25 Şubat 2017 Cumartesi

LORTOP / 10. BÖLÜM

100
Önce sanrılarımızı dinleyelim... Doğulu bilge Nathan diyor ki, öyle yaratılmış ki yeryüzü, prensesler kadar zarif gül öbekleri birer birer soluyor, şatolarda bakireleri yarasalar boğuyor... Görseliniz, estetik duruyor, okumuştum, yazılanlara çok uygun, tutkulu şeyler, Verlaine bir vahşi. Sartre bukalemun gözlü, Villon cinnet getirdi, Rodin erilman, Malraux resmi tarihin cro magnonu, Baudelaire genelev sayrısı, Touluse-Lautrec'te fener kırmızı, Pedofili derneği kurmalılar, Avrupa kuş gribi... Fransızlar, özgürlük diye Bastille'i bastıklarında içi boştu, de Sade vardı yalnızca, bir paranoya, Antoinette'i -ortak ve vicdani uslarıyla- giyotine gönderdiler, manik Napoleon ve Paris açık radyoydu, femme fatale'nin dirisi pazarlanır, ölüsü tarihe geçer orada, özgür Fransa, Claudel'i yirmi yedi yıl lapede yatırdı ve sonunda özgür oldu o da!.. Ah aşkım, ben senin vulvanın içlerinde ölüme yatarım... Tüketim toplumu hep vardı ama kapitalizm çağın top yekun organize olması gerektiğini öngören bir sistem, bunu forse eden batı, dikkat edin batıyla ilişiği olmayan hiç bir kavram yok dünyada, Ömer Hayyam'ı bile batılılar keşfetti (tüketimi körükleyen şiirin mucididir kendisi, hem de bin yıl önce!), ama az önce Mısır uygarlığının kökleri Avustralya'da bile görüldü diye bir yazı okudum, amaç Pan Amerikan dünyanın simgelerini, kapitalizmin tanrılarını ve çağrışımlarını beyinlere sokmak, bir çiptir kapitalizm, beynimizi yönlendiren ve efendisi de batıdır. Öyleyse barbariyan, insan soyunun biricik ikirciği nesnenin, simgesel adı, günümüzde batı olmalıdır, medya algısını değiştirin, uzaya çıkmak bir periyottu ve öncüsü bir doğu ülkesi olan Rusya, çiçek aşısını Anadolu'da buldular, elektriğin patentini Sırp Tesla'dan çalan Edison'dur, Amerika'yı keşfeden vandal Erikson, basım aygıtını Çin'den getiren Marko Polo'dur, buhar gücünü keşfedense, Stevensonlar değil İskenderiyeli Hieron, Ortadoğu peygamber yatağı, dünyalılar uyuyor ve yeryüzünün tüm şeytanları sanki Alplerde dolaşıyor, böyle şey olur mu, batı antika pazarlamacısı, Berlin, Louvre, London, Metropolitan çalıntı ve retro antikitelerle dolu, firavunlar yürüyor, Kibele uçuyor, sunaklar fay kırığı, kayıyor o tarafa doğru, tanrının hikmeti var ve gözbağcı olduğu belli ama şeytanla işbirliği de yapıyor bu yeryüzü yaratığı, para ve paranoid medya, bilginin kaynağı mı günümüzde, barbar ve güçlü olansa tarih boyunca uygarlığın ana arteri, iliak venler ve kültür mantarının da bahçıvanıdır!.. Ada fotoğrafını niçin kullanıyorum, paradokslar çekici, dünyanın tüm kültürleri birleşmeli, Degas'nın, Mosnier Sokağı tablosu yaşamım boyunca beni çok etkiledi, bayraklar asılı ama, gerçekte derin bir yalnızlık ve keder yansıtır o tablo, (sınıfsal şeylerin kokteyli vb eklenerek üzerine bir roman da yazılabilir kolaylıkla), işte dikkatle bakın, bu ada fotoğrafında belli belirsiz o duygu var, sağda çöp kutusunu karıştıran bir köpekte olsa bu fotoğrafın ruhu tamamlanırdı, öyleyse adanın resmi, bambaşka nedenlerle kullanılıyor. Ressam olsaydım adanın kederini tuvale taşırdım, adalı ressamlar şeker tabağı yapıyor, belki bir anısı vardır ama, buradaki her resmin bir öyküsü var ruhlarda, kitap değil kitaplar olur ve yazmak için konu yok diyen insanlar biliriz, konu olmayan kendileri olmalılar, ne yazık ki... Helmut Berger bu, bir borcumu ifa ediyorum ona, gerçi yönetmene ödenir borç ama, Sergio Gobbi, 71 civarında, Un Beau Monstre, Garip Bir Aşk filmi çok etkiledi beni, o günden beri siyah giyinirim!.. Bu fotoğrafı onun feminen hali için değil, bir borç için buraya taşıdık yani, her tavrın bir nedeni vardır, ilk bakış, hiç bakıştır işte!.. Sonuçta, laf kalabalığı biriyim ben ve dünyadan ümitsizim, ama tanrımız değişse de şöyle 'İnsan gibi' bir yaratık gelse diyebilirim!.. Dostum, bu sanatçı alıntılarla yürüyor, yapıtı ilk bakışta ustaca ama alıcı gözle bakmayı sürdürürseniz, popülist Star Wars serisinden izlenimler var, Maya, Aztek kokusu da var yontuda, Yunani lekelerde, Gılgamış'la Humbaba'nın izlerini de görüyorum, sentez yolunda kozmik bir karmaşaya doğru gidiyorlar, Selçuki bir cengaver zırhına bürünen gövde, gerçekte bir Jedy olan yapıtla şaşılacak derecede uyum içinde ama, yontumuz, bu tür sanat için başat öğelerden olan görkemden yoksun, teneke inceliğinde, ince bir levha imajı veriyor, gerçekte de öyle ama, asıl çizgiler bu duyguyu veriyor, yapıt bir broş gibi duruyor bu yüzden, bir vazoyu andıran baş -yerel bir yabancı gibi-, yaratığın başı, eften püften çizgi ve oyuklarla geçiştirilmiş, sanatta ivedilik en büyük düşmanımız değil mi... Çizgilerin tümü sağlam ve güvenilir, derin ve arketip şeylere dönüşecekken, yaprak süslemelerine dönmüş, omuzdaki zikzakları görüyor musunuz, defter kenarlarındaki süslemeleri andırıyor, usa düştüğü gibi, çala kalem, peki sanat son düşündüğümüz şey değil mi, o zaman son sözümüz şu, primitifle, uzaysıl olanı, antikiteyle moderniteyi birleştirmek istemiş özne, biri çıkıp işlemeler, sağdan soldan devşirilmiş şeyler gibi diyene dek... Sanatçı ya da insan, bir potada eritemedikçe bilgilerini, Hegel'den yapılan alıntıların, anlatıcının üzerinde, yamalıktan apoletlere dönüşmesi gibi, sanat hevesi, mimesisi anında kendini ele verir. Bundan ötürü ortaya konan şey, sergilenen emek, alıntıyla yüklü ve kolaycı görünüyor, bir ustanın dokunuşu izlenimini vermiyor, rokoko süslemeler, rüküş renkler, parlak, lüle taşından yapılmış gibi şeyler, kartona oyulmuş danteller gibi; vulgerin, aristokrat heveslere özenen öte berisi bu ne yazık ki, daha açıkçası yapay çiçekler gibi, inandırıcılıktan yoksun, güven duygusundan uzak, sınırda kalmış işlerin havası var, gene de yapıt, kendi içinde tutarlı ama, kuzenimin ördüğü kazakta öyle, bu tür bir yapıtta, izleyici eve götürmekle, vazgeçme arasında bir ikircik yaşar, deyim yerindeyse diyapazon gibidir, mask mı maskara mı, sağlıklı bir izlenim edinemez elişi için, ama bu tür işleri denize atın dalmaz ne yazık ki, suyun üzerinde kalır, herkes görür bilir, hayran olur, kalp paralar gibidir, ayırt edilemez gerçeğinden, sonuç, bizim ki en iyisidir, çünkü, sanatınızı naylon görünümden kurtaramıyorsunuz, beğeneni çok, çok olabilir ama sorun bu değil, sorun sanatsal kavganızdır, kendimizle, dünya bizi alkışlasa da, kuşkularımızdan kurtulabilecek miyiz... Sanatın zorluğunu, ancak sanatçı bilir... Şimdi köyümüze dönüyoruz artık... Öğle sıcağında Çökelez dağına doğru, yola çıkıyoruz. Kim bilir kaçıncı kez bu düşü yaşadık, kim bilir kaçıncı kez düşlerimiz kursağımızda kaldı. Kabaç'ı, narlıkları geçiyoruz, köyde 'bıdır bıdır' seslerin duyulduğu avlu içlerini geride bırakıp, bize eşlik edecek, dağ yoluna girdiğimiz zaman, ilk duyumsanan şey, insanların dünyasından çıktığımızdır. Bir sessizlik, yavaş yavaş uçurumlar ve yabansı kuşlar belirir... Kabaç'ı geçince, beyaz badanasıyla su deposu, uzaktan bir hayalet gibi, gizemli, tuhaf yapısıyla, uzaysıllık ve insanın evrendeki yalnızlığını imlercesine birden ortaya çıkar. Kulağınızı kapının demir mazgallarına yasladığınızda, dünyanın okyanuslarının sesi kulağınızdadır, canavarca, coşkuyla, içinde kıyamete doğru yol alan kalabalıklara eşlik ediyormuşçasına, yükselen bir nara ve çağlayanlar arasında tutsak alır sizi, donar kalırsınız, ne korkunç bir ses yarabbim, içine düşen sağ çıkabilir mi buradan... Ovaların, kırların çocuğuyum ben, sudan hep korkmuşumdur, evet o bizim atamız biliyorum ama yaratılış işte, doğum gibi zor, ürkütücü ve kavrayamayacağımız denli zorlu bir şey o, çığlıklarla bezeli, yaşamak güzel evet ama yaşama bir katkısı olmadan gidenler, onlar cehennem ırkları, haykırışlar ve düşünceye durgunluk veren cezalar bekliyor onları!.. Öyleyse insan gibi yaşamalı... Anmıştım, Saura'nın la Caza filmi çok etkiledi beni, çıplak, kül rengi, hiç bir özelliğinin olmayışıyla, sıradanlığının tanrısal sayılabilecek bir özelliğe dönüştüğü Çökelez az sonra bir düzlükte olabilecek, tüm girinti çıkıntısıyla, uyuyan bir kaplumbağa gibi karşınızda durur. Ne bir ağaç var üzerinde, ne bir canlılık belirtisi... Su deposunu geçince, köyün ilk cinayetinde, ölüyü su deposuna atmak istemişler ama kapısını kıramadıkları için vazgeçmişler, oysa kan izleri var olay yerindeki örenlerde, insanlar büyük kabahatlerinde, neden çocukça heveslere kapılır bilinmez, aşağıda Kırkdere, yukarıda Şarlak -çağlayanın Türkçe eş adlarından biri ve Yayla Kavağı yavaş yavaş geride kalır. Arada minicik su birikintileri, kın kanatlılar, tek başına dolaşan arılar -arılar tek dolaşır-, sayısız kelebek, küçücük kanatlarıyla uçuşup dururlar. Dağa doğru toprak ağarır, ne bir canlı dolanır yerde, ne bir kuş kanadı vardır havada... Sessizliğin sesi vardır yalnızca... Bir de yorgun birinin iniltisi gelir kulağa, dağın tanrısı mıdır bilinmez... Az sonra dağ, topraktan ayrılan bir rengin başlangıcında, gözler önüne gelir, karşınıza dikilir ve tırmanmaya başlarsınız. Tanrı uludur. Tanrı birdir. Issızlıksa diz boyu. Dağ kırlangıçlarının sesini duyarsınız belki. Ağır kanatlarıyla havalanan bir kuşun ürpertisi ve acayip seslerle ürkerek kulak kesilirsiniz ama havada ne bir kanat sesi vardır ne de bir kuşun ötüşü... Bir keklik yere yakın, size çarpacakmış gibi yaklaşır, sonra birden uzaklaşır... Heyecanlanır, çığlıklarla ardından koşarsınız, bir tümseğin arkasında ime time karışır. Dağ sanki her şeyiyle açık saçık, sonsuz bir gizlenme yeridir. Taş kuşa benzer, kuş kaplumbağa gibidir, kaplumbağa tavşana benzer, tavşan uçurum gibidir, uçurumdan bir kuş havalanır ve söylence gökyüzüne dek dağılır ve sürer gider... Bir kerkenez çok uzaklardan süzülüyor ve yine çok uzaklardan geçiyormuşçasına uçup gidiyor. Bir kayanın başında devasa bir kuş beliriyor, ulu boynuzlarıyla dağ keçisi başı bu, ya tilki, belki tilkidir, tuhaf şey birden yitebilir, ne olduğunu hiç bir zaman anlamadan ömrünüz bitecektir. Kuru bir ağaç dalı, uzun beyaz bir kemiğin parçaları çıkar karşınıza, dağın etekleri minik oyuklarla doludur, bir çubuk dalıp gitse içine, hiç kimseler yoktur, ne bir ses, ne bir kaçışma, arkanızdan bakanlardan başka... Bazen toprak üzerinde ya da bir kaya oyuğunda yumurtalar görünür, sayarsınız, birini alacak olsanız, bir kertenkele geçer ellerinizden ya da tiz bir ses duyarsınız birden, düşünceler içinde yola düşersiniz... Bir saksağan ötüşü bütün dağda çınlar, tutsak alır havayı... Dağın senyörü, o çın çın efendisi belki de saksağandır. Kurak, kıraç, çorak dağ, bu meselin özeti, uzaktan mor, eflatuni bir rengi vardır dağın, hiçliğin rengi belki de odur, kim bilir... İşte o an, arkadaşınız İrfan, yılan diye bağırır ve aşağılara doğru koşmaya başlarsınız, heyhat ruhunuz geride kalır... Dağa tırmanmamıştık bile, köye kadar kaçacak mıyız, yılan arkamızdan geliyor mudur, hareketsiz, büzülüp kalsak yanımızdan geçip gider mi... Korkunun verdiği kahramanlık duygusu bile işe yaramadı ha!.. Koş, koş, koş çocuk... İki şeye üzülürüm, Çökelez'e çıkamadım, Satürn'ün halkalarını göremedim. İki düş!. Bir gün İsabey'e dönecek, Çökelez'e çıkacağım... Bu benim için, eski bir ahit, bir tarafta Ellez var, inatçı bir peygamber, diğer tarafta açan, fetheden Fatih!.. Kaybedeceğim bir bahis!..

101
'Cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında' diye türküsünü söyleyerek, eşeğin üzerinde Derviş Pınar'a doğru gidiyor Eyüp... Meşhurgilin bağlarına doğru gelince sesini yükseltiyor, bağların içinde beyaz baş örtüsüyle, azize gibi, bir görünüp, bir kayboluyor Meşhur... Türkü tanrısal bir muştu gibi kulağına geldiğinde, ağaçların arasından, tanrının görev verdiği bir güvey gibi süzülen Eyüp, bir düşü andırırcasına geçip giderken... Meşhur baş örtüsünü çıkarıyor, saçlarını sıvazlıyor, topluyor ve örtüsünü büyük bir ustalıkla gene bağlayıp, dönerek, Eyüp'e bakıyor... Hayal meyal görüyor onu Eyüp, ama biliyor ki yaşamının unutulmaz anlarından birini yaşıyor, anlaşılmaz bir hızla çarpıyor, tatlı bir ağrıyı yükleniyor kalbi, türküsünün sesi yükselirken... Eyüp, aşık oluyor!..

102
Lortop sevgi aşılar, çocuklar hep peşinde dolaşır, o aldırmaz hiçbirine, hepsinin gönlünü alır, hepsiyle oynaşır... Çok yaklaşırsanız, yüzünüzü yalayıverir. Söylemesi gereksiz ama başka hiç bir işe de yaramaz. Ölüp gitti Lortop, daha yapacak ne çok şey vardı, ormanlara giremeden, yılanları şapka gibi giyemeden, kartal yuvalarında uyuyamadan, aslan sürülerini tanıyamadan, timsahlarla oynayamadan, ayıların balını yiyemeden, arı kovanına başını sokamadan, leoparlara kafa tutamadan, ölüp gitti... Bir eşeğimiz vardı, değerini yıllar sonra düşünürken anlıyorum. Köylü için eşek canının bir parçasıdır inanın. Onunla bağa bostana gider, onunla dönersiniz, yük götürür, yük getirir, değirmene onunla gidilir, dağa, sağa sola, çırpı çubuğa, oduna moduna hep onunla varılır... Anneler, babalar ve çocuklar için o ailenin bir parçası, olmazsa olmazıdır. At lükstür, eşekse gerekli... Eşek üzerine söylen geniş, söylence boldur, ama bu dilsiz yaratığın değerini kim bilebilir ki... Bizim eşeğin gözleri akıtmalıydı, diyesim gözlerinden aşağı beyaz bir çizgisi vardı, ama neredeyse doğuştan hastaydı o, tam da gözünün akıtmalı bölümü yaraydı, babam bildim bileli zeytinyağı sürerdi oraya, yaranın ne azdığını, ne geçtiğini biliyorum. Yıllarca gözü yaralı eşeğimiz bizim canımız cananımız oldu, ben onunla büyüdüm. Ama bir gün karanlık damdan çıkardığımızda, her yanını bir titreme almıştı ve son derece yaşlanmıştı artık. Çok geçmeden dünyadan ayrıldı. Şunun için anlatıyorum, bir eşek dünyaya neden gelir, diyelim ki bizim için, sevelim canlıları diye dini söylemlerde yazılıdır bu, değişik yorumlara da açıktır, dünyadaki her söz, öyleyse eti vaciptir, öyleyse hizmet etmelidir gibi... Bu eşek bize çok hizmet etti, bizim tutsağımızdı neredeyse, ama bir canlıya son derece iyi bakabilmeliyiz, biz elimizden geleni yapmıştık, ama şunu demek istiyorum, aileden biri gibi davranmalıyız canlılara, eğer bizim yaşam alanımız içinde ömrünü geçiriyorsa, ona mezarda yapabilir insanlar, bu belki fantezidir, olmasın demiyorum, ama iyi davranmak ve helallik alabilmeliyiz canlılardan. Biz onların bir parçasıyız aslında, onlarda bizim... Yukarda tanrı varsa eğer, onları bizden ayırmıyordur sanırım, bir dünya var, bir de canlılar, hepimiz kardeşiz ve hepimiz için aynı derecede düşünebilmeliyiz, sevgi, saygı, olanaklar alanı... Geçmişte bir takım canlıların tanrı yerine konulması tapınılması, şaşırtıcı gelebilir ama onlara verilen değeri gösteriyor bu, öyleyse onlar biziz, bizde onlar.... Yaşamda hakkı olan her canlıyı kendimiz gibi görmekte yarar var değil, bu dünyanın var oluşunda onlar da var, hepimiz. Dünya bizleriz ve taşı toprağı, uçan kuşu, karacası, aslanı ve bir rahimden doğanı, sonsuza dek sevmeliyiz ve yaşam hakkını tanrı vermiş olsun olmasın, yaşamın hakkını vermeliyiz.

103
Lapis lazulinin güzelliği gibi, harmanlar kalkardı ovada, nadasa kalırdı tarlalar, arpa samanı ne yakıcı olurdu, düvenler döne döne eritirdi yığınları, ne günler tanrım, düveni döndüren bir çift beygir olurdu, Apis'de iş başında olurdu bazen, düvenin altı yarı kuvars, çakmak taşı, öyle keskin ki, ateş gibi, çocukların onunla otları tutuşturduğunu bilirim, birbirine sürtünce kıvılcımlar çıkaran bir sihir, insan ateşi tanrılardan çalmadı, Prometheus elbette bir kahraman, bilimin pantheonudur onun yeri, arayışın tanrısal güzelliğini yansıtan bir hero o, ama ateş doğada var, onu kullanmayı, kollarına alıp, eğitmeyi başardı insanlar, olan biten yalnızca buydu... Geçmiş çağlar bilinmeyenlerle dolu, söylenceler sürüp gitmekte yine de... Köy uzaklarda artık, aradan yıllar geçti, bugün neredeyse yarım yüz yıldır yaşıyorum, anlattıklarım, dile gelenler, iyi ya da kötü, yazınsal veya değil, en çok on yaşıma kadar başımdan geçenler, veya gözlemlerimdi onlar. On yaşından sonra şehre inmiştim, ortaokula yazıldığım için eylemsel olarak köy yaşamı tam o çağlarda sona erdi... Yıllar sonra, susa yolunda Gönülgilin evlerinin önünden -önünde iki servinin de beklediği- bir yabancı gibi, ama bir tansık umarcasına geçip gittim... Kimseler yoktu ne arayan ne soran... Çok sonra, Mahmutgazili biriyle evlendiğini ve üç çocuğu olduğunu duydum. Köyün Venüs'ü, Petrarca'nın sevdalısı, Aslılar'ın Aslı'sı, dalgalı saçlı, kömür gözlü, gönüller sultanı, yitip gitmişti işte, zamanın içinde, kim biliyor ki, ben onunla dünyayı fethedecektim. Kendi içimde... İşte binlerce Anadolu kasabasından herhangi birinde, ömrü geçip gidecekti onun, gözyaşlarımı tutamıyorum, ama kimin ömrü geçmiyor ki, insanı asıl ağlatan, ayrılıklar, düşlerin düşlerde kalması ve tüm yaşamı boyunca yalnızlıkların kendini bırakmaması... Gönül'ün olmadığı bir dünyada yalnızım ben, bu bir abartı değil ne yazık ki, içimden geliyor, önleyemiyorum bu duyguyu, bu yenilgiyi... Paslı bir teneke gibiyim, ne kadar gülsem, ne kadar öykünsem neşeli dünyalara, ne kadar içten mutluluklar yaşasam, derinlerde bir şey durmaksızın çekip çekiştiriyor beni, köyünden uzaklarda, Gönülden uzaklarda, çocukluğunu terk edip gitti, değer miydi, şaşaalar yaşamakta kurtaramaz seni, derinlere düşüp kavrulmakta, gözyaşı dök şimdi, Gırnata'nın anahtarını sessizce, ötekinin avucuna bırakan ve göz yaşlarını tutamadan, yurdundan sürülen Abdurrahman gibi... Elbette bende geçip gideceğim, hepimiz geçip gideceğizdir, ölümsüzler bile, çünkü geçip gitmek, ne bileyim, olay ufkunu gerilerde bırakarak, bir nostaljinin, bir melankolinin pençesine düşmek... Ölümsüz varlıkları, sonsuzluğun tanrılarını da kurtaramaz bu duygu... Gerçekte Gönül'ün yaşam tarzı bana üzünç veriyordu, kaygılarım beni bırakmıyordu, gerçek belki başka bir şeydir ama onu sevmem, birlikte yaşayamayışım, ne olursa olsun benim kederlerime öncülük etmeyi bırakmayacak duygulardır, ne yazık ki... Geçmişte Aydın'dan Denizli'ye geliyordum, boş ovada, bozkırda öyle akıp gidiyordu ki araba, anıştırır dururum ama, susa yolunun kıyısında, tarlaların içinde iki katlı, kiremitli, yapayalnız duran bir ev vardı, hızla geçti araba onun gölgesinden, pencere kenarından bakıyordum, inanın, evin penceresinden kumral, gözlerinde derin bir anlam gezinen bir kızla, yarı çocuksu, yarı gençliğinde biriyle göz göze geldim, yitip gidercesine... Sanki binlerce yıldır konuşurmuş gibi bakışmıştık birbirimizle, ama bir an bile sürmemişti göz göze gelişimiz... O kız gerçekte var mıydı, yaşadı mı emin bile değilim, arabanın son hızında gerçekten göz göze gelmiş miydik, ama emin olduğum bir şey var, o kanında benim gibi duygular taşıyordu, yoksa binlerce görüntüler geçiyor gözlerimizin önünden, niçin tam o an bu duygulara kapılayım ki, bu tür sanrılarda, bir şey var, bir şey, bir gerçeklik, hiç birimizin bilemediği... Şimdi o kızı bulsam, yaşlı halinde o anıyı canlandırabilseydik gözlerimizde, konuşmalarımızla yaşayabilseydik o anı, gözü açık gitmeyeceğime söz verirdim dünyadan, benim için bir tansık işte bu... Ne yazık ki yaşamımız, bir düş kırıklığı, çünkü nostalji, ve melankoli hiç bir zaman peşimizi bırakmıyor... Gönül'ün kardeşi Türkan'da Hacıumarlar'ın -buradaki adlar gerçek- Ömeriyle evlenmişti, çünkü sanrılarımızdan söz ediyoruz, onlarında düş evinde benzeri yaşamlar sürüp gitmiştir, birbirimizi anlayacağımıza eminiz biz köylüler. Ben Türkan'ı da severdim, aynı sınıftaydık, tüm insanları sevmenin bir kusuru mu var... Sevdiğimin kardeşi, ah o kaba deyiş işte, dostumun dostu dostum değil mi... Gönül benim sevdiğimi, yarım yüzyıl düşlerde yaşadığımı, hatta kitaplar boyu, onun için lirik duygulanımlar, satırlar karaladığımı biliyor mu ki... Ne dersek diyelim, bazı aşklar yaşamak için belki de öbür dünyayı bekliyor, öbür dünyanın gerçek olmasını istemek, o kadar çok nedenler var ki, yargıcın yargısı, kalemin yazgısı değil bu... Öbür dünya yok, ama düşlerimizde yaşadık evet, işte öbür dünya bu, az şey mi... Nereye gitsek, nereye varsak, melankoli bırakmıyor nasıl olsa bizi... Öbür dünyada bile... İşte size Borges'in bir şiirinden palimpsest, bir kutsal parodi... ''Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık. Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm; sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’ ve bana el salladın. Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu, Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı. Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer ‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim. Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün. Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu, küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim, olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği öğretiyi yeniden okudum. Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum. Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi, yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum. Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir. Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir. Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz. İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle ve özlemlerle dolular. Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.' Gözyaşlarım dinmiyor şimdi...

104
Şimdi yıl 2003, o köyden ne annem kaldı geride, ne de babam... Annemin 13 Kasım 1979 Salı günü yaşamı sona erdi, bütün ölümlerin nedeni kalbin incinmesiymiş. Hepimiz için... Bir gün önce ona kardeşimle ilgili sitem etmiş, onlar seninle ilgilenmiyorlar, niçin sözünü ediyorsun demiştim, en küçük benim, çocukça bir çıkış işte, o gece İstanbul'a dönüyordum ki, annen yok artık dediler, Denizli'ye geri döndüm. Bahçedeki tüm kasımpatılarla süsledik onu, bir kızıl derili sagusu ve bir Apaçi prensesi gibi yolcu ettik onu, içimde bir kırıklık yok, bütün mahalle onu uğurlayış biçimimize şaşırmıştı, kahkahalar atıyor, onun onurlu ve üretken yaşamına saygıyla, sevinç içinde uğurluyorduk. Onun için yazdığım dizelerden biriydi şu... 'Kutsöz'' ''Tam on bir yıl önce, bir kuşluk vakti kalbin sessizce durdu. Kimseye yük olmadın yaşamında bir ışık gibi onurlu bir buğday gibi verimliydin. Ve sonsuzluğun kapısından gene kimseye yük olmadan -bir kuş tüyü gibi- sessizce girdin. Şimdi kuşsun, ağaçsın, güneşsin o sonsuzlukta İnsandın, dünya oldun. Nur içinde yat... (Çocukların.)'' Tam on bir yıl önce dediğime göre, 1990 yılında yazmış olmalıyım. Babam 1 Mart 2000, Pazartesi günü son yolculuğuna çıkmıştı, son yıllarda mutlu edemediğimiz kuşkusu vardır içimde, artık çok geç, belki şundandır, anlağı açık, dili tam, usu yerinde, son derce sağlıklı bir yaştı onun ki, yüz yıla dört yıl kalmıştı, ama insan işte zamana değil, olana bakıyor, ölümü yakıştıramamıştım, hiç bir yaşlılık belirtisi yoktu çünkü, kaçınılmaz bir kuşkuydu benim ki, belki de doğruydu, ölümü hak etmiyordu, ne desem boş ve ağlamak ahmakçadır gerçekte... Sağlığında ne yapabildim ki gibi sorular, sonsuza dek uzayabilir çünkü... Ben en iyisi içimde çözeyim bu sorunu... O günlerden geriye kimse kalmadı, kimse kimseyi tanımıyor artık, ortak bağların zinciri koptu, aradan çekildiği için kimileri, yakınlarımız, arkadaşlarımız ve dostlarımızla bağlarımız kalmadı, yaşama nasıl bakarsan o da sana öyle bakar, uçuruma bakarsan, uçurum sana bakar, sevgiye bakarsan sevgide sana bakar işte... Kimse kimseyi anımsamıyor artık ama... Bu yıl gene de köye gidip Çökelez'e çıkma düşümü gerçekleştirmek istiyorum, olmayacağını biliyorum ama... Ne bileyim kayıp Lortop belki de karşıma çıkar oralarda, o geceden beri bekliyorum seni der gibi... Yıllar sonra Odysseus'una kavuşan Argos'un tansıması gibi...

105
Sütleğenler, kedi tırnakları, ayrık otları, at kuyrukları, çakır dikeni, çekme otları, şeytan çanakları, likenler, pıtraklar, semizlikler, yemlikler, sarımsak, soğan, eşek marulu, dulavrat otu, acı kavunlar, patlangaç, söğütler, iğdeler, çaylar, kör kuyular, serenler, ak kuyular, sindel, şarlak, kırkdere, üyyük, kabaç, esmabağ, batal, mamıtgazı, yukarı bağ, aşağı seyit, yazır, alan köy, derepınar, çalkebir, zeyve, alafakıllar, hançalar, bekilli, süller, uşak, afyon, sandıklı, kütahya, ışıklı göl, burdur, cabar, uyanık, babadağ, incilipınar, dokuz kavaklar, çökelez, beş parmak, tavas, honaz, kızılcabölük, kaklık, kocabaş, akhan, zıpır, yokuşbaşı, denizler, böceli, icikli, ırlağanlı, esebi, çal, acıpayam, baklan, hadım, donguzlu... Elveda size...

106
Dokuzkavaklar'da ki mezarlığa gittim, İsabey'in altmış yıllık iki cananı, yan yana yatıyor. Kardeşi ve eltisi de orada... Nur içinde yatsınlar. Onların bir gün bile seslerini yükselttiklerini duymadım. Mezarlıkta yalnızdım, kimsecikler yoktu, çiçeklere su verdim ve bitip tükenmeyen sözcüklerle, dinmeyen inleyiş ve çağlayanlarla ağladım. Evet ağlamanın salt ruhları incittiğini biliyorum, elimden başka hiç bir şey gelmeyişi, sürüklüyor insanı bu boşluklara, O insanlar nerede, o dostluklar nereye gitti, kimsenin açlık çekmediği, borç istemediği, alacağın olmadığı, sözlerle işin yürüdüğü, çalışarak ürettiği, Çökelez dağına yaslı gül tanrılarının sitayişle söz ettiği, o güzelim insanların yaşadığı İsabeyde, güneş neden battı... O altın kurs neden eskisi gibi yükselmiyor artık Beşparmaklar'ın üzerinden, bölünen topraklar, afyon ekiminin bitişi, üzümün değerlenmeyişi, buğdayın yollara döküldüğü, meyvenin paralanıp atıldığı zamanlara gelince, köy, köy olmaktan, İsabey, güneşin altın yurtluğu olmaktan çıktı... Şimdi tam bir virane doğduğum ev, bomboş, beğenip de oturan yok, nüfus erimiş, kimseler kalmamış, tek bir kişi çıkıyor bazen, karanlık kovuklardan, uzun uzun bakıyor ve yine dönüyor sessizce, artık kimselerin adım atmadığı, aşınmış eşiklere.. O nazeninler nereye gitti, güzelim kızlar, kimseler yok ortalıkta, nerde o sırım gibi eğilip doğrulan, atının üzerinde kral Sargon gibi duran, gencecik insanlar, Bilinmez görünmez bir cin, bir şeytan girmiş buraya, bir Nemrut gibi, her şeyi yakıp yıkıp yok ederken, yüzyılların Uranos'u, o yorgun tanrıları da, köşe bucak kaçıyor ve olan biteni uzaktan izlemekle yetiniyor artık, düşledi, gerçekleşti ve bitti... Kıyamet bu işte... Belki de...

107
İşte İsabey için dile yatırılıp, kutsanmış bir şarkı... 'Meşhur' ‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’ Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki, defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi. Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara, bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi, evlerimize, ocaklarımıza dönerdik. Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında, çokakların altında alacayı arardık. Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı. Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak, Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı. Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde, etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah, Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil, kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını, semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık. Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık. Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı, kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de Herkül bakışlı, Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir. Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar geçirmişizdir ki: Eyvah!..

108
Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu. O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığı da yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu. Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

I09
Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim. Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşçasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım. Dışarıda kar, kelebeksi titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana... Ne mutlu sevda çekenlere Ne mutlu sevip sevilenlere...

110
Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk. Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih, Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.

111
Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişmek ister gibi, sanki karanlığı sever gibi, taş atarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı. Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk. Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk... Tanrı bizleri bağışlasın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder