Bu kaçıncı yineleyiş... Belki de az sonra geceyi bile titretecek çığlıklar, ayın zarif ışığının köreltisinde, bıçakların gölgelerde, ölümcül kılıçlara dönüşmesi ve yorgun dünyalarında günahsızca mırıldanan, titreşen dudakların, bu gölgelerden süzülen, Kokis Cafer'dir diye sayıklamaları bile, bu ölümün son bir kez ertelenmesini önleyemeyecek. Kokis Cafer sıradan yaşamında gelinleri gözetleyerek, kösnül bir arzunun pençesinde, ölmeyi ve öldürülmeyi, olağanüstü çekici buluyor, bunun hazzıyla yanıp tutuşuyordu. En doyumsuz orgazmın ölürken, öldürülürken yaşanacağını biliyordu.

50
Mırmır Amat, bir eli ayağı yarı felçli, konuşması tutuk, avlu içlerini dolaşır, inciler, boncuklar satardı. Bir sepeti vardı, ama en önemlisi başındaki fötrdü. Ona bir farklılık kazandırırdı. Köşe başından dönerek avlu içlerine girer, mırıldanan bir sesle satacaklarını sayıp dökerdi. Kadınlara hitap ederdi hep. İğneler, iplikler, boncuklar, düğmeler, tentene, terzilik şeyler ve üste başa alınabilecek ne varsa, o küçük sepetindeydi. Bizlerde merakla sepete bakar, annemiz belki bir nazar boncuğu alır ya da iğnelikle yakamıza iliştirilecek bir armağan verir diye bekleşirdik. Mırmır Amat ise yarı felçli bedenini, ayaklarını sürüye sürüye, avlu içlerinden avlu içine geçer, mırıldana mırıldana tüm köyü dolaşırdı. O bir merak abidesiydi gerçekte... Şimdi aradan kırk yıl geçse de, onu fötrlü, iri yarı, felçli, yavaş hareketlerle yürüyerek, sanki ayakkabısının tabanına basmışta zor yürüyormuş ya da yürüyemiyormuş gibi anımsıyorum. Ölmüştür sanırım. Köylülerden biri öldü mü, Kanberra'da bile saklansanız haberini size ulaştırırlar. O ölmüştür, güneşin batması gibi giderek küçük bir parçası görünüyor artık, önemsiz bir habere dönüşüyor olabilir artık, Ama ben haberini aldığımı anımsamıyorum, Öleli öyle çok olmuştur ki belki de, aramızdan ayrılalı öyle çok olmuştur. Kim bilir belki de ben oralardan uzaklaşmadan ölüp gitmiştir... Yattığın yer cennet mekan olsun Mırıl Amat...

51
Biliyor musun Lortop, Gönül'ü seviyorum. Ama uzaktan, platonik. Bavyera halk komedisi biçiminde bir fars gibi. Onu görünce, dilim tutuluyor, kalbim duracak gibi oluyor, ayaklarım kendinden kopuyor ve bilinçsizce yürüyorum. Düşüncem dağılıyor, anlağım zayıflıyor, söylenenleri duymuyor, anlayamıyorum Lortop. O bunu biliyor mu, onu da bilemiyorum. Belki sezinliyordur ama, onu görünce benim gibi, davranışları, tutumu değişen, hareketleri şaşalayan kim bilir kaç sabah rüzgarı vardır bu köyde... Oda beni seviyordur diyebilir miyim, kolay mı sevgiyi açık açık dile getirmek bu köyde. O benim sevdiğimi bilse de, belki oda beni seviyor olsa da Lortop, bu aşkın dile gelip gönüllerde açık açık yaşanması olanaksız. Onu görmek için, akşam eve dönerken, çay yolundan sekerek yolu uzatıyorum, her seferinde susa yolunun önünden, servilerin dibindeki o güzel evin yanından geçerken, yaşam duruyor benim için ama yıllar var ki onu göremiyorum Lortop, Ne garip bir aşk bu. Yoksa kendi kendime bir düş alemi yaratmışımda, onunla bu sevinin acısını sevincini mi yaşıyorum,. yıllar geçiyor.... Lortop, yaşamımda özlemini duyduğum tek şey, hala Gönül'e olan ulaşılmazlığın üzüncüyle dolu anılar, gündüz gözüyle gördüğüm düşlerdir. Ve benimle ölecek olan bir aşkın acısını, kırk yıldır çekiyorum Lortop, Çekeceğim de ölene dek...

52
Akça armut ağacı öyle çiçek açmış ki, şu bahar havasında, beyaz bir bulut, sanki gelinlik gibi gelip ağaca konmuş, tanrı sözlerinden bir ayet!.. Bir gelin tacı gibi parlıyor ve tüm ağacı bürüyen, bir kutsallık yayılıyor havaya ve arı mırıltıları kutsal bir armoni gibi yayılıyor havadan... Yaklaşıyorsun, çok hafif, tanrının varlığından sezinlenir bir esin gibi, burun kanatçıklarına çarpan, varla yok arası bir koku. Bir buhur... Tanrı da böyle değil mi... Bir duyumsayış ama çiçekte böyle bir şey işte, var ya da yok gibi bir izlenim, bir esriyen koku. Var gibi ama yok, yok gibi ama var... Lortop onun dibinde, arılarla, kelebeklerle, uçuşan böceklerle öylesine tatlı bir oynayış, öylesine mutçul bir oyalanma içindeki, inanın oda tanrısal ve işte o da varla yok arası... Ah, Lortop kiminle oynuyor görünmüyor ki, kimin için zıplıyor, kimle oyalanıyor, bir şey görünmüyor ki... Sanki orada bir şey yok, hiç bir şey yok... Ama kulak verdiğinizde, derinden derine bir vızıltı duyuluyor, giderek yaklaşıp, uzaklaşan bir şey, ama ne, belki de bilemiyorum ki, kim bilir... Vzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz zzzzzzzzz zzzzzzzzzzzzzzzzzzzz... İlahi varlığın ilettiğini çözebilen, görebilen var mı... Burada çırpınan bir kelebeğin kanatları, mutlulukla havalanan, dönüp dolaşan kelebeğin kanatları, belki de Californiya'da bir fırtınaya, göklerden boşalan bir yağmura neden oluyordur ama işte kanat sesi duyulmuyor ama işte anlaşılmıyor ama o çiçeklere konuyor, kalkıyor, konuyor, kalkıyor, konuyor... Yapraklara sürtünüyor, dokunaçlarıyla oynuyor, çarpıyor, çırpınıyor, titriyor, yükseliyor, alçalıyor, durmuyor... Niçin... Ama görünmüyor, ama duyulmuyor, ama anlaşılmıyor, hiçbir şey anlaşılmıyor. Akşam oluyor... Çiçekler gözden kayboluyor. Ağaçlar tanrısal bir hayalete dönüşüyor. Kelebekler yok oluyor. Anlamlar değişiyor. Hiç bir şey anlaşılmıyor. Dağlarda dev adımlarla devler yürüyor. Ovalarda kıpırtılar, yeşil birer nokta gibi ışıklar, yürüyen druitler, minicik kıldırkıçlar!.. Gölgeler, bulutlar devinip devrilirken, güneş yavaşça batıyor işte... Yaşam da varla yok arası... Bir yerde okumuştum, taç yapraklarında tanrının kutsal ayetlerinin yazdığı bir gül ağacı varmış, ona benzer bir gül var şuada, neler yazıyor acaba yaprağında.... Ona deki, bunlar ahir zaman alışkanlığı, unuttuğumuz kitapların sayısı, okuduklarımızın kat be katı, ne okuyorsun ey ruh, onu söyle, ders kitaplarıyla geçti zamanlar, saflık dolu bir dünyanın esiri oldum, kitap köleler yaratır, yıldızları da, görsel okumalarda vardır, doğa, elektronik dünya, ne oluyor, sınırlı sorumlu dünyalarının içinde, denekler, kobaylar üretiliyor, ediliyor, şu şanı dağı taşı aşan, ölümlü yazarın kitabını okuyan aydın olacaksa, Gazali'yi, Turabi'yi okuyan günahkar mı olacak, batı , şu batıl olan okudu, iki dünya savaşına imza atan tanrı yavrucağı oldular, üçüncü savaş kapıda, okumak bir cinayette yol açabilir, cennetin yoluna çıkabilir, cehennemi aralayabilir, düşüncesi şiddetten arınmayan mahlukat, Saksonlar çağdaş, Ruslar kutupçul, Türkmenler barbar gibi kategorilerle oyalanan bir kitledir, moronizm bir kültürdür, oysa insanlığın lokomotifi, cinayet ve soykırımla ilerleyen bir zamanın tekerleğidir, öncü kim batıl olan batı, okuyan batı, buda kategorize ama dünyasını şiddete dönüştüren bir varlık kuşağı olmakla, aydınlanma adı altında ölümler tasarlayan bir robotik yapı değil mi bu, batının oku dediğini okuyan bir homoid olabilir, sayrılı, nüzüllü bir anatomi, çekincesiz bir anomali, onlar böyle bir manipülasyon yolunu seçmişler, elinize İncil verip, sonrada kunta kinte üretiyorlar, Elizabeth'in çocukları, Hellespont'tan geçiyor mu bir bakın, altın postun peşindeki argonotlar sık geçiyor oradan, onların Shakespeare'i, ,Globe'un süpürgecisiydi, mobbingden yargılanmıştı adının anlamı ne, 'Sallananmızrak' düş gücünüze uygun bir isim değil mi, bu ne kadar okusanız gene de içgüdülerinizden kurtulamayacaksınız anlamına gelebilir, zorlamayla kitap okuyan yaratık, o sofrayı kirletmeden duramaz, Führer, Bonapartizm, ve doğuya uygarlık götürdü diye vahşiliği süslenip püslenen İskender hepsi birer anomaliydi, okumanın boynuz çıkarmaya yaradığını anlamayan hangimiz, Aristo mu... İsa'yı çarmıha gerenler, İsa'dan çok okuyanlardı, şimdi sevinelim, çünkü İsa bize öğretilenler, hepimizi canımızdan etti, deccalin çocukları olduk diyerek, yeni bir dünya özlemiyle yanıp tutuşuyordu, bir ütobistti o... Okuyanlar, ey saflığı, bir masumiyeti çarmıha germekte, bir an bile tereddüt etmeyenler, onun çarmıhtan akan kanını, daha çok okuyanlara sundular!... Okumayın diyebiliyorum ben, aksi halde köle olabiliriz, düş evi akort edilerek, istenen tınıyı çıkarabilen ehlileşmiş bir yaratıklara da dönüşebiliriz, öyleyse birbirimize kibarca hoşt dememiz, gelişme sayılabilecek bir size semptom olabilir mi, evet diyorsunuz işte, öyleyse gidiyorum ben, okumam gereken bir şey var, tuvalette beni bekliyor, bu kötü alışkanlığımıza, yalnızca okumak eşlik edebiliyor, anlıyorsunuz değil mi, yeryüzü bilisiz Zapata'yla, ardında kitaplarla poz veren Francisco Madero arasında bir yarış, bir köşe kapmacadır, buda insanın birdir birci, körebeci bir yaratık olduğunun kanıtı, neden, çünkü sonuçta Maderolar, tahta çıkarlar, diğerleri uvertürdür bu dünyada, diyesim okuyanların cehenneme çevirdiği bir dünyanın, tanrılarla süslenmiş görselleriyiz biz!.. Kısacası insan, okusa da okumasa da -halihazırda- resmen bir iki ayaklıdır, bir çeşit hayvan, öyleyse Kafka'nın böceği bizden daha gelişmiş, çünkü soyuna yönelik bir girişimde bulunamaz böcekler, Elizabeth ve Sezar'a benzemezler, öyleyse eller havaya, yaşasın böceklik ve son sloganımızda şu olmalı; kitapları yakabilirsiniz, çünkü her güzel düşünce, sonunda karşı çıktığı şeyin yerini alır, yakın ve karşı çıkanları sırası gelince yok edin, şimdi anladınız mı, neden bir yinelemeyiz biz ve bugün ağaç diken bir köylü, dünyanın tüm okumuşlarına göre, daha insani bir tavır içindedir, hayır diyebilirsiniz tabi, bir vahşinin, bir cennet özlemcisini anladığı nerde görülmüş ki... Bu bir gülün taç yapraklarında görülebilecek bir yazı değil, bir ayet ha, bir şey söyleyecektim ama, tövbeliyim ben, bu bir sahtekarın işi, dahası içimizden biri bence!..

53
Kumrular dut dallarının ulaşılabilir ucuna, incecik çöplerden, kırılgan çubuklardan, öyle güzel bir yuva yapmışlar ki, içinde bekleşen minicik yavru, sanki saydam, alttan gözüküyor. Kumru yavrunun üzerine tüneyip onu ısıtıyor. Yuvası öyle narin ki, günden güne büyüyor o ve yuva giderek ona dar geliyor. Annesi de gelince hepten sığışamıyorlar. Annemi uzaklaşacak, yavru mu terk edecek bu dünyayı diyecekken, yavru bir gün uçuverdi, ilerdeki dallarda saatlerce bekleşti ve uzaktaki çıtlıklara doğru yöneldi sonra, ikinci kez uçmuştu. Bütün gün kedilerin onu yakalayacağını düşündüm ve o akşamı çıtlıkta geçirdi... Sabah baktığımda yandaki nar ağacında duruyordu, yere yakın bir dalda, güneş havayı ısıttığında yine uçtu ve bu onu son görüşüm oldu, hoşça kal Alyoşa, çabuk döneceğim, yaşam dağıttığımız umutların, çarpanlarından elde ettiğimiz elem dolu çıkarımlardır nede olsa!.. Aman ne garip, annesi de o narin yuvaya artık uğramıyor. Bir format mı bu... Yavruları olsun diye iki kumrucuk bu yuvayı yapmıştı, büyüdüler ve ikiydiler başlangıçta, önceleri... Birine ne oldu hiç bilmiyorum, sonuçta hepsi yuvayı terk edip gitti, bir bakış ve bir özlemin hiçlikleri kaldı geride, her zamanki gibi... Kuşların yuvaları bir dünya ama insanın yuvası öyle mi... Savaşlar bile yuvalar yüzünden çıkıyor değil mi, yuvaların yerleri, paylaşımları, savaşları, ağaçkakanla, çullukların savaşı, serçelerin yuvasına yumurtlayan guguk kuşları ve minicik kuşların beslemeyi insanlık zannettiği, devasa yavruların büyüdüğü bir atopia -olmayan yer evet- gezegeni... Kumrular mutlu ama... Kalde, Kelkit, Makron ve Khalid halkları gibi, onlar da mutlu mu ki...

54
Ağustos böcekleri, çekirgeler, bıldırcınlar, kurtçuklar, kaplumbağalar, yılanlar, peygamber develeri, köpekler ve böcekler yazın sıcağında, gölgelerin uykusunda, kendi hallerinde apayrı dünyalarının varlığında, seslerle, ötüşlerle, havlama, tıslama ve inleme ve ulumalarla, bir yakarış içinde ve bir iletişim içinde, bir arada yaşıyorlar. Dünya sanki onlar için yaratılmış. Niçin olmasın... Kimse yemek vermeden, kimse arayıp sormadan, alış verişsiz, davetsiz. densiz, disiplinsiz bir yaşam böyle olabilirdi... Buğday tarlalarından esen yel, mavicil, keten çiçeklerinin arasından geçerek, burçaklara, arpalara, ahlat armudunun, kara ağaçların tepesinden süzülerek, köye doğru uçuyor!.. Kuşların ötüşü öğle sıcağının sessizliğinde, bir hançer gibi parlıyor. Tek bir saksağan, gurur içinde kuyunun sereninden bakıyor ve çınlayarak şakıyor. Adı konulmamış bir kuş, ovayı ortadan ikiye bölüp, karşı dağın yamaçlarına doğru uçuyor. Uçuyor, uçuyor, uçuyor. Tek amacı bu gözüküyor... Bir bulut kuzeyden geliyor. beyaz bir gül açığı gibi durdu ovanın üzerinde, ama güneye doğru, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Gökyüzü mavi bir elmas, kristal kubbe, devasa bir fanus gibi parlıyor. Tanrının ters duran tek çanağı... Çılgın düşlerimize kol kanat geren mi demeli... Köyün içlerinden ovaya doğru yayılan bir çığlıkla Nurhan el sallıyor uzaklara... Damın üstünden sanki sala okuyor. Çok çok uzaklardan o eli gören bir adam var ve o çığlık, haberci bir kuş gibi susuyor, bir elişi tanrısının öğleden sonrasında, yapılan biricik iş hayırlısıyla sona erdi ve kutsanmış, anlaşılmış, katlanılmış doyunçlarla süslenmiş günler ve geceler, ay ışığının saydam parıltısında, güneşin altın rengi uğultusunda, takılmış bir gerdanlık gibi, mutlan dolu bir boyunluk gibi yeryüzüne ve göklere doğru yayılışında, hüzünle geçip gidiyor. Bahardan sonra yaz geliyor, sonbahar geliyor ardından ve kış buyur ediliyor, işte bahar gene göründü ama işte yaz başlıyor ve sonbahar görevini tamamlıyor ve kış kapıda gene ama, yok hayır bakın bahar geliyor!... Mutlanlı, esriten, bir coşkunun ayartan ve yok eden ve hep var eden, ışıltılı avareliği içinde...

55
Kar uzaklardan, aldatıcı, bir ışık seli içinde parlıyor, bir serap sanki... Köyün beyazlara bürünmüş bir kaplanı bu... Beton otlaklar gibi, tek düze, sonsuz parıltıların altında, tarlalar uykuya dalmış ve tek tük kuş çığlıklarıyla sarsılan hava sonsuz katmanlarıyla, göğe doğru alırken, dağların ışıklı yamaçları ve gölgelerin koyulaştırdığı vadiler, gezegeni kutsal topraklar ve kar çiçeklerinin busesiyle, ak çiğdemlerle, buruk, ağırsak kokular yayan damlardan yükselen bacaların, dumanlarıyla sarsılıyor. Karla dolu köy yollarında, bazen siyah eğri büğrü çizgiler, küçük aralıklarla, aşağılara, dar yollara, haneylerin aralıklarına dek girerek, yiterken, insan bu sessizliğin, bu görkemli hacının, üzünç dolu havanın, kederlerle dolu gülümseyişi ve mutluluk veren özlemleriyle yaşadığını anımsıyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder