5 Temmuz 2019 Cuma

CUMHURİYET


Osmanlı kültür ihraç ediyordu, bir sürü batılı yazar payitahta geliyor, gezi, roman, şiir veya doğu izlenimlerini yazarak gidiyordu. İstanbul bugünkü gibi bir gökdelenler şehri değil, boğazın iki yanında sülün gibi dizilen yalılar, gökleri kırmızıya boyamış erguvanlar, begonviller, pembe beyaz badem çiçekleri, sırtlarda bir düş, bir bahar meleği gibi parıldayan papatyalar ve şırıldayan sularıyla Binbirgece masallarından çıkma bir cennet bahçesiydi.

Gün geldi onun her imparatorluk gibi yıkılışına kin duyan evlatları, tarihte görülmemiş bir kindarlıkla ona saldırdılar, dilini değiştirdiler, camilerini yıktılar, çeşmelerini kurnalarına varıncaya kadar talan ettiler, yalılarını yaktılar, padişahlarını mütecaviz ilan ettiler, kadınlarını köle, cariye ya da yosma yaptılar, dünyanın en güzel şehrinin içinde Vatan Caddesi, Tarlabaşı, Topkapı gibi cetvelle çizilmiş, ahşap cumbaların, güvercin evlerinin içinde bulunduğu selatin camilerinin, yatırların, göz kırpan dilberlerin canına okuyarak, yakıp yıkıp yağma ederek yollar açtılar. Öyle bir talan edildi ki şehir, ona yedi kocadan arta kalmış İstanbul diye şairler şiirler yazdılar.
Batının maceraperestleri, Montesqio, Mozart, Goethe, Chenier, Pierre Loti, Baron de Tott, Marko Polo, Cervantes ve niceleri ondan bir rüya gibi söz ettiler, onu kıskandılar, ona aşık oldular, onu öldürmek istediler ve emellerine kavuştular. Heyhat şimdi biz oralara gidiyoruz, felç olmuş zihinlerimiz, unutulmuş geçmişimiz, kör sağır ve dilsiz şairlerimiz, boyunlarında tasmaları, aşağılanmayı işbirliği sanan zadeganlarımız, oraların kölesi olmuş amelelerimiz (Amilu ki bir tanrının adıydı!) münevverlerimizle!..

Evliya Çelebi onu kutsadı, Fuzuliler, Nedimler, ölürken bile şu parçamı bitireyim diye, göz yaşı döken neyzen Selimler ona sevdalıydı ama o içerden ve dışardan, zamanın ve küfr ve harama bulanmış bir dünyanın acılarına dayanamadı ve gün geldi, tanrının bile hayal edemediği bir ütopya, tüm zamanların bile düşleyemediği bir masal, bir Atlantis gibi yıkıldı ve kendi okyanusunun için de, diplere doğru gömüldü, yıkıntılar arasında, göklere yükselen dalgalar, içler acısı feryatlar ve canhıraş haykırışlar arasında yitip gitti.

Onun günahı neydi?..

Ne zaman ki, artık İstanbul, başşehir değildi, göç alan, bar ve pavyonlarda eskici insanların, derbederlerin, ayyaşların, mazisiyle ölmeye yemin etmiş sazendelerin ve modası geçmiş beyzadelerin can çekiştiği, inlediği ve her şeyinin yağmalandığı ve bitip tükenmez biçimde, bir türlü yıkılmayan bir cangıla, dehşetengiz bir metropole ve eski zamanların hala kıyısından köşesinden fırladığı bir cehennemin topraklarına dönüştü, bir ecinni masalının viranesi, bir harabe ve yıkıntılar arasında ilahi gibi son nefesini verdi. Tarih ve insanlık bir kez daha tekerrür etti ve eşsiz bir cennet öbür dünyaya yolcu edildi.

Onun sütunlarına kulağınızı dayayın, hala iç çeken halayıkların, bahtsız şehzadelerin, muzaffer ve dumanlı bakışlarıyla imparatorluğunun uçsuz bucaksız sınırlarını gözleyen padişahların ve geride her şeye kadir Kösem Sultanların, Turhan Sultanların, günde beş vakit secdeye duran Despinaların, kafes arkasından, cumbalardan aşıklarını süzen halayıkların inleyişlerini, sonsuzluğu bile delip geçen çığlıklarını ve tanrının bile bir umar yaratmaktan aciz olduğu, son iç çekişlerini ve bir güzelliğin acılarına katlanmakla ömrünü geçiren bir dünyanın ve gamzeli gülüşlerini meleklerin bile kıskandığı nedimelerin göz yaşlarını görürsünüz.

Onun yerine gelen minyatür oyuncağın adı Cumhuriyet, yedi kocadan arta kalmış bahtsız İstanbulun da, artık akasyalar yerine yollardan süzülen Renaultlar, Bmwler, Mersedesler ve görgüsüz, dinden imandan yoksun, İstanbul deyince, ha eski bir şarkının adı değil miydi o diye salyaları akan ve Ferrarileri ile sömürge olmuş bir şehrin sokaklarında sidiklerini yarıştıran, adını sanını unutmuş, kişiliğini kimliğini yitirmiş, robotlar, mutantlar, hayaletler ve gecelerinde oyuncaklarının jantları parıldadığı hortlaklar var.

Dilleri bırakın Osmanlıcayı, Türkçe bile değil artık, arabaları sömürge evlatları olmakla, sözde kurtuluş savaşı verdikleri, yedi düvel adındaki diyarların oyuncakları, hiç bir şey onların değil, içinde yaşadıkları kibrit kutusunun içinde, aydınları yedi düvelin tasmalı köpekleri, onun dillerini, onun mallarını, onun kültürlerini öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz takdirde kurtulacağımızı savlayan bir zamanın prangalı evlatları, forsaları, lejyonerleri, paralı uşakları...

Çağımızın öyle bir masalı ki bu, ne kitaplar yazabiliyor, ne nineler anlatabiliyor, ne bilenler söyleyebiliyor!.. Onun adından söz etmek dilleri yakıyor, bir hummanın, bir salgının, bir kuduzun bulaşmasına yol açıyor, nereden geldiği bellisiz bir ölüm şuasının evlerin içlerine, odaların diplerine kadar sirayet ederek, üç çatallı şeytanın işini bitirmesine -kahkahalarla gülümseyerek-, cesetleri sürükleyip götürmesine yarıyor.

Bir dünya, bir kültür, bir rüyanın nasıl yok edilebileceğine ve insanlığın henüz insan olma noktasında nasıl da korkunç arazlar gösterebileceğine; tanrının işaret edip, yıkıntılar arasında bir ilahi, bir ağıta dönüştürebileceği, ağlayıp, göz yaşı dökebileceği ne başka bir felaket var, ne başkaca bir trajedi...

Surlarda hala ağlayan, inleyen hanendelerin sesini duyabilirsiniz, sesi kesilmiş, artık şırıltısı bile düşleri süsleyemeyen çeşmelerin göz yaşlarını görebilirsiniz, Binbir gece masallarına ram olmuş padişahlarının kederini, Sarayburnu'nda çürümeye durmuş kafes arkalarından elemle izleyebilirsiniz...

20. Yüzyıl Osmanlı Türk İmparatorluğunun yıkılışıyla, eski dünyanın bittiği, barbarlık ve ceset tüccarlığının görkemi ve kan içici kapitalizmle, imansızlığın biricik göstergesi kanibalizmin kol kola yükseldiği bir yangın, bir soykırım çağıdır.

Osmanlı ile bir barış ve sükunet çağları sona erdi ve tüm insanlığın kanını içen, nükleer kışların, cehennemi uygarlıkların, napalm ve dev gibi elektronik mantarların, zehirli, kıyameti öncelleyen dünyasında, insanlığın songüne doğru koşuşturmasını alkışlamak kaldı bize...

Kibrit kutusu gibi, Hasanali oğlu serkeşlikten başka bir umar bulamamış Can'ın dediği gibi, 'g.t içi kadar bir yerde' , elimiz kolumuz bağlı, kendi cehennemimizi ve tüm insanlığın öbür dünyaya doğru, hırsla, hırsızlıkla, kinle, kindarlıkla, kanla, kansızlıkla, tanrının salhanesine, sıratın ipine doğru koşanları seyretmek kaldı!..

İnsanlık öldü!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder