19 Şubat 2017 Pazar

LORTOP / 8. BÖLÜM

78 Sekiz sonsuzluğu işaret eder, ona saygı duyalım ve bir girizgahla selamlayalım... Topal Halit bir gün şöyle demişti, saygı kavramı korkuyu temel alan bir amaçla devinebilir. Sanrılar içindeyim ama, ruhsal ve kültürel yapısı belirlenen, soyut yaşam birikimlerinin tümü bir çipe aktarılan insan, tepki vermeye, konuşmaya ve düşünce alış verişini sağlamaya yönelik tüm tavır ve söylemlerini sürdürebilecektir. Fiziksel ölümsüzlükten önce elektronik ölümsüzlüğe kavuşacağız biz... Biz üçüncü dünya ülkelerine özgü safsatalarla büyüyoruz, toprakta her saniye, dişil olana karşı şiddet var mottosu, kaynak egemenler, ultra ajanslar, ökaryot basın, simbiyozun, bana bak, Kayalık dağlarının işgalcileri ve yaşlı Avrupa her salise insan öldürmüyor mu, batı, yaşlı Avrupa, uygarlığın anası, omurgası, forse edeni, yıl iki bin, yıl bin olsaydı Abbasi veya Emeviler'den söz edecektik, Arjantinli yakınıyor ülkesinden, ah Arjantin'den Borges çıktı, şu Avromika'dan bukalemun gözlü yankesen Sartre ve afyon taciri, lepravist Bukowski çıktı... İyi düşün Gabriela, gerçeği kutsal kaseye öykünen, minicik göğüslerin biliyor, ama söylersen kozmikomik, jajaja!.. Arjantin'de kadın insandır. Avromika'da karamela... Sen celladına bağımlı bir ceylan olmakla, zincirlerinle oyna tatlım, özgürlüğün kalesi barbarian şarapla, Viking vandalı İsveç kasabası, dünya vur-kır ticaretinde, kan iksiri sıralamasında play offtan hiç düşmüyor, ah İsveççiği, Havva cenneti sanıyorsun değil mi, o minicik lotusun, o incilerin sana küs, onlar senin incinmeyi öğrenmeni istiyor!.. Bu resim iyi Gabriela, daha çok düşünmelisin ama, tüketim-boşaltım endüstrisine omuz vermemeliydi sanat, tütün kaçakçısı Magritte, pipoyu yaptı, Duchamp, satışlar artsın diye, klozeti sanat ilan etti, boya satışları yayılsın diye Picasso renk skalasını buldu, güneşin kızları diyende var, çılgınlarda resim endüstrisinde, trencilik oynasın diye, Dali sınırları yok etti, bunları hoş görmeyen Malevich boş çerçeveyi astı duvara, ama o da tuval satışlarını patlattı, sanat tüketim ekonomisinin kalp jönü, sermaye kışkırtıcılığına ön ayak, onu bırak, her insan sanatçı çağımızda, Picasso bir resim spekülatörü, Dali tüccar, Sartre ise dolandırıcıdır gerçekte, Alfred'in parasını kaparak, heykelini reddeden bir Şarlotan, sanat çağımızda anonimdir, sanatçılar ise estetiğin borsa sınıfı, sanat eşittir para diyebiliyorsak, lütfen düşün, paranın ateş aldığı ve sonu uçuruma varmayan ne var... Sanat bugün sömürünün genelevi, sanatçıda kırıtan bir fahişe, o çağımızda bulaşıcı bir veba işlevi görüyor, aracı kurum, komisyoncu tellal, kahrından ölebilirsin, Sur'da, Palmiye'de antikaları yağmaladı demokratörler, sanat çağımızın yıldızlı gaitası artık, sende katılabilirsin şenliğe... Neyse, en iyisi sen, yeni bir anlam aramalısın!.. Ölümsüzler hep aynıdır, hiç değişmezler, değişmek ölümlü olmak demektir, ölümsüzlük sıkıcı ve anlamsızdır, yaşam ölçütlerinin dışında bir şey inan... Yaşamak için onu özlemekte gerekir, unutarak... Haz almak içinse yaşamak, ölümsüzlüğe kavuştuğumuzda, ölü sayacaklar bizleri, öyleyse yaşamalı, değişkelerin tadına bakmalı ve hedonist olmalıyız ve zamanı gelince ayrılmalıyız mavi yuvardan, sürgit olan şey anlamsızdır, anlam bir parametre, değer kavramsalı... Ölümsüzlük, ölümün belki doğrudan kendisidir, sonsuza dek var olanın, sonsuza dek yok olandan farkı ne olabilir... Öyleyse çekip gidebilmeliyiz, o zaman yaşamış olacağız inan ki, ağlama ama, negatif estetikle süslüyorsun duygularını... Salamis çayı yudumlarsak daha iyi düşünürdük ha, doğadaki yılan nasıl bir trene dönüştüyse, gökdelenlere sarılan yılankavi canavarlarda silaha dönüşecek, bir gün gerçek olacak, enigma canlanacak, yılanlar uçacak, canavarlar kentlere saldıracak, içinden binlerce komandater çıkacak ve her şeyi yerle bir edecekler, günün birinde, bütün düşler gerçek olacak, ikisi arasında nöron ve aksonlarla bağlarımız var, ama bütün düşler gerçeklere dönüştüğünde kıyamet kopacak, Mesih ve Mehdi çarpışacak güzelim... Bir kitap dünyayı değiştirebilir mi diyorsun sen, ama biliyorsun ki dünyayla kitaplarda değişir, Gabriela özür dileme, özür gene yapabilirim demektir, elektronik çağ, bilincin linç edildiği çağ, estetiğin olmadığı bir sanat, bildik yaşamın kendisi değil mi, tüysüz, türsüz bir hayvan, dirimsiz, kendimizi haklı görmek gibi bir eğilim taşıyoruz biz, yoksa yaşayamayız, kursağımıza giren her şeyi eritebilmeliyiz, özümseyebilmeliyiz, oysa belli bir kalıp ve bir düşünceye sahip olmanın yolu skolastizme çıkıyor, düşünce sürekli değişen bir şey, düşünce sonsuz, değişkelerle yol alıyor, bir sihir o, yaşamı belirleyen edimler ve eylemdir, öyle değil mi Gabriela, bizim yalvaçlarımız kelebek ve tavus karşısında komik kalıyor, tanrımız kendini var edebildiğine göre, o da bir yaratık sayılır. Ayrıcalığı ölümsüz olmasıdır diyorsan, tamda o nedenle yoktur demeliyiz, insan ölümsüzlüğe kavuştuğunda, tanrı valesi mi olacaktır... Gabriela, çok güzelsin tatlım, minicik göğsün, o kutsal kasen, ayağın sürçsün de haçımın üzerine kapansın isterdim, onlar pozitronik beyin ve Donovan'ın yanına geldiklerinde, herkeslerin sevmediği bir işte çalıştığını biliyorlar, tanrının bir tutsaklık sisteminin peşinde koştuğundan kuşkuluyum ben, adına kapkaçizm desek de bir sorun var işte, bir sorun... Evet biliyorum, Habip İstanbul'a okumaya gitti, büyük babasının adını verdiler ona, Pera Palas'tan kimsesizler mezarlığına giden yolda düştü, toprağı için ölmeye fırsat bulamadı ki... Habip döndüğünde çok değişmişti, el sıkarken, Beşparmak dağları gibi ayrılırdı parmakları, kolu geriliyor ve acımasızca sıkıyor, kibar çevrelerin işi, coşkulu, konuşması da değişmiş, sözcükleri yutmaksızın sonuna dek heceliyor, aslı gibi, köylüler İslambul ağzı bulaşmış ona diyor, küçümseyerek, gurbete gidenlerin ağız değiştirmesinden hoşlanmıyorlar, çokça kibar konuşursa 'Pirinçliyor' diyorlar, sözcükleri tek tek, taneler gibi konuşuyor, ulamıyor demek bu, ironik bir anlamı var, nedyon değil, ne yapıyorsun gibi... Habip köye geldi mi, bilen bilmeyen, tanıyan tanımayan ayaklanıyor, Batista'dan haberler var sanki, o şehir görmüş, okumuş, mürekkep yalamış, ayaklı kütüphane ya da ajans rehberi gibi, dikkat ettim onun söylediği tartışmasız doğru ya da gerçekmiş gibi görülüyor, halam dolandırıcı olabilir gayri dedi, köylüleri hanutlama, kandırma efsanesinin altında yatan bu gerçek mi acaba, biraz öyle gibi ama dolandıranın dolandırılacağı çağlar hep yakındır!.. Sonraları başkaları da gitti kente, Emirlerin Orhan, Hadımların Özcan, Çobanaldatan Niyazi, Atmacalardan Hüseyin, bu şamakonların çoğu köye dönmedi, iş güç tuttular, arada bir yolları düşse de, artık eski göz alıcı halleri kalmadı, olan biten kanıksandı, çoğu yaşlandı da, köyde yavaş yavaş boşaldı zaten, çokları şehirde barınamamış, köye dönmüş safsatasının altında kalarak, bir köşede saklandı, gelmedi, oysa çok zor bu işler, direksiyonsuz arabayla nereye gidilir, uçuruma, para yok, iş yok, çevre yok, tanıdık yok, ileriyi göremezsin, pirinçlemek yetmiyor kısacası!.. Araya uzun yıllar girdi, geçenler benimde başımdan geçti, açık konuşmak gerekirse, kiminin ayağı kesildi, kimi kaza geçirdi, kimi evinden atıldı, kimi boşandı, kimi tek göz odada ölü bulundu, inanmayacaksınız ama, gidenlerin hiç biri tutunamadı, kalanlarda öldü gitti, peki sonuç ne, sonuç şu, köksüz, fason yaşamların sürüp gittiği bir yerde, başarı ve denge, bu ikisinin kök salabileceği, kişilerin yazgısına bırakılmadığı ortamlarda oluyor, yaşama konsantre olmak, tutunabilmekle geçiyor ömürleri, olta sallıyorsun Haliç suyuna, paralanmış ayakkabı takılıyor oltana, kaybolan pabucun nerelerde geçmiş!.. Onun için başarı öyküleri, yüz kuşaktır aynı taş evlerde, şato gibi demir mazgallı pencerelerde, Ortaçağdan beri ayakta duran hanelerde görülüyor, bizim insanımızın yer değiştirmekle çürüyor ömrü, Ece Ayhan kaç ev değiştirmiş yaşamında, şiiri zehir zemberek, bizden adam olmaz söylencesi, gerçek bir soyutlama, güvenilir değildir ama, bir uyarı diyelim onunkisi... Aynı dizeyi hep söylerim ben, tırmanarak o yarı bildik yolları, köye dönenler olsa da, kimilerinin ağzında dişleri yoktu, kimileri bastonlu, kimileri de saklayamadığı bir üzünçle kahkaha atmaya çalışıyordu, bireyleri harcayan toplumların olağanüstü bir özelliği var, şarkılarla, alaylarla kimselerden geri kalmadıklarını, kendilerini göklere çıkarmayı, o kadar iyi biliyorlar, o kadar delicesine coşuyorlar ki... Çingeneye beylik vermişler önce babasını harcamış, kime beylik verilmişse, toprağını o harcamış önce!.. Onlar çoluk çocuğa karıştılar ve evlatları onlardan da geri kaldılar, neden, tabansız, desteksiz, temelsiz, öylesine hamleler, yiğidim aslanım laflarıyla güzellemeler, nerelere tos vuruyor yaşayanlar bilir, ölen ve hiçlenenlerin sayısı, okur yazar, titr almış insanların sayısını kaça katladı, burada bütün mezarların başına sütunlar dikseniz, kimsesizler mezarlığıdır adı sonuçta ve bu cendereden çıkmak için insanlar ve toplum, birbiriyle boğuşuyor hala... Boşuna!.. Köyden yetmiş yıl çıkmadan yaşayan Eşe vardı, yaşlı kadın, bence köyün en mutlu, en başarılı insanı odur, dengeli bir yaşam sürdü hiç olmazsa, üretti, katkıda bulundu, düşüncelerini olabildiğince dile getirdi, konuştu, konuşamamak psikosomatik sayrılıklara yol açar, şu nüfusun yarısından çoğu konuşamıyor ki, kışın sobasını yaktı Eşe, yazın yeldirmesini açtı, sonrada çekip gitti, neresi kötü... Olanaklar alanını tüketti, kaç kişi başarabiliyor yaşamında, başarı bence bu olmalı, savrulmak, organlarını yitirmek, bir Don Kişot gibi anlam arayışlarına okyanuslara dalayım derken, afaziyle karşılaşmak, yaşamakla zerre kadar ilgisi olmayan şeyler... Toplum insanını harcıyor, dahası birey, toplumsal yapıyı değiştirmek için, tek bir tuğlayı çekse, duvar başına çöküyor ve at, tırıs, rahvan, dörtnal koşup gidiyor. Düşlerde!... Tanrının adaleti önce kendine olmalı ki, bu işleri düzeltebilsin, yoksa yeryüzüne saldığı karıncalar, neden birbirlerinin üzerine çıkıyorlar, uçsuz bucaksız topraklarda, hiç anlamış değilim... Eşe'nin Yunus'u, Yusuf'u, cenneti, cehennemi, Havvası, Mevlası ve tüm dünyası köydeydi, evet belki Ankara deseniz onlara, Beşparmak dağının ardına bakarlar, Almanya deseniz İzmir'den gidiliyormuş gibi, Çökelez'e dönerler yüzünü ama, ancak yerleşik toplumda başarı sağlanırmış gibi geliyor bana, yaşamı oradan oraya sürüklenen insanlardan, yemin billah sayısız şair olur, yanık türküler, tekinleme ya da öykünmeler, hadi birlikte göz yaşı dökelim artık, selamlar alıp verelim artık, paramız yoksa da içelim artık... Peki, Edison gibi yumurtaya kim basacak, köylü, köyünden ayrılmayanlar, ama öyle bir düzen kurulmuş ki, tuğlayı çekenin başına yıkılıyor duvar dedim, yumurtaya basanı tavuk yapar, acımadan boğazlar bunlar bil ki, Abdülkadir de gitti, gidiş o gidiş, bir daha haber alınmadı ki... Öyle insanlar var ki köyde, gözleri öyle derin bakar, elleri öyle nasırlı, sanki Nebi Nuh'u, sanki Kutlu Han'ı görmüş gibi şaşırırsın, o zamanlar ne Ankara var ne Almanya, Voyvoda Abdurrahman'ın kendisi Dede Korkut'tu, Pisagor da diyebilirsin, adam doğuştan derin, bilgi açlığı içinde ve coşkuyla, hevesle dolu, bu insanlara yazık değil mi, mızraklı ilmihal, mülkiyetin kırbaç izleri ya da dere boyu kavakların içinde sıkışıp gitmeleri... Voyvoda Abdurrahman bilit doluydu, ermişti, şimdi sormak gerekir, Ankara ne ki, Almanya ne ki onun yanında, yapılacak şey olanaklar alanını tüketmesi ve duvarın üstüne çökmemesiydi, şimdi duvar daha sağlam değil mi, ama o ölüp gitti... 79 Meşhur'la Kabaç'taki narlığa gidiyoruz. O benden biraz büyük, kardeşimle yaşıt. Yan yana gidiyoruz. Narlığa varınca narlardan, bir yığın koparıyoruz, arkalacı yayıyor, narları öğceliyoruz, bir bir, tane tane ayırıp yığın yapıyoruz, kubbeleşiyor yığın, sonra tuzlayıp elimizle karıyor ve yemeye başlıyoruz, mayhoş ama öyle tatlı ki, bir iş yaparak yemenin içmenin tadı da var tabi, sofra kurmak gibi, sonra aramıza Hüseyin'de katılıyor, küçük kardeşi ve oradan, Karacıkların bağlarına, uçurumun kıyısına gidiyoruz. Teyzemin badem ağaçlarına götürüyorum onları, onların narı varsa, teyzemin de bademi var!.. Ağaca çıkıp dallardan badem koparıyor, aşağıya atıyoruz, Meşhur ağaçta kalırken, ben ağaçtan atlıyor, yerde badem topluyorum, arada oraya atma şuraya at diyorum, uçuruma düşenleri alamıyorum, bazen dallara çarpanlar olmadık yere düşmekte ısrar ediyorlar, sanki canları var kaçıyorlar!.. O ara, yukarılara bakıp, Meşhur'la neşe içinde bağrışırken, dalların arasından gezinişini gözlüyorum, şalvarı ateş renginde, alacalar içinde yanıp sönüyor, güneş ışıkları değdikçe, gizil düşüncelere dalıyorum, acaba Meşhur'un aldırmazlığının, her şeyi görüp seziyor olmasıyla bir bağı var mıdır, onun bağırışlarıyla uyanıyorum, ilahi kebirden bir bölüm dinlermiş gibi, sanki yüz yıl süren bir düşten uyanmış gibiyim, zaman nasılda göreceli, yaprakların arasında şalvarın salınışı, uçuşmalar, akran oluşumuz, sevgimiz, komşuluğumuz umursamaz kılıyordur belki de onu, gözlerinin yeşil alevi öyle demiyor ama, unutuyorum kendimi onun salınışında, şu dünyada baştan çıkacak yalnızca ben mi varım, Meşhur'un düşüncelerini düşlüyorumdur nasıl olsa ama düş kurduğumu biliyorum... Ağacın dibinde topladığımız bademleri kırıyor, kaygısızca yiyoruz. Teyzemin bademleri ne de olsa, bu uçurumun başına gelseler de ne diyecekler ki... Ama ertesi gün kahvede, Esrik Mustafa, teyzemin kocalığı diyor ki, yahu haylazın bademleri toplamasına bir şey demiyorum, ama oturup birde dibinde yemiyorlar mı, işte o zaman çıldırıyorum, bu nasıl bir saymazlık!.. Hiç konuşmadan dinliyorum, izliyorum ve bir kuşkuyu arar gibi gözlerime baktığını biliyorum, yine de kesin, emin olsa yaptığımızdan ilenmezdi diye düşünüyorum. İnsan bu meçhul!.. Teyzem kadar toleranslı, anlayışlı olamaz bu adam, sonuçta eloğlu, sıhri hısım, kan bağından yakın değil ne yazık ki... Ama aradan bunca yıl geçti, o gün gerçekte bademleri benim topladığımı söyleyemedim, teyzem anlayabilir ama eşi anlamayabilir. Bu dünyadan gitmiş artık, bir daha görüşme olanağı bulursam söyleyeceğim. Cennete girişime, kıl payı farkla mal olacağını bilsem de, söyleyebilirim işte, o gün bademleri biz topladık Esrik Mustafa!.. Görüşüm değişmezse ama!.. 80 Çökelez dağı kambur balina gibidir. Gerçekte köylünün ne deniz görmüşlüğü, ne balık yemişliği vardır, düşlerde bile, ben ırmakları denizlerden taşan su kolları sanırdım sakalım ağarana dek, ne zaman ki gördüm onları, tansıdım, her şeyi anladım, karada biriken suların denizlere döküleceğini tasımlayamadım, madem ki tanrı yarattı her şeyi, sanırdım ki, deniz denen su leğenlerinden açılan kanallarla ovalar sulanıyor, belki hala öyledir, ne bileyim ben, dünya yuvarlak demek için beş milyar yıl beklemedik mi biz, yanılmışız diyebilmek için belki beş milyar daha bekleyeceğiz, çünkü dünya yuvarlak değilr, belli bir aralıktan bakınca yuvarlak, küremsi de diyebiliriz, hayır dikdörtgen prizma da olabilir, devindiğinde güneş gene batacak, ay gene doğacak, sıkışmış bir madde, bir yumrudur bu olsa olsa, dünya biçimsiz bir yumru, geoit, yersel tür, yuvarlak diye kestirebiliriz ama iki kere iki dört der gibi, bu ne alfabetik bilit derse bir druit hak veririm, çünkü ay orak biçiminde gökte kimi zaman, gerçekte yuvarlak mı, mikroloskopla bak, amorf bir yapısı var, Einstein gel, rölativite nasıl olur gör mü diyeceğiz, dünya bugün için yuvarlak, kavram teknolojik gereksinirliğini yitirdiğinde, anlakta konumlanışı, biçimsel yapılanımını aştığında, dünya yuvarlaktır diyen, bilgi softası biri sayılacak!.. Çağdışı dememe gerek var mı... Demek istediğim şu, koşulların bilgisi geçerlidir bizim için, bilinmezlik, yetinmezlik karşısında, tanrılar icat ettik biz... Kitaplarda gördüğüm balinaların Çökelez'e ne kadar benzediğini hemen anlamıştım, dağda bir tek ağaç yok, baştan sona gri ve lekelerle bezeli bir arazi, hani tohumlar uçuşur, her yer çiçek ve böcek olurdu, binyıllardır bu bayırda çiçek açmıyor, tanrı ne isterse o oluyor demek ki!.. Şakayı seviyorum, gerçeği anlatmanın bezdirici yolu, sol kulağı, sağ elle tutmanın humoru, güneşin tepelerdeki konumu, gölgelerin bu yalçın düzlükte, biçim değiştirmesine yol açıyor ve dağ beneklerle doluyor, bu çorak ve ölü sessizlik etkileyicidir ama ağustos sıcağında, dağın yalnızlığı sis sis sis sis diye gelip geçen güneşin öğle üzeri penumbralinde, öyle üzünç vericidir ki, bu olağanüstü dünyanın, bu yapayalnız toprağın üstünde ne arıyoruz biz diye gözlerimizi ıslatabiliriz... Saura'nın bir filminde tıpkı Çökelez'e benzer, eş değer bir görüntü yayan bir dağ var, paralel dünyalar. La Caza!.. Dağın tepesindeki kar kuyusunu ve çivit yeşili renginde ki mezarı hep merak etmişimdir, kırk yıldır içimde uhde, bir kere giriştim, arkadaşım tam dağa çıkma çizgisinde, yılan var diye aşağıya koştu, o gün her şey bitti, başka bir gün gene geldik dağın başına, hava karardı, kısacası dağın doruğunu göremeden yaşayacağım, omuzlara alıp orayı gösteren olmayacak tabi... Tanrıyı icat eden, alın yazısı için yaratmış zaten!.. Mezarın taşlarla bir ören yerine çevrilmesi, onu kutsal bellememize de yol açabilirdi ama oraya ulaşmak zor, ufukta bir çizgi o, bir gün kar kuyusundan kar getirmek... İnsan tuhaf özlemlerle yaşıyor. Gidebilseydim özlemlerim azalacak, son güne biraz daha yaklaşacaktım, özlemlerimiz bizi yaşatan!.. Yine de Çökelez'e bir gün çıkacak kar kuyusundan kar getirecek ve mezar hakkında bilinmeyen bilgiler vereceğim. Çökelez'in çoraklığı benim içimdeki üzüncün kaynağı, tüysüz dağ ama, ovanın tarlalarla dolu, erinç veren yatakları, yaşam coşkusu, ürperti verirdi bana, bu ikilemi sevemedim ki bir türlü... Çökelez'in kimsesizliği Don Kişot ruhu aşılardı bana, Baklan ovasının rüzgarda salınan, yatışan tarlalarıysa Demeter'i kutsamama neden olurdu, coşkuyla... Ovanın tanrısı, Çökelez'in üstü başı perişan yenik şeytanıymış nedense!.. 81 Emirlerin Cafer ile Hasillilerin Cafer adaştır!.. İkisi Kırkdere'ye güreşmeye gidiyorlar, o bildik çayıra, yıllardır yenişemez, hep berabere kalırlar ama bizler aynı gerilim, aynı heyecan, aynı ürpertiyi niçin taşırız bilemem, çünkü kıyasıya güreşiyorlar, gözümle gördüm. Ordular iki cengaveri seçerek karşılaşırlar ve kaybeden ordu, yenik sayılır savaşta, ama bunlar sürgit berabere, ilginç!.. Ortada bir ganimet yok diye mi böyle oluyor, sanmam, kavga ve kargaşa, talan nevrozundan çıkıyor, paylaşım savaşları!.. Caferler için köylüler gene güreşe tutuşmuş onlar diye dedikodu ederdi. İki Cafer son derece yavaş birbirlerini sürgit kollayarak güreşirlerdi. Bir Borges öyküsü bile sözcüklerle bu gerilimi sağlayamaz, onların, bu son derece temkinli, yenik düşerim korkusu, bütün izleyenlerin yüreklerine işlerdi, beklentiler o kadar uzun sürerdi ki, hiç bir şey yapmadıkları halde, hepimiz titrerdik, bizim avlu içinin yiğidi, Hasilli Cafer'in şu yol ağzındaki mahallesine yenilecek miydi, o zaman ötekilerin yüzüne nasıl bakacaktık, aradan yıllar geçti, iki Cafer de o kadar bilinçliydi ki bu gerçeği biliyor ve oyuna tüm gerilimi veriyor ama son hamleyi yapmaktan ikisi de yekinip, çekiniyordu. İsabey'de, bilimsel tavırlar vardı inanın. İkisinin arasındaki bu çekişme bu doğrusal çelişme, heyecanı eksiltmiyordu, Adalı Halil'le, Koca Yusuf güreşiyor gibiydi, ağır, birbirini ölçen, biteviye kollayan, kahredici bir denkliğin, bir türlü çözülemediği sonsuz bir oyun, bizlerin bu güreşi sonsuza dek bir heyecan ve hatta korku içinde izlememize neden olurdu. Çocukların gözünde bu iki cesur ve civandan insanın biri yenerse, olacakları düşleme korkusu, sonucunu göze alamam dürtüsünü getiriyordu. Yıllarca güreştiler ve yıllarca yenişemediler. Çok önemliydi bu, çünkü insanın dilerse yenilmeyebileceği duygusunu bize aşıladılar. Sağolsunlar. Bu dünyevi bir alegori veya metafor biliyorum ama bir şey var ki bu güreşte, çok değerli... İsabey bilimsel bir dünyaydı dedim, çünkü şu düşünce oluştu bizde güreşten dolayı, yenmek ve yenilmek, gerilimle bekleyerek, sonsuza dek sürebilecek bir durumun, yani bir salınım, bir devinim, bir oluşumun sonlanması, yaşamsal bir zorunluluk belki ama, biz bir güreşin yıllarca bitmeyişine ve gerilimin sürüp gitmesine tanık olduk. İsabey burası, varsın bütün dünyada güreşler bitsin, amaçlar, sonuçlar belirlensin, katakulli bilinsin. İsabey bilimsel bir anlayışın yuvasıydı, o sonsuzluk ve süreğenliğin, bir ilkenin öncülü bir köy, belirsizlik ilkesi iki eşit kuvvette barınır, gözlenebilir, yenilme diye bir kavram yok, belirsizlik ilkesi evet, belki yine dünyevidir ama bitmez tükenmez bir umut demek bu, varlığın süreğenliğinde, yenilgi kavramının önemsizliğini nasılda anlatırlardı bize, yaşam uzun ve aslolan mücadele, sonsuz bir anlam yüklenir ve yaşamın bitip tükenmez bir emek, sürgit bir çaba, dikkat ve kuvvet dağılımı olduğunu, bunun korkunç bir hazza ve ürpertiye dönüşerek, yaşamın uçsuz bucaksız biçimde tadına varılabileceğini, dahası yaşamın ancak böyle yaşanabileceğini, iki antik çağ filozofu gibi sunarlardı bize, dayanıklılık, öz veri ve sonsuz bir arzuyla, sürüp giden bir düşünsel birliğin harikası, bir tansığıydı yaşam, anlatamıyor olabilirim, direnç ve yengi, yenilgi duygusuna aldırmadan kendini, enerjisini ve organik ve tinsel yapısını ortaya koyarak karşılamak yaşamı, işte yaşamak buydu ve hazda ancak bu olabilirdi, az şey mi, kavrayabilmek bile korkunçtu sanırım, sporda bu, sanatta bu, hayatta bu işte... Hayır, umut başlı başına bir dünya ve çabanın parıldayışının adıdır, sonucu asla kestiremeyiz, hiç bir şeye değişemem İsabey'i, değişmem, çünkü bitmeyen bir sportif maceranın, bitenden daha ders verici, eğitici, düşündürücü, geliştirici, beyinsel yapıyı, çekip çeviren, düş işlerine sanki sonsuz bir enerji yükleyerek, çalıştıran, güneş gibi parıldayan, sembolik, simgesel, görsel bir panoramik manzara, iki yarı tanrıyla ölümlülere sunulan, eşsiz bir göksel forum!.. Gerçek bir insani karşılaşma ve yaşamda tanrısal düşünceler nedir, onlar kazandırdı bize, güreş hiç bitmediği halde... Nerede yaşandı böyle bir şey, olanaksız neredeyse, tasımlamaya çalışalım bütün açılarını, us ve düş çağırıcılarını!.. Dilim tutuşuyor ve bir anlatılamazlık içinde kıvranıyor, yanıyorum. Sonsuzluğun, estet ve güzelliğin bir çabayla, hazla yaşamın kendisinde olduğunun, oabileceğinin işlevine tanık olduk ve öylesine yoğun bir düşünce katmanlarıyla yüklenerek İsabey'den dünyaya salındık biz. Evrenin gizi sanki fısıldandı bize, ama onu dışa vurmak için yaşasaydık, bu bağışlanmışlığın hiç bir değeri kalmazdı, çünkü yaşamı anlıyorduk artık biz ve onu unutabiliriz... 82 Köyün ortasından çay geçer, her çay sözü ağzımızdan çıktığında, aynı çay değildir artık, her bakımdan, Çökelez'den doğru gelir, köyü ortayından ikiye ayırır, ovaya doğru şırıldar gider. Bu çayın kıyısına boylu boyunca uzanır, durgun bir çukurluktan kana kana içeriz, yıllarca yaptık bu işi, çayın karşısı öte mahalleler, bu tarafı bizim. Demirler mahallesi. Ortada köprü var, atların arabaların geçtiği, ağaçtan ve üstü toprakla örtülü, sağlam belki yüzyıldır ve hala duruyor. Kıyısında Derepınar, ünü şanı dillere destan, işte köprünün karşı mahallesine giderken iki tarafında bağlar var, hemen yukarıda evler. Sağda Çökelez'in uzaklarda yattığı yerde ki bağların yukarısında, tek bir ağaç var, başka ağaç olmadığı için kolaylıkla seçiliyor, siyah bir çıtlık ağacı, kendi bitek, yamaçta tek başına, köyden Habipler, İbrahimler, İrfanlar gibi uzaklaşıp, okumak için şehirlere yol aldığımda, düşlerimde uçuyor, kanatlarım varmış gibi, hep o ağaca konuyorum inanın, konmaya yaklaşırken düşün bittiği oluyordur belki de, bir zorluk içindeyim ama, bir korku ve eza yok, sakin ve güçlük içindeyim, düşlerimde bir kuş gibi uçtum yıllarca, o siyah yalnız ağacın dallarına ulaşmak için, yıllar ve yıllar boyunca neden gördüm bu düşü anlamış değilim, söylenmesi varlığından daha gerçekmiş geliyor insana, gördüm ama, bir kuş gibi neden o ağaca konmaya çalıştım, bir gün köye gittim, o ağacın gerçek mi olduğunu, yoksa bir sanrı mı olduğunu anlamak için baktım ona, vardı evet ama, çevresinde başka ağaçlar da vardı, o biraz tuhaf ve uzuncaydı, yine de sıradan ama... Bu düşlerin gizini anlamadan geçip gideceğim. Çok ilginç bir düş değildir belki ama neden böyle... Soruyorum çünkü çocukluk aşkım Gönül'ün susa yolunda, önünde üç servi olan evlerine kavuşmak için otuz yıl aynı düşü gördüm ben, sonraları belki umudumu yitirdiğim, belki düşlerimi yazılara döktüğüm için mi, çokça şaşırmaya başladığım için mi bilmem, o düşü görmez oldum. Düşlerin metafizik yollarını öğreneceğiz bir gün, olağanüstü olamazlar, içgüdüsel ve gizli, tutkulu özlemlere ilişkin gurbet sayrılıkları, kavuşulmaz anomaliler... Aşkın kutsallığına yol açan insanlık halleri, belki bir avunuş ırmakları... 83 Araplar tepesi, köyün aşağısında ama, orada bir tepecik var, tepeciklerle iniyor aşağıya köy, orada bir mezarlık, Lortop'la öyle dolaşırız ki, bizim evimiz, ikimizin de, çiçekler, böcekler, ağaçlar, kuşlar, atalardan beylerin, sümbüli ecelerin, gelip geçmiş mutlan dolu uyuyuşları, artık her şeyi anlamış oluşları, bizlere bakarken bizi kollayışları, ardımızdan sevgiyle uzanışları, bazen nereden geldiğini bilemediğimiz bir esinle okşayışları, ne mutluluk verici bu tepe, dünyanın en güzel çiçekleri, onlar kadar renkli, ilginç böcekleri, belki tatlı bir korkunun, ürpertinin, bizi mezarlığın kapısında, örenlerin yanında bekleyişi, kaplumbağalar, yusufçuklar, uç uçlar, güneş rengi kelebekler, kızıl güller, susallar, mor kanatlı böcekler ve Havva'nın sonsuza dek gizlenen yılanları hoşça kalın, çıktık işte, oh bu ruhlar aleminin güzelliği sarhoş ediyor insanı, alışılmış zorluklara, işkencelere, vefasızlığa, haksızlığa, anlayışsızlığa, yoksulluğa, yoksunluğa geri dönmek... Her şeyden iyi burası, nasıl anlatayım ki, neden sözü uzatayım ki.... Ölüler arasındaki tuhaf gezinti, mezar taşlarındaki yazılar, öyküler, kıssalar, romanlar, özdeyişler, kısa ama tatlı inleyişler, özlem dolu bekleyişler, ah ne tatlı bir yaşam bu, ne güzel bir ömür sürüyor bu mezarlığın tininde, içinde, görüngüsünde, bekleyişinde uyuyanlar, o sonsuz, uçsuz bucaksız bekleyişinde... Mezar taşlarındaki yazılar, onların canlandığı mottolardır, anılardır, o kimdi, nasıldı, nasıl bakardı yaşama, bir düşünce özü verir size ki şaşar kalırsınız... Ölüler o yazılarda canlanır, bir insan olur, hayal olmaktan çıkar, kavranır bir beden olur, tam tekmil bir organ olur. D; 1923, Ö, ... Cumhur oğlu Reşit, sonsuzca yaşamış, o kısacık yazılar bir varlığın, bir kimliğin ipuçlarını verir bize, kimdi, neydi, nasıl yaşardı, nasıl anlardı, bilgi verirlerdi bize... Dan dan dan, kıvılcımlar sıçratan bir dünyaydı ki, bir demircinin dünyasında, dayanılmaz güzellikte masallardı onlar... 84 Gülsüm, hepimizin en küçüğüydü, paytak yürür, peltek konuşurdu, Fâti, Fâti diye yanıma gelir basamaklara oturup, bir dedikoduya dalardık ki evlere şenlik!.. Aşa çiçeklere su vermiş, Eşe eşikten geçmiş, Osman kuyuya düşmüş, Ümmü gelin gitmiş, ova yeşermiş!.. Yanaklarından öpmezdim onu, çocukları koklayarak sevmeyi ondan öğrendim, yalnızca koklamak, sonsuzca derinlerden gelen bir kokuyu içine çekmek, tanrının kokusudur belki de... Sarmaş dolaş olmak o kokuyla ve insanlığımızı kutsamak... Saçlarına dolanmış bir fesleğen yaprağı, annesinin ördüğü zülüflerde kalan bir kefre dalı, onu kutsanmış minicik bir cinperi yapardı, bir yavrucak, cin dediğim onun düşsel görünümüydü, sarışın ve solgun, peri dediğim, tatlı, minik, pembe yanakları, öpmeye kıyamazsınız... Küçücük terlikleriyle şip şip diye indiği merdivenlerden yola koyulur, boyundan büyük köpekler oncağızı koklar durur, koyunlar keçiler, bu bahar yavrusu, bu minicik tavusu, nasıl bir şey ki diye, büyüsüne aldanır, entarisini kapmaya çalışır, yenini gevelemeye koyulurdu. Eni sonu korkuya kapılacak bir Gülsümcük vardı tabi, masumiyeti tanrı tarafından donatılmış bu melekçik, minicik çığlıklarla donar kalır, göz yaşlarına boğulmak üzereyken, bütün avlu kahkahalara boğulur, yükselen şen gürültü, koyunların keçilerin dağılmasıyla, köpeklerin hoplayıp zıplamasıyla son bulurdu... 'Bellum omnium contra omnes' değildi bizimki, 'Herkesin, herkesle barış içinde olmasıydı' Ah herkesin herkesle savaş içinde olması da mı var! Tanrım, ne olursun, tanrı neye yarar!.. 85 Acunun bitimsiz boşluğundan yayılan zarif kederler, kurt delikleri, kara delikler, kemiriyor köyün efendilerini, ahali başını öne eğiyor, nereden geliyor bu keder yığınları, bu üzünçler, görünmez elem denizleri, nereden sarıyor dört bir yanımızı, neşe, sevinç, mutluluk bir anlıkken, neden keder kalıcı, boyun eğici bir canlı gibi, neden bağlıyız ona, ses çıkaramıyoruz, baş kaldırmıyoruz ve usulca sessiz sürüler gibi ardından gidip duruyoruz onun... Sonbahar geliyor... Hafif bir yel köyün tüm kapılarını geziyor, bütün haneleri tek tek yokluyor, cevizler, ayvalar neden bu mevsimde olgunlaşmak üzereler, dayanıklılık testini mi geçiyor tanrılarının, kışa kalmaz bu dedikleri şeyler ne... Gökte bulutlar görünüyor, bir soylu kadın salınarak gidiyor, tüylü bir şapkacık, bir pamuk dekolte gibi süzülüyorlar... Bazen güneş batmak üzere, bir damla yağmur düşüyor ellerime... Sesler, kapı arkalarında, düşen yapraklar altında, alçak gönüllü bir serzeniş, gizli, gizemli bir güven ve beklenenin gerçekleşmesiyle beliren tatlı bir ürperti gibi... Ama duyguların neden bilinmez, önü alınmaz, üzünçlü bir hali var. Koyunlar aşırı sıcaktan birbirine sokulmuş gibi, ceviz ağacının gölgesine sığınmıyorlar. Eşek bütün yaz, kır marulu ve bağ filizleriyle semirdiğinden sakin ve mutlu, çocuklar yazın neşe dolu yorgunluğunu atmaya hazırlanıyorlar. Köyün delisi artık hareketsiz, bekliyor öylece ve bakınıyor sağa sola... Yaşlılar elde edilmiş ürünün, üretken çoğulluğun sağlamasını yaparak mırıldanıyorlar, işlerin sonuna gelindi ve yavaşlığın saltanatı, ele geçirmiş erki de, almış başını gidiyor... Sonra neferneler, cevizler ve ayvalar, onlarda ortalıktan çekildiğinde, evlere dönülecek bütünüyle, ovada sesler kalmayacak, dökülen yapraklardan başka, bağlarda gülüşmeler, kahkahalar olmayacak, her şey unutulacak ve ovayı baştan başa süzen kara gözler, yaklaşan kara bulutlar ve havanın kara esintisiyle, kışın yaklaştığı duyumsanacak ve herkesler dip odalara çekilecek, kelterlerin süslediği bacalar, bir karagözün aşkı uğruna yitip gitmiş, fesli bacalardan çıkan dumanların, köyde tek yaşam işareti sayılacağı o günlerin geçmesi beklenecek, tarlaların, bağların, sonsuz gümrah olanın beklentisiyle, bereketiyle, ovaların gövermesi, yeşile çalması beklenecek, tanrının düşlerinden de yeşil zamanların gelmesi beklenecek yine... 86 Derede, ikindi güneşi eşliğinde, at üstünde bir adam gidiyor. Öyle yavaş gidiyor ki, güneşin servilerde oynayışı, yaprakların arasından süzülüşü, çırpınışı, süzmelerin yer değiştirişi, atlıya, başı önüne düşmüş bir Zapata ya da Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin gibi, yenilmişlerden bir ölü havası veriyor, gölgelerin arasından süzülüşü, insanı keder dolu bir yalnızlık duygusuna sürüklüyor... Atlı, belki kederli ya da umutsuz bile değildir, ama onu izlerken tuhaf duygulanımlarla, engin bir yalnızlığın içinde, ışık parçaları gibi bir halenin içinde geziniyor ve birden düşerek, neden bilmem, artık onu düşünüyorum. Lortop'da sanki anlamış gibi, bana bakıyor sürekli, bir şeyler var diyor içinden... Arka ayakları üzerine oturmuş, kuyruğunu hiç oynatmadan, o yana bakıyor şimdi... Atlı derenin içinden, kutsal bir sessizlikte, biraz sonra, sonsuz bir labirentte, bir dolambaçta kaybolacakmış gibi hüzünlü, yitip giderken, birden ortaya çıkarak, yamaçtaki keçi yoluna sapıyor ve hınçla düzlüğe çıkıyor, şimdi güneş ışığı ve tüm gözler üzerinde, altın bir şövalye gibi ilerliyor ve ilerde, tümüyle gölgelerin içinde kalmış bir koruluğa girerek, uyuşturan renkler ve kurşuni lekelerle dolu, tuhaf bir hiçliğin içinde solarak, eriyip gidiyor... Sanki böyle bir şey, hiç yaşanmamış gibi... 87 Bildiğim, köyden dört otobüs geldi geçti, Kapısların Austin, antika görünümlü, kaplumbağa biçemli, soluk mavi renkli, pencere hizası sarı çizgili, sağlıklı görünür bir arabaydı, arızasız gelir giderdi ve kaprisi de vardı bu yüzden, saatinde kalkar, erken saatte dönerdi, fazla yük almaz, sanki yalnız insanları taşırdı, biraz sessizdi ve yolculuk boyunca konuşulmazdı pek, ama velakin parası olmayanı indirirdi, köylü adabınca bu disiplin pek hoş değildi tabi, aslında yaptığı işgüzarlıkları önleme eğilimi taşıyan, devrim niteliğinde şeylerdi ama, zor olmayan ne var şu dünyada, hele değişiklikse, alışkanlıkların dışına çıkmak, belki geçmişi unutmak ve birde şu var, devrimsel yaklaşımın temeli yoksa ne yapabilirsin ki, gerçekleşmez ki böyle bir şey, sözün kısası Kapısların Austin'i bende sevmezdim, okuyan bir çocuk ya da bir işçi parasını alamamış, bulamamış, indiriyorsun, ama aksi halde alışkanlığa dönüşebilir ha... İki gözüm iki çeşme dünyalılar, yaşamak zor!... İkincisi Arap Süleyman'ın Chevrolet'di, valla arkaya kaç, para toplanırken yer değiştir veya alenen yok de, Arap Süleyman güler geçerdi, bu yüzden yolcuları değişmezdi, Köstek Memet ücretsiz ve koltuk numarası belliydi, onun yanında para verenler ikinci sınıf!.. Ama yarı deli gibiydi Arap Süleyman, demirin aslında su olduğunda inat ederdi, nasıl düşünüyorsa, paralar, bozulmasın aralar lafını icat eden odur, dünyada bir kişiye kötü baktığını görmedim onun, kavga ettiğini de görmedim, cennetlik resmen. Karısı Sıdıka'ydı, oda iyi kalpli, bakkal işletirdi, kızı Hayriye, ablalarımla okudu, varlıklı birinin kızıymış gibi söz edildiğini anımsarım, meşhur bir kızdı, ne oldu dersiniz, köyün fakirden bir delikanlısına vardı, ama Hayriye'nin aşığı, talibini düğünde vurdu, öldü eşi olacak kişi. Tanırım tanrım onu, iyi niyetli biriydi, küçük bir delikanlı olan, küçük kardeşiyle evlendirdiler Hayriye'yi, matematik denklemi gibi, bütün dünyada olan şeyler, ama köyün Hamlet'i sanki bu tür oyunlarda gizliydi, Hamlet dediğim 'Oyunlarla Yaşayanlar' entrikalar denizi, saltanatın azizliği diyeyim... Yaşamın giriftliği doğrusu... Carmenvari varyeteler demek acımasızlık olurdu ama bütün dünya bu tür öykülere, aşkın destansı hallerine bayılıyor, şaşılacak şey, zamanın kutsadığı us bize acı ve sevinç duygularının içinde, ölüme aldırmazlık da kazandırmış, aynı şeylerden sıkça söz ediyor olabiliriz, hoş görmek gerekir, bütün dünyada bu tür kahramanların adı neden Hayriye'dir!.. Arap Süleyman gerçekten araba benzerdi, kalın dudaklı, yüzü gülen, esmer bir adam, arabası UFİ, ucuz fakat iyiydi, yolda bozulur, altı saatte düzelmez ite kaka gelirdi köye, önünden bir demir levye sokarlar öle çalışırdı, sanki yarı tekno, yarı organik, vallahi meşe dalıyla çalıştırdık motoru diyeni de gördüm ben, levyeyi unutmuşlar demişti, yalanı yutulur insanlar vardır, ama işte motor yarım günde çalışırdı zaten, belki bizim düş gücümüzü ölçmeye kalkışmıştır güzel yalancı, kimse yakınmazdı Arap Süleyman'dan, feraceli bir despot nasıl görmediysem, yüzü gülen bir zalim, bir haccac da görmedim ben... Arabada, tavuklar, horozlar, yorganlar, kasalar herkes ona binerdi, Austin gibi uzak ve soğuk değildi o, sıcacıktı, evini onunla taşıyan, nişanını arabada yapan, tepesinde yola çıkan herkes vardı, Hindistani bir bayram demekti onun varlığı, ama gerçekte Cumhuriyetimizin aynası gibiydi, şarkılar ve türkülerle geçen alaylar ve ay ışığında tuvaleti soran koca koca insanlar!.. Üçüncü araba, çabuk geldi geçti, anlattım, Hacıumarların Austin diye anımsıyorum, Dodge, Magirus, hatta Volvo filanda olabilir, kısa süre çalıştı, bizim mahallenin arabasıydı, yukarı en tepeye kadar çıktığı için, bizler ona binmeye çalışırdık, var olduğu sürece, sattılar sanırım onu, araba çoğalınca kazanç azaldı köyde ve sonradan girişenler, eskiler kadar dayanamadılar rekabete herhalde... Son araba, en sağlam ve en güzeliydi, Bussing, gösterişli bir araba, Buick olabilir mi acaba, karşı mahalleden, dereçay köyü ikiye ayırır, karşı mahalle biraz yabani sayılırdı, belki bizde onlara yabani geliyormuşuzdur, aramızda minicik bir ırmak var ve töhmet kaçınılmaz, tanrı bizi öyle yaratmış!... Ama bizi haklı çıkardı karşı mahalle, bir gece yarısı arabayı yakmışlar, sabah simsiyah bir ceset gibiydi, başka dünyalardan gelen, büyük olay, gören gözler görmez olur böyle şeyleri, bizim taraf yakmış olamaz, çünkü karşı mahalleden şehre giden pek az... Araba aylarca simsiyah bir hayalet gibi, iki şerefiyeli görkemli caminin yanında bekleyip durdu, cami... Geleneklerin ve statükonun amansız tapınağı... Otobüs, geleceğin ve bilinmeyenin anıtsal burcu, göksel muştu, beyinsel kule... Gerçekte birbirine o kadar yakın ki bu iki varlık, cami gökleri hedefliyor, tanrıya yakın olun, eşrefi mahlukatız, otobüs de onun yerelden yükselen bir postülası, hayır, kanıtlanmış hipotezi, amacı aynı yani, yarın uzay otomobiline dönüşecek ve caminin amaçladığı, gökselliğe yakışmalıyız diye buyurduğu ayetlerin alameti farikası olacak ve bizi başka dünyalara taşıyacak, niçin olmasın, komik değil Venüs'ün havası iyi gelecek bir yaşlıya hizmet etmek kusur mu sizce, böyle düşünün, yarın neler olacağı belli midir ki, ama teoremde bu ikisi birbirinin azılı düşmanı olabiliyor, anlamadım, anlayamayacağım, anlayamayacaklar, söylemesi bu ikisinin düşmanlığından daha güç halbuki... Bu iki töz içimde çatıştı durdu, gerçek veya değilse de... Sanırım gelenekçi ve tutucu bildiğimiz karşı mahalle, bu asortik hamleye dayanamadı ve acımasız bir darbeyle karşılık verdi, ben köyden ayrılana kadar, o siyah hayalet, caminin yanında, uzaktan bir discovery ölüsü, bir uzay mekiği canlısı gibi sırıttı durdu, korkunç bir dram olduğunu seziyordum arabanın ölümünün... Diyelim ki bir husumet ve kıskançlık yaptı bu işi, fark etmez ki, kültür ve beğenilerimiz, göksel yargı ve pratiklerimiz belirliyor bizi!.. Bir gecede yakmışlardı onu, mazot dökmüşler ve saç teli kadar kibrit... Belki hala Anadolu'da benzer öyküler yaşanıyordur, ona hiç binmedim ben, çekinirdik karşı köyden, karşı mahalleden, onu çekemeyenler, kıskananlar, bir gece dediğim gibi yaktılar sanıyorum, siyah demirden bir iskelet, vahşi bir pars ölüsü gibi kapkara, öylece durdu aylarca, ama ilkel olan yalnız köylüler değildir, ilkellik o kadar yaygın ki dünyada, hep taklit ediyor bazıları ve gerçeği bir yanılsama gibi benimsiyorlar, bizler kuyruğa giriyoruz genellikle, öne geçemiyoruz, ya uçuruma gidiyorsalar, hatta aydınımız, ayanlarımızda motamot bizim, bunun yansıması mezralara, yaylalara dek ulaşıyor olamaz mı, değil mi, öyleyse suç kimin, suç kimin... 88 Folklorik renklerle bezeli, rengarenk, kınalı keklik gibi tahta kaşığını çaldım teyzemin, uyumuşum ama, altı teyzemden birinin kızı Şadiye'nin sırtında eve geldiğimi anımsıyorum, bizde sekiz kardeşiz, köyler varsıl yerlerdir... Şadiye sırtında hırsız taşıdı o gece!.. Bidayette suçtur bu, yardım yataklık etmiş denir!.. Ertesi gün sürtme taşında, buğday öğceleme işi vardı, bulgurluk sağlanacak, teyzem kaşıktan söz açınca, biri kulağına fısıldayıp gerçeği söyledi sanırım, teyzemin üzüntüsü hafiflemek şöyle dursun gülümsedi, beni sevip okşadı o gece, güzellik uğruna yapılan bir hırsızlığa şaşırmıştır belki de, hiç bir işlevi olmayan bir sülünü çalmak nasıl bir şey. Selçuki kaşığa göz koymam hoşuna gitmiştir belki, teyzem erken ayrıldı bu dünyadan, bir şiir adamıştım kendisine, kitabı köye, evine kadar götürmüştüm ki, o çoktan gitti dediler, hiç birine gönül borcumu ödeyemedim bu gezegendekilerin, kimin kapısını çalsam gönül borcumu ödemek için, olmadı, hele biri var ki Esma Abla, önümüzdeki yıl gel görüşürüz demişti, çok neşeli, ömründe kimseyi kırmamış biri, kışı geçti ama çayda boğuldu, yaza doğru duydum ki, o da hoşça kalın demiş... Tanrı sevenleri korurmuş!.. Ertesi gün avlu içindeki çocuklarla sarı ot toplayıp -yaban havucu-, dığanda kaynattık, yumurtalar kıpkırmızı, boyalı kuşlar gibi çıktı, bizim mücevherimiz budur işte, herkes evine boyalı kuşunu götürdü tabi. Horozlar avlu içinde dolaşır birer düş gibi, püsküllü, sarılı kırmızılı, yeşilli, mavili dolanıyor. Tanrım, ne güzel, ne büyülü bir canlı bu horozlar. Kimse onların büyüleyici renklerinden ve parıldar, ateş saçan tüylerinden, yanıp sönen, kuyruk saçaklarından söz etmiyor. Ötücü ve atılganlar belki ama, kuyruğun iki yanından sarkan o olağanüstü tüyler, düşlerden öte benekler, nasılda kavuruyor gözleri, yanıp yansıyor ve nasıl da göz alıyor yarabbim, kerim olanın kelamı mı yazılı orada acep... Evrenin gizi... Avlu içindeki horoz tanrısal güzellikte tüyleriyle eşeleniyor, sonra uzun uzun ötüyor, ak, sarı, kırmızı, yeşil, mavi benekler, rengarenk tüylerle, ucu pembe ibikli tavukçukları çağırıyor ve bir şövalye gibi önlerinde, avluda, taşlıkta, eşiklerde dolaşıyor, ama hiç bir horoz diğerini, hiç bir tavuk kardeşini yok etmiyor dememe gerek var mı... Avludan sola dönünce demirci ocağı görünürdü, uçurumun kıyısında bir evcik, kapısı açık, Çökelez yanına yirmi adım gider gitmez varılırdı oraya, biri sarı, biri kızıl iki dut ağacı var yolun altında, ak ve kara!.. Toprak yoldan aşağıya iniyorum, dutların hemen yanında, sanki kapısız gibi duran demirci ocağı orada... Anmıştık, köyün bütün kürekleri, çapaları, dingilleri, sabanları, tekerlekleri, orada yeni bir yaşama dönüyor. İçerisi karanlık, demir ve kömür tozu birbirine karışmış, örsler, kocaman çekiçler, balyozlar, sıçrayan kıvılcımlar iç içe, acayip bir dünya, bir tür şiir inanın, mekanik ama, aletlerin kıvrımları, leylak kıvrımı gibi dokumalar, bakır teller, çiviler, vidaların güller gibi dolambaçları, o kadar göz alıcı ki, bir şiire benziyorlar, hiç biri öylesine değil, hepsi düşünülmüş, tasarlanmış, büyüleyici şeyler. Tanrıyı görmüyoruz ama aramızda dolaşıyor olmasın ama her şeye karıştığında varlığı belli olabilir!.. Ortada görkemli büklümleriyle, son derece kalın deriden yapılmış davlumbaz gibi körük, başına buyruk değil, iki gözlü ve dev gibi ama uysal, o olmasa ateş olmaz, ateş olmasa hiç bir şey onarılmaz, o yoksa, ocak neden olsun ki... Körüğü, birini tutup öbürüne yaklaşarak çekiyorum ve soluk borusuna hava veriyorum, küçük küçük üflüyorum... Gülümsüyor babam, hiç bir zaman yüzünü asmadı o uzun yaşamında, bir demirci ustası... Soy adımız oradan... Yarı karanlık demirci ocağından kalan tek imge bu, körük ve kıvılcımlar... Ateş gibi kızaran, demire vurulan, çekiç ve balyoz sesleri, tam kırk yıllık anılar... Altmışlı yılların başı, şimdi yıl iki bin, babamın ayrıldığı yıl, sabah koltuğunda uyumuş... Öbür dünyada gene demir dövüyor mudur, en iyi bildiği iş bu, köylülerin çok duasını almıştı, bir gün sesini yükselttiklerini görmedim... Ömrümde de görmedim, okumayı bizim kitaplardan öğrenmiş, kandil ışığında çok gördüm okurken tarihi, meraklı bir Homeros, adı da Ömer'di... Ben gerçekte kaşık çaldım diye başlamıştım söze, ama kendime kızmıyorum, hepsi gülmüşlerdi... Sanat aşkının küçük bir hırsızlık vakasından kaynaklanabileceği kuşkusunu taşıyorum ben, çalmak birini görmezden gelmektir, kaşık yerini buldu ama, o güzelim büyülü renkleriyle büyüleyen kaşık, bir sihir, içilmesi deva verir bir iksir gibiydi, anımsadıkça beni kışkırtır, hep bir Anka kuşunun peşimden koştum ben, bir kaknus, bir tavus gibi, cennetsi bir düşün peşinden, yaşamım baştan sona düştü benim... Hiç yaşamadım ben!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder