25 Temmuz 2019 Perşembe

AŞK
(I-II-III-IV-V)

“Cinsel ilişki yoktur” demişti Lacan. Ona göre iki kişi arasında cinsel ‘birleşme’ olanaksızdı. Herkes sarsılmıştı. Feministler, felsefeciler, sosyologlar, psikiyatrlar ve eli kalem tutan, Lacan’ı bilen bilmeyen şaşkınlık içindeydi. İki kişinin arasında bir cinsel ilişki gerçekleşemez diyordu çünkü o. Aslında bir eylem olarak cinsel ilişki vardı ancak bu sanıldığı gibi bir ilişki biçimi değildi. Cinsel birleşmenin cinsleri bir araya getirmediğini aksine ayrıştırdığını savunuyordu. Ona göre cinsel birleşme bir ilişki yaratmaz aksine ayrıştırırdı.

‘Aşka Övgü’de Badiou bunu özetliyordu: “Lacan bize aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin aracılığı söz konusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür… Cinsellikte ötekinin aracılığıyla da olsa kendinizle ilişki içindesinizdir.”

Diyesim iki insan arasında geçen ‘sevişmek’ aslında bir ilişki biçimi değildir. Ve her aşkı ilk dokunuşun öldürmesi biraz da bundandır. Aşk denilen şeyse işte tam da cinselliğin o doyum nedir bilemeyen, tekrarlayan, kendini yineleyen boşluğuna dolan ve onun açığını kapamaya çalışandır. Aşk bu nedenle gereklidir. Ancak bu noktada Badiou bir tehlikeye dikkat çeker. Ona göre aşk, anamalcı tüketim dünyasında büyük bir tehdit altındadır. Bu nedenle aşkın yeniden bulgulanıp, yapılanması (icat edilmesi) ve aynı zamanda da savunulması gerekmektedir.''

Aşk nedir? Hiç bir şeyin tanımını yapamadı insanoğlu, tanım değişmek için vardır. Aşkı konuşmak olasıdır ama, daldan dala geçersek, aşk ufuktaki bir manzara, bize doğru yaklaşan bir düştür. Onu bir tablo gibi görürüz, önümüzden geçer, ne güzel rengarenk giyinmiştir, salınır da, geçerken evinizin önünden dışarı sarkan ağacın çiçeklerini eliyle tutar gibi yapar, hafifçe zıplar, işte kül kedisi, bir masal...

Onu annesiyle kavga ederken görürsek aşkımız bitebilir, kardeşini itmeye kalkarsa ayılırız, babasına saldırırsa aşk bir yalandır artık, neden, usumuzdaki bilinir dünyanın dokunulmazlıklarıyla bir ütopyanın içinde yaşarız bizler, büyük bir felaket, ani bir ölüm, keskin bir acı düşüncelerimizi alt üst eder, aşkı ya bitirir veya bunun üzerinde yükselen yeni bir aşk başlayabilir, ta ki ''400 Darbe'' yenilenesiye kadar.

Gençlik aşkımız bizi bunalımlara sürükler, başımızı öne eğmiş öylece dolaşırız, neden, yaşamımızın en büyük hatası gibi gelir bize, birini anlayamamışızdır, üzmüşüzdür ya da bizde kederler içinde helak olup gitmişizdir. Her aşkın bir aurası vardır, yaşam havuzu, bizim ayrıldığımız nokta, İrlandalı aşıklar için birleştirici olabilir, bizim kıskançlıklarımız Sibirya'da köylüleri güldürebilir, bizim gözyaşlarımız Bolivya'da sonu ölümle biten bir edimin dışavurumuna dönüşebilir.

Aşk evrensel değil, yerel bir duygudur. Sevgi kozmiktir ama çarpanları yaşadığımız topraklara sıkı sıkıya bağlıdır. Dolayısıyla aşk gökseldir hepimiz için ne var ki 'Aşkın Kanunu' neredeyse mahallemizle sınırlı olduğu için, yaşamın sıradanlığından kendini kurtaramaz, aşk dedikodu gibidir bu yüzden, cilveli bir insan ilişkisi, soylu görünüşü, sevda-sevi gibi bir yüceltilmişliktir ama kuralları iki mahalle arasını geçemediği için o daima 'Carmen' gibi kanla da sonlanabilir, dağı delmeyi de gerektirebilir, aşk tanrısaldır, kutsanmıştır belki, evet diyebilirsek de insanlar arası bir ilişki olduğu için ayakları daima yere basmak zorundadır. Yoksa aşk bir sapma ve anomaliye dönüşür, drahoma kavgası ve mahkemelere düşmenin utancıyla taçlanabilir ya da akıp giden ırmakta hüzünle yüzen bir ceset olur artık. İnsan, tanrının kirli elidir.

Aşk kültürdür, sahip olduğumuz kültürün iki iye arasında paylaşımı ve yaşam psikolojisinin, sosyolojisinin presi altında yel değirmenleriyle savaşa dönüşebilir. İki ayrı kültürün aşkı, bunun bariz sorunları ortaya çıkmadığı sürece panoramik bir manzarayı izlemeye benzer, ta ki dokunuşlar fiziksel bir acıya ya da sizin anlayamayacağınız, algılayamayacağınız varyantların içinde, ağlayıp sızlayana ve nostaljiye, yurtsama duygusu, yani kendi öz beninizin yeşerdiği ve özgürlüğünüzü alabildiğine yaşadığınız toprakları özleyene dek.

Gençlik aşkım, evimize gelirdi, ne büyük bir özveri yarabbim, ama değil elini tutmak, gözlerine bile bakamazdım onun, neden, 'Ben Başkalarıyım', mahallem, çevrem, ebeveynler, gelenekler ve duvarlarda asılı duran silah. Çehovvv diye patlayabilir!.. Bu silahlar çeşitlidir üstelik, bizde, sizde olmayabilir, ama düşüncelerde bir silahtır, beyin, görenekler, onların üzerinde yapılanan postülalar, hipotezler, denemeler, sizi baştan çıkarır belki ama tamuya da gönderebilir. Aşk tehlikelidir. Marjinalite gibi algılanan erişilmezliği bu nedenden ileri gelebilir. Korkaklık ise bize özgü değildir, çünkü cesaret neden korkacağınızı bilmektir diyor bilgeleriniz.

Ah o aşk yok mu, sabaha kadar benimle otururdu, ama kim inanır, şafak sökerken ve kuşlar öterken yolcu ederdim ben onu, evlerde bir pırıltı, bir ışık var mı diye gözetlerdim, beni ölüme götüren, bir kez bile öpemediğim, bir kez bile elini tutamadığım cehennemim yüzünden. Bir gün açık pencerelerden, küçücük bir uçak geçiyor ve kuş gibi bir şeyler atıyordu havadan, şaşkınlıkla izliyorduk ikimizde, elimi tuttu, tanrım günahlarımı affet diyemem, beni cezalandırmalısın... Elimi çektim... Ey hayatın ve ölümün amansız baskıları, bana yaşamı çok gördünüz, bir kalbi kırdım ben ve onun acısıyla ölüp gideceğim...

Aşk öyle ki, sonsuza dek yaşasak, yıllarca yıllar kadar yıl sürse de sevdamız, hiç bir şeyi anlatamayız, hiç bir şeyi anlayamayız hayatın bu dikenli yollarında, edimlerimiz, eylemlerimiz, her şeyimizin içinde, başka eller, başka düşünceler ve başka yaşamların dokuncaları var. Biz, biz değiliz... Ve ne yazık ki aşkı da, hayatı da hiç bir zaman olması gerektiği gibi yaşayamayacağımızı biliyoruz.

Ölüp giderken yalnızca şunu düşünebiliyorum ben, keşke sevdiğimin elini tutsaydım, keşke onun kalbini kırmış olmasaydım. İşte o zaman bu acılarla solup gitmeyecek, bu anılarla sürünmeyecektim. Belki de kendimi yaşamış saymaya kalkışacaktım, şu ölümlü dünyada!..

''Bir kalbi kırılmaktan koruyabilsem / Yaşamış olmayacağım boşuna / Bir hayatı acıdan kurtarabilsem / Bir ağrıyı dindirebilsem ya da / Ya da bayılan bir kızılgerdanı / Koyabilsem yeniden yuvasına / Yaşamış olmayacağım boşuna...''

II

Aşk, ana rahmine dönüş özlemidir...
Ötekinde, diğer varlıkta, karşıtında, karşı cinste yitip gitme, yok olma isteği. İçgüdüsel bir kıvılcım, dürtü. Tarih ana tanrıçaları, dünyayı içine alabilirmişçesine görkemli sunar. Çünkü ondan geldik, ona gideceğizdir. O sığınağımız, o doğduğumuz mağara ve her şeyi içinde barındırabilen, evreni dilerse yeni baştan yaratabilen bir tapınaktır.

Bir mozoledir o, yüzlerce süt veren çeşmeler gibi, heykellerden salkımlar gibi ağıp çoğalan, göz alan kutsal piramitleri, bereketli hilal gibi uyluklarında gizli ve henüz gizemi bugüne dek çözülememiş bir galaksi ve dünyanın tüm acılarını, hay huylarını, tüm olmuşları ve olacak olanları saklayan, yaratan ve yaratmış olan görkemli karıncığı ve tanrısal yaratıklar, usa sığmaz tavuslar, zümrüdanka'lar gibi gezegenimize yayılan kanatları, taçları ve büyücül ayaklarıyla, tuba gibi dalgalanan saçları ve her şeyi gören engin gözleri ve can alıcı dudaklarıyla bir tanrıçadır onlar, gerçek yaratıcılar!..

Kozmos, evrenimiz başka bir gerçellikten yansıyan bir görüntüdür belki de, paralel gizençlerin doğaçlama yansıması, bir illüzyondur. Bilinemez belki ama, gizi çözülemeyen her şey gibi düşüncelerimiz de bir illüzyon, bir sanı, bir sanrıdır belki de... Gerçeklik bile, kimi zaman bir gerçek sayılamadığına göre şu dünyamızda, her şey bir düştür belki de, tıpkı; Aşk gibi...

Aşk neden bir sanıdır öyleyse, bilinir ki maddi varlığımızın bir başkasının içinde yitip gitme ya da vücut bulma olanağı yoktur ne yazık ki, bu nasıl gerçekleşmelidir o halde; Düşüncede... Biz sevdiğimizde, ötekinde, yok olup gideceğiz, dünyanın tüm eşitsizlikleri, dengesizlikleri, hiçlikleri ve hiç bir yere varmaz erekleriyle birlikte, korkunç çabalarımız, kendimizi kendisinde yok ettiğimiz aşkımızda sona erecek, sonsuzca yitecek ve biz de işkencelerden, can alıp, can verdiğimiz uğraşlardan, kanlı tapınmalardan, yok yere yok olmalardan, bu biçimde kurtulacağızdır.

Ütopyamız, aşkımızdır bizim. Biricik yaşam bizim için oradadır ve onunla yek vücut olduğumuzda tüm acılarımızdan kurtulacak, kendi krallığımızın Eden bahçelerinde, sırat diyarlarından ötede, sonsuz bir sükun içinde var olacağızdır artık... Masalsı ama, tüm arayışlarımız, tüm çabalarımız, tüm yaratılarımızın sonu, bir söylenle son bulmadı mı, bir masala dönüşmedi mi, bize korkunç gelebilen, gelen masallara hem de!..

Aşkın süjesi hep arayan olmuş, gariptir öznesi ise hep aranılan... İkisi de aynı şey halbuki... Çünkü aşk kendini aramaktır. Hep çöllerde ağlayarak diğerini aramış aşık olan, saraylarda onu bulamamış, cennet bahçelerinde onsuz mutlu olamamış, neden, niçin... Yaşam sürgit bir illüzyon ne yazık ki, bu kadirden yoksul olanlara bir teselli, sadakayla çoturunu, çakşırını bağlayanlara bir umut olsun diye söylenmiyor. Sözler bulutlar gibi sarkamaz yeryüzüne... Bir tasarımdır onlar, soyutlamadır.

Bundan ötürü ve tam aksine, han hamam ve şadırvan sahiplerinin ne denli bir boşunalık, soydaşlarının üstünde hükümler, diskurlar üretmenin nasıl bir acımasızlığın, acınası hengamesi içinde yaşadıklarını, tıpkı sözü edilen illüzyonun kozmikomikliği içinde nasıl da gülünç, toz ve toprak hükümranlığı, maden-metal bezirganlığına ram olup ve yaşam denilen şu kutsal, şu şaşılası serdengeçtiliğe, hiç bir katkı sağlamadan, nasıl da göçüp gittiklerini anlasınlar diyedir.

Acı olan şudur, mal ve mülk sahipleri, tarihin yapraklarını değil, kabir ve tapınaklarını bile süsleyemediler ölümlü yaşamlarında, hiçbiri... Gözleri aşkı değil, başkalarının açlığı, zulüm içinde inleyip, yok olup gitmelerinin üzerinde olanlar, tanrıya, anaya, yaşama ve olasılıklarla türetilmiş öbür dünyaya inanabiliyorlar mıdır acaba... Konu nereye geldi... Biz yine de aşk, adları 'Gözleri, günahı arar gibiydi' anlamına gelen ateşe tapanların, özlemle tutuşturduğu volkanların içinde, gönül coşkusuyla yitip gitmeleridir diyelim.

'Ben yürürüm yane yane / Aşk boyadı beni kane / Ne akılem ne divane / Gel gör beni aşk neyledi.' ... 'Yunus durur benim adım / Gün geçtikçe artar odum / İki cihanda maksudum / Bana seni gerek seni.' Bu ikisini şu dizelerle tümleyebiliriz, 'Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeri:' Aşkın burada olabilecek tüm tanımları var, aşk dünya gailesinde yolunu şaşıran her güzelim mahlukun tutunacak bir dal aramasıdır belki de, sonsuzluğu başlangıçta arama, ilkinsil olana dönme arzusu!.. Hesapsız, pusatsız, pususuz, sabansız, silahsız!..

Sonuçta bir umarsızlıktır aşk... Yaşanılır dünyamızı, bir bakış açısına göre cennet sanabiliriz, cehennemde diyebiliriz. Bir ışık ayracı, patolojik bir varsayım diyende çıkabilir, her şey olabilir ruhu revanım, her şey olabilir...

Ne ki gelecekte, geçmişten kalacak tek şey ne olabilirdi dendiğinde, son Mohikan'ın son sözü, şu garip tekerleğin özeti nedir diye düşünüldüğünde, göz yaşları içinde, tek bir sözcük yankılanacak kulağınızda...

''Bana bir aşk masalından şarkılar söyle...''

III

Aşk içe dönüktür. Karşıtında, kurbanında kendini gösteren bir narsizm ve egosantrizm -benduyumculuk- ve bir yok etme arzusudur. 'Mutlu aşk yoktur', aşk hezeyandır, sanrıdır, gerilimdir, yaşama karşı üretilmiş bir antiyaşam duygusu, minicik bir ütopya ve bir karşı duruştur. Aşk muhalifdir, dünyayı değiştirmeye kalkışmanın içgüdüsel travması, imgelerle, simgelerle süren bir gösterisi ve bir hezimeti, yenilgisidir.

Dünyada sonu mutlu biten, ya da neşeyle süren, yaşanmış ve yaşanacak hiç bir aşk yoktur. Çünkü aşk, ilahide olsa, cismanide olsa, ikisinin arasında gidip gelen, yiten, bir ruhani ağıtta olsa ölüm gibidir. Sonu hüzünle biter. Bu yüzden aşk ölüme benzer, ne denli mutluluk yaysa, ıtırlar, rayihalar, baygın kokularda olsa kendi cehenneminde, bir yok oluş, bir düş kırıklığı, bir keder birliğidir.

Aşk bir periferidir, sonsuzluğun içinde bir andır, o an düşlerimiz bir hülya ile buluşmuş, bir ceylansı dünyanın ütopyasında, bir ahu gözle ya da çıldırtıcı bir bakışla ya da bir düşüncenin düşünde, hüzün veren, mutlanlı karşılığıyla buluşmuştur ama zaman akmaktadır ve mekanın durağanlığında hiç bir düş, hiç bir düşünce ya da insanoğlunun efendiliğinde bir dünyanın cennetsiliğinde, hiç bir edim zamana karşı koyamaz, ütopyalar bu nedenle olanaksızdır, aşklar bu nedenle yitip gitmek, elemle geçici olmak zorundadır ve yaşam bu nedenle bir düştür, çünkü yaşam hiç algılayamadığımız denli çabuk, biçim değiştirmektedir yeryüzünün vadilerinde, çöllerinde, gökdelen ve kulelerinde, sur ve kalelerinde, sarnıçlarında ve ayda, Venüs'de ve dünyanın uçsuz bucaksız köşelerinden uzak, kozmik yerlerinde, başka yeryüzlerinin, başka cennetlerinde ve cehennemlerinde...

Aşk bu nedenle yerel ve ölmeye mahkumdur. Ölümlü olan bir şey neden bu denli çekici, özenç veren, düşlere garkeden ve bizi bizden eden bir rüyadır ki... Çünkü aşk bir sığınmadır, kendi ütopyamızdır ve aşkta hiç olmadığı kadar biz varızdır. O bizim cumhuriyetimiz, kendi devletimiz, bir tür krallığımızdır. Bitmeye zorunludur, çünkü yaşamsaldır, bozunmaya çürümeye zorunludur, çünkü zamansaldır, bir illüzyon, bir düş olmaya zorunludur, çünkü ulaşıldıkça ulaşılmaz olandır.

'Sen esirliğim, hürriyetimsin. / Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin. / Sen memleketimsin. / Ela gözlerinde yeşil hareler / Sen güzel, büyük ve muzaffer / Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin. / Sen memleketimsin. / Ben sende kutba giden bir geminin sergüzeştini, / Ben sende kumarbaz macerasını keşişlerin / Ben sende uzaklığı / ben sende imkansızlığı seviyorum.'

'Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine / Ve kan ter içinde, aç ve öfkeli, / Ve bir avcı iştihasıyla etini dişlemek senin. / Sende ben, imkansızlığı seviyorum, / Ama asla ümitsizliği değil...'

Aşk şiirleri her şeyi gizlice anlatırlar size, bakın ulaşılmazlık bütün şiirlerde ana karakterdir!..

'Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayâle. / Halbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle / Ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var / Ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile… '

Aşkta evet kavuştuk, birbirimizin olduk, mutluyduk, sonsuz bir sarhoşluk içindeydik diye bir dize göremezsiniz.

'Kimbilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi. / Uzaktan seyredemeseydik ruhunu birbirimizin. / Kimbilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden, / Belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize...'

Büyük şairimiz aşkın bir yaralayış ve gizilde olsa umutları yok eden, bir hicran, bir ulaşılmazlık ve salt bir özleyiş olduğunu nasılda anlatıyor.

Çok sevdiğim bir şiir var, insanın sevdiği şiir o denli çoktur ki, buraya sığdırmaya kalksanız yazı olmaktan çıkar antoloji olur sayfalar... Yorgo Seferis'in gizemli ve platonik düzeyde bir ağıt gibi gelen aşk şiiri işte şu, aşkın içsel ve bir aldanış olduğunu ne güzel anlatıyor, kısacık bir risale, bir ayet gibi hem de....

'Denize yakın mağaralarda / Bir susuzluk duyarsın, bir aşk, / bir coşku / Deniz kabukları gibi sert / Alır avucuna tutabilirsin. / Denize yakın mağaralarda / Günlerce gözlerinin içine baktım, / Ne ben seni tanıdım, ne de sen beni...'

Ve bazen aşk şiiri bambaşka bir şey, bambaşka bir söylen, bambaşka bir rüya gibi çalar kapınızı, içinde aşktan en ufak bir iz yoktur, aşkı anıştıracak tek bir dize yoktur, ama o aşkı anlatan belki de en büyük ağıttır şu dünyada, kimseler bilmez, kimselerde okumaz, çünkü aşk gizlidir, göz yaşlarını göstermez, o kendini sonsuza dek saklar, olanaksızlığın, ruhun tene sığamayışının, yaratılanın evreni algılayamayışının, evrenin insanı anlayamayışının bir destanıdır o...

'Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından. '

İçinde E harfi olmayan kitaplar, içinden tramvay geç-mey-en şarkılar vardır hani, işte içinde aşk sözcüğü geçmeyen şiirlerde, tıpkı onlar gibi, bazen aşkı en güzel anlatan dizelerdir.

Sözümüzü bir anıyla bağlayalım, Belkıs vardı çalıştığım yerlerde, inanın herkes aşıktı ona, ama benim karşımda çalışıyordu, yaşça başça, fizik ve kimyaca benden büyüktü sanırım, ama altın sarısı saçları, bir yıldızlar topluluğu gibi bakışları, salınışları, endamı ve olgunluk ve bereket yayan davranışları onu bir idol yapıyordu... Bir gün bana aslında çok uzak olan bu rüyaya, -uygun bir yanımız olamazdı, farklı bir topoğrafyanın varlıklarıydık-, ama işte insanoğlu bu ya, bir çılgınlık yaptım, bir Sindrella, 'Kırmızı Başlıklı Kız' gibi taşıdığı mantocuğuna -kim bilir dokunurken ne kadar ürpermişimdir-, deli dolu bir aşk mektubu bıraktım.

O gün sabaha kadar uyuyamadım, gerilim had safhada, ama Belkıs o olağanüstü özverisi ve tüm insanlığı kucaklayan sevecenliğiyle beni kırmadı, bak dedi burada yüz yüzeyiz, benden bu kadar uzaklaşacağına, denizler dağlar ötesinden fısıldayacağına, yüzüme söyleseydin ya!..

O gün ilkelliğime, yol yordam bilmezliğime ve hayatın cehaleti içinde bir nokta bile olamayışıma çok hayıflanmıştım.

Ama bugün haklı olduğumu düşünüyorum, ben aşkı arıyordum ne yazık ki, Belkıs'ı değil... Ama dünyalar iyisi, melekler güzeli, tanrılar gözdesi Belkıs'ın aşık olunacak bir ayna, bir hülya olması sıfatıyla, -erişilmezlikle haklı olduğu yanlar- kesinlikle vardır.

İşte aşk budur, bir çıkmaz, bir dolambaç, bir düştür o!..

Şu acaba kimin gözyaşlarıdır ki...

'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda... / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde, / dalgalar okşayıp, / yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık, / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, / köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri, / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim, / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'

Burada sonsuz acı, bir mutluluğa evrilmiş sanki.

Aşk aslında bir paradoks; bir tersinirlik, zıtlıktır...

IV

Çocukluğumda bir Gönül vardı, herkesin içinde bana gülümseyen. O günden beri aşıktım ona... Primitif ve naif dünyanın halleri. Tam kırk yıl rüyalarımda gördüm onu, hiç bir zaman ulaşamadan, hiç bir zaman dokunamadan. İki servi vardı evlerinin önünde, ilerde bir demir köprü, rüyalardaki ömrüm oralarda geçti. Uzakta bahçeler bağlar vardı, yaban gülleri, patlangaçlar, minicik sümbüller ve papatyalar.

Armut ağacı öylesine açardı ki, gökten inmiş bir bulut parçası gibiydi. Çayın iki yanında iğdeler, söğütler vardı, büyükler, hayır sever büyükler, dilli düdükler, borazanlar, oyuncaklar yapardı bize söğütlerden, çaydaki kilden heykelcikler, şeftaliler, kağnılar. Ah o günler...

Neden kentlerin zulmüne oyuncak yaptın bizleri ey tanrım, neden kaderimizin oyuncağı yaptın bizleri, neden bize aşkı unutturdun, neden, nedensiz gözyaşlarının esiri ettin bizleri, neden gözümüzün önünde ölüp gitti insanlar ve neden birbirini boğazladılar anlamsızca ve nedenler, senin keyfiyetinden gelen, sınırsız gerekçeler ve senin yüceliğin adına katlandığımız olup bitenler miydi hep, biz anlam denizlerinin anlamsız birer bekçileriyiz ne yazık ki ve kendimizi ve seni ve evreni ve kozmosun tüm bileşenlerini affetmeyeceğiz ve bilinsin ki, her şeyi biz uydurduk, cennet ve cehennemi bizler kurduk ve cezayı da biz vereceğiz.

Şimdi düşünüyorum da acaba aşkın tanrısı olsa, tüm bu acıları dindirir miydi, aşk sonsuz bir barışın ilk adımları olabilir miydi, bilemiyorum ve hiç bir zaman bilemeyeceğiz... Kuşlar vardı bağ aralarında, ağaç kovuklarında, sonsuza uzanan dalların ufuklarında, saksağan yavrularının ardından koşardık gün boyu... Gökten bir şahin geçerdi, çınlardı kulağımız bir kötücül ulağın çığlığı gibi, Çökelez dağı görünürdü uzaktan, başında karlar, aşağılarda çocuklar, analar, babalar. Pusatlı avcılar, çulluklar, kara tavuklar, değirmene gidenler... Menderes ırmağının kıyısında uykusunu içenler, Bayıralan köyüne doğru giden ürkütücü dağlılar, çayır yolan, yemlik toplayan. Yollar farklı, düşler farklı, bakışlar farklı, acaba dünyanın ayrı ayrı gezegenlere bölünmüş olmasının nedeni mi Bayıralan!..

Sonra öğretmen Müzeyyen, Neriman... Ne iyicil insanlardı. O güzelim insanlar, o güzelim bulutların içinde yitip gittiler. Her güzele aşıktı insanlar, Meşhur, Aynur, Naime, Türkan... Ağaçların dili vardı, algı seçkileri, herkes türkü çağırır, şarkı söylerdi, 'Cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında!..'

Ah, ah...

''Ne güzeldi Gülenay. Anızlara salınmış eşek, önünde otlar, burnundan solur, dalgın. Tümsekler rengârenk. Yukarda arı kuşları, ötüşür boyna, girdap çizer kırlangıç, çığlıklı. Bir alakuş, iner aşağılara, kunduzlanır köpek. Dertop bağ çubukları, sırtında gökçe kızın, taşlı yolu çık, sürsün köye doğru yolculuk… Şuradan gelen halan, çocuklar, üzüm çalacak, saklan, koş bağlara, çalsınlar korkusuzca, dolsun sepetlere üzüm. Onlar doğrulur sen büzülürsün. Onlar büzülür sen doğrulursun! Biter işleri!.. Yamaçtan bağırır biri, -Cem türküsü gibi-
kelebek sesi, Türkân! Türkân!.. Önünde keçileri, ‘kulağında sellukalar’. Gülsüm geçer üst yoldan, -göz gözesin kabir kıyısında- Sevicil, ürecil bakışlar, üzünç yaşamın kendisidir burada, ‘Güneş Hititi yürekler’ burun kanatçıkları kurslu. Ses verir kızılcık, çekme otu, gündüz kızı, öğle kızanı. Sevdalar büyük, özler içredir, taşlardan ağrı. Gökte delice yankı, çöğürlü iğde dalı, türküler söyler… Çınlar bilgece: demirci Ömer gülüşü. Yeller böğürtlende ağlar, özlemi; kaplan sesi!.. Dağlarca sevda, sığmaz ovaya, obaya, yurtluğa... Efkârlan gönül, ağlan işte, sızlan! Akça armut diplerine uzan, Esma’lar bağına. Ay düşler akça çiçek! Sarıca arı, çakar yalım, buğulu tepelerden, sevdalı yüreklere… İşte! Aş bakracı elinde, kız kardeşin geliyor. Ülker yıldızı kıskanır gökte, bu ne güzellik, -Pervin ışığı- Süreyya yalımı! Bulgur pilav buhuru, uçup gider havalara, güneş; ortanca gülü, bir örge kral -Hero aşkı!..- Yılanlar uyur burçta, kirpicil köpek, diker başını. Tunç kargı gibi deler sessizliği -gelir yabancı!- Sopranî kızların acılı türküleriyle… Hışırtıyla gelir o, gökler üstünden!.. Hey! uyku tanrısı Hipnos, muska dökecek! Sevgili uyur koruda, yitirmiş büyüsünü, yitirmiş Kirke’sini zaman… Perili patikleri. Bakır bebekleri. Gümüş sözleri! Sözleri: Hey, göktaş atın bağlara!.. Sarı ot toplasın çocuklar, alarsın yumurtalar, parlak tüylü kır tavuklarının. Körpeler, acı elma toplasın, ah deliceler! Bozuyorlar oyunu. Çiğneyip salkımları, koşuyorlar tanrısızlığa. Kelterlerde delibağ üzümü, kuş dilinde tadı var. Şu örenden atlayıp kaçan kim? Ah, seyirtin ardından!.. Ursa majör sesleri!.. Ya şu zıplayan neyin nesi, kırık bir kaplumbağa, yaralı bir tilki… İkindi oldu artık, Diomedes gölgesi, vurdu kütüklere -sindi kargı- Üşüştü güneş çokak aralarına, kuşlu kurtlu salkımlara. Yorgun gediklerin büyüsü bitti… -arama artık- Yitti ‘Leandro’ ey ruh yitti!.. Koşun çay yoluna, alın tası toprağı, heybeleri torbayı, pılı pırtı denklensin, ağdırmasın kelterler. Sürün koçları, koyunları, gök sursalı atları, deli çıngıraklı kibirli keçileri,
yankımalarla, çınlamalarla. Yeşil gülüşlü ayı, haydi düşün yollara!.. Köy göründü işte, cinler, periler, sıvıştı tepelerden, kerpiç evlere. Çıktı ay, çekildi tanrılar, tanrıçalar, kirkit gözlü baykuşlar, sardı geceyi. İnlemelerle!.. Ey ruh! Alacakaranlıkta, yanık yüzler geçerdi ömrün içinden... Oysa senin ölümlü bedenin, doru atlar ve karanlık yüzlerle çatışırdı hep. Zaman ki, -utanasın- Gece gülüşü yaratıkların arık dölleri, giyitsiz ve yiğitçe kemirirlerdi döş yerlerini, çaylarda bile! Sen ki, naylon çiçeklerle yaşadın, yazık-size!..''

Her şey geride kaldı...

Ölümlü hayatın esiri oldu. Gönül'ün üç çocuğu oldu, eşi, vatani görevine gitti gelmedi. Türkân erken yaşta soldu, Aynur felç oldu, Meşhur kör oldu, Naime öldü dediler.

''Belki aşk özlemdir, ünlediğin ve gelmeyen. Belki aşk güneştir, yuvasında inleyen. Belki saf bilinçtir, gezegene yaşam veren. Unutmadan bilendir belki, cisimsiz ışık seli. Aşk dünyayı döndürendir belki... Ya da kim bilir, bir Yakup'tur çağrılmayan. Aşk şudur, budur, odur belki. Ve devran döner, dünya yürür. Çünkü herkes şairdir. Rüya görür!.. ''
...
''Kimbilir belki seninle, sevişirdik şu Babil'in Kulesi'nde. Belki buluşurduk, Süleyman'ın hazineleri içinde. Belki Kleopatra'da olurdu yanımızda. Yıkanırdık Nil'in deltalarında. İskenderiye'de okurduk, öykümüzün anısını. Ve 7. gün ayrılırdık birbirimizden. Dünya kurulduğu için yeniden. Yeryüzündeki kahırlarımız bittiğinden. Ve göklere uzanırdık bir melek gibi. İzlerdik artık yeryüzünü. Ölümlerin içinden...''

V

'Bir Aşk Söyleminden Parçalar' Roland Barthes'ın bu kitabı aşkı kutsayan ve teorik anlamda onu ululayan çok değerli bir kitapdı. Genç Werher'in Acılarını erken yaşta okuduğum için tam anlayamadım. İnsanın başını Meduza yılanlarının sardığı çağlar, okuduğunu anlayamamasına, anladığınıda yanlış anlamasına yol açabilir. Pol ve Virjini'yi okudum sanıyorum, çok içli gelmişti bana, çocuk kitabı gibidir ama, ayrıca şiirlerde de geçer o aşk, onu kadife yumuşaklığında dile getiren şairler var. Doğunun aşk masalları için göz yaşı şişenizin yanında olması gerekir, doğu insanları göz yaşı dökmedikçe duramaz, duyguyla özdeşleştirilir doğu, Binbir Gece Masalları bu yaklaşımı kırar, doğu edebiyatın neredeyse anasıdır ama şu söylem çok yanlıştır, doğrusu kültür egemenliğinin dışında dile getirebilmektir sorunsalları, birini yekdiğerine üstün tutan varsa bilin ki bir manipülasyonun içindesiniz ve bir kurbansınızdır.

Aşk insanlıkla, doğrusu canlılıkla yaşıt bir olgu, kimileri tarıma geçiş veya anaerkil toplum ya da iki kişinin ilk kez bir araya gelişiyle başlatabilir aşkı, aşk yaşamın, evrenin ve tanrının tek amacıdır, aşk, estetik, uyum ve yaşama ve var oluşa yakılan bir ulu ağıt, sonsuz bir güzelleme arzusudur, burada ağıt acıklı anlamına gelmemelidir dile getirilenin toplamı, bütünü anlamındadır. Bütün mahluklar arasında aşk yaşanabilir, İran kedileri, çöl ceylanı, kunduz, vombat ve ornitorenklerle, larvalarda aşık olabilir birbirine... İki beyaz kelebeğin rüzgarda uçuşlarını ve bir türlü birbirinden ayrılamayışlarını görenler, doğrudan cennete gideceklerdir. Çünkü beyaz sonsuz barışı, kelebekte bitimsiz aşk ve enginliğin uyumunu temsil ediyordur tanrı indinde...

Aşk yinede tehlikelerden kendini kurtaramaz ne yazık ki... Borges kadınlardan pek söz etmez (gerçek nedeni, onun görüş zorluğu nedeniyle, kadın dünyasını tam olarak algılayamayışı ve onu bir karşı cinsden ziyade annesinin sevecen kollarından ibaret sanışıdır, bu garip gelebilir ama doğrudur, çünkü çocuklar bile ebeveynlerine, ben evden hiç ayrılmayacağım, hep sizinle olacağım gibi sözler ederler belli bir süre, cinsiyet sosyal bir algıdır, aşkı böylesine yaratan, toplumsal algılarımızı ve ortak değerlerimizi yeniden kurabilseydik, kardeşler birbirine aşık olabilir ve kanguruyla hayatını birleştirenler çıkabilirdi, evet bu çok garipdir ama cinsiyet bir algıdır, diğer canlılardaki içgüdü ile insani cinsiyet ayrımı birbirine karıştırılmamalıdır, insanda cinsiyet, bir cinnet ve yok etme içgüdüsünün şiddete varan görsellerini içerebilir, diğer canlılardaki bu içgüdüsellik, insanda bir vahşet ve tasarlamış, zincirleme bir saldırganlığın sergilendiği, dev bir dünya sahnesine dönüşebilmektedir. İnsanın kendi hemcinsine düşmanlığı sınırsızdır, diğer canlılar bunu bir varoluş biçimine dönüştürmek amaçlı yapabiliyorsa da insanda bu bir tören, yortu ve göksel ayetlerle süslü bir tapınma biçiminde uygulanırlık alanı bulabilmektedir.

Cinsiyetin tüm varyantları, sınıfsal, hiyerarşik, ezen ezilen kavramsallığına, sosyal bir algı ve düşmanlık vesilesine dönüşemeseydi eğer, üreme noktasındaki sorun, inanın yüzyıllar önce yapay çözümlerle bir alışkanlığa dönüştürülebilirdi ve zaten oraya doğru gidiyoruzdur, bir süre sonrada cinsiyet diye bir kavram olmayacak, çünkü küvözlerde bin bir çeşit canlılar, mutantlar, siborglar, robotlar ve otorotlar üreteceğiz. Onlar kendi kendilerine üreyecek ve hatta varlıklarına son verebilecekler, insan bir çeşit tanrı ya da gözlemci, ilahi bir izleyici olacak artık, kıyamet kopacak elbette, kıyamet, usa sığmaz dönüşümlerin adıdır, kuyruklu su kurbağasının denizlerden karalara, oradanda ağaçlara ve göklere tırmanışıdır kıyamet!.. Bütün bunların bir yanılgı olduğunu düşünelim, o zaman şunu ileri sürebiliriz, yüzyıllardır yanılgılarla ilerliyoruz, yanılgılar bizim tanrılarımızdır.

Borges'in tek aşk öyküsünde, 'gönül meleği' bir kadına aşık olan köyün çiftlik sahibi, zamanla onun kardeşiyle de ilişkisi olduğunu sezinler, iki kardeş, kadının kendilerini köyün en varlıklı ailesi olmaktan çıkaracağını ve işin Habil-Kabil sorunsalına dönüşeceğini anlarlar ve bir gece yarısı kadının ölüsünü dağ yollarından birinde, uçurumdan aşağı atarlar. Birlik ve beraberlik bozulmamış, güç bir eldeliğini sürdürmüş ve derebeylik dünyaya hükümran olmaya bir kez daha yemin etmiştir. Öykünün adı 'Araya Giren'dir, Yorumlarda size kalsın artık.

Dünyanın en güzel aşk şiiri Annabel Lee gibi gelir insana, çünkü bir Hollywood dramı gibidir, aşk, gözyaşı, ayrılık, ölüm, mutluluk, kıskançlık aranılan tüm öğeler küçücük şiirin içine sığmıştır, Pandora'nın Kutusu gibidir şiir, açtığınızda dünyanın tüm halleri gözünüzün önünde bir bir canlanır. Birde lirik, can alıcı bir ağlatıyla okuyacak aşık buldunuz mu, öbür odaya göz yaşını akıtmaya giden gelinlik kızlar ve kendini tüm dünyaya siper edecek eril canlarla dolar şiirin dört bir yanı...

Bu şiir öyle ki halen taklit edilmektedir, ben çocukluğumda Seni Seviyorum Andorra diye şiir okuyup, yazan, bir insan tanıdım, öykünmeydi şiiri doğallıkla, bir de Annabel Lee'yi kendisinin yazdığını ileri süren bir yakınım vardı, hayatını erken kaybetti, şimdi düşünüyorum da, şu satırların dile gelişi ve bugünlere gelişimizin nedeni, dolunay eşliğinde o şiirin okunmuş olması ve büyülenişimizdir belki de... Tarih ölülerimizin üzerinde yükselen barbar çağların resmi geçididir derler, yalnızca o mu, sanatımız, bilimimiz ve her şeyimiz ölüler üzerinde yükselir ve her şeyi onlara borçluyuzdur, anneler daha çok ağlayacak...

Aşkta her şey gibi sonsuz bir bahistir. Yerim dar, kolum kısa öyleyse şiirlerle veda etmeliyiz hayata!.. Pierre Louys aşk şiirlerinin baş tacıdır.

''Ben, Bilitis, kaynakların denizden fışkırdığı, ırmakların taş yataklarda aktığı ülkede doğdum… Şafak gibi hüzünlü Byblos şarkılarını annemden öğrendim… Kypre’de Astarte’ye taptım. Lesbos’da Psappha’yı tanıdım. Hep sevdalarımın şarkılarını söyledim. Yolcu, iyi yaşamışsam kızına söyle…” Bilitis: “ince aşklar”ın kadını. Söğüt dallarıyla kızların saçlarının birbirine karıştığı bir coğrafyada yaşadı. Ege’nin rüzgarlarıyla beslenen “yaman” kızlardandı. O, aşklarının şarkılarını söyledi. Belki vardı, belki de rüya… Tıpkı aşklar gibi.''

***

''Ensenin uzun siyah kanatlarını bir uçtan bir uca öpeceğim, tatlı kuşum benim, yüreği avucumda atan tutsak güvercinim! Çocuk, anasının memesini nasıl ağzına alırsa, ağzını ağzıma öyle alaca­ğım. Titre!.. Çünkü öpüş derine işler ve aşka yeter. Dilimi yavaşça kollarında, boynunun çevresinde dolaştıracağını. Tırnak­larımı gıdıklanmaya teşne kaburgalarında gezdirerek seni gevşeteceğini. Bak, bütün deniz kulaklarında uğulduyor… Mnasidika! Bakışın canımı acıtıyor. Alev alev yanan göz kapaklarını birer dudak gibi öpüşümün içine alacağım.''

***

''Sev beni. Gülümsemelerle, flütlerle, örülü çiçeklerle değil ama. Yüreğinle ve göz yaşlarımla sev. Benim seni göğsümle ve iniltilerimle sevdiğim gibi. Göğüslerin göğüslerime dokunduğu zaman, canın canıma değdiği zaman, dizlerin arkamda dikildiği zaman soluyan ağzım ağzını bile bulamaz oluyor.
Bana, sana sarıldığım gibi sarıl! Bak işte kandil de söndü, gecenin içinde yuvarlanıyoruz. Gövdemi gövdene bastırıyorum ve bitip tükenmek bilmeyen sızlanmalarını duyuyorum. İnle! İnle! İnle! Ey kadın! Eros bizi acının içine çekiyor. Aşkını doğurmaktansa bir çocuk doğursaydın bu yatakta daha az canın yanardı.''

***
Aşkın varyantları da sonsuzdur aslında, doğaya aşık olma, yaratana aşık olma, bir cinse aşık olma, aşka aşık olma diye, tutku imparatorluğu uzayıp gider. Aşkın bin bir halleri diyebiliriz... Aşka aşık olmak nedir, bir yaprağa, bir çocuğa, gökyüzüne, yıldızlara, yeryüzüne ya da aya aşık olmak... Niçin olmasın. Yaratana aşık olmak, kozmik tanrılarımıza, evrenimize, galaksilere, öbür dünyalara ve bilinmeyenlere... Bir cinse aşık olmak, sarı gözlü geyiğe, aerodinamik bir peygamber devesine, Leyla ya da Mecnun'a, bir kraliçeye ya da celladına aşık olmanın acısı alnımıza yazılmış olabilir... Doğa aşkı sanki en sınırlı olanıdır belki de, henüz gökselliği barındırmıyor anlam olarak, bir ırmak ya da çağlayana, deniz ve ormana, çiçek ve böceğe aşkla bakıp, yaşamı kutsamanın olağan, olağansonrası halleri... Doğaya aşk, nesneye duyulan aşkı da kapsayabilir doğallıkla!.. Aşkın somut belirtileri, soyutlamalarla da yürüyebilir, uhrevi yani tanrısal, platonik veya maddi ya da cismani biçimleri tutuşturan kanıtlar... ''İki kaşık gibi iç içeydik!..''
***
''Mihâliki kuşları havadaysa, kırmızı çam ağaçlarının arasında,küçük kuşların ışıltısı gezinirdi yaprakları. Sevgililer birbirinin kollarında, kayaların altında, 'Altın Kumsal'a uzanır. Ve tam denizler tanrısı Poseidon, azgın dalgalarıyla, çıkıverecekken yeryüzüne; Uyku Tanrısı Hipnos yok mu, -çıt çıkarmadan gelir- 'bu gecenin oğlu, ölümün kardeşi' Sevinin denizinde koşuşanların alınlarına, sihirli değneğiyle dokunup, acınçlar serperken yüzlerine; Ve boynuzuyla sessizliğin soluğunu üflerken göğüslerine; Kayaların altında, defnelerin dibinde -kimi zaman- Sonsuz bir uykuya dalıverirdi, yar sevgililer... Ve kara kanatlarıyla; usulca uzaklaşırdı Hipnos!..''

***
İşte insanlık yaşadıkça efsanesi sürecek ve yürekleri titretecek Annabel Lee şiiri...

''Senelerce senelerce evveldi / Bir deniz ülkesinde / Yaşayan bir kız vardı / bileceksiniz / İsmi; Annabel Lee / Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten / Sevmekten başka beni / O çocuk ben çocuk, memleketimiz / O deniz ülkesiydi / Sevdalı değil karasevdalıydık / Ben ve Annabel Lee / Göklerde uçan melekler bile / Kıskanırlardı bizi / Bir gün işte bu yüzden göze geldi / O deniz ülkesinde / Üşüdü rüzgarından bir bulutun / Güzelim Annabel Lee / Götürdüler el üstünde / Koyup gittiler beni / Mezarı oradadır şimdi / O deniz ülkesinde / Biz daha bahtiyardık / meleklerden / Onlar kıskanırdı bizi / Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi' / Bir gece rüzgarından bulutun / Üşüdü gitti Annabel Lee / Sevdadan yana kim olursa olsun / Yaşça başça ileri / Geçemezlerdi bizi / Ne yedi kat göklerdeki melekler / Ne deniz dibi cinleri / Hiç biri ayıramaz beni senden / Güzelim Annabel Lee / Ay gelir ışır, hayalin erişir / Güzelim Annabel Lee / Orda gecelerim uzanır beklerim / Sevgilim sevgilim hayatım gelinim / O azgın sahildeki / Yattığın yerde seni... ''

Bu bahsi bitirirken, aşkın ne olduğunu ve aşktan ne anladığımızı son bir kez daha belirtelim.

Aşk, dizginsiz ufukların sonsuzluğunda, aşkının daracık hapishanesinde, sınırsız düşlere kapılan medyunun tutsaklığı, görünür evrene karşı sürüp giden esaretidir.

Aşk, bu nedenle bir trajedi, bir şiirdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder