22 Şubat 2017 Çarşamba

LORTOP / 9. BÖLÜM

89 Putlara değil, çağa uyacaksın demişti Kleopatra, Mısır için bir devrim sayılırmış bu söz, çünkü Mısır sfenksler ve piramitlerle bir ölüler, başka bir deyişle putlar ülkesiymiş zamanında... Gerçek düştür. kendine güven ama kendini beğenme derdi o da, balçık küfü yerdi ve plastik bir dil arıyorum son sözü... Bakın ne olmuş, Lortop işleri karıştır dedi, 1707 Eylül'ünde, görevini tamamlayıp Cebelitarık'tan yola çıkan İngiliz donanmasına ait filo, eve dönüş özleminin yanında fırtınalarla boğuşmak zorunda kalmıştı, Ushant adaları açıklarında sanıyorlardı kendilerini, ama Scilly adası kayalıklarının yakınındaydılar, o gece kayalıklara çarptılar ve Amiral Shovell'in komutasındaki gemiler battı ve iki bini aşkın gemici boğuldu. Nedeni gemide bir saatin bulunmayışıydı. Amiralin cesedi ertesi gün kıyıya vurdu, Söylentiye göre, adanın gençlerinden olan bir tayfa amirale yaklaşıp subayların yanlış hesap yaptığını, konumlarının Scilly kayalıklarına çok yakın olduğunu söylemiş. O sıralar görevli subaylardan başka hiç kimsenin konum hesaplama izni yokmuş. Bu emre karşı gelmek isyana teşebbüs olarak yorumlanırmış ve gene söylentiye göre Shovell genci hemen oracıkta astırır. Bir kaç dakika sonra gemi kayalıklara çarpar ve batar. Ada sakinleri bu yüzden Amiral'in gömüldüğü yerde ot bile bitmediğini söyler. Shovell'in gemisinden sağ kurtulan olmadığı için gene de gerçekler gölgelerin altındadır. Görme ışığın çevremizdeki nesnelerden yansıyarak gözümüze ulaşmasının sonucuymuş, ışık hızı yavaş olsaydı veya bir örnek açıları değişseydi nesneleri daha farklı görecekmişiz, örneğin yuvarlak biçim değiştirecekmiş, dünyaya tepeden bakan bir arı onu peteksi görecektir belki de, ama aynı görünün koordinatlarıyla şaşırmadan aya gene gidebilir elbette, buradan amaç, her tür kesinleme skolastizmdir, küremsi biçim bir gerçektir... Şu ki tarih boyunca güçlü ve zalim olan aynı zamanda uygarlığın öncüsü kesilmiştir. İskender, Sezar, Kubilay hepsi böyledir. Saydam erotoloji, pornografik katafalklar, kapitolün papaları ve sanatın İgorları gibi... Ah işte, yaş üzümler tavana asılır, şubat sonu, mart başına kadar, evin tavanından zaman zaman indirilir ve konuklara, çocuklara sunulurdu. Aralık bölmede, dış kapıya yakın, kuru üzümler vardı. Orada delikte, devasa bir süt dığanı durur ve kıyısından arpa çubuğunu uzatıp, kimseler anlamadan içerdik. Palyatif kurnazlık ve gizençli çözümler doğamızda vardır bizim. Dip odada ateş yanar, yemek pişerdi. Ne günler, iki kerpiç oda ve çamurdan aralık. Büyükçe olan ön odada, iki sandık vardı, kimseler olmadığında açar, birden başka dünyalara giderdim. İlk sandık küçüktü, Osmanlı zaptiyesi gibi sırmaları ve göz alıcı armaları vardı, ötekinde dolmakalem kutuları, danteller, ipekliler, kristalsi kupalar, çeyiz sandığıydı o, düzenli ve çekince uyandıran bir şaşaası vardı. Sırmalı sandıkta, ikisi de sırmalıydı ya, içi yazı dolu balyalar, Türk Dili dergileri, Varlık, Akbaba kroniği, incecik şiir kitapları dünya bahtsızlarının, Cesaret Madalyası, sararmış sayfalarıyla Sokrates'in Savunması, Godfrey Lias'ın Gobi Çöllerinde, Japon Baskını, Kızıl Sultan Abdülhamit'e yapılan suikast, Ömer Seyfettin, Gazap Üzümleri, Zaloğlu Rüstem, Les Miserables bir yığın gibi duruyordu... Yıllarca sakladım onları, ama kendimi saklayamadım, aldılar verdiler, kırıldılar ve geride özlemleri kaldı ne yazık ki, kitaplar var, bir kaç folklorik ocak örtüsü, mavi çinili çiçeklik, o anılara eşlik edenlerin yanına gittiğimde götüreceğim şeyler!.. Hala duruyorlar diyeceğim!.. Ama anladım artık eşyalarda ölüyor, yaşamın değerini bilmek göreceli evet ama sevmek asıl olan... Sevmenin tek anlamı var, hepimizi saran ve içinde kalabildiğimiz bir şey, ötekiler yalan!.. 90 Sevmek bambaşka bir şey... At arabasıyla baştan beri duran ovada gidiyoruz, ova sarı, yol sarı, güneş sarı... Karşı dağlara varır gibiyiz sanki ama yol bitmiyor, çok şaşırtıcı, dolambaçlar düz yoldan daha fazla yakınlık duygusu veriyor insana, düz yol git git bitmiyor!.. Düz yol bir illüzyon duygusu veriyor insana, ah geldik işte diyorsun, bir o kadar daha gidiyorsun, bir öyküsü var zaten... Kralın ülkesini ziyaret eden firavun, bir güç gösterisinde, yazık ki kralın yaptırdığı labirentte yolunu yitiriyor, kral Mısır diyarını ziyarete geldiğinde, firavun olanları unutmuyor ve çölün içlerine götürüyor kralı ve sonra dönüp diyor ki, işte benim labirentim bu!.. Dünyanın doğal ya da insan eliyle yapılmış dolambaçlarından daha bir belirsiz ve daha bir yalnızlık duygusu verecektir çöl. Çöl hiçliktir, yolunu yitirmek bir yana, düşüncenin de ötesindedir... Arabacımız iğneli, neşeli biri dedi ki... 'Dünya üç beş bilgisizin elinde / Onlarca her bilgi kendilerinde / Üzülme eşek eşeği beğenir / Hayır var sana kötü demelerinde.' Türkü gibi mırıldanıyor ama köyde kimlere kırıldı diye düşünmeden edemiyoruz. Nereden bilelim, seçimler olur, partiler gelir, hükümetler gider, Panama vardır, Kamçatka karşı yaka, Kolamola içer şu dünyalılar. Ovanın ortasında, kuyuların epey uzağında, bir at ölüsü duruyor. Öyle ki, atın yalnızca kemikleri kalmış, bir geminin kaburgaları gibi kucaklıyor artık boşluğu. Ovanın yeşilliği gidince, suyu çekilince, karaya vurmuş, çöküp kalmış sanki, Nuh'un gemisi gibi... Yaşarken ki halinden daha masalsı görünüyor at, çünkü ürkütücü ölüsü, sonsuzluğu imliyor, zorbalıkla çağrıştırıyor zamanı ne yazık ki... Gariptir, yaşarken değil öldüğünde sonsuzluk duygusu veriyor at. Bembeyaz kemikleri, sıra sıra kaburgalar, parıldayan dişleri şimdi tuhaf, ürkütücü bir manzaranın efendisi, bir zamanlar dört nala koşan, kırların, yamaçların, dağların efendisi bu at, şimdi geniş ve sonsuz ovayı kutsarcasına sürdürüyor artık yaşamını, ovanın gerçek hükümdarı olmuş sanki, eskisinden daha güçlü, alabildiğine tinsel, etkileyici, ama bir ölü, garip!.. Çünkü at ve ova, eskisinden çok ötede şeyler anlatıyor artık, belki derin ve bambaşka şeyler çağrıştırıyor artık ikisi... Ölü at, dört tekerleği de coşkuyla dönen araba, sürücünün sitem dolu türküsü, çocukların aç ve merak dolu bakışları, havada tek tük kuş, bomboş, garip dağ, gezgin bulut, solgun gök, sararmış güneş ve uzaklarda ağarmış bir leke, Humbaba'nın dişleri gibi sırıtan köy... Bir sonsuzluk alegorisi değildir de nedir ki... Ama sinik gök ve uykulu yeryüzünde, umursamaz haliyle, bir çoban yine de, koyunlarıyla beliriyor önümüzde!.. 'Bir aşk için ölünür mü / bak işte ben ölüyorum / sevilmeden sevilir mi / bak işte ben seviyorum' Gülümsedi çobanın türküsüne ve işte böyle yapmalıyız dedi, arabanın içindekilerden biri!.. 91 Ölüler gibi yatıyorum... Ateşim otuz dokuz sınırını geçmiş midir acaba... Babacığım, İngiliz kumaşından, şayak dedikleri, kalın balonlu pantolonuyla dikiliyor, başımın üzerinde uzun, incelikli bir varlık gibi duyumsuyorum onu, kasketi, mintanı ve özel pantolonuyla yaşamın sorumluluğunu yüklenmiş biri, canı ne istiyor sor bakalım diyor anneme, lokum ile bisküvi diyorum, köy insanının, daha doğrusu çocukların, yapay ama ulaşılmaz özlemidir o, köyde her şey vardır aslında, istediğim egzotik, başka diyarların, şehirlerdeki fabrikaların bir icadı aslında... Bisküvinin arasına lokum koyup yemek, gelmiş geçmiş en büyük lükstür çocuk için köyde, şimdi düşünüyorum da, insanlar hep farklılığı arıyorlar, köyde tatlı olan o kadar çok şey var ki, ama yeterince alabilirler mi, yetiyor mu, bilemem tabi, ama değişik şeyler, bilinmeyen çeşniler bazen, tatlılardan da tatlıdır, bu bir arayıştır ne yazık ki, kaçınılmaz, naturamızda var... İğneci Ibışamat geliyor, ufak tefek, onun için mi bu lakabı vermişler bilmiyorum, küçük, fitilli gaz ocağında, iğneyi kaynatıyor, küçük ampulü kırıyor -penisilin-, enjektörle şişeden suyu çekiyor ve pamukla kalçayı ıslatarak, iğneyi yapıyor. Yakıcı ama tepki gösterecek gücüm yok, ağlamadı diye seviniyorlar belki de, ağlamak her zaman gösteriş gibi gelmiştir bana, ateşler içindeyim ama gerçek dünya ile sanrılar dünyasında sürgit yer değiştiriyorum... Günler sonra ayağa kalkıyorum, ben hep türkü dinlerken, hicaz şarkılar dinleyen İrfan, köyün asortik gurbetçisi Hülya, komşu avludan Fikret, Topalhacılardan Cesaret beni bekliyor. Yaşam yeniden başlıyor. Geceleri, Trampacıların saçağında pavkıran baykuş, uçtu gitti diyor annem... 92 Ateşler evi, yalnızca ateşin yakıldığı, ekmeğin pişirildiği yer. Köylü bu adı vermiş. Dilde ataşlar evi. Oraya doğru kıvrılıyorum. Çocukken seferberliğe gider gibi uzak gelirdi, sonra büyüyünce gördüm ki, kırk adımdan daha kısa, eğri büğrü yerleşkeler, aralık, kırık tahtalar, tam tamına bir türlü kapanmayan kapılar... Kışın nasıl ısınır bu evler, ama bir gün bile üşüdüğümü anımsamıyorum. Hiç mi hiç. Çocukluk işte...Ateşler evinde küle yumurta basmışlar, yanık yumurta öyle tatlı olur ki... Küle gömülen, tahıl dolu envaı çeşit tencere, haşhaş yağıyla, mayhoş bir tat, öyle olağanüstü olur ki, enfes bir dünya... Adı kölle, külle, külle pişir, külün sıcaklığında demek sanırım, heceler garip biçimde evriliyor köy dilinde, şive... Ispanaklı bükme, haşhaş ezmeli şekeri, yumurtalı, süzülmüş peyniriyle sayısız düşleri var, Köylüler ağzının tadını biliyor, çoğu hurafe anlatılanların... Lortop'a böyle mutlanlı günlerde, bolca yiyecek ve nefaset veriliyor. Soluk almadan yutar gibi yiyor, oda özlüyor değişik şeyleri... Köyde yarın ekmek edeceğiz demek, çocuklar için kutsanmış gün, gelsin en güzel tatlılar, bükmeler, erbili kızların saçta, büyük bir hünerle çevirip ortaya attığı, içi dünya dolu inciler, bilezikler, kol bastılar... 93 Bu evde doğup büyüdüm. Dış kapının hemen yanında, yerevin üstünde Lortop dururdu. Bir gün ortadan kayboldu, andım, kudurduğu içinmiş, sadık olan köpek, biz arkadaş ve dostlarını üzmeden ölüme gitmeyi yeğlemiş sanırım. Dış kapı mandallıydı, dış kapının mandalı sözü buradan geliyor belki de, evden çıkınca takılır, kilitte yuvaya sokularak kapı dışardan gelenin açamayacağı bir hünere kavuşurdu. Dış kapının mandalı, yalnız dışarda olanlar için alınan bir önleme yarayabilir. Evde kapıdan sonra bir aralık, genişleyen, çağdaş dilde giriş ya da antre diyebileceğimiz şey, bizde aralık adını alırdı, sonra yan yana iki oda, biri sobalıdır, oturma odası işlevi görür eğer konuklar varsa, onlar gidince yatak odasına dönüşür, ikincisi yemek pişirilen, ısıtılan, pekmezli, pancar turşulu, küplerin olduğu, sülalelik denilen eski hançerin, kılıcın, bir süngü ve anıların saklandığı odacık, ardiye, onlar kim bilir nerelerdedir. Bir tür silah oldukları için sevemedim onları ama hançer kınlı ve zarif işlemeliydi, çekici bir yanı vardı, kim bilir belki de bir Borges öyküsünün gizli kahramanıdır, Borges insanlar değil, silahlar kazanır savaşı der. O evde bir gün konuklardan biri, el fenerini sana vereyim dedi, usumda yer eden bir anı, şaka etmişti sanırım, keşke söylemeseydi, çocuklar işte, vaatlerin tutulmamasını unutamazlar, ama sonradan kardeşlerimden biri, Antakya'dan el feneri getirdi, tıpkı Midyat'dan gelen dolmakalemler gibi, ikisi de öğretmendi oralarda... Çocukluk işte kendi kendine yanan bir lamba, olağanüstü bir haz veriyordu ona... 94 Yılbaşı nedir bilene aşk olsun. Benim için yılbaşı yerli malı haftasıydı onu da okulda yaşardık. Herkes evde bulunan en cazip yiyecekleri okula getirir, törensi bir edayla, düğün dernek havasıyla yenir içilirdi. Çok anlamlı bulurdum yerli malı haftasını, şimdi böyle şeyler yok, acı demek bile, acı veriyor insana... Yerli malı haftasında bir derdimiz vardı, diğer çocuklardan geri kalmamak, diyesim onlar bolca ve çeşitli yiyecekler getirirde, biz yoksul bir görünüm verirsek diye annemizi babamızı uyarırdık... Çocukluk... Ve üzüm, ceviz, yaş üzüm, kavurga dediğimiz, buğday kendir susam karışımı çok tatlı bir karışım, kuru yemiş türü, ne varsa okula götürebilirdik. Açlık giderme amacı olmadığı için bir eğlence sayılırdı, gösteri, yer içer ve üretilen, biriken, çoğalan ne varsa görücüye çıkardı. Bu tür köklü şeyleri ortadan kaldıran toplumlar, sanal yaşamaya ve bir ruhtan yoksun olmaya mahkum. Zaman değişebilir ama nasıl!.. Bizim biz diyebilmemiz için, gerçekten biz olmamız gerekir. Oysa her şey bizden uzaklaşıyor, hatta buharlaşıyor. Biz demek bir gözyaşı çağlayanına boğulmak artık anılarda... 95 Güz... Bağlar sararmış. Toprak sarı. Ağaçlar yarı çıplak. Dallar eğri büğrü, yalnız ve bilinmeyen bir dünyanın geometrisiymişçesine göklere uzanıyorlar. Bu yalnızlık ve üzünç dolu dünya, onların bir zamanlar yeşil ve meyvelerle yüklü dallarının varlığını kuşkuya düşürüyor. Rüzgar yaprakları sürüklüyor, yapraklar taşların altına, kovuklara saklanarak, rüzgarın onları bir gurbete götürmesine, uzaklarda yapayalnız, yok olup gitmelerine engel olmaya çalışıyorlar. Elime bir yaprak düşüyor, sararmış, çürümüş... Kararmış damarları kırılgan, yer yer çiziklerle yaşlanmış, kocamış bir parçacık artık. Yürüyorum küskünlüğün, ölgünlüğün ortasında, güneş artık ısıtmıyor, o da yorgun, ıssızlık, sessizlik el ele vermiş, yeni doğan yılın, yeni yaprakları, yeni dalları, yeni meyvelerini düşleyerek, bir yas içindeler uçuşarak gidenlere... Uğuldayan rüzgar kovuklara giriyor, kuru dalları sürüklüyor, tozu dumanı önüne katıyor ve savrularak yamaçlardan doğru akıp gidiyor. Bir bildiği var gibi... Yağmur çiselemeye başladı, dallar, yapraklar ıslandı, mantarlar ağaç diplerinden, çayırlık ve çimenlerden yükselerek dünyaya doğmanın, var olmanın neşesiyle, hızla doğruluyorlar. Bu yağmur onlara yaşamı öğretiyor. Güneşin önünde çiseleyen yağmur, uzak dağlarda doğanın tek düzeliğine, renksizliğine karşın, belki de son kez gök kuşağı oluşturarak, gezegenin ölümsüz yaşam sevincini bir kez daha duyumsatıyor, hep sürecek bir yaşamın, sonsuza dek yinelenecek bir yaşamın, sonsuz güzelliğini anımsatıyorlar. Kederli ağaçları, düşen yaprakları, yapayalnız yolları, şırıldayan suları ve kızıla çalan havayı dinleyerek, benden uzaklarda, sürekli oynaşan kuyruğu, oraya buraya koşturup duran, her şeyi öpüp koklayan Lortop'la, köye dönüyorum... 96 Evlerin bacaları kelterlerle kaplı ya da sürüyle şişe, çünkü kelter dumanı yukarıya veriyor, ama yukarıdan bir şey düşecek veya girecek olsa, buna engel olacak şişe daha güvenli, dip bölümü kırılan şişeler bacaya sıkça yerleştirilerek, bir halka, bir kalkan oluşturuyor ve hemen hiç bir şeyin düşmesine artık izin vermiyorlar, ne rüzgar, ne yağmur, ne de görülmedik bir hayvancık artık giremez!.. Lortop'la dama çıktık ve bunları düşünerek, uzaklara baktık. Lortop ovayı böylesine yukarıdan, damlardan, belki ilk kez görüyor. Panoramik bir boşluk ve sonsuz bir bereket denizi... Dağlarla çevrili, bereketli ayla, sanki avuç içinde durur, büyük sonsuz düzlük. Kollarımla ovayı kucaklar gibi zıplıyorum, neşe içinde... Lortop sakin, arka ayakları üzerinde poz vermiş, öylece bakıyor. Gülerek hadi inelim diyorum. Belki de isteksizce kabul edip, uyuyor isteğime... Acaba Lortop'da düşünüyor mudur, düşler kurup, iyiye yoruyor mudur, kuşkulanıyorum Lortop'dan, bazen kapıya vurduğu bile oluyor... Kelterler gerçekte birer süs, geçmiş çağların, zırhların havasını yansıtıyor, antikite bir görünüm taşıyor evlere, tüm bir zamanı imgeliyor, şişeler daha çağdaş sayılıyor, onlar modernize belki de ama bereket tanrıçası Artemis gibi, sayısız göğüs bir arada, bereketi imgeliyorlar sanki, bir bağ var aralarında, ikisi de verim ve bolluğu imgeliyor gerçekte, bir simge, modernize ve antikite... 97 Köyün ata en iyi binen çocuğu Cengiz, Osman ve Mustafa'da öyle, kırda, Sindel'den başlayarak, -ovanın öbür ucu- köy girişine dek yarışacaklar. Cengiz'in atı kırmızı, doru, bir tarih... Osman'ın ki siyah, masal, düşlerden çıkma... Mustafa'nın ki alacalı, kır at, bir kızılderili... Üçü de iyi binici, üçü de gözde ve umut verici... Arabaya koşulmuş bir at yeteneklerini yitirir, acaba hangisi... Herkes gözünü köyün girişine dikmiş, yarışın sonunu bekliyor, Tozlu yollarda, kimin önde olduğunu anlamak zor. O siyah at değil diyorlar. Cengiz sarıya çalar bir çocuk diyorlar. Mustafa eğilip bükülmez diyorlar. Osman hangisi diyorlar. Olasılıklar dünyasında, sonsuz varsayımlar çalkalanıyor, gidip geliyor, gelip gidiyor. Şu gelen siyah at ama toz karartmış da olabilir, doru at, Arap'tan hızlıdır bu o değil diyorlar, gösterişle koşanın kır at olduğuna yemin billah ediyorlar. Peki kim kazanacak bu yarışı, az sonra gerçek anlaşılıyor, kimsenin beğenmediği at birinci, herkesi düş kırıklığına uğratan Cengizhan ikinci bile olamadı. Mustafa kazanıyor yarışı. Osman şaşkınlık içinde, son anda kaybetti yarışı... Yaşamın bütün güzelliği, beklenenin değil, onun kadar şaşırtan ve mutluluk verici başka bir güzelliğin gerçekleşmesi değil mi... 98 Yaz günlerinde, taş merdivenlerde, gece yarılarına dek çene çalarlar... Amcanız komşumuz, yan yana evler... Eşi Kezban orda, yaşı çoktan geçmiş ama, neşeli ve sevecen. Oğlu Osman ressam, evin dış duvarına, sıvalara astı resmini, o ne renk, o ne güzellik, ant olsun ki onun eskil, bir mitos havası uyandıran, kışkırtıcı renk uyumunu bir daha göremedim, bir düş mü görmüştü yoksa çocuk... Gecenin karanlığında, önümüzden fenerle hayvanlara bakmaya gidenler, komşulardan, karşı mahalleden gelenler... Laflaşıyoruz, lambalar, kandiller, fenerler el ele, gökyüzüne bakıyoruz, bir kayan yıldız, gezinen bir yıldızcık, bulan gören alkış alıyor. Bir boydan bir boya, yıldız parlaklığında geçen ne çok şey var. Gezici yıldızlar, uydular, peykler, belki de sonsuza dek uzakta, Apollo benzeri şeyler, uçuk, kıpırdaşan, bana bakın, buradayım diyen nesneler... Ama gökyüzüne hepimiz hayranız. Kezban ana, Dellen kızı, Müzeyyen, Meşhur, Hüseyin, Latife, Ayşe, Nurhan, İlyas, Osman, gecenin ilerleyen zamanlarında, birer birer yatağa çekiliyor herkes. Ne zaman ahıra yemleri yenilemeye, suyu bitmiş mi bakmaya gitsek atlara, akşamüstleri, geceleri, karanlıkta atların gözleri kırmızı bir ışık yayıp, parlıyor sanki, köylüler gözü belerdi diyor buna, devinerek parlamak anlamına, dönerek bize bakıyorlar ve parlayan gözlerin kirpikleri ışığı kırarak, ışıldak gibi titreşen ve keskin bir dünya yaratıyorlar inanın, olamaz, şimdi düş gibi geliyor bana, onların uzanıp yattığını ve gözünü kapadığını görmedim ben, at kutsal bir hayvan, tanrının güzelliği, timsali sonsuza dek ayakta!.. Gecenin derinlerinde, yer yataklarında, buğdayların, ağaçların, meyvelerin, hayvanların kokusunda, fısıldayan rüzgarın ürpertisinde uyuyor köy, kimileri düşlerinde kekeler gibi, kimi bağırıyor ama sesi çıkmıyor, kimi kesik hırıltılarla gülüyor gibi, gece gündüz kadar eğlenceli, bir o kadar garip ve topluca tan alacasında uyanıyorlar ve ineklerin böğürmesi, beygirlerin kişneyişi, koşum sesleri, iplerin dolanışı, eşyaların patırtısı, çuvalların gümbürtüsü ve ana babalar, sarp işlerin ustası insanlar ve yaşama gönül vermiş gençlerle, güneş doğmadan yollara düşüyorlar. Son kez yapılan uyarıların, ovalara dek yayılan arzuların... Esenle, bereketle dolu arayışları... 99 Aşağı bağda pekmez kaynatılıyor. Köhünlere doldurulan kara üzüm, daha küçük keten çuvallara ayrılıyor ve çıplak ayaklarla, bir teknenin içine atılarak, çuvaldan akan suyun kesilip, dinmesine kadar çiğneniyor. Sonra kazanlara aktarılan üzüm suyu, bütün gün kaynatılıyor. Stendhal'in kırmızı ve siyahı gibi, kazan kızıl karaya ya da kapkara kesilinceye kadar, çubuklarla altı yakılıyor, pekmez öyle ki, ateşin harından, acayip sarı köpüklere bulanıyor, kabarıyor ve çığlıklar arasında taşıyor, son anda taşmaması için iki yol var, kazanı kepçeyle karıştıracaksın, o zaman ateşi düşen kazandaki pekmezin, hemen köpüğü sönüyor, unutulduğunu unutuyor ve taşmasından kurtuluyoruz ama kazan sayısı çok olunca, aynı sayıda kepçe olmayabiliyor. Öbür kazanın kepçesi yetiştirilene dek, pekmez köpürerek taşabilir, tek çare hemen kazanın altındaki ateşin hızını kesmek, bu da yanmakta olan çubukları, bağ omcalarını, çokakları kazanın altından çekerek, ateşin hızını düşürmek. İkisi de kesin çözüm ama bu arada ateşin tümüyle sönmemesi için, sıklıkla kepçe yetiştiriliyor ya da uygun bir bağ çubuğuyla kazan kuvvetle karıştırılarak, pekmezin taşması önleniyor. Ateşin bir bölümünü çekmek ya da ateşi söndürmek son çare... Sonra pekmezin tadına bakılıyor. Olmuş mu... İyi pekmez su gibi akmayacak, parmaktan düşmeyecek, damlayacak, koyu kırmızı olacak, küpte neredeyse siyah ve kaynatılırken içine kesinlikle bir ölçüde toprak atılacak. Pekmez yendiğinde, saydam sıvı görünümündeyse tadı az olur, ağır bir koyulukta mideye çabuk oturur, yenemez olur, bu yüzden toprak mideye oturmayı geciktirir, öyle acayip bir tat verir ki toprak, kıvamının ölçüsü ayarı ancak cennette bulunur!.. Hoşça kal üzüm kanı, seninle var olduk, bu satırların gücü senden geliyor, hayatı bize sen bağışladın, hakkın ödenmez!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder