8 Şubat 2017 Çarşamba

LORTOP / 6. BÖLÜM

56 Düşlerden daha güzel bir şey varsa, o da keten çiçeğinin mavisidir. Çıtkırıldım, mini minnacık, bebek gözü gibi, buğulu, bulutsu, sisli, yürek biçimli, narin bir çiçekçik. Akşam olunca, duru, sonsuz gökte, sarı, kırmızı, pembemsi, karancıl benekler belirir belirmez, keten tarlaları, düşsel bir düzlüğe, sonra karanlığa, bir bilinmezliğe gömülür. İşte o zaman, garip, anlaşılmaz, nereden geldiği belli olmayan, bir ses gelir derinden. O zaman Lortop koşmaya, kendisiyle oynamaya, dört ayağı birden havalarda uçmaya başlar. Bir sesi, bir görüntüye, bir görüntüyü, bir cisme dönüştürmek istercesine... Ama bütün gece dinmez, sürer ses, bellisiz bir dünyadan gelircesine, bilinmeyen, bir ıslık gibi... Çiss, çiss, çiss, çiss, çiss!.. 57 Hacıumarların Austin'le gazeteler geldi işte... Gözdeleri, Milliyet, Cumhuriyet, Akşam... Austin, biçimli burnu, eski, soluk mavi karoserini pencerelerden ayıran, sarı çizgili, eski mi eski ama sevimli ve emek bitkini bir araba, otobüs... Çocuklar için ele geçmez, tanrısal bir oyuncak, bir tansık... İşte gazeteleri okutmak için aranan çocuk geldi ve kayalıkların üzerinde, tahta taburelerin, kırık sandalyelerin kahvesinde, uygun bir yere geçti. Çetin Altan'ı, İlhan Selçuk'u, İlhami Soysal'ı okuyacaklar az sonra... Altmışlı yılların sonuna dek sürdü bu okumalar, ama Austin bir gün, köyün yokuşundan çıkarken, kahvenin önünde, yolun başından aşağıya kaymaya başladı, yağmurun ve karın çamur deryasıyla Ademleşen bir Kasım ayıydı, el frenini çekmeyi unutmuşlar gibi laflar duydum, tek neden bu değildi elbette, yol kaygan, arabanın tekerlekleri eski ve otobüs ağlayıp, inleyerek badanaj yapıyordu sürekli... Eğimli yolda, doğallıkla aşağıya kayıyordu araba, aşağısı da başka bir yola, orası da mezarlığa açılıyordu, hızla kayıyordu araba, kayalardan olacakları izliyorduk, arka tekerleklere, mısır koçanı, çalı tutamı, takoz, çarpık çurpuk nesneler, kırık kasalar, iri taşlar koyuyorlarsa da, bana mısın demiyordu araba, çok iyi anımsıyorum o günü, çocukluk yaşlarında sayılırım ama garez dolu düşüncelerimi açıklayayım, köylülerin palyatif, kolaycı çözümlere tapma alışkanlıklarına, her zaman doğal ve işlerine karşı, büyük bir yatkınlıkla yürürlüğe koyduğu kurnazlıklarına, için için düşmanlık besler ve bir gün gelecek nasıl olsa olanlar olacak diye, büyük bir felaket yaşamalarını beklerdim köylülerden... İçgüdüsel bir saflık, güvensizlikti bunun adı ve hepimiz havada duruyorduk sanki, akan damlar, kırık merdivenler, birbirine yaslanan evler, gözü topal, ayağı körlerin, yaşam dolu cenneti... İnsanlar düşüncelerinde, hiç bir zaman ilkellik göstermezler, pratikte ve eylemdedir bütün handikap, kullandıkları araç ve yöntemler ilkelleştirir onları, yani herkes gibi onlarda, uzaysıl düşler, düşünceler üretebilirler, hatta kuran ve gerçekleştirenlerden daha çılgıncada olabilir düşleri ama gerçekleri, eylemleri ve pratikleri ilkeldir, gülünesidir, bunun gizi nedir bilemezdim, toplumsal bir umursamazlık ve yaygın bir yetersizlik ve engelli koşuların, uzaklardan denetleniyor oluşu mu, hepsi varsayımı var saymak ne yazık ki, hepsi gerçek ve hepsi us dışı birer kategori ve sonsuz uykuların gelişi... Keder ve göz yaşının yükselişi... Köylüler, sürgit saçma sapan sonuçlarla karşılaşırlar. Çünkü eylem düşleri beslemedikçe, düşler gemi azıya almadıkça değil, öylede olsa, bir at gibi dört nala koştursa da, sonuçlar daima elem vericidir. Toplumsal bir yaygınlıkla yürürlüktedir bu anlayış. Bir toplum, bireylerinin değil, bireyleri, o toplumun kurbanıdırlar her zaman. Kısır ve güdük birer komikçi dükkanı konumunda kalan her eylem, düşler uçsuz bucaksızda olsa, gülünç birer sonla karşılaşırlar her zaman, kökü olmayan bir çiçek, elde ne kadar görkemli bir demet olursa olsun, kuruyup solar, orkide ya da krizantem, düşlerin geçmişi olacak, eylemin geçmişi, bir kere yeni başlayan bir şey, yüzyılları bulabilir kök salabilmesi için, siz siz olun, geçmişinizi yadsımayın, sil baştana kalkışmayın!.. 'Konuuzun...' Düş kurmak kolaydır ve bireysel bir deneyimdir ama eylem toplumsaldır ve hiç bir birey tek başına düşlerini gerçekleştiremez, görünmez mekanizmalar, labirentsi varyantlar, toplumsal varyasyonlar bir düşün gerçekleşip, gerçekleşmeyeceğine karar vericidirler. Bunun için bir toplumun fertleri suçlanamaz, toplum tümüyle gerileyen bir yapıysa, aydınından, şu toprağı işleyenine, mühendisinden, ticari envanterine, amelesinden, lümpen proleterine kadar... Geri bir emsalite gösterir. Kimse kendini ayrı tutmamalıdır bu kanlı vodvilden... O gün köylülerin bu kolaycılığı ile arabanın içinde kalan, bir umar arayıcılarının başına, bir felaket geleceğini bekledim inanın, ötekilerde öyle düşünüyordu eminim, insan kendini bilebilir, bizi gösterecek ayna ve bir farsın o gün gerçekleşeceğini düşündüm. Dram ya da komedya kapıdaydı... Az sonra, çamurda kayarak, hızla aşağıya, çığlıklar arasında, yolun altına kadar uçan araba, düşleri bile geride bırakıp, yaylanarak, yatmaya kalkışıp, doğrularak, bir cambaz gibi uçup, toparlanarak, sonunda mezarlığın yükseltisine yaslanıp, kaba toprağa saplandı ve hiç bir şey olmamışçasına durdu, olayın korkunçluğu yalnızca benim gözlerimden akıp giden görüntüydü sanki, öyle gibi oldu artık hiç bir şey olmamıştı... Araba daha önce nasıl duruyorsa, yan tarafına bile yatmadan durmuştu, herkesle birlikte, araba da kurtulmuştu. Bir tansık, görülmedik bir akrobasi beklentisinin gerçekleşmemesi, öyle şaşırtıcıydı ki, beklentilerin orijinalitesi, bu denli bir kumarın, sağ salim ve kazasız belasız sonuçlanmasının us dışılığı karşısında, daha olağan ve sıradan bir şeymiş gibi algılandı artık, bir şey olmaması, olabilecek şeyler karşısında düşlenebilecek son şeydi ve tanrının eli kudretini gösterince, yaşanan asıl şaşkınlık işte buydu... Nasıl kurtulur arabanın içindekiler ve araba nasıl ayakta durur!.. Bazen olacakların kesinliği karşısında, beklentilerin düşüğünün de düşüğünün gerçekleşmesi, büyü ve kerametin tanımı için gerekli olabiliyor ve insanlar iki arada bir derede kalıyor!... İnsan ve yaşamın tuhaflığının sınırları ölçülemez!.. O gün, bir şey olmaması gerçekten şaşırtıcıydı, nasıl olurdu ki bu, araba resmen uçtu ve kimseye bir şey olmadı, kolaycı çözümün tanrıları, patlak lastiğe çaput dolduranların yanındaydı hep, ne yazık ki... İlkelliği de çeşitli armağanlar, onurlar ve taltifler bekliyor bu göksel yaşamda, ilerlemek ne kadar kutsalsa, yerinde saymanında, tanrısal ve kabullenilir yanları var ne yazık ki!.. O gün yaşanan olay, gazete okumalarının, haberlerin ve heyecan veren düşünce yazılarının önüne geçmişti. Austin mezarlığa uçtu, biri ağır, üç yaralı var. Gazete haberi verseydi, bilin ki böyle süslenirdi, çünkü insanoğlu, beklenenin altında kalan her şeyi yadsımaya programlanmış bir yaratık, ağaçtan düşen sakat kalmalı, araba çarpan felç olmalı, yoksuldan para çalan yakalanmalı, kuyuya düşen boğulmalı ve koşan zamanında varmalı, aksi bir sonuç kabul görmüyor ve gönülleri fethetmediği gibi, kalpleri de sevindirmiyor!.. Algılar zamana ve mekana sıkı sıkıya bağımlı böylelikle... Hacıumar'ın, arabasının arkasından koştuğunu da söylemeliyim, dünyada böyle bir olay yaşanmış mıdır acaba, bir tren düşünün, raydan çıkıyor ve işletmeci, sanki onu, sağa sola, yarlara, uçurumlara kaçmasın gibisinden, tutabilirmiş gibide peşinden koşuyor, koşturuyor. Genlerine işlemiş bu alışkanlık, çünkü dizginleri eline geçirseydi at ehlileşecekti, eşeğin çılbırını yakalasa asılıp durdurabilecek eşeği, ama treni ya da arabayı bu imgelerle kurtarmaya çalışmak... Niçin olmasın, araba bir at değil mi sonuçta, öyleyse ardından koşmak zorunlu ve Hacıumar haklı ne yazık ki... İnsan sonsuza dek yaşasa bile, zincirlerinden hiç bir zaman kurtulamayacak bir canlı, et ve kemiğin otantikliğinde, geleneklerinin mühürlenmiş gölgesinde yaşayan bir tür yaratık ne yazık ki... Ayda muskasını öptü bu hayvancık... Hacıumar'ın büyüleyici yanı, arabaya canlı bir varlıkmış gibi davranmasıydı kanımca ve öyledir de, Hacıumar'ın arabaya dur, dur, dur diye bağırdığı bile vakidir, ne ki bu bile şaşırtıcı olamazdı derebeylerin geleneğinde, yaşamda ve bilgi dolaşımında, çünkü onlar hayvanlarla, bitkilerle iç içeler, onlara göre araba bile söz dinler, çünkü yaşamları çok büyük oranlarda, doğanın büyüsüyle sürüp gidiyor, bademler çiçek açıyor, kiraz meyve veriyor, arıyı severse sokmayacağını düşlüyor, köpeğe ekmek verirse ısırmayacağını, atın gemlerini kastığında duracağını biliyor ve işlerin geceye kalmamasına inanıyor ve gün ışığının romatizmalarına iyi geleceğini sanıyor. Öyledir ama... Arabada bu durumda, çüş dediğinde neden durmasın, durmaması da şaşırtmayacaktır ilginç olanı, atı her zaman söz dinlemiyor ki, ama duracaktır araba, durdu da zaten, mezarlığa yaslandı ve inanın sözünü dinledi sahibinin... Ve müjde, dilekleri de gerçekleşti aslında Hacı Umar'ın, ne ölen var ne yaralı, her şey masal ve her şey yazılı!.. Biz aksini bekledik evet ama Hacıumar onu bekleyemez, başına bir belanın gelmesini kim ister ki, onun için büyü, sihir, mut verici gerçek güzellik, olacak olanın, hiç olmamış gibi gerçekleşmesindedir doğallıkla ve öylede oldu... Hacıumar, kayan arabanın arkasından koştu, kimse saçma bulmadı bu davranışını, ama düşünün ki daha hızla koşsaydı, yetişseydi ve eliyle itseydi bu tarafa arabayı, arabanın yatacağına ve o zaman içindekilerin, ölümle burun buruna geleceğini söyleyenlerde çıktı, yani koşmasının da bir sınırı ve yararı olmalı, yetişmesi işi bozabilirdi, oda ölçülü olmalı, bir dokuncaya, bir ifaya olanak vermeyen koşma ya da hiç koşmaması, köylünün psikolojisinde olmaması gereken bir şey inanın, ayıp ya da utanmazlık ve günaha giden bir yoldu belki de, hiç koşmazsan tabi ki ölen olur, sen ilgini göster, çabala, koş, gerisini tanrı bilecek, söyleyecek, uygulayıp gösterecektir nasıl olsa... Bu felsefenin, korkunç ve haklılıklar üreten bir mantığının olması, her şeyden şaşırtıcı gelirdi bana... Her şey o kadar olağanüstü bir biçimde cereyan etmişti ki o gün, peşinden koşmasa araba belki de daha hızlanacak ve mezarlığı bile aşacaktı, ama koşması, eşyanın ruhsal momentumunu tetikledi ve araba hızını keserek, bir ortalamaya dönüştü ve tam tamına hiç bir belacıl sonuca varmaksızın durdu... Olayın gerisi sizin düşlerinize kalmış, ilkelliğin saltanatı işte böyle bir şey diyemem, iletişimin böyle olması çok doğaldır bu hallerde, görülüyor ki , bir olanaklar cehennetinde geliştirilmiş yöntem bunlar, dualar, yakarışlar, dur deyişler, çüş naraları, koşanların ruhsal bir yıldırımla arabayı yavaşlatması, elektromanyetik dünyaların, eşyaların, abanoz ve kehribarların aşkınlığında, nesnelerin, et ve kemiğin ruhsal yapısında, iletişime geçmek, tüm koşmacalar, çabalar ve tanrı aşkına dur diye bağırmalar kesinlikle yapılması gereken şeyler... Hacıumar koştu, Kavasamat şaştı bu işe ve iş tanrının hikmetiyle, kazasız belasız yaşandı işte... Konu kapandı gitti. İşte bütün mesele bu!.. Köy o gün yaşanan olayların çokluğu, yerel fantezinin önem sırasında, evrenselin önüne geçtiği için, tavuk karanlığından, bilgi kirliliği ve ışığın isinden, ambar fareliği ve uçkur magazininden uzak kaldı, kendi içine gömüldü, akşamla beraber uyumadı yatağında, döşeğinde düş görmedi, kandillerin, fenerlerin pırıltısında, güne özgü dedikodular aldı yürüdü, köylüler bir felaketin eşiğinden dönmenin, bir şaşırtı yaşamanın, bir çarpınca uğramanın, düşünce ve eylemin karmaşası, azgınlaşan korku ve heyecanla günü geçirmenin, sıradan yaşamlarına mitoloji katmanın zevki ve coşkusuyla, yaşam dolu bir gün geçirdiler, yaşıyor olmanın mutluluğunu tatmak, herkese nasip olan bir şey değil, bunun ne Paraugay'ı var, ne Uruguay'ı, ne de Teksas ya da Kremlin'i... O gün sıra İsabey kasabasındaydı ve hep böyle olacak, sırayla tadına bakabileceğiz yaşamın!... Neden, bugün şaşkınlığımız hala sürüyorsa ve bu denli belleğimizde canlanıyorsa her şey, olanların ve olacakların tümünün böyle gerçekleşeceği olgusu kaçınılmazlıkla doğrudur kanımca!.. Böyle gerçekleşmesi gereği ve inancı da son derece yerindedir, çünkü İsabey'de bir tanrı var ve görüyorsunuz ki her şeyi de o bilir!.. Mutlu bir gün geçirdi köylüler. Bir felaketi atlattılar, ama bir kaç kişi ölümcül bir sonuçla karşılaşsa bile, mutlu olabilirlerdi olanlardan ötürü, çünkü ölümde yaşamın gereklerinden biriydi, gerekçeler olaylardan önce gerçekleşiyor onlar için, olay ufku sonra beliriyor, asıl olan yaşamı yaşamanın zorluğu onlar için!.. O gün ne olursa olsun, onlar için makbuldü kısacası, olacaklardan önce sonuçları görüyor ve sonuçlar eylemlerden önce oluşuyordu onların bilinç evinde, ak beyninde, düş ve düşünce çemberinde... Sonuçta, kış döngüsü, ilk kez şenlenmişti o gün köylüler adına, kovuklarından çıktılar ve bir tilki gibi hayatla oynaşıp, bağırıp çağırarak, sahnede rol aldılar ve yaşama bağlanmanın dayanılmaz hafifliğini, kuduzcul zevkini yaşadılar. Daracık bir ovanın çekip çevirdiği, dönüp duran dünyalarında... Ertesi gün güneş açtı. İnsanlar neşelenirse eğer, unuturlarsa her şeyi, bir olayın sonrası, iyi veya kötü, kesinlikle güneşte ayak uydurur sonuçlara, görünür ya da kaybolur, sürçü lisan ettikse af ola, her şey birbiri ardı sıradır!.. 58 Sabahın alacasında, tan sökümünde, çıkardı evden. Ovalara, dağlara, yamaçlara, tepelere, bağlara, bahçelere salardı ruhunu. Yapraklara dokunur, çiğdemlerin, kır menekşelerinin, bağ güllerinin üzerindeki çiğ damlalarının, sökün etmiş kırağıların suyunu içer, kır tanrısı gibi bütün gün derelerde, korularda dolaşırdı. Arıların, dalların, yaprakların, rüzgarların uğultusu arasında, oğul veren çiçeklerin arasında, çalılıkların, gediklerin arkasında, tuhaf bir gölgeyi andırır, düşsel görüntüsü köylüleri ürkütür, gün olur onu taşlı tarla bayırında, öğle üzeri sütleğenler arasında, ikindileyin Menderes kıyısında, akşam köy altlarında, bağlarda bağdaş kurmuş otururken, ahlat ağacının gövdesine yaslanmış dururken, dalgın yürürken ve başka dünyaların bir tanrısı, ele avuca sığmaz bir Mehdisi gibi huşu içinde eğilirken görürlerdi... Bağlarda tozlu çitlimlerin, buruk kokusunu ruhuyla kutsar, badem çiçeklerini dokunmaksızın koklar, yemliklerin, ebegümecilerin, semizliklerin yanına elini bile sürmeden uzanır, kuşlara şarkılar söyler ve inci gibi noktacıl gözleriyle, şaşkın bakan kuşlar, dur duraksız onu dinlerdi. Dağlarda, yarlarda kekik kokusunu, kedi tırnaklarını, küstüm otlarını, pırnalları, çamları kucaklar, sarışıp, sevişir, kuşlukta ayrıldığı köye, gece yarılarında, yıldızların bastığı, serviler arasından ayın indiği, inlerin, inlemelerin yitip gittiği, ovaların, gölgeli suların içinde, tuhaf homurtularla, kokularla, üstü başı çiçeklere bulanmış, kasketi yan yatmış, pabucu yırtık, mintanı parçalanmış, sağında solunda börtü böcekler, elinde kolunda demetlerle haneylere girer.. Sabah olur olmazda gene düşerdi yollara, dağlara, bayırlara, sindele, batala, üyyüğe, ırlağanlıya... Deliydi... Deli dolu, deli hulu, delimsirek biriydi. Adı; Emin, Havzeminlerin Emin!.. İnanmayacaksınız biliyorum, onun bir gün tıpkısıyla, şöyle bir tümce çıkmıştı dilleri tutuşturan ağzından. Çünkü deliler geçmişi ve geleceği gören varlıklardır derdi babam. Oto şiddet bağımlısıdır insan, genlerinden akar kan, organize bir yapı değil, yel yepelek, yeknesak bir varlıktır o, ha lubunya, ha Lesboslu Sofiya fark etmez, şiddet endüstrisine bel bağlayan bir yaratıktır o, Omiya'da yaşasa, Roma'da da olsa, Hadis ve Hades'i karıştıran tek varlıktır... Argotik kavramların tutsağı, organizmanın iflası, kitle psikozuna aşkla bağlı olması, bölük pörçük kılmış onu, bilgi kirliliği ve ambar fareleriyle baş etmek için geçer ömrü, Nuh'un çorbası ve dağın çekirgesi baş tacıdır... İzleyenler kutuplaşır, aktörler uzlaşır bu komplotik varlığın naturasında, Nietzsche'nin kesinlemeleri hiç bir işe yaramaz, evrenosta sürüp giden endüstriyel kaos, tanrıların el işi sayılır, yel türküleri ve esinlemeler eşliğinde, yazık ki yitip giden bir erdişiydi onlar, havada kuş, suda balık, toprakta karıncalar... 59 Köyün ortasından geçen çay, öylesine küçüktür ki, önünü biz çocuklar, çamur setiyle, şöyle bir iki karış kessek, taşması akşamı bulur... Ama bazen olur ki, kışın kapılarında, bir yıl yağan yağmurlar kadar, yağmur yağar ve sel öylesine köpürür, kil rengiyle, bulanık balçık rengiyle, öylesine akar ki, ortadaki taş köprünün üstünden geçerek, köprüyü görünmez kılabilir. İşte o zaman, köyde bir söylence başlar, sel ineği götürmüş, bu hiç bir zaman, keçi, koyun, köpek olamaz. Çünkü inek köylü için kutsaldır, besin kaynağıdır, gelir kaynağıdır ve köydeki canlıların berekette en iyisi, en irisi... Sel atı götürmüş olamaz, at dediğin nedir ki, binek hayvanı, kıtalar arası füze!.. Ama inek hayattır, evin direğidir, her şeydir o... İşte o zaman köylüler, umarsız biçimde yakarırlar, bitmez tükenmez bir kinle bağırır çağırırlar, Yeremya'nın faslında lanetlenen, kanalın kralları gibi inleyip, haykırırlar. Bedduaları göğü inletir, Pentatökte yer alır bir mesele dönüşür inek olayı... Rabbimizin altın bir buzağısı vardı, kendisinin saldığı sele kapıldı... Sel firavundur, inekse Apis. Ve firavun, Apis'i halkın elinden aldı, yerine kendini koydu. Ahali, bütün köylü çıldırır bu işe ama ellerinden de bir şey gelmezdi. Çocuklar yamaçlardan köprüye, başı selde inip çıkan, boynuzdan tacıyla görünüp, kaybolan, bereket tanrıçası ineğe bakarlar. Ağlarlar, o kutsanmış, saygın, görkemli hayvanın, köprüyü bile sökerek alıp götüren seldeki güçsüzlüğüne ve tükenişine kahrederek, yazgıya tanık olmanın acısına gark olurlar ve olgunluğa eriştiklerinde, bilinç altlarında, en değerli, zümrütsü, altın taçlı, görkemli şeylerin bile, balçıksı bir bulanıklığın içinde sürüklenip, anlamsızca yok oluşlarını bildikleri için, hep bir anlam uğruna, bıkıp usanmadan, koşup, koşturarak, uçup parçalanarak, bir uğraş içinde, kan ter içinde yitip, ölüp giderler... 60 Zeyve'den, Hançalar'dan, Irlağanlı'dan, Bekilli'den, Karahallı'dan gelenler, gidenler ortalığı şenlendiriyor. Pekmez almaya geliyorlar. Buğday, arpa alanlar, keten, burçak yolanlar, neferne toplayanlar, zahire toptancıları, tahıl ölçekçileri, karşılığında paralar, senetler, basma, kumaş, beşibirlik alıp vermeler, tövbeleşmeler, daha sonra kızlar vardır, karşı köylere gelin gidenler, karşı köyden gelin gelenler. Pekmezler kaynatılır, üzümler kasalara yüklenerek, şenlikler şehrin yollarını tutar, yarenlik yapılır, gediklerin, kelterlerin başında, ödlekler korkutulur, şaşkınların ardından koşulur, panayırlar olur günler boyu... Bağları öküz başından korkuluklar süsler, insan çatısından şeytan çubukları dikilir tarlalara, kurtlar, kuşlar, tilkiler, bağ bozumunu erkenden bozmasınlar, gün sonuna bizden önce varmasınlar diye... Bağlarda Meşhur, Ayşe, Zübeyde, Esma, Cennet, Zeliha, Sultan, Sabahat, Fatıma, üzümleri kelterlere doldurdukları gibi, sırtladıkları gibi yukarıya, gümenin yanındaki kasalara uçurup bırakırlar. Bu zamanda meyveler azgınlaşır ve elmalar, armutlar yüklükleri boylar. Şenlik ateşinde pişenler yenir ve türküler söylenir günlerce, gecelerce... 'Cevizin yapağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında...' Sürüp gider uzun havalar... 'Yeşil ayna takındın mı beline, yarim kurban olam tatlı diline, uyma dedim uydun eller sözüne, gözü yaşlı yar, sen sefa geldin...' 61 Lortop'la yan yana kırları dolaşıyoruz, hızla koşturuyor bir kaplumbağaya doğru, onun hareketsizliğinden olacak merakını yeniyor ve peşini bırakıyor, sonra bir kelebek, bir arı, tavşan derken Lortop'a sayısız eğlence, oyun çıkıyor, bütün gün yanımda kuyruğunu sallayarak dolaşıyor, bir şey yediğini, bir şey içtiğini görmedim, doğanın verdiği mutluluk Lortop'a yetiyor mu acaba diye düşünüyorum, bense bin bir türlü meyvelerle oyalanıyorum, bağ yaprağı çiğniyorum, patlangaçlarla ürkütüyorum onu, iğdelerin arasından geçiyor, suyun kıyısından, parsambaların kokusunu içime çekerek uzaklaşırken, minik, cadı gibi bir fındık ağacıyla karşılaşıyoruz ve taze fındık veriyorum Lortop'a, onu da yemiyor ve yeşilliklerin arasında yitip gidiyor, ta ki birbirimizi kaybettiğimiz sanısı benliğimizden taşana dek, o zaman Lortop diye bağırıyorum Lortop ya da ıslık çalıyorum, o kim bilir nerelerden sanki kokumu almış, çağrıldığını duyarmış, beni anlarmış gibi, birden önümde beliriyor, saki yerin altından çıkıyor, göğüs kafesi inip kalkıyor, dili bir karış sarkıyor ve kuyruğu yerlerde sürünüyor, ona diyorum ki, yeraltı cinlerini mi kovaladın Lortop, neredesin, o siyah kadifemsi bir çemberin kuşattığı gözleriyle bana bakıyor ve elemle, derin bir soluk alıp vererek, sanırım şunu demek istiyor, iki ayağıyla belime, elime, kollarıma zıplıyor ve karşılıklı bağlılığımızı, sevgi dolu alışverişimizi duyumsarcasına, varlığımızı onaylıyor, karşılıklı, benim kararlılık, onun naz dolu, incelikli gösterileriyle... 62 Menderes ırmağının kıyısında dolanıyoruz Lortop'la, ırmak iki yamacın arasından, vadinin içlerindeki, yatağında akıyor, akıyordur ama öyle durgun ki, sanki hareketsiz ve içinde ölüp kalmış cinlere, perilere ulaşmak ister gibi, bayıltıcı sıcakta sinekler vızıldıyor ve az sonra, törenle atılmak istiyorlar ırmağın dünyasına, ölü doğanın, canla dolu ortasına... Eğilip bakıyorum, durgunlukta o periler, cinler yayın balıklarıdır sanırım, öyle hareketsizler ki, bir taş alıp suya atıyorum ve hızla oradan buraya yüzüyorlar şimdi, suyun dibi güneşte altın gibi, kıyıdaki ağaçlar suyun dibine uzanmışlar, iki yaşarlıymış gibi bakışıyorlar... Kurbağalar kıyıda suya dalmakta kararsızlar, biz yaklaşınca atlıyorlar ve durgunlukta yüzen şeyler hızla kaçışıyorlar. Güneş suyun içinde gibi, yalpalıyor, büyüyüp ufalıyor, yayvanlaşıp kayıyor ve parçalanarak ayrılıyor... Yeniden beliriyor az sonra, doğarmışçasına parıldıyor, Finike batıklarında, göz alıcı, altın bir balık gibi... Suyun içindeki dünya, suyun dışındaki dünyayı biliyor mu acaba, suyun dışındaki dünya, suyun içindekini... Garip bir denklem gibi, iç içe gölgelerde, ışık yuvalarında, parlıyorlar birbirine nazire yaparcasına... Tanrım, iki dünya var burada, ikisi de birbirine kayıtsız, ikisi de birbirinden habersiz ve ikisi de birbirini biliyor, ikisi de birbirini gölgelemiyor ve ikisi de birbirini tanıyor!.. Lortop benim gibi uzun uzun suya bakıyor. Irmağın altından kuşlar geçiyor, yukarıdan uçan göçmen kuş onlar. Uzun zaman oyalanıyoruz orada, ırmağın kıyısında, ta ki değirmenden dönenler yanımızdan geçip gidene dek ama bizi görünce beraberce köye dönmek için selam alıp veriyoruz, lafa tutuşuyorlar. Hiç unutmam hızla yanımızdan bir otomobil geçmişti, biri, genlerimizde buzağıya tapmanın izleri var, sıra arabada demişti... Hem yürüyüp hem söyleşerek köye döndüğümüzde akşamı etmiştik. Lortop'un bugünkü yaşantımızdan, merak dolu gezimizden mutlu olduğunu sezinliyorum, gözlemliyorum. Günün yorgunluğuyla uyuklarken, tek gözüyle bana bakıyor, duygularını belirtircesine, sanki teşekkür ediyor, şükranlarını sunuyor mırıltılarla, sonra başını ayaklarının arasına alıyor ve dalıp gidiyor yoldaşım... Bunun adı, niçin bir aşk olmasın!... 63 Okulun önündeki havuza bakıyoruz. Küçücük renkli balıkları hayranlıkla izliyoruz. Kuş dillerine yaslanarak, aralarından geçen Lortop, güzel kokuların havaya yayılmasına neden oluyor. Karagözler buruk, derin kokularıyla burun kanatçıklarımıza el koyuyor. Çam kozalaklarına, tilki kuyruğu çamlarının iğne yapraklarına elimle bastırıyorum, gene derin, esriyen kokular. Her şey öyle güzel, öyle öyle baştan çıkarıcı, kokular dünyamızı öyle dolduruyor ki, dutların altından geçerek köyün içlerine doğru yola düşüyoruz, birden anlıyorum ki bu yapraklarda kokuyor, bahar geliyor der gibi, ot kokuları, fışkınların nemli, baygınlık veren, esriten, aşkı paylaştıran okları sanki, Lortop ve ben Sezar gibi dolaşıyoruz derelerde, dağ yollarında, kırlarda, doğanın eşsiz kokuları, ağaçların yaprakları, göklerin bulutlarını tanımak, tanrının işlerini anlamak için sefere çıkmışız, arkamızda kimse yok, önümüzde sonsuz ova, topraklar, ağaçlar, kuşlar, nereden geldik bilinmez okulun bahçesinde almışız soluğu, sonra eve kadar hiç konuşmadan yürüyoruz, yollarda nar ağaçları, renkleri öyle güzel, öyle can alıcı ki, yanlarından geçerken bambaşka kokular dolduruyor içimizi, duyumsanması güç, kendini ele vermek istemeyen, derin, olağanüstü kokular, tanrım şu evrende kokularla varlığını duyurmak istemeyen ne var, bütün dünya, bütün her şey kokuyla konuşuyor, kokuyla yaşıyor, kokuyla varlığını kanıtlıyor... Bir an duraksıyorum, Lortop... Onunda bir kokusu var, ilk kez anlıyor, seziyorum bu kokuyu, sarılıyorum ona, beni sev, beni öp, beni anla der gibi, bir ben mi, o da öyle sanki... Hepimiz yaşamın bir parçasıymışız, hepimiz evrenin, yaratılışın bir giziymişiz meğer, hepimiz vaz geçilmez bir immişiz şu dünyada, anlıyorum artık, yaşamaktan güzel bir şey yok ve soruyorum haykırarak bu dünyaya, sevmekten güzel ne var, yaşamaktan güzel ne var!.. 64 Kayalıklarda oturmuş, gecenin sessizliğinde, ovaya bakıyorum. Herkes uykuda, ayda uyukluyor sanki servilerin arkasında, ama yıldızlar, yıldızlar derin, acılı, sonsuz bir özlemin umuduyla kırpışıyorlar. Onları bizden ayıran nedir, karanlık ovada, karanlık gökyüzünde, başka hiç bir şey görünmüyor, onlardan başka... Ağaçlar, evler, dağlar her şey, her yer karanlık. Kendim, kendime de karanlığım, kendimin ne olduğunu anlamak için, elimi gezdiriyorum kendimde, benliğimde, anlamaya çalışıyorum kendimi, dokunarak geziyorum bedenimi... Ben insan mıyım... Bana insan mı diyorlar... İnsan mı diyoruz biz kendimize, yoksa, kendi aramızda ad mı koyuyoruz birbirimize, kirpiklerimiz, gözlerimiz, ellerimiz ve parmak uçlarımız var. İç organlarımız evrenin bir tür tansıması mı, onun bir yansıması mı, sırtımdaki urbanın biçimi neden böyle ve niçin benim sırtımda, deri üstünde ikinci bir deri mi o, ama insan ve varlık önemli olmalı yine de, değerli de, varsak eğer bir nedeni olmalı, evren bizim için var ya da evren için varız biz, ikisi de varlığın ilkinsil, temel bir nedeni sayılabilir, biri biliyor bunu ama biz bilmiyoruz, biri bizi görebiliyor ama biz görmüyoruz, biri bizi anlıyor, ama biz anlamıyoruz, o her şeyi biliyor, biz bir şey bilmiyoruz, o bunu söylemiyor, ama biz söylüyoruz. O biri, bizden daha kederli olmalı, bir uçurum var arada, o atlayabilir ama atlaması ölümü olur, biz atlamak istiyoruz ama başaramıyoruz, belki gelecektedir diye avunuyoruz ve sırların sırrını bir türlü öğrenemiyoruz... Evrenin gizini bir türlü bilemiyoruz... Zaman geçecek ve ben değişecek miyim. Uzaktan yeşil bir nokta yavaş yavaş yaklaşıyor. Yeşil bir nokta karanlığın içinde bana doğru yaklaşıyor. Büyüyor, büyüyor ve tam gözlerimin önünde patlayacak gibi, beni sarıp, alıp götürecek gibi oluyor ve korku, ürkü içinde titreyerek donup kalmışken, sanki gözlerimin önünden açılan evrenleri, alemleri görüp, tanıyacakken, ayaklarıma doğru sürtünen acayip, tüysü, garip bir şeyle, nerdeyse korkudan bayılacakken, bu gizemli, tuhaf şeyin, Lortop olduğunu anlıyor ve düşlerimden uyanıyorum... Şükürler olsun ki yaşıyoruz ve biz bizeyiz şu evrende ve kendimizden başka çekinecek hiç bir şey yok!.. Korkulacak başkaca bir şey olmadığını görüyor ve gecenin karanlığında, evrenin yalnızlığında bir kez daha her şeyi anlıyor ve ağlamaya başlıyorum, Lortop garip, kısık mırıltılar ve ıslıksı seslerle sürtünüyor bana ve acılarıma, özlemlerime ve yalnızlığıma o da ağlıyor... 65 Düşsü ay, servilerin arasından yükseliyor. Gecenin bıçkın, can alıcı derinliğinde, bir baykuş tüm evrende çınlayan bir sesle haykırıyor. Köpekler bu çağrıyı ulumalarla yanıtlayarak gecenin sonsuz dinginliğine ürpertici katkılarda bulunuyor... Uuu u uuuuuuuuuuuuuuuuuuuhhhhh!.. Çıldırtıcı, derin, inilti dolu sesler geliyor dereden, dağlar daha keskin, çınlayan yanıtlarla karşılık veriyor, birbiriyle haberleşiyor sanki canlılar. Haberci tanrı Hermes iş başında... Böğürtlenlerde, kimi çıtlık ağaçlarının dalları arasında, tek tük, gözbebeğinden küçük, ateş parçaları uçuşup duruyorlar, nenler çarpışıyor dünyada... Damlarda, ahırlarda, ağır, uzak çağlardan kalma bir ayak sesi ya da pullu, tüylü bir mastodont, büklümlü bir gergedan gibi bir şeyin, bir yarı tanrı, kavgacı savaşkan bir Mars gibi, boynuzlu bir ilah gibi bir şeyin, gecenin karanlığında vahşi boynuzları, pençeleri ve toynaklarıyla sanki havayı dövüyorlar. Kara bir bulut yavaşça büyüyerek gökyüzünü kaplarken, yıldızlar yapayalnız bir umudu, göklerden doğru sessizlikle inmekte olan bir alayı, bir yortuyu yok edercesine, birer birer sönüyor... Yapayalnız oturduğum yerde, bütün bu umarsızlıkların bir parçası olduğumu düşünerek, duymak, görmek, konuşmak, gülmek, dokunmak, yürümek, koşmak, haykırmak gibi arzular, yakarışlar geçiyor içimden... Az sonra karanlıkların içinden bir ağartı yayılarak, her yeri, her şeyi kapsıyor ve bir tanrının başını andırırcasına, birden güneş doğuyor. Baykuş yok oluyor. Köpekler sadakatle insanların ardından yollara düşüyorlar. atlar, eşekler, öküzler yüklendikleri tüm ağırlıkları, şeyleri bir kuş hafifliğiyle ovalara, dağlara uçururken, herkes alabildiğine şen, cıvıltılı seslerle, ovaya doğru yayılıyor ve sanki yeryüzüne dağılıyorlar... Böcekler renkli kanatlarıyla çiçekten çiçeğe konarken, hafif yelde serviler, güneşin gülen yüzüne sevinçli türküler okurcasına, oynaşıp, çığrışıyorlar , yapraklar el çırpan bir kalabalığa dönüşüp, kuşlarında bu şarkıya katılması için coşkuyla alkışlıyorlar. eşlik ederek, katılıyorlar. O an mutluluğun resminin, nasıl bir şey olduğunu anlıyor ve gökyüzüne doğru yüzümü çevirerek gülümsüyorum. Orada bir şey görüyor ve oradan birinin de bana doğru gülümsediğini sezinliyorum... 66 Lortop avluya, öyle hızlı bir giriş yaptı ki, tüm besili tavuklar ve onlara eşlik eden altın tüylü horoz, ürküyle damlara uçuştular. Tavuk uçmayı unutan bir kuş, kuş yürümeyi unutan bir tavuk nede olsa... Beyaz, çilli, siyah benekli, uzun, cılız, iri yarı, paçalı, peçeli, donlu, ibikli, ibiksiz, leyleksi, kartalsı bin bir türlü tavuk cinsi avluda, kıyıda köşede, sessizce dolaşıyor, tavukgiller dünyanın tadını çıkarıyor. Bir horoz altın tüylü, dik, kızıla çalan kuyruğunun iki yanından sarkıttığı bin bir renkli, parlak kadife, altın parlaklığındaki püsküllerini, güneşte yanar döner, göz alıcı, ince çizgili ala kuşağıyla, tavukların beylerbeyliğini, efeliğini yapıyor düşlerinde... Sonra geriye doğru kaykılarak, sanki arşı alaya çıkmak ister gibi, hükümranlığını tüm aleme duyurmak ister gibi, boynunu gökyüzüne uzatıyor ve gagasıyla görünmez gölgelerin içinde, gizlenmiş taşların ardında, kovukların arasında ve göklerin sonsuzluğunda gizlenmiş düşmanına, uçar, kaçar, konar canlısına, gagasını saplar, bir Unicorn'a, tek boynuza pençesini uzatır gibi, uzun uzun öterek, uyuşturan öğlede, tüm sağırları uykusundan uyandırırcasına, inmelileri yataklarından kaldırırcasına, yenilmişlere utkusunu duyururcasına, avludan otlaklara, otlaklardan kuyulara, kuyulardan Frig'in krallarına, Midas'ın kulaklarına dek yayılan bir serenatla... Kişner gibi, anırırcasına, ulur gibi, haykırırcasına, nara atıp, göklere nidasını tanrısal gonglarla duyururcasına, bir hışımla, bir meşkle, doyulmamış bir bakıştan gelen aşkla, tüm dünyayı, öğle uykusundan, sıkıntısından uyandıran çılgınca bir neşeyle, bir kulaktan öbür kulağa uzun bir tren gibi geçercesine öterdi... Horoz köyün efendisi, köylünün sultanıdır, bu dünyanın hakanıdır ve düşlerde güzeller güzeli, sırmalı bir serasker, pırıl pırıl, renkçil bir gezegenin hünkarı, veziriazamı ve hüsn-ü nizamı, lale devrinden kalma bir sadabatı, dünyazatıdır o!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder