14 Şubat 2017 Salı

LORTOP / 7. BÖLÜM

67 Derepınar çok ünlüdür. Şanı Baklan ovasının tüm beyliklerinde, köylüklerinde bilinir. Suyu demir gibidir. İçenin çenesi kısılıp, kilitlenir. Dişleri şakırdayıp, zangırdamaya başlar. Ağzı baştan aşağı buz tutar, öylesine soğuktur. Kurnasına uzanıp tutacak olsanız, eliniz kaynaşır, kurtaramaz, kurnanın parçası haline gelir, mitolojik bir yaratığa dönüşür, görseliniz bir tuhaf olur, değişirsiniz. Bir testiyi uzun süre çeşmeye tutacak olsanız, testi çatlar, içine buz dolar ve kızlar ağlayarak evlerine dönerler. Testi çok değerlidir. Derepınar'ın ahırında yağız atlar sulanır, nice vahşi, yahşi hayvan suyu orada tanır. Öyle uzun yakınıp, su içer ki hayvanlar, atlar, inekler, bakılışı güzel buzağılar, koçlar, koyunlar, ağırsak öküzler, yakıtmaya gelenler dayanamaz, aynı onlar gibi eğilir, kana kana su içerler. Su o kadar soğuktur ki, küçücük hayvanların taş kesilerek, kulaktan kulağa, donup kaldığı efsaneleri yayılır. Hayvanlar gene de içmeye dayanamaz, her seferinde ahırın suyu yarıya kadar kesilir. İçinde ki yosunlu taşlar, ayakları kendinden büyük kurbağalar, mini minnacık yengeçler, suyun yüzüne çıkar. Lortop'la bir düşünce alır bizi o zaman, bu yengeç, bu hayvanlar, buraya nereden gelir, yoktan var olamayacağına göre, patlıcan kılından da üremeyecektir, bu tanrının işidir belki de, suyu yaratan, onun canlısını da üretip dağıtabilir. Küçücük bir dünyada, köyün çevresini saran dağlar kadar olan bir dünyada, bu böyledir. Ben bunları düşünürken... 'Seliiim, Selim / Bu eller kimin, / Bu gözler kimin!..' diye bana bakardı Lortop... Şu dünyada sorular, yanıtlardan daha ilginçtir. 68 Akrep sıcakta, bağların içinde, kuru tozlu toprağın altında, pusuda durur, uyuşuk, zehirli ve ender biçimiyle ürkütücüdür. Dehşet verici... Binde bir olsa da çıplak ayakla dolaşan çocukların pembe tabanına çengelini batırır. Korsan iğnesi. Kaplumbağa yeşilliklerde, ot kümelerinin arasında kaygısızca gezer. Bir çocuk yaklaştığında durur, her canlıda durur, ellerini ayağını, gözlerini içeri çeker, baş ucundaki gölge yitip gidinceye dek kıpırdamaz. Tavşanlar pek görünmez, kırlarda, dağlarda tek tük saklanırlar, çokça gizlenir durur kır tavşanı, dağ tavşanı... Çocukluğum boyunca tek bir tavşan gördüm ben. Uyuduğu yeşilliğin çukurundan, güpürtülerle, gümbürtülerle, eşsiz ezgiler ve alaylarla, Antonius'un lejyonerleri gibi geçecek olsanız, birden önünüzden fırlar ve düzgün doğrusal, göz yitimi boyunca koşar da koşar, kıvrıldığı ilk sapaktan da ime time karışır. Tilkiye asla hiç bir zaman yaklaşılmaz, Tilkiye - Türkiye asla yaklaşılmaz, tilkinin yaşadığı kovuğun yakınlarında, tüyler bulunur. Bazen binde bir, arada kovuğun ağzında çalı, palamut dalı, tütün yaprağı yakılırsa da -çünkü tilki üzümlerin düşmanıdır köylü indinde-, tilki ininden çıkmaz ya da belki ayak seslerinden gümbürtülerden dolayı çok önceleri terk etmiştir orayı, kulak tilki kulağı. Tilki çok uzaklardan bir gölge, bir hayalet gibi gösterir kendini, tilkiye bak! Gördüysen ne mutlu sana, görmediysen hani nerede, tilkinin peşine düşmedikçe, bu dünyada herkes kendi işindedir ama, kanın, belanın geliyorum demeyeceği de bilinir, yakınlarda bir iki kanat sesinin gökyüzüne karışmasına veya öğlenin ördün de çalılara sürtünen bir uzun kuyruğun çıtırtısına, tıslamasına yol açar. Tilkinin efsunu efsanesidir., Çakal ise geceleri ulumasından bellidir. Çakal yaşamaz, yamaçlarda sesi dolaşır yalnızca. Baykuş insanın ömründe bir kez görünür, çıtlık dalında bir totemin, kötücül gözleriyle ikona gibi durur. Senin yazgını okur, büyü yapar ve yok olur. Bir kere gördüm baykuşu, insanların imgelemleri aynıdır, korkmuştum açıkçası... Dik kulakları, geniş tüylü başı, bir sfenks gibiydi, çocuğum, nerden biliyorum, inanın tarih kitaplarından ola ki haberdar köylüler dese ki, sfenks şudur budur, insanın, tüm insanların gözünde benzer şeyler canlanır, üç aşağı beş yukarı oradan biliyorum. Baykuş evet yazgıyı okur. Çocuk... Çocukluksa bir vardır bir yoktur, şu dünyada... Yaşar bir çocukluk lafı ama çocuk insanın kendisidir. Büyür sonunda kimseler bilmez, çocuk yok olur, yoktur. Ne kalır ki geride... 69 Dereye, kadife çiçeklerinin sevdasına, iğdelerin yerleri süpüren kokusuna, Gülsüm'ün fesleğenine, ilk eriklerin çiçek açışına, biberlerin kısacık dallarına, fidelerin, patlıcan yavrularının aralarına, pırasanın dallarına, uzun kırbaçlı dallarına yapraklarına, iri, sarı kabak çiçeklerinin boyunlara dolanışına gidiyoruz Lortop'la... Su akıyor. Tanrının tahtındayız biz. Beyaz bir buluttan damlayan çiğdemleri dilimizle tadıyoruz. Alıçlar, orman üzümü, böğürtlenler, dutlar dökülüyor dünyamıza, ağzımız açık, gözü aç, gönlü aç bir put, minicik bir mabut gibiyiz ikimiz, gölge olsun sayvanlar!.. Esen rüzgar, iğde çiçeklerinin yaydığı kokuyu tüm ruhlara, tüm dünyaya üflüyor, soluyor derken Lortop, köpeğim, ağlamaya inlemeye, inciler dökmeye başlıyor. Soru işareti yılında... Can alıcı betimlerle ağlıyor Lortop, kıvranıyor, ayaklarını uzatıp, çekiyor, dönüyor, sırtını yaslıyor toprağa ve sonra birden dikilip dört ayağıyla, uzaklara bakıyor, neyi bekliyor bu hayvan, neyi arıyor... Bende çiğ damlaları akıtıyorum artık ona uyarak, üzünçle... İris çiçeği -susallar-, sütleğenler bize bakıp boynunu büküyorlar haliyle, ağlaşıyoruz sessizce, hırsız bir balıkçı, yoksul bir göz boyacı değiliz ki biz... Neden geldik, neden gidiyoruz mu demek istiyor acaba şu dağlar, şu çiçekler, şu böcekler ve Lortop... Canım köpeğim, arkadaşım, yoldaşım, candaşım... 'Yıkık evlerden gelen bir çocuk mu bu / Gözpınarlarından akan bir balık şeker taşır koynunda / Ne yazık herkes balıkçı hırsız bilmekte onu / Ejderha diye söylenir, bir düşün kollarında / Bir gölgenin karanlığında, öldüğünü biliyor...' 70 Kim söyledi şimdi anımsamıyorum, insan yineler durur, farklı sandıklarımızda bir yinelemedir üstelik, güneşin doğması bir yineleme olduğuna göre, şaşırmamak gerekir, bir yineleme sürüp gidiyorsa, olasılığın kuvvetlenmesi demekmiş matematikte, yüz kere doğan güneş, bir kere doğandan, daha bir kesinlikle doğarmış ertesi gün, alışkanlık ya da gelenek gibi diyelim, ama diyor bu matematiğin bir sanı olduğunu gösterir diyor konuşan, çünkü diyor bir ölümlü binlerce kez güneşe tanık olur ve artık, yarın daha bir kesinlemeyle güneşin doğması beklenirken aniden ölür ve ekliyor, olasılık en kuvvetli olduğu bir zamanda kendisini yadsır!.. Matematik varsayımdır. Başa döneyim, hiç olmazsa boş yere, yeni bir şey ileri sürdüm sanısıyla yinelemeye düşmemek için okuyun derdi o, ama nerede okudum anımsamıyorum şimdi, iyi ki unuttum, o da bir yineleme olacaktı çünkü, unutmak bir çözüm değildir ama yinelemeye... Diyor ki o, düşüncelerinizi daha önce yazmış olabilirler, doğrucası bir yinelemeye düşmemek için, okumak gerekir, dünya bakış açılarının bereketiyle kaynayan bir kazan olduğuna göre -kazanın çevresinde dönüp durmadır bu, içine girmekten ziyade- doğru söylemiş adam. Çünkü şey diyecektim: Para bugün çırılçıplak dolaşan bir Havva'dan daha müstehcendir. Neden?.. Çünkü bilinir ki, tüm günahlarımızın tanrısı paradır. Bir sansür mü düşünüyorsunuz, öyleyse görüldüğü yerde, parayı sansürlemelisiniz önce... Ne ki gerçekte sansür, dünyamızın henüz barbarlıktan kurtulamadığını gösterir. Afrika'nın içlerinde, ormanların kuytusunda yaşayan kabileler çırılçıplak dolaşır, hepsi Adem baba, Havva anadır, orada ne kadın bir meta, ne erkek barbarian bir babadır, otoritenin adı, yaşam kavramsalıdır ve ortakçıl bir paylaşımla herkesin sorumluluğundadır, teknolojik üstünlük bir mavra sayılmasaydı, gökten gelen, tanımlanamaz cisimler, uygarlık diye Afrika kabilelerini ziyaret edeceklerdi inanın diyordu sözlerini sürdürerek... Köylüler doktorlara para yerine tavuk filan vermeyi önerirler, sözünü duymuştum bir keresinde, her değer, para yerine geçer bu yaşamda, takas, trampa, alış veriş derler bu işe, para işleri kolaylaştırır ama, çünkü tavuk değişimi zorlaştırır öncelikle, doktorun tavuğu vardır belki, ama para ona, diğer her şeyi alma olanağı veriyor, para bunun için bir sihirdir.

Ama dünya gariptir, şuna şaşıyorum ben, esti birden bana doğru bu düşünce, Stefan Zweig oldukça varsıl bir aileden geliyormuş, güçlü ve son derece varlıklı bu adam, bir artı değer bankatörü, hümanist, çevreci ve barış perisiymiş dünyasında, pek çok yapıtlar vermiş, ama bir tür elitist sonuçta bu, tüm zadeganlar her tür erkin tepesinde değiller mi, peki dünya neden değişmezde, erk el değiştirir yalnızca, işte düşünüyorum ki, karşı koymakta bir çeşit işbirliğidir sözü artık doğru gibi geliyor bana, Zweig kederinden canına kıymış diyorlar, kederden eleştiri çıkarmak güç ve utanılasıdır, istemez kimse ama, hazır sayfaların arasında saklanmışken söyleyeyim, kendime söyleyeyim üstelik önce... Kurgular, dünyamızın sürüp gitmesine yarar bir ninnidir, kutuplar ortada birleşmek için; veronalın tetiği olmayabilir belki ama resmi tarihin var ve düzenlemeler hepimizin iyiliği içindir!..

Zweig için çok insaflı ve insani bir yaklaşımda bulunamıyorum ben, önce karısının ateş etmesini istiyor, tersini duyan var mı 'İntihar'ın romanlarında, farmakolojik bir tavırla bile olsa son yolculuğu, davet bile göz hapsidir bu dünyada, canına kıymak için ha ve öyle de oluyor, birinin ortadan kalkmasını öncelemek, ermişçe bir dilenti olsa bile; inanç dolu bir çağrı, yaşamın Rus ruletinde, ne kadar göksel bir davranış olur, yaşamın, yaşama arzusunun kutsallığında, bir düşünceden dolayı, kendini yok edecek denli bir inanca saplanmışsan, dürüst olmak gerekirse, öncelikle kendin özveride bulunmalısın ve bir başkasından hiç bir şey ummamalısın, adını bile anmamalısın, bilinir ki, kararlar ve önermeler, erkin gösterileridir ne yazık ki bu dünyada, hele o anda, son andaysa, kesinlikle, artık bir yararı yoksa da; karısı bir zorlama ya da uzun süren bir birlikteliğin, karşı çıkmayı olanaksız hale getirmesinden -bunun nedenlerini ve zorbaca yanlarını, önermesiz  duyumlarını hepimiz biliriz-, kendine ateş etmiş olabilir diye düşünüyorum ben, 'zehirbilim'le bile olsa da... Ve daha kötüsü ardından, Zweig'ın kendine aynı şeyi yapabileceğini görmeden yitip gitti bu dünyadan, birinin ölümünü yoklamak onursuzluk sayılmaz mı o anda, o anda bile boşlukta dönüp duran dünyamızda, -benzeri bir edim için bile olsa- ona göre Zweig ölmedi bilin ki, bu olgu bana hakçası, erdemlice gelmiyor, bizim gözümüzde ikisi de yok oldu evet, ama karısının gözünde söylemesi güç ama bir ikircik, bir kuşkuyla ayrıldılar bu dünyadan, birbirinin tıpatıp eşdeğeri bir düşünce yoktur ki bu dünyada.

Onlar bizim gözümüzde kahraman olabilirler, ikisi arasında son anda bir kırılma da yaşanmış olabilir, -ölülerin bildiğini kim bilebilir; kim bilebilmiş ki-, bu da dürüstlüğün göreceli olduğuna bir örnek, gerçek aranıyorsa, Zweig öncelikle gerçekleştirmeliydi eylemini ve sonra düşüncesi aynı noktadaysa, ömür sürdükleri eşine de salık vermeli, dilemeliydi, hayır kendi adına ne düşündüğünü söylemeliydi yalnızca, onu etkilememeliydi insanlığın sayfalarında. Ölümün önerildiği yer, düşüncenin yadsındığı yer olmalıdır, düşünce saltıklıkla yaşamsaldır ve ölüm mikro sonsuzluk -içine kapanan bir sonluluk- olmakla, hiç bir düşünce barındıramaz, öyleyse karısının ölümünü önermekle onun düşüncesini yadsıyan özne, dolayımla -veya aynı düş yapısının insanı olmakla- kendi düşüncesini de yadsımıştır gerçeklikte. Hiç bir şey söylenemiyorsa, şunu bilin ki, tersinir bile olsa, iki kişinin öldüğü yerde, ne bir tekil irade ne de bir özkıyımdan söz edilemez... Öncelikle karısından, bu kişisel -oto- kararını uygulamayı beklemesi, agnostik gerçek, gölgenin anayurdunda kalsa bile, evrensel skalada hiçte uygun bir hümanitenin kapısını açamaz ve bir ölüm söz konusu olduğunda tersi de insani olamaz, öyleyse Zweig karısını buna zorlamakla, öncül olmak ya da geriden koşmakla, führerin milyonlarca insanı ölüme götürmesinin bir parodisini gerçekleştirmiştir, tanrı indinde sayının önemi yoktur, bir kategoridir, eylemin varlığı yeterlidir ve ikisi de anlamdaş günahlar işlemekle... Tanrının gözünde, Zweig=Führerdir.

Özkıyım tek kişiliktir, birden çok kişinin öldüğü yerde, toplumsal bir davranış vardır ve edimin öznesi bu katliamın ne yazık ki içindedir, dahası söylemesi yakıcı, dillerimizi tutuşturuyor olsa da, belki de bir katildir... Bu trajedinin görüngüleriyle dolu dünyamız, savaşlar çağlar boyunca sürüyor, barış çağlar boyunca dile getiriliyor, arada Aristolar, İskenderler, Fatihler, Napolyonlar ve Zweigler geçiyor, kimseyi karalamak değil amacımız ama biz bir düşünceyiz, kadük olmaktan kurtulamayan bir düşünce ve daha acımasız olanı da bir yinelemeyiz biz ne yazık ki... Çünkü bunu söylemiştim...

Sanat dediğimiz şey de bir ejderhadır zaten, kolay ulaşılır bir şey izlenimi verse de, vermese de, olsa da, olmasa da... Birileri Avrupa denen şehirde ölüyor diye, önce uzaklaşıp, sonrasında yas tutarak, başka bir kıtada ya da ayda, ölümün kaderini elinde tutmak isteyecekse, bunu önceden düşünmeli ve aynı sonucu, ötekilerle bir arada yapabilmeliydi demek bile utanç verici artık bu noktada. Çünkü insanın insanla ölümü öyle kaçınılasıdır ki, orada asla bir düşünceden söz edilemez.  Zweig bu cinneti insanlık için, bizim için yaptı, bize ders verdi diyelim, bakış açılarının cehennetinde, führer için ne diyelim, içini açıp bakalım ha... Ne diyecek, ne söyleyecek, acı ya da acımasızca gelebilir belki ama, evet belki de; içinden Zweig çıktı ha, olsa olsa!.. Bunu ayrıştırmak benim ruhumu paralıyor, bizi yazgımızın baş tacı yapıyor ve kaderim hayatın ve ölümün baskılarında, bana doğru eğilirken, benim tanrıcığım hepimizi ölüm severlikle suçluyor. Emin değiliz, değilim!..

Zweig bir insanı ölüme sürüklemekle, sürek avından kaçtığını söylediği öznesinin kimliğine bürünmüştür, paralel dünyalarda, makro ve mikro bir türdeşliğin kurbanı olmakla, diğeri gibi bir hiçliğin içine yuvarlanmıştır ve göksel terazide eşdeğerinden hiç bir ayrıcalık taşımamakta ve yazık ki celladıyla aynı kefede yer almaktadır. Ama işte soru bu... Acımasızlık ve körgörü kavramlarda kendini gösteremez, o saltıklıkla eylemlerdedir. Tarih ve deneyimlerimiz, bunu biliyor. Bir ruhun olmadığı her şey ölüdür bu dünyada, Zweig'de, führerde... Ve kanılar, sanılar ve ölümler, yaşanmış bir seviden hiç bir zaman değerli değildir...

Zweig kendi öz iradesiyle ölüme gitseydi Petropolis'de veya dünyanın her hangi bir yerinde, elveda bile demeseydi Lotte'ye, romantize etmeseydik bir yanılsamayı ve görmezlikten gelmeseydik bir yadsımayı, Kleist'in yaptığıyla süslemesiydik davranışını, belki biraz anlayabilirdik onu ölümün kaçınılmazlığında; ama zamanın darmadağın ettiği perişan ruhlarımız, dile getiremese de yeryüzünün labirentlerinde, günahlarımızın çekiciliği ve çekincelerinde; Tanrı O'na diyecek ki şimdi, siz ikinizde aynı kişisiniz ve führeri işaret edecek ona; Günahların yol açtığı bir elvedayı, başkasını ortak ederek, nasıl başarabildiniz!..

71 Çuvalların, hararların içinden yereve girdiğimde, onların içinde, saman, arpa ve küspe olduğunu görüyorum. Tahta kırıkları, demir parçalarının arasından yandaki odacığa giriyorum, ara bölmeye, kümesin arka kapısı burada, follukta, yumurtalıkta beş adet yumurta var, dördünü alıyorum, biri hep bırakılır ki, tavuklar yerini bilsin, bu ikindi üzeri tavukların hepsi dışarda, meşhur tavuk karanlığında evlerine dönecekler, bir piliç vardı ama yumurtlama düşüncesinde sanırım, beni görünce dışarı çıktı doğallıkla, doğanın yasaları onlarla insanlar arasında bir barış imzalamış değil ki henüz, kaçmasın piliç, elimde yumurtalar sevinçten gözlerim parlıyor, ellerim canlanıyor, çünkü bu tür her seremonide gözleri parlar, ellerine kan yürür insanın, yumurta bir tür hazinedir köylü için, bir değer ölçüsü, bir besin cevheri... Yumurtaları ceplerime koyuyorum, Attis çiçeği, bulmuş, İsra demiş gibi, ama geriye dönerek buğday yığınlarının içine gömdüğüm, bostan güzelini arıyorum, küçük kırlangıç, onun sarı, kırmızı, yaprak rengi beneklerle, bindallı gibi bir renkseli içindeki hali ve o derin, baygın kokusunu içime çekmek istiyorum... Ama ona kırlangıç değil, cırlangıç diyorlar, gerçekte budur adı, kırlangıç da öyle, cır cır diye hep birlikte sesler çıkarır, ötüşürler, bostan güzeli de, sıkıştırınca patlar ve cır diye bir ses çıkarır, bu ad verilmesinin nedeni budur. Olgunlaşınca yumuşak bir cildi vardır ve sıkınca köküne yakın koparma yerinden cır diye ses çıkarır bostan güzeli. Özelliği budur adının. Onun renkleri arı kuşu gibidir ama, kırlangıcın siyah beyaz soyluluğundan uzaktır. Sarı, kırmızı, beyaz, yeşilsi, kuru yaprak rengiyle harmanlanmış minicik bir küre, kokulu, renk aşkıyla dolu bir dünya... O, arı kuşu ve gök kuşağı, renk konusunda, dünyalarda eşsiz, biriciktir. Buğdayların arasında bostan güzelini bulduğumda, zümrüt Anka görmüş gibi bir heyecanla, elime alıyorum onu, o ne renkler, o ne koku yarabbim... Tanrının sonraki yıllarında, bu dünyada böyle renkler, böyle güzellikler kaldı mı ki... Bir gün aşağı yoldan köye, içinde bir düğün kafilesiyle bir araba geldi, Acem atıyla değil motoruyla, çok ötelerde bir kağnı yokuşu çıkıyordu, bir at kişneyerek şaha kalkmıştı, üç kız saz sepetlerinde kirazlar, önümüzden geçmişti, bir bulut süzülüyordu gökte, Tukan yıldızı yukarıdaydı, ovada, buğdayların içinde rüzgar soluyordu, koruluğun ardında, görünmeyen bir ırmak çağıldıyordu, değirmende insanlar vardı, kuşlar ötüşüyordu derede, bir büyü, bir buğu gibi çiçeklerin kokusu sarıyordu dünyayı, örenlerde bir kertenkele güneşleniyor, bir yılan yokuşu tırmanıyordu, karşı mahallede yürüyen bir kalabalık vardı ve bacalarda kıvılcımlar çakıyor, dumanlar tütüyordu... Başımı önüme eğdim ve sonra yine baktım olan bitene, bir yinelemeydi belki de ama, tanrının düşlerine hayran olmamak elde değildi, bir düş ancak bu kadar ilginç, şaşılası ve us kıran, dimağlara durgunluk verici olabilirdi, boşlukta ya da hiçlikte, bir şeyler yaratılsın istemek ve bir canlılık ve bir neşeyi düşlemek, ancak bu kadar olağanüstü olabilirdi, onun için dedim kendime, bu denli olağanüstü bir düşün, kusurları da olmalı, insani bir yanı da olmalı ki, onu kavramak olanağı bulabilelim, birbirimizi anlayamamak veya yok etmeye çalışmak gibi, bir tansığı yadsıyan, şaşılası işlere, güçlere soyunmak... Tanrı biliyor ve gülümsüyor ki, bu olağanüstü düşü kıskanan birileri var evrende ve onlar yaşamı, sağından solundan çekiştirip duruyorlar, yıkılabilir mi, yok olabilir mi diye, çünkü kıskanıyorlar ve sonsuzlukta gizlenmişler, bir türlü tanrının yaptıklarını başaramıyor, edimlerine kavuşamıyorlar... Sonra şöyle düşündüm yine de, dünya hakkında hiç bir kesinleme beslemiyorum, bakış açıları var yalnızca, bütün kesinlemelerden uzağım, düşmanım dostumdan daha yakındır bana, yakın çünkü onu tanırım, kendini saklamaz, ama dostumdan hep kuşkulanırım, kuşkulanmak zorundayım... 72 Demir parçalarının arasından yandaki odacığa giriyorum demiştim, biz köyün demircisiydik, körüğün bir ucunu tutup, öbür ucuna yaklaşıp, diğerini tutarak kısacık aralıklarla körük çektiğimi anımsıyorum, gülerek, örsün üzerinde çakan kıvılcımları, tepeden sızan gün ışığını ve köylülerin bu işlere yardımcı olmak için can attıklarını... Çevrede demir yığınlarını, balta, kürek, kırık sabanlar, yabalar ve boynuzları kırık dirgenlerin ağladığını biliyorum... Elektronik bir dünyadır bu, bakır teller, ateş çıkarır örsler, çekiçler, kıvılcımlar saçan balyoz ve mengeneler... Bir gün opossuma benzer bir hayvan görmüştük orada, köyün yaşama yabansı ve teknolojik, morfolojik bir kubbesiydi orası, doğaldır, sonraları yıkıldı gitti, çünkü zaman değişmiş ve traktörler, bodos makineleri, biçer döverlerin sesi yeni tanrıların gelişi gibi, Nazca çizgileri gibi hükmetmişti ovaya, kuyular kapanmış, kanallar açılmış ve çığlıklar kesilmişti birdenbire... Çin ansiklopedisi ve gül rengi bulutlar gibi... 73 Ovadaki bağlarda, üzümler olgunlaşmak üzere... Kadın parmağı, ak üzüm, rezaki, kara üzüm, mor üzüm, deli bağ üzümü ki en hoşudur, tavşan böbreği, özütten yoksun sarı üzüm... Elmalardan kurtlar sarkıyor, beyaz, ipliksileriyle örümcek gibi sarkıyorlar, gezinirken başımıza, gözümüze çarparlar ve içgüdüsel bir korkuyla kaçışırız bütün çocuklar, küçük çığlıklar eşliğinde... Oysa küçücük şeyler... Eşeğin üzerinde, semerine binerek, köyün bakkalına gönderiyorlar beni, epey uzak, hızlansın diye çılbırını kasıp, asılınca yan tarafa düşüyorum, semerden sarkan urgana takılan ayağımla, semerden sarkıyor, baş aşağı gidiyorum, o kadar küçüğüm ki, boyum yere değmiyor ama taşları görüyorum, kara sakallı, yaşlı komşumuz yetişerek kurtardı beni, yarı ölümcül oyundan... Geriye dönüyorum, bağlara... Başarısız işim için gülüyorlar yalnızca, bir yerde okumuştum, keşke ağır sözler etselerdi diye bu haller için, çünkü gülmek, hiç değer vermemek, o kişiyi söz etmeye bile değmeyecek kadar, hafife alır olmak için sergilenir bir edimmiş!.. Köhünlere yaslanarak dinleniyorum, gerginliği üzerimden atmak için, çaresizim... 74 Lortop'un genlerindeki şiddet duygusu yok edilmiş sanki... Ne kimseyi ısırır, ne birine saldırır, ne havlar. Küçüklüğünden ve güçsüzlüğünden mi bilemiyorum!.. Köyden uzaklaştığımızda, gene de benim güvencemdir o, minik, karacıl bir hayalet sizi izliyorsa, yararlıdır bilin ki... Onunla güz döngüsünde, bağlarda dolaşıyorum. Yaprağını dökmeye başlamış ağaçlar, Tek bir ayvanın çıplak daldaki sarı meyvesini zıplayıp koparıyorum. Toplarken uğur olsun diye bırakmışlar buncağızı... Bağlar, yapraklarının tümünü dökmüş, çubukları Medusa'nın başı gibi, sağa sola uzanıyor, kızıl, sarı, aslan pençesi gibi yapraklar yerlerde geziniyor. Her esintide bağlardan, elma, armut ve ayvalardan, 'Bademlerden say beni' der gibi dökülen yapraklar... Bağlar, bir uçtan bir uca uzanan, toprağın ahtapotları gibi yayılıyor. bir köstebek toprağın üzerine çıksa, bir kaplumbağa başını uzatsa, bir kuş uçsa sevineceğiz ama, ölü doğa suskun ve baharı bekliyor artık... Yalnızca sessizlik var ve esen yelin hafif melodisinde, gene de dünya dönüp duruyor... Ama gerçekte şu dünyada, neler olup bittiğini kimse bilmiyor ve bilmeyecek de, sonbahar her şeyin içine kapandığı, tüm canlıların soyunup dökünerek, sessiz ve ıssız bir dünyaya göçtüğü, yalnız bir rüzgarın, yalnız ve işitilmez bir rüzgarın, doğanın tek tanrısı gibi göründüğü, bir zaman demek... Zamanlardan bir zaman ama kışın evlerin arka odalarında her şey unutulacak ne yazık ki... 75 Aşağı bağın üzümleri yaban ellere yollanır. Yukarı bağın üzümleriyse yalnız bize kalır, bizim içindir. Sekiz kardeş, anne, baba ve Lortop için!.. Tavuklar, inek ve eşeğimizde var hanede!.. Ben bütün kış, cevizli kuru üzüm cebimde okula giderim, köyün anayasası!.. Lortop hiç yoktan kuru üzüm yer, şeker tanrısını üzmemek için, inek bayılır, gözleri akıtmalı eşeğimiz, ak dişleriyle üzümü kutsar. Yukarı bağlarda üzümler toplanmış ve yaş üzümler tavanlara asılmış kışı bekliyor. Kara üzüm kurutulmuş, bir bölümü hayvanlara yem olsun diye çuvallara konmuş, bazıları işlemeli torbalarda... Bağ çırılçıplak artık, ama çocukluk işte, en tatlı oyunda bu, üzümlerin toplandığı ıssız bağlarda sepetlere, unutulmuş çitlimler, güneş yanığı neferneleri doldurmak... Büyüklerin parıldayan gözleri önünde, çocuk başlarının can verir gibi okşanması demek. Meşhur'la neferneleri toplama yarışı yapıyoruz, buldum diye bağırınca, Lortop nedense oraya doğru koşuyor, ben buldum diye bağırırsam, bana doğru koşuyor, iki arada bir derede, bir o yana, bir bu yana, sanki o da yarışıyor. 76 Kandili yere koyuyor ve yanına uzanıyorum... Ali topu at. At at tut. Uyu uyu yat. Yat yat uyu. B balon, O okul. P para. Uyuyup kalıyorum. Sabah önlüğümü giyiyor, gıslaved naylonlarımla, okulun yoluna düşüyorum. Müzeyyen öğretmen çok sevecen, iyi yürekli, çocukları kucağına alıp seviyor. Aşkın böylesi de var... Onu öyle seviyorum ki, affeden, sempati dolu, sıcacık. Öğle sonrası evin yolunu tutuyorum. Çantam küçük, çıt çıtlı, anımsıyorum. İçinde kitaplar, harfler uyuyor şimdilik. Tam avluya dönüp eve gelecekken Lortop önüme fırlıyor, üstüme başıma atlıyor. Beraberce eve geliyoruz. Ona bir şeyler veriyorum. Ama o gene de benimle oynamak istiyor. Taş basamaklarda, yanına oturuyorum çaresiz. Birden sakinleşiyor. Oda oturuyor arka ayakları üzerine... Dere tarafına, oralardaki nokta gibi hareketliliğe bakıyor, beraberce sürüp giden yaşamı gözlüyoruz, bir alışkanlık bir kez daha canlanıyor, sözleşmeyi yeniliyoruz... 77 Kışın katırların iki yanında kar çuvalı ve içinde göl balıkları olan sazanlarla, köye gelen, ırmak köylüleri var. Ama onlardan başka, yokuşu tırmanarak gelen bir abdal ve boynunda tasmasıyla yanında bütün sözlerinden anlarmış gibi hareketler yapan küçük bir ayıda var. Ah iki kişiler, birinin elinde tef var, diğeri ayıcığın burnuna takılı halkanın zinciri ellerinde, maniler söylüyor ve ayıcık ayakta, içgüdüsel hareketlerle izleyicileri güldürüyor. Çok sonraları, ayının canı acıdığı için bu hareketleri yaptığını düşünüyorum. Çoluk çocuk bütün sokakları dolaşıyoruz. İki esmer adam elindeki tefi dolaştırarak para topluyor. Bir süre sonra merakımız bitince peşini bırakıyoruz. Başka mahalleler, başka avlu içlerinde, çocuklar onu bekliyor. Lortop öyle mutlu ki, çünkü ne boynunda bir halka var, ne de onu oynamaya zorlayan biri, ne de bir zincir var onu çekip çekiştiren... Puslu manzaralar işte, Kel Tahir köyün beyaz, kolalı gömlek giyen tek adamıydı. Kirpikleri kelebek, ibrik kulaklı, tanrı belki de bir çamur deliğindedir diyen salavatlı bir tip, Köyde çok olur böyleleri... Ütülü pantolon, ceket ve takım elbise anlayışını köye o getirmiştir. Çoluk çocuk sahibi ve emeğiyle, alın teriyle çalışarak geçimini sağlamasına karşın, ruhunda narsist, yaşama tutkun, güzellik ve estetiğe düşkün olması, onun bu alışkanlıklarının nedeni olabilir. Palaların Hallibirahim'de Kel Tahir gibi fötrlüdür, temiz giyimli ama karısının, büyük babasından süregelen gazi maaşıyla yapmıştır bu afiyi... Cakası malül maaşının görünmez şaşasından ileri gelir. Biraz meccani parasıdır bu köylü gözünde... Köyde bu tür bir gelir, insanın kendisini beyzade sanmasına yetebilir. Böyle bir para, köylükte öyle çok büyük bir gelirdir ki, geçimini, yiyecek giyeceğini doğadan üretip, sağlayabilen köylüye, birde gamsız tasasız, uğraşsız, karşılıksız ödeme yaparsanız, bir derebeyi yaratmış olursunuz anında, çünkü onların sınırlı dünyasında para, düşlerinin sınırlarını da aşmıştır artık... Pala Hallibirahim gökten inen parayla derebeylik yaptı, ama Kel Tahir tümüyle içgüdüsel bir aşkla beylik tasladı, kendi ussal yörünge, yönergeleriyle... Gerçekte ikisi de beyefendi ve birer centilmendi, çünkü kalp kırmadılar, kavgaya tutuşmadılar. Köylüler birbirine aşırı saygı ve sevgi besler. Kimse kışkırtıcı bir dedikoduya gönül bağlamaz, çünkü herkes birbirinin yakını, kan bağı akrabadır, sıhri hısımlıkta koyarlar bunun üstüne, değme gitsin, herkes kardeştir ve kardeşten de ötedir artık... Bunca yıl sonra, onların giyim kuşam aşkı beni sevindiriyor, onlar yaşama sevincini körükleyen iki örnek insandılar, ender görülür tutumları, kimseler bilmese de, öyledir ki çocukluğumun estetik duygusuna, sanat aşkına, yaşama tutkusuna ilk kıvılcımı atmış olabilir, bir insanın oluşumunun izleri, geçmişte ki bir köpekçiğin bakışlarında bile gizlenmiş olabilir, dostluk, sevgi, kır gezintileri, o kişiyi biçimlendirmiştir de, sezinlememiş bile olabiliriz. Onlar iki yüce insandı, çünkü yaşamın sınırlarını genişleten, düşleri çoğaltandılar. Aşağıbağda küçük bir mısır tarlası var. Mısırlar olgun ama nedense bizim mısırlar küçüktü, Ümmetlerin Hatçesi, bizim tarla komşumuzdu ve oradan iri mısırlar alıp gelirdik, ütüyoruz onları ve o kadar güzel kokar ki ütülmüş mısır, bu içgüdüsel baygınlık, arzu ve hayranlık nasıl oluşur bilinmez insanın bedeninde... Ateşin bir parçasıyla, örenlerdeki eşek arısı yuvasının ağzındaki kuru otları tutuşturuyoruz. Tarladan uzaklara, bağların ta öbür uçlarına kaçışıyoruz, sarı kırmızı eşek arıları sokarsa öldürücü olabilirmiş... Sonra sıra karpuzlara geliyor, Esirik Süleyman'ın karpuzları rakipsizdir, keseklerin sürüm izlerinin arasından ite kaka getiriyoruz karpuzu, o kadar ağır, gök, erip olgunlaşmamış... Acımasızız, yeniden getiriyoruz başka birini, olgun ve kıpkırmızı... Karpuz çok çabuk bitiyor, artıkları toprağın kanını, toprağa gömüyoruz, çalıntı olduğu belli olmamalı, ama akrabayız nasılsa, bu bir centilmenlik anlaşması, ne yaparsan yap ama, göze görünme, ne de olsa bir yanlışın üzerinde yükseliyor doğrunuz!.. Akşam oluyor, çay yanındaki söğüt ağaçlarından, dilli düdükler, borazanlar yapıyor babacığım, yarı tanrım, Demirci Umar, onları çalarak, şarkılarla, bir izci gibi, gizli bir çocuk hevesiyle dönüyoruz bağlara... Eşeğin sırtında köye dönüyoruz akşam alacasında, ama iniyorum sağrısından, yürümek daha güzel. Köy girişinde Tımbır Fatma, Alafakıllardan ıspanak getirmiş, köylülere köylü malı satıyor. Sarı Hanomag köyün efsanevi güçteki tek traktörü, Kıranardı yoluna kıvrılıyor, görkemli homurtularla, önünde bir kule gibi yükselen egzoz borusundan, öyle kara dumanlar yükseliyor ki, ortada ateş yok, çalı çırpı yok, tutuşturan bir şey yok, peki bu nasıl bir sihir, tanrı bilir mi diyeceğiz şimdi, tüm köyün sevgilisi, bir çocuk ama matematik bilgini Mustafa Ayhan, bir gün traktörün altında kalıp, ilk kaza yaşanacaksa, ölüm kemik bir kahkaha gibi sallayacaksa sarı mendilini, traktörün büyüsü kanıksanır olur artık, o ölümcül bir varlıktır gerçekte ve soruların yanıtı da anlamsızlaşır... Sonra Hacıumarlar da traktörden nasibini alır, arkadaki pulluğun yüksekten ani inişiyle sıkışarak can verir babaları, traktörün arkasında, çok çalışkandı, çok malı mülkü vardı, bu kadar atılmanın sonucu, hataya yol açar, varsıllığın bir anlamı kalmaz işte derdi köylüler. Olan lafı güzeller!.. Günler geçiyor, yaşam hızlanıyor ve zaman tükeniyor... Çocuklar okumak için köyleri terk ediyor. Yaşlılar çekip gidiyor, sonsuz ve anlamsız yalnızlığa... Köy kendini yavaşça tarih sahnesinden siliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder