23 Temmuz 2019 Salı

ÖLÜMSÜZLÜK
Bir yarım yüzyılı aşkındır ölümsüzlüğün peşindeyim, geçmişte dünyayı bizim köyü saran dağlar kadar sanırdım, dört bir yanı yüksek bir ovanın içindeydik sanki, arkası gökyüzü, boşluk, hiçlik, ama bu sanı şimdi bile olanaklı geliyor, dünya düşlediğim denli küçük olamaz mı... Gerçekte düşüncenin doğrusu yanlışı olamaz, mantıklısı vardır, düşüncem mantıklıydı kanımca ve hala öyledir sanıyorum.
Sonraları, okulda öyle olmadığını anladım ama nedense şaşırmadım, bu nedenle daha çok sayıda, mantıksız düşüncelere kapıldım. Ekvator çizgisi gerçekten var sanıyordum, meridyenler öyle, mavi ince çizgiler ırmaksa, düz siyahi ya da kuru yaprak rengi çizgiler neden var olmasın, daha ilginci, ırmaklar denizlerden taşarak ovalara dağılıyor sanırdım. Yılanlar kuyruğuyla sokuyor, telgraf tellerinde sesler akıp gidiyor diye düşünürdüm. Bu o kadar doğru bir şeydir ki, direklere kulağınızı dayadığınızda, bir uğultu geliyordu, hala öyle midir bilemem.
Bilimsel, dini, düşsel tüm bilinen ve bilinmeyen gerçekler yalnızca bir sanıdır, mantığımız bir kurguyla, düzgün-doğrusal bir format oluşturur ve bunun dışındaki artık saçmadır, deliliktir, sınırların dışıdır. Oysa bildiklerimizin tümü bir ön yargıdır ve sonsuza dek öyle kalacaktır. Gerçek, hiçbir zaman düşlediğimiz anlamda bir gerçek değildir. Tüm bildiklerimiz kuzey kutbunun kuzeyinde ne var demeye benzer.
Canlılar denizden karalara yayıldı, düşen bir göktaşı dölledi bizleri, Adem çamurdan doğdu ve Havva onun kemiğinden türedi... Diyesim, Adem hamileydi ve dişil bir varlıktı söyleyeceğiniz. Bunların hepsi mantıklı kurgu ve deneyimler. Mantık zincirinin kopması, anlaksal bağlantının kesilmesi, algı kapılarının sapmasından ileri gelir.
Eğer tanrı yeryüzüne inmiş olsaydı ve burası bir tür Auswitch toplama kampıdır deseydi, bugüne kadar duyduğum en mantıklı doğru işte budur diyebilirdim ben. Düşlere yelken açarak, bildiğiniz bütün doğruları yanlışlayacak bir gerekçe bulabileceğimize adım gibi eminim.
Niçin ölümsüzlük peşindeyiz biz... Bilinemez belki ama şu olabilir, hiç bir şeye tam olarak ulaşamıyoruz biz, gerçeklik sürekli avuçlarımızdan kaçan bir şey, kavuşmaların bir düş olduğunu biliyor ve yalnızca kendimize inanmakla, inandırmakla yetiniyoruz...
Her şey bir illüzyon, bunu zaman içinde daha iyi anlıyoruz, her şey bir sonsuzluk içinde akıp gidiyor. Öyleyse şu kaderci-fataliyen yaklaşıma göre, varsıl olma, egemenlik duygusu, mülkiyet kaygısı, eşsizlik arzusu ya da herkesin aşık olduğu bir şantöz olma saplantısı nereden geliyor diye düşünebiliriz.
İnanın bu gerçellikler, her şeyin illüzyon olduğu sanısını daha bir kanıtlayıp, kuvvetlendiriyor, çünkü, geçici olduğunu bilen ruh, körlükle dahi olsa kalıcılık arıyor, öyle olacağı sanısıyla ve sanrısallıkla her şeyin peşine düşebiliyor artık. Zaman ve uzama uyum dahi aramadan, bir düşün peşinde bile olsa, yavan bir gerçekliğin görkemine bile kapılsa, içgüdüsel bir mantığın kollarında, gerçekliğin illüzyonuna kapılarak, uçup gidiyor. Görseli iç dünyamızı bile aydınlatan, kristal bir albeni. Katıksız bir illüzyon.
Borges, günahkar ve masum, işkenceci ve mahkum, köle ve efendi gerçekte aynı kişidir diyor. Anlamak oldukça zor ama doğru gibi, insan tinsel bir yaratık, tacı tahtı da bırakıp gidebilir bir gün, evrenin gizine erdiğinde ona kavuşmuş olmak sanısı, sanrısıyla, ondan kaçınıp, uzak durabilir de...
Borges'in bir öyküsünde evrenin bütün gizine sahip olan mahkum, hücresinden kaçmaya yeltenmiyor bile, gerekçesi, bu olağanüstü giz, ben buradan kaçayım diye, yüz kızartıcı bir gerekçe uğruna bana bağışlanmış olamaz diyor. Bunları düşünmemizin nedeni, aldatan ve aldanan, varsıl ve yoksul, iyi ve kötü gerçekte tektir, birdir, roller değişseydi, yaprak bile kıpırdamayacaktı evrende, asıl anlaşılması gereken töz budur bizim.
Başka bir öyküsünde, şair yazdığı şiiri, sürgit bir öze indirgemenin, sonsuzluğa ulaşma çabası ve kibri olduğunu düşünerek intihar ediyor, yine başka bir öyküsünde, birbirini yaşarken gammazlayıp ölümüne yol açan iki papaz, tanrının karşısına çıktıklarında, onun indinde, aynı kişi olduklarını dehşetle görüyorlar. Her şey bir sanı, bir illüzyon, bu kanı elbette size pek inandırıcı gelmeyecektir, çünkü formatlarınız ve mantık silsileniz, kendince bir bağımlılık yaratıyor ve kendinize iman eden sonsuz sayıda başkaları oluyorsunuz artık, bir tür paradoks ve şaşırtıcı bir dogma, inak...
Şunu demek istiyorum, sözgelimi bir arı olsaydık ve aynı derecede yetenek sahibi birer varlıklar olarak, uzayda cirit atsaydık, hiç birimiz dünya küre biçimindedir demeyecektik, arı gözünün algıladığı geometrik kurgu neyse onu ileri sürecektik. Örneğin eliptik beysbol topu ya da meteorit biçimsellik veya kuyruklu yıldızımsı ya da kamçılı zigot görünümünde bir geoit, dahası eğretisel tokmak veyahut yamuk diyebilecektik. Dünyanın yuvarlak olduğunu öne sürmek, resmi tarih gibidir, ölenler suçlu ya da asi, krallar bağdaşıksız birer yarı tanrı / lar ve kulları da uyumlu birer tebaadır orada, hiçte sevindirici değil, yalnızca olması gerektiği gibi!..
Ölümsüzlük nedir ve neden ararız dedik... Mitolojide bile var bu kavram, onu arayan taçsız kral ve asalılar, Sybile gibi sonsuza dek yaşamakla cezalandırılan ama bir şişeye sığacak kadar küçüldüğü için, sesi bir cırcır böceği gibi kısılan insancıklar, alabildiğine dipsiz, derin kuyular, Cumae ve Hades, Tantalos ve Ereboslar... Avernus ve Aiaslar ölümsüzlüğün iç burkucu, filosofik masallarıdır.
Dünyadan ayrılmak elem veriyor insana, dizginsiz kederlerin boğuntusunda çırpınıyor, inilmez kuyulara iniyor, dalıp gidiyorsunuz, kimselerde bilmiyor!.. Ama bir nostalji duygusu bu, yurtsama, bir daha yurduna dönemeyecek bir insanın kaçınılmaz hüznü, insanı hazan bahçelerine sürükleyen, elemli güzelliğin, acıların gazelinin avuntusu!..
Celladına alışkanlıkla türküler çağırma ve kaçınılmazlıkla uyum göstermenin, şakacıkdan bir isyana da dönüşebilen serenadı... Ölümsüzlüğe kavuşsak ötenazi yaygınlaşır mıydı acaba, kavuşamadığımız için onu bilemiyor ve kabullenemiyoruz ve soruya tepki gösterme aşamasını geçemiyoruz. Kültürel bağlarımız var oluşumuzun gerekçesidir bizim...
Ölümden kurtulamayacağımızı bildiğimizden hep bir umar arıyoruz, bir kümbet yaptırmak, bir kuleden uçmak, boğazı geçmek, bir risalenin içine girip saklanmaya çalışmak, sergüzeştler yaşamak, poligam olmak, karıncalar gibi üremek, hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşüncedir kuralı uyarınca tutumlar sergilemek, tümü gizençli birer ölümsüzlük arayışıdır, sonsuz olanakları var ölümsüzlüğe kavuşmanın, tıpkı kendisi gibi!..
Karbon karanlığında, kulak salyangozunu doldurma, Corti hücrelerinin titreşmesi, cüce gezegenlerin korunaklı olması, Pithovirus sibericum, deniz anası(Turritopsis dohrnii), omurgasız minik Bdelloid rotiferler (tekerlekliler) ve bireyin kişiliğini beyinde barındıracak hologram bir 'avatar' ya da cıva içerek ölümsüzlüğe kavuşacağını sanan Qin Shi Huang gibi olmak ya da okyanuslarda, sazlıklarda, çayırlarda otlamak, deniz inekleri gibi yaşamak veya yaban arıları gibi zaman kavramından uzakta olmak, hepsi gizlenmiş bir ölümsüzlük arayışı, doğada ve kıpırdayan her şeyde kaçınılmazlıkla var bu içgüdü...
Işığın karanlıkta giderek büyümesi, ruhsal bütünlüğün tümden olanaksızlığı, bir ev kadını, saçları punk bir pop yıldızı, dilin tutuşturan işlevi şiir, annelik duygusu, parçaların birleştiği bir puzzle, ateşli bir öpücük, köklerinden ayrılmış güller, ufuklara doğru yükselen göz, heplik ve yokluk, açlık ve tokluk, jelatinsel saydamlık, suyun görünürlüğü, kederin biteviyeliği, ölü bir kraliçe, bozuk bir kilit, tenin heyecan vericiliği, hayati sütün güvenilmezliği hepsi ölümsüzlük duygusuyla bağdaşıyor, olumlu ya da olumsuz, her şey sonuçta algı kapılarının bir rüzgârıdır.
Örneğin şu yazı neden, katıksız bir yarım kalmışlık duygusu veriyor, alabildiğine bir yetersizlik argümanının sırıttığı... Ölümsüzlük peşindeyiz ve ona hiç bir şeyle kavuşulmadığını, kavuşulamayacağını (yarım kalmayan hiç bir şeyin olmadığını, yarım kalmışlık duygusunun temel olduğunu, gerçeklikte bizi sarıp sarmalayan tek şeyin bitmemişlik, tamamlanmamışlık duygusu olduğunu) yazık ki biliyoruz, onun için... Bir gün ölümsüzlüğe biyolojik anlamda kavuşsak, bu duyguyu üzerimizden gene atamayacağımızı biliyoruz, çünkü ruhların ölümlü olduğu yerde, beden ölümsüzdür gerçeklikte, bizi kahreden şey ruhlarımızın yitiyor / ölüyor olmasıdır, beden biçim değiştiriyordur sadece... Anıdır insan. Gelecek diye bir şeyde yoktur ve olamaz, gelecek tümüyle soyut bir kavram olup, bir düşünsemedir, yarınsa bir şakadır saltıklıkla ve o kesinlikle ve tamda bugündür ne yazık ki...
Bir nötrino dalgası geçer organlarımızdan, genizleri yakar saçlarının kokusu, balık ağzı gibi açılan vulvalar, elektrik direğini kıskandıran penisler, manyetik dalgalar, tanrının kovulmuş melekleri gibisin, yüreğini söküp eline verecekler, ciğerini deşerek kardiyana girecekler, bütün boşluklarına altınsı saman doldurup, uyutacaklar sonunda, ölümsüzlük de her şey gibi, bir şeydir / hiç bir şeydir işte...
Şöyle düşünelim, bir yer var ve sürekli ölüşüp, doğuşuyorsunuz, her şeyin ayrımındalar ve en büyük kederleri de bu, evrenin sınırlı / sınırsızlığını biliyor ama algılayamıyorlar bütünsellikle ve bu bir tür illüzyona yol açtığı için acılar içinde kıvranıyor ve kendi içlerine saplanıyorlar kaçınılmazlıkla, sezilmez biçimde yineliyorlar kendilerini...
Oysa, geniş bir otlak düşünün, içinde minicik, göz ucu kadar bir tepecik olsun, o tepecikte bir karınca yuvası... Karıncalar otlaklara egemen olmanın düşlerini kursunlar, ne hikmetle demeyelim, kurgu yalnızca buna elveriyor, bu nedenle birbirlerini yesinler, ölsünler, öldürsünler ve gülsün güldürsün ve bilsinler ki uzaklarda sayısız otlaklar var, düşlere bile sığmayan, us kıran, düş kıran sonsuz otlaklar ve bu düşlemlere bile sığmayan fanteziler, yerler, gökler, kentler, şimdi bu karıncaların, o minicik, küçücük yerde tüm bu olan bitene egemen olmaya kalkışmaları, olayın tüm ayrıntılarına, gizlerine sahip olmaya çalışmaları ne kadar gerçek ve ne kadar olanaklı ve ne kadar yerindedir, bu doğrudur evet, ama bunu tam bilemeyiz işte, doğrudur ama doğrudan emin değiliz diye düşünebiliriz.
Sırf olurluğundan, olmazlığından da değil, gerekirciliğinin hangi sonuçlara yarayıp / doğuracağından, bir şeyi değiştirip, değiştiremeyeceğinden dolayı da sorabiliyoruz bunları, bizlerin açısından bakınca, son derece gülünç ve gereksizlik sınırlarını aşan bir fantezi gibi durabilir belki de ama onlar düşlerinin güzelliğiyle kalmayı bilmeliler ve her şeyi bilseler bile bilmenin başka bilinmeyenlere yol açacağını öğrenmeliler, görecelilik ve bizim literatürümüze göre, sonsuzun sonsuzu sonsuzdur mottosu uyarınca ve üstelik her şeye egemen olup, sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe kavuşsalar bile, sırf mutlu olmak istedikleri için mutlu olamayacaklardır artık edimlerinde...
Gizlere kavuşmayı arzuladıkları için, onu bir türlü ele geçiremeyeceklerdir, çünkü arzu, arzular doğurur ve bu bir tür sanrıya dönüşerek sizi ele geçirir, mutsuzluk üretir, mutluluk amaç mıdır, belki değildir, belki korkaklığımızdan söyleyemediğimiz için, belki de tek amacımız budur bizim, başkaca neyin tam olarak bir illüzyonik değeri olabilir ki diye de sorabiliriz... Yerimizde saymak mıdır doğru olan diye de sorabilirsiniz, hayır, doğru olan ne yapmak gerektiğini bilmektir, onu ölçüp biçmeli, ona karar vermeli ve deneyebilmeliyiz ama biz ne yapmak gerektiğini bile bilmiyoruz, deneme yanılma yöntemiyle ilerliyoruz ve güvensizliğimizin, kederlenişimizin kaçınılmaz dayanağı ve nedenselliği ne yazık ki bu... İnsan sonsuz bir zaman tünelinin içinde, henüz kendini geride bırakamamanın acılarıyla boğuşuyor. İşte, günah bu...
Çünkü onlar, ölümün ölümsüzlük olduğunu anlayacak bir dünyaya, bir düşünceye bile sahip olamadılar. İkircik ve paradoks içindeler. Sınırlı dünyaları ve görünen, algılanan dünyaları minik bir evrenin parçalarıdır. Sonsuzluk, öbür dünya ile, ölümden sonrasında başlıyordur, cennet ve cehennem bu dünyanın bir kopyasıdır, kısır bir düşlemdir ve yenilikçi olmak şöyle dursun utanç vericidir, yinelemenin hoyratça bir karşılığının, acı ve armağanı olan bir dünya kafesinde ürettiğimiz, basmakalıp bir dört işlemdir ne yazık ki o... İnsan buna layık olamaz, olmamalı, ayrıca bu varsayım, bir düştür ve bir soyutlama olup, yoktur, her varsayım gibi yoklukla butlan olup, densizliğimizin, dengesizliğimizin, kendimizi aşamıyor olmamızın kahreden bir benmerkezciliği / egoistik yanılsama ve yinelemesi, zamanlar boyu süren bir avuntusudur. Cennet ve cehennem, kargaşa ve kıyımın cirit attığı bir dünyanın, us dışı bir aldatının dolambaçlarında, bir yürek ezimi, can düşmanı bir kurgunun acımasızlığında, açıkça ve alaysılıkla sürüp gitmesidir. Sözde yaşamak korkusu orada da sürecek ve orada da suçlarımızın kefaretini ödeyeceğiz, buradan hiç bir farkı olmayan yere gideceksek burada kalsaydık, sonrası mutluluk, dinginlik ve can sıkıntısı! Sizce bu inandırıcı mı... Biz buna layık olmamalıydık ve layıkta değiliz.
Bu dünyanın yarattığı düşünce biçimiyle, ölümsüzlük ve sonsuzluğu algılayıp kavrayamayız. Her iki kavramda algılanır ve görünür evrenin dışındadır, ölüm bir başlangıçtır. Minik manik bir evrenin canlılarıyız biz. Henüz... Bilinen ya da bilinmeyen bir yerden geliyor, su yüzüne çıkarak yüzüyor ve gidiyoruz, neden şu yaşadığımız anın ve bu dünyanın dışında aramıyoruz sonsuzluğu, sınırlı, doğallıkla kısıtlanmış bir ortamın içinde sonsuzluk ve ölümsüzlük var olabilir mi... Ölümsüzlük için ölmemiz gerekiyor, sonsuzluk ve sınırsızlık duygusunun olanaksı ya da olanaksızlığı içinde, bu dünyadan ayrılmamız gerekiyor.
Ölümün var olduğu bir kıstırılmışlığın, birim değerin içinde sonsuzluk ve ölümsüzlük nasıl olasıdır, bu boyutun dışına çıkmadan ne sonsuzluk ne de ölümsüzlüğün varlığı düşünülebilir, Platon'un mağarasında yaşayanların ölümsüzlük arayışı, mağaranın içinde dönüp duran kalıcı bir edimden öteye geçemez. Sonsuzluk yok oluşun başlangıcında bir eşik olmalıdır, yok oluşunuzun düşlemini kuracak ve onu aşacak olan da sizlersiniz. Ölüm severlik değil bu!..
Birbirinizi öldürmeyin, sabredin bir süre sonra zaten öleceksiniz, öyleyse bekleyin, diyetinizi ödeyin ve öbür yakaya sonsuzluğa geçin, evrenselliğin tozanıyla, tözüyle kozmikleşerek basitçe ölümsüzleşin, varsınız ve tanrı sizsiniz artık ve yokluğunuz bir sorunsal üretmeyecek / üretemeyecek kadar dingin ve kutsanmıştır artık ama şu yazımlar bizi kaotik bir uçuruma sürüklenmekten kurtaramıyor, çünkü sınırların içinde sınırsızlık aramak sürgit gülünç ve yalnızca keder üretiyordur artık.
Güzelliğin acılarıyla mutlu olmak istediğimiz için, bir kaplanın elinden et çalmanın telaş dolu heyecanı var bizde... Ölümsüzlük ve sonsuzluk sınırlı ve algılanır evrenimizin çözümleyebileceği bir varsayım değil, varsayımı var sayarak elde edeceğimiz sonuç tüm bilitlerimiz gibi varsayımı var saymanın acılarına katlanmamıza yol açmaktan başka bir işe yaramıyor ne yazık ki...
Her iki kavramda, bu evrene yabancı ve uzak bir düşselliktedir. Bu evren sınırlıdır ve ölümlüdür. Bu evrende, bu iki kavramın dışına çıkılabilseydi, burada değil başka bir evrende var oluyor olmalıydık. Varlık sınırdır, sınırlılıktır, yaşam ölümü zorunlu kılar. Öyleyse bu evrenin dışına çıkmadan, ölümsüzlük ve sonsuzluk olanaklı değildir. Bu evren bize salt çelişkiler üretmekte olup, çözüm ileridedir, evrenin çok ötelerindedir.
Her ikisine kavuşsanız bile sınırlı evreniniz sizi sınırlarının içine hapsedecek, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü düşleyemeyecek, algılayamayacaksınız. Zaman efendimizdir bizim. Ölüm, bu evrenden kurtulmanın biricik yoludur ve sonsuzluğun başlangıcı, ölümsüzlüğünde adıdır. Korkulanında sonu...
Yaşadığımız dünyada, algılanır evrenimizde sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü arayan, ölümü de bir çözünürlük olarak önüne koyabilmelidir ki, onun dışına çıkabilme varyantlarında gezinebilsin, ölüm ölümsüzlüğün öteki yüzüdür ve gerçekte birdir. Algılanır evrenimiz açısından bu böyledir ve bu nedensellikle ölümde bizim içimizdedir. Ondan korkuyor oluşumuz bizim aczimizdir ve zamanı uzatarak onu yenemeyiz. Başkalaşarak, ölümün çemberleri dışına çıkarak onunla alay edebilir ya da onu üzebilir yahut sevindirebiliriz.
Sonuç, sınırlı bir evrende sınırsızlık, ölümlü bir evrende ölümsüzlük aranamaz. Görecelilik yasası bize şunu söylüyordur; Görüşlerinize çokça da bel bağlamadan kulaçlarınızı atmalısınız. Nasıl, arının bilinç yapısıyla, dünyanın biçimine karar vermek önümüze petek sorunsalını sürmenaje eden bir algıyla mantığımızı örüntüleyip, örtecek, yargı ve vargılarımızı biçimleyecek idiyse, yuvarlaklıkta, petek gibi, o çembersideki çokgenliliğin kovanları ve arılarıyla başka tür bir görlemi sürdürüp gidecektir artık.
Yuvarlaklık bu denli asal bir gerçekliğin kavramsallığında yer edinemeyecekti öyleyse... Arının gözünde yuvarlak diye bir kavram oluşmamıştır bu güne dek... İlgisizce ve elbette her şey bir dönüşümdür belki de... Acaba ölümsüzlük, sınırsızlık ve sonsuzluk duyulanımı ve arayışı, bizim sürüp giden aczimizin ve zayıflığımızın, her şeyde olduğu ve görünebildiği üzere kronik depresif bir aşaması veya dışavurumu mudur...
Bilmemek, bilememek, biliyor olmaktan her zaman çok daha olağanüstüdür!..
Bilmek bizi durdurur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder