23 Temmuz 2019 Salı



MED CEZİR
İnsan bilmediğine taparmış.
Kumar, kızım kucağıma gel, kaderini deve tüccarları yazmasın. Muazzez bunadı ne yazık ki, çünkü o çağlarda kadınların tamamına yakını çıplaktı, Nazilli basma fabrikası faaliyette değildi. Halkının büyük kurtarıcısı ulu peygamber, göklerin elçisiydi ve tarihin kadınlara ilişkin ilk pozitif ayrımcısı ve azılı devrimci Muhammet şöyle buyurmuştu; Anneler, sizi fahişelerden ayırabilmemiz için iffetinize bürünün. Fahişelik kutsalsa Muazzez neden denememiş ki, fahişeler tarihin hiç bir döneminde kapanmadı, salt cinsel deneyimin yaşandığı pagan inançlar ve granit tapınaklar vardı. Örtünme uygarlıkla paralel türeyen bir gerekliliktir, doğada insandan başka örtünen bir canlı yoktur. Kuşun yuvası, tilkinin kürkü, aslanın gücü dışında...
İffetin teist tanımı şuna yakındır Kurani söylemde; Çoluğunun çocuğunun rızkını, rojeye, küpeye, parfüme, çizmeye, botoksa, silikona, dantele, jöleye, fileye verenler, tüketici kafes toplumunun, bedeni semiren, beyni güdükleşen, ruhsal obezitizmin kobaylarıdır, azılı tüketici maymun klanları, taklitçi kabilelerin makakları ve körleme tamahkarlığın kuyuları, çağdaş insanı tutsak etmiş, köleleştirmiştir. Bu alete, bu diyalize, bu bağımlılık yaratan aygıtlara olmazsa olmazı gözüyle bakıp, yaşamakta olan tüm insan ırkı bir denektir, öyle bir nisa ve ademin türü insan değildir, kendini bir meta, bir emtia olarak sunmakta ısrar eden bu şeytana kanmış, bedeni sikkelere bulanmış, gümüş drahomaların esir aldığı dişil nesneler, eril objeler, bu imansız dünyanın boyun bağlı fifileri ve tüketici, cinsiyetsiz ve klonlaşma eğilimi taşıyan fahişeleridir.
Kim ki beşel (aile) üyelerinin hakkını gasp ederek, ev ekonomisinin artı değerini paylaşacağı yerde çalıyor, o çelik putrellerin, ışıklı mızrak ve gökleri delen mihrakların oyuncağıdır, tröstlerin, kartellerin, uluslar arası lobilerin oyuncağıdır. Onlar endüstriyel sömürgeciliğin beyaz fareleridir. Kim ki, eski Yunan çağları, Kutluk kadınları, Nil'in şehrazatları gibi beyaz bir feraceye bürünüyor, duru bir su gibi gülümsüyor, füruuna sarılıyor ve güzelliğini tanrısal sevgiyle, kalplerin sıcaklığına sunuyor, ruhları sakinleştiren kolların kucaklayışıyla avunuyor ve bir emtia olarak görülmesine baş kaldırıyor, doğu ve batının nedime pazarlarında avret yerini açıp, kokularla baş döndürmenin doktriner, kölecil saltanatına ve deccalin oyunlarına boyun eğmeyerek, salt insan, yalnızca iki ayaklı, tek burunlu, basbayağı bir insan olduğunu haykırıyor, o yalnız yeryüzünün ve onun tüm karalarını, denizlerini ve göklerini kuşatmış günahkarlarının değil, evrenin uçsuz bucaksız uçurumlarının da, kozmolojik boşluklarında anasıdır, onun yeri tanrının yanıdır ve cennette onların ayakları altındadır!.. Kim ki kan rengini dudağına yakıştırmayı uygun görüyor, halhal ve 'Kunta Kinte' gibi piercinglere boğuluyor, mahremiyetini silaha çeviriyor, ayrılıkları ve ayrıcalıkları körükleyen bir kaplum'bağalığa soyunuyor, o bu dünyanın yarattığı bir can değil, bir halkalı köle, ne idüğü belirsiz bir yarı insan-yarı hayvandır!..
Irkından birinin aldığı madalyonu kendisine mal eden 'Janusluk' yapar (bu esemeye göre dünya gemisinin kaptanı, usa başkanı, makus talihli dünyamıza Yukarı Volta'nın armağan ettiği çağdaş Jesus oluyor), Hürmüzlük baştan aşağı bunlar, piyano, bale, opera sarhoşluğu, balerin ol, porcheye bin, john kişot komşun olsun, Visconsin'de yaşayalım ha... Yalanın padişahlığının bir mürteci ve mülteciliğin diyagonal halleri...
Sözünde durmayanların ardından neden tatlı şeyler söylenir. Kasrı var o zennenin. Bütün bilgiler senin olduğunda, sezginin eşiğinde olduğunu göreceksin ve bir o kadar daha yol alacaksın, o yolu bitirdiğinde, başlangıca döndüğünü görünce, işte o zaman bilgilerin bilgisi, sezgilerin sezgisinin ne olduğunu anlayacaksın. Çünkü sığlık, derinlikten daha çok güvenilir, daha çok sevilirdir, derinlik boğucu, öldürücüdür. Tanrı, melekler özlemlerine kavuşabilsin diye insanlara sonsuzluğu bağışladı. Ama beyaz renk bir günahsızlık, bir arınma bir masumiyetse eğer, tüm karalamalarımız niçin bilgi sayılıyor. Çünkü derinlikte insanı ölüm bekliyordur, tanrı ceylanın kaplumbağaya çevik olmayı öğretemeyeceğini biliyordur belki de. Öyleyse gözbağcılık ve kurnazlık, aldatma ve özlemlerden bütünce bir yaşamın esin kuşlarıyızdır bizler belki de...
Halil Cibran'ı gördüm Barbaros Geçidi'nde... Kimin tahtı için Arap'la Dürzi, Sünni olanla Şii, Kürt'le Bedevi, Hilal'le Salip savaşıyor Kenan ilinde, Siyon'da, Yemen'de, Mısır'da, Petra'da, Suriye'de, Lübnan Dağları'nda, Celayir'de, Kabil'de, Habil'de, Havva'da ve Adem'de diyordu...
Yüreğin tutuşmuş bir volkansa, içimizde nasıl bir çiçek açabilir ki, gerçeği anlamamız için neden ölmemiz gerek tanrım. Ve ölüm ve öldürme çağında insanların, stadionlarda, kolezyumlarda beyaz bir noktaya, meşin bir küreciğe benzer bir şeyin peşinden bunca koşarak neyi amaçladığını bir türlü anlayamadım, parsel gibi geniş bir yerden öylesine geçebilen bir yuvara neden bu kadar bel bağlıyorlar ve neden bu denli bir sevinç içinde tepki veriyorlar. Sayılmasız kalabalıklar neden bunca toplanıyor, işsizler mi, açlıklarını mı gideriyorlar. İnsanoğlu henüz ilkel çağları atlatabilmiş değil, henüz bir 'Homoid' görüntüsü veriyorlar, daha kötüsü tanrı o kadar yetenekli değildir belki de diyorum artık, ilk modelin aşamaları, ilk kıyametten sonra mı tanrım, kim günahkar öyleyse, ben mi, sen mi diyorum ve bizler ya tanrının kölesi, ya uygarlığın esirleriyiz, her şeyi yadsıdığımızda belki kendimizi yenileyecek, belki de ilk kez özgür olacağızdır.
Kedinin milattan önce yedi bin beş yüzde evcilleştirildiğini bilen insan, Yunusi Emre'nin hangi çağda yaşadığını bilmiyor ama aynı mantığın tasımıyla yıllarca oradan oraya koşturabiliyor, dergi derleyebiliyor, kimseye bu yazı mı Filip diyemiyor ve bir gramma bile sözü taşırmadan, yirmi derece oda sıcaklığında hep aynı içliği ütüleyip, giyebiliyor ve sokaklarda cirit atabiliyor, evet cirit atabiliyor tanrım.
Antrakt, Nuriosmaniye camiine sapan yolla, Cağaloğlu'na giden yolun kavşağında kitapçı vardı eskiden 1976 - ?6 yılları arasında o kitapçıda ayak üstü çok kitap okudum, şiir kitapları boş sayfalarda gezinen bir kaç dize olduğu için onları okur, bitirirdim yarım saatte, Yannis Ritsos'u orada tanıdım, Kavafis'i, Nelly Sachs'ı orada tanıdım. Kim bilir daha kimler... Meccani okuduğum kitaplar beni adam etti de Lidya tenekesi saydıklarım hep rezil etti!..
Bir gün oradan çıktım Nuriosmaniye'ye doğru yürüdüm, gazeteler oradaydı o zamanlar, kulunuz da alabildiğine gariban tabi, yolda biri çıktı meydane, yolun ortasın da külhanbeyi gibi bağırıyor; Ahlaksızlar!.. Şaşırdım, otolarda kıpırdamaya bile utanan kimsecik, adamın koskoca Bizans'da sağa sola meydan okur gibi bağırmasına hayran kaldı ama birazda çekindi tabi, çünkü alışmış, naranın olduğu yerde, az sonra itişip kakışmada gırla gidebilir!.. O adamın tipini unutmadım, ezik, aldatılmış, hayal kırıklığıyla dolu bir suçlamanın haykırışı!.. Sonraları o adamın kim olduğunu, edindiğim kültürel paparazzilerden, karşılaştığım fotolardan çıkardım, o zamanlar ünlü değildi, sonra o meydan savaşlarında ipi göğüsledi, ama açık söyleyeyim ki yazdıklarından hoşlanmam!.. O kim mi, o kim bilin ama anlatan ben değilim. Çünkü nesin de yanılır.
(o sıra Aziz Nesin'in bir kasabadaki vitrine ilk defa konulan ve tüm kasaba halkının zihnini haftalarca meşgul eden sutyenle ilgili anlatısını düşündüm. Kasaba halkı bu garip nesnenin ne işe yaradığını bilmiyor, sormaya da cesaret edemiyorlardı sanırım. Vitrin garip bir sözcük. Garip bir görüntü. Şaşırtıcıdır vitrinler. Her zaman değişirler. Hiç aynı kalmazlar.) Burada hemen taşranın görmemişliği bilmemişliği düşünülüyor doğal olarak. Bu matruşkaları bir taşralı olarak yaşadım. Taşra, sutyenin ne olduğunu bilir, sorun şudur, göğüsler için böyle bir türbana gerek var mıdır!.. Bence yok ve bu bir klişe olarak tüketim toplumunun ürünüdür. Kalçanın büyümesini önleyen korselerde bir paratoner. Çinlilerin ayakları küçücük yapan takunyaları da... Kravatta bir bulgu. Göğüslük der köylü sutyene ve bir genç kız bunu kullanmaya zorlanacak çağa geldiğinde, yadsıyan zavallıları görmek isterim, yüzü kızarır ve aşağılandığını duyumsar. İcat, bulgu gereklilikle bağdaşmadıkça saçmadır, gülünçtür. Sutyen zaman içinde gülünç olmayı aşmış bir gerekirlik olmayı başarmıştır. Korse başaramadı, kravat başardı ama örneğin lens türü şeyler başaramadı sanıyorum. Moda geçicidir Mona!.. Sorun şu, taşranın bu bilisizliği ve görmemişliği üzerinden edebiyat yapmak bir klişedir aslında, yazar modernliğe, son derece uyumsuz yaşadı ama bir yöntem olarak, yazılarını ilginç kılmak için taşra metaforundan yararlanmış olabilir, ama şunu kesinlikle biliyordu ki, her insan bilsizdir ve öğrendikçe bilisizliği artar. Bu taşra cehlinin, ahvalinin, taşranın daha saf, yani arı bir yaşam biçiminin sürdürücüsü olmakla da ilintisi vardır. Eğer taşra bilisiz olsaydı, insanoğlu kötü koku hissettiğinde, o kokuyu bir başka kokuyla -ahmakça- örtbas etmek cahiliyeliğini göstermez, havalandırmayı tercih ederdi. Çok görmüşler de bugün kötü koku ya da kötü kokmak tehlikesini parfümle savuşturan ve kanserojene tapan cahid / e ve sonradan görmeler olamazdı!.. Bunların tümü bakış açısına göre değişebilen konulardır. Her insan her şeyi bilir bir fan olarak bildiğim, ama davranışlar ayrıdır, bizi ayıran şeyler ruhumuzda değil bedenimizde yatar gerçekte... Zamanla bunu anlarız. Kısacası cühela ve görmemişlik, sonradan görme ya da modernite gibi bir yanılsama ve bize dayatılan formatif bir algıdır. Uygarlığın iyiye gittiğini söylemeye benzer bu, oysa yüzyılımızda iradesi dışında ölenlerin sayısı, tüm çağlar boyunca ölenlerin sayısını aşmıştır. Kokoş, (Oscar Kokoscha'nın çok renkliliğinden türeme!) kokana, nobran, hep bir nitelemedir ve hayra alamet değildir, köylü, çoban, kıro (kırdan türeme!) gibi nitelemelerde öyle!.. Aslolan hayattır, yapacak bir şey yok!.. Ve insan yarım bir varlıktır, anomalidir, sanatsa bir tür sapkınlık!..
Kadın erkek egemen bir dünyada, sanatın, onun belirlediği ödülleri verdiği bir dünyanın krallığında şu haliyle eşitliği sağlayamaz. Yapacağı tek şey dünyanın değişmesini beklemek değil, bunları bilerek kulvarında koşmayı sürdürmesidir, işlerliğe soyunmasıdır. Sanat, uygarlık biçimimizin ürettiği bir illüzyondur; başarılı olmak, değerli bir insan olmak anlamına gelmez, değerli insan yaşadığı dünyada algı ve kavram bütünlüğüyle yapabileceği, gösterebileceği tavırla bütünleşebilen bir insandır. Bunun tanımı da tam olmayıp neredeyse belirsizdir, belki bilinmeyen bir gelecekte bu daha belirgin bir tanıma kavuşabilir?.. Ne demek bu!.. Çağdaş toplumlar, din sömürür, çingeneler - yoksullar sayrılık yayar, Simone canı sıkıldıkça erkek değiştirir gibi klişelere sığınır hep, bu kuyruk değil parmak sallayan akbabalara, biri şunu demelidir. Gelişmiş görüngüden sanatçı çıkmaz, manipülatif bir varlık çıkar!.. Temel sorun, onların, çağdaşların, madernite uşaklığının kendilerini daha güçlü ifade edebilmeleridir, çünkü medyatik güç onların elindedir, bu silikonlu bir mankenin organik bir canlıdan üstün ve güzel sayılmasına benzer, oysa silikonlu sahtedir ve kısmen, insan bile değildir!.. Tüm duygularınızla öptüğünüz şeyin bir sünger, tüm düşüncelerinizle bağlandığınız şeyin, uzaktan kumanda bir volüm olduğunu düşünün, Şarkikaraağaçlılar'ın gözünde bir kahraman olan- gerçekte bir Alkapon'dur her daim.
Sodyum yüklü lazer bıçağı, hangi gökdeleni delerse bak mehtaran coşturuyor seni, sınır tanımaz newyorklu elhamdülillahi müselman ve volaha ressam, ayaklarına pedikür parası gerek bu Ladik'linin. Sen meltem rüzgarı gibisin, sıcak ve engin. Seninle yan yana olmak bana yeni dersler verir ve ufuklara sürükler efendim.
Bakın gelişmiş ülkelerden neden sanatçı çıkmaz, Homeros bir Yunan değil, çulsuz bir Smyrnalı, Yaşar Kemal bir aşiret çocuğu, ineğin göğsünden süt emen dağlı. Marquez , Kolombiyalı. Borges, Arjantinli. Örnekleri artırmaya gerek yok, düşünün bulursunuz. Marks, Şeyh Bedrettin'in çömezidir. Sanatçı derbederlikten emekli bir varsıl olmadıkça sanatçı olamaz. Sanat sancılı toplumlara özgüdür, beşikte sallanarak çocukluğunu geçiren biri, değil sanatçı olmak gırnatacı bile olamaz. Siz hala sanatçıyı, duvara çizer Banksy, yüz bin satar -Orman Düşmanı- biri mi sanıyorsunuz. Bu söylenilen doğru olmayabilir, keskin söylemlerden kaçının, biri fısıldıyormuş gibi yazın, Bergerac gibi.
Çünkü onlar kuyruğu açıkta dolaşmanın keçiye özenme, örtünmenin insani aşkınlık, nükleer bomb'un buzul çağları özlemi, silahsızlanmanınsa Havva anamızı arama, gdo lu ürünlerin leş yiyicilik, doğadan beslenmenin cenneti arayış, silikonlu göğüslerin küffari, doğallığın inanç temizliği, hormonlu nesnelerin ucubeye dönüş, gerçekliğinse bir masumiyet, cinsiyetsizliğin insan soyuna yönelik kıyım, aşkla çoğalmanınsa ırkımızı kutsama olduğunu biliyor, bugün yaşadıklarımızın ise bir uygarca değil, sürüp giden vahşet çağlarından bir cilalı metal devri (Konstrüksiyon, imaj ve illüzyon tümörünün çağı) olduğunu anlıyorlar. Dolayısıyla tüm sanat ürünleri, tüm ekonomik göstergeler, tüm mekanik gelişmeler ve bilimsel, kültürel aydınlanma ve bilgi çağı adını verdiğimiz yüzyılımız bir vahşet ve moronizmin uçsuz bucaksız bir ışık denizinin kar körlüğünden başka bir şey değildir, harakiri köpekleriyiz biz, İsrail ıstıraplar çocuğu, batının balistik füze üssü, her gün bomba patlayan, gece acaba göğsümün üzerinde dolaşan cin mi, yoksa Tahran'dan gelebilecek bombanın enfrarujimi diye uykusu kaçan bir ulus nasıl huzurlu olur, İsrail zombi gibi lanetli ve ilahi bir ağlama duvarıdır, şizoid olasılığı ve sokakların korkuyla dolu olduğu, umarsız Penelope o, su kuşu, Eftalya, Zofana, Belkıs, kanımca tanrı yok, ama Leyla'nın aşkına katlanamayanlar tanrıyı yaratmış olabilirler, dağlarda çark ve yılan. Nietzsche bir koçbaştır, çünkü, cinsiyet ayrımcılığını içgüdüsel olarak iliklerine kadar hissedenler gerçekte hümanist duygular besleyemez insanlığa, konu çok yalıncıktır, dudak ve burun arasındaki tüyleri bu denli yahşiyane ve hayat boyu bir logo gibi taşıyanlara hiç bir zaman inanmamışımdır. Bunlar cinayete vah vah diyebilirler, saldırıyı pek iç açıcı yazıyla lanetleyebilirler, ama normatif olanın kanısını değiştiremezler. İnsan her devinimi ve her davranışıyla bir kitaptır. Okudukça anlarsınız. Nietzsche, yaşamı boyunca şu görüntüyü verdi, ağzıyla kuş tutsa benim için bir maço ve tatlı su balığıdır, koyun değil koçtur o her daim, zaten kadınlar varsa yanınızda bir kırbaç bulundurun diyen bir buldogtur o...
Kadınların aşırı makyaj, aşırı topuklu giyen, son derece dışavurumcu bir nesne gibi hareket edeni de huzursuz edici, sana ne be adam, tamam, aynı biçimde onların tepkileri de sahte ve çürük gelir bana, nanay da nanay... Shakespeare, şekerparedir. Neden? Dünyada oyun yazarlığı sürgit ikinci sınıf divit savaşları işlemi görmüştür. Deyin ki birine, bir oyun yazarının adını söyle, düşünür... Ve birini söyler doğal olarak. Bunun nedeni salt oyun yazarlığının bir becerim sayılmamasıdır. Çünkü iyi bir yazardan her kim ve kolaylıkla oyun çıkarılabilir. Yaşar Kemal, Yusuf Atılgan (Anayurt Oteli ne zaman bir oyun olarak sergilenecek) Sait Faik (Hişt adlı öykü olağanüstü bir oyun olabilir vb.)... Öyleyse oyun yazarlığının abartılması bir hiledir, ar. Şekspir bu anlamda kültür hegemonyacılığının bir aldatmacası, çünkü, dilerseniz her yazardan olağanüstü oyunlar yaratılabilirsiniz. Stalker, oyun olarak sergilenemez mi, daha nice şeyler, örneğin Hasan Sabbah, hepsi olasıdır. Sonuç, Globe'nin süpürgecisinin yere göğe sığdırılamaması bir dolandırıcılıktır. Don Kişot ilk çağdaş roman denir, Don Kişot bir tür fabldir ve başat bir fonksiyonu olamaz, abartılıdır. Fabldir çünkü... Siz siz olun batının bu ayak oyunlarına gelmeyin, yapacağınız iş kendi dünyanızı kurmak ya da onu keşfe çıkmaktır, Solaris bir bilim kurgu şaheseridir, Lucretius'un Evrenin Sırları dudak uçuklatır, Binbir Gece Masalları dünyaya yeniden getirir ve en kötüsü keşfedilmemiş nice mutlakıyetler sizleri bekler. Böyle bir dünyada, Şekspir'i İlah, Sartre'ı filosofinin çağdaş babası, Picasso'yu da bulunmaz Bursa kumaşı sanmak, bilisizliğin gün görmüşlüğünde kulaç atmaktır!..
Kim ki klişelere sığınarak sanattan, edebiyattan, bilimden konuşuyor o tasmalı bir zattır, dünya her dakika bir Shakespeare, her saniye bir Picasso ve her gün bir Sartre üretebiliyor artık ve sanat bir manipülasyondur. Bunların sınırladığı dünyadan çıkmadan, sanat kaşıklayan insanların tümü, resmi tarihin kuvözde büyüterek ortalığa saldığı bir hibritdir. Sanat artık yaratıcılarının değil izleyicilerinin emrinde bir uğraştır. Kobaylığın kapkaççılarından uzak durunuz ve onların ambalajda sunulmuş çığırtkanlarının tasmalı birer köle olduğunu biliniz lisyantuslarım.
Devrim kavramı da günümüzde bireysel bir gerçeklik, önce kendinize ve size sunulan verilere isyan ederek kendi cumhuriyetinizi kurunuz. Devlet olamazsınız belki ama özerk bir bölge olarak benliğinizin saygısını kazanabilirsiniz, başkasının saygısını kazanmak çağımızda, kullanıldıktan sonra, çöpe atılacak bir kimesne olmaktır. Oysa insanız!..
Bir insanın gözlerinin içine ısrarla bakın, sonuçta bir katil göreceksiniz ama daha fazla bakmayın, çünkü orada küçük bir nokta gibi duran şey sizsiniz!.. Gelecekten, parlak yıldızlar ve taşların ışıltısı, trubadurlar ve Gaskonya lehçesi geliyor şimdi, şu an...
Her zaman düşümdür, batı doğuyu yazar, Borges, Gazali'yi yazar ama bizimkiler neden Giyom Tell'i veya 16. Lui'yi yazamaz. Biriniz, bozacı Mevlüt'ün iç çamaşırlarını yazıyor, yazar olsa ne yazar. Alamut kitabını korsandan aldım, yazarı Vladimir Bartol, ne bilir Hasan Sabbah'ı, ama okuyun da mevlutçunun ne menem bir 'süt tozu' olduğunu anlayın, başkası sizin içinizi yazıyor, yetmiyor, Şarkikaraağaçlı'nın bir gram düşü olsa, Mary Stuart'ın bahtı kara maderini yazacak naturası olurdu, ama hala Mevlüt'ün şeyametini yazabiliyor...
Shakespeare'in deha olduğunu ileri süren mekanizmaya tercih imkanları: Bu sir saray soytarısıdır. Globe Kumpanyanın süpürgecisidir. Başkalarının yazdığı oyunları derleyen bir çaldırandır. Bu adam yaşamamıştır. Oyunları aristokrat kesimin entrika ve erotizm dalkavuklarının nişanesidir. Misyonerlerin sömürgelerinde deha zannedilen bir meczuptur. İngiliz ve İncilizm kurbanıdır.
Herkes her şeyi biliyor, ama aynı şeyi yapıyor, bakır rengi, Everest'in doruğuna çıkan ilk dünyalı Edmund Hillary'yi, meğer helikopterle oraya indirmişler!..
Işid'din mi, bir Fransız kadın, Işid dünya adaletini sağlayacak sandım, marki de Sade'ın amcası çıktılar ve kevgircilik oynadılar. Ayrıca o Nasa'ya katılacakmış, Nasa, Hiroşima ve Nagazaki pazarlığı yapılan masadır.
Edebiyat nedir peki, 'Mangal mangal yıldızları görecek!' Bakın bu edebiyat değil cehaletin karesi, küpü de değil, sonsuz çarpanı. İlkelliği anlatırken, mağarayı betimlerken karanlık, bir perde gibi çöktü mağaranın içine denilmez, perde çağdaş bir imgedir çünkü, bunu Borges diyorsa da, mangal, pikniği çağrıştırır, piknik, dumanı ve leşcil kokular içinde tıkınmayı, la grande bouffe'u, yani az gelişmişliği!
Öyleyse, mangal mangal yıldızlar dendiğinde, aşkı, sevgiyi, doğayı anlatayım derken, kesenkes edebiyatın üstünü örtmüş olursunuz, endazeniz, yazdığınız dizenin boyunu geçmez. En iyi sözcüğü siz bilirsinizdir ama, belki saçmalıktan da bir gökada çıkabilir neden olmasın. Bu sözler ne ki, bu ne şiir, ne şarkı, ne de afra tafra, burası dedikodu yeri!.. Şiir, her şeyi kapsadığında tanrı yeryüzüne inecektir.
Tüm bilgilerimiz sanıdan ibarettir ve bilginin en büyük düşmanı onu kullanım biçimidir. Öyle hissediyorum ki şu anda özgürleştiren ve canlandıran bir dünyanın eşiğinde duruyoruz; bu dünyanın içinde insan ırkı gerçekten tek bir aile haline gelebilir ve insan bilinci mekanik toplumun zincirlerinden sıyrılarak kozmosta gezinme olanağı bulacak. İnsan potansiyelinin büyüyebileceğine ve öğrenebileceğine dair derin ve değişmez bir inancım var; kendi varlığının derinlerine inebilecek ve evrenin orkestrasına kendisini uyumla verebilecek gizli şarkıları öğrenebilecek bir potansiyel bu...
Derin bir acı ve trajik bir kimlik arayışı içindeki bir geçiş çağında yaşıyoruz; ama çağımızın acısı bir yeniden doğum sancısı. Gelecek yılların gezegenimizi bir sanat formuna dönüştürmesini bekliyorum; açık hava müzesi, yeni insan zamanı ve mekanı aşan bir kozmik ahenge bağlı olarak duyarlı bir şekilde dünyasal deneyimlerin her kesitini adeta bir sanat yapıtıymış gibi kucaklayacak ve biçimlendirecek ve insan bir organik sanat formuna dönüşecektir.
Herkes nükleer silaha sahip olduğunda Einstein'in hayran olunacak bir bilim adamı değil gerçekte bir sıradanlığın mülkiyeti olduğunu anlayacaksınız. Çünkü gittiğiniz yerde size şaka mı beğendin mi diyecek!..
Çaldıran bir savunma savaşıdır ne yazık ki, tıpkı Yıldırım Timur savaşı gibi, Osmanlı doğuya bir adım gidemedi, Pers duvarı var, güneye indi ve batıda durdu, Kuzeye de çıkamadı. Tarihte, her imparatorluğun bir habitat alanı vardı...
Şiirimizin Apaçisi dünyamızdan ayrılmış. Yıllar önce bir kaç tümcelik konuşmuşluğumuz var. Eşdeğeriyle insanları anlayışla karşılayan olgun kişilerdi. Sakin bir karınca gibi sanatın içinde oldular. Sustular, gerekirse konuştular ve gerekirse gene sustular. Hayatın ölümden daha ağır bir şey olduğunun farkındaydılar. Banksy bir sanatçı, kraliçe Elizabeth'in, sömürgeci bir dünyanın külotsuz kumbarası olduğunu çizecek kadar cesur olabilirse, Kruşçev gibi onu dudaklarından öpecek çok sevdalı çıkar ama çizemez, çünkü zıbınının ne kadarda açıkta dolandığını anlar. Birden aydınlanır!.. Banksy banka sözcüğünden türeme bir abrakadabra, batının barbarlığını saklayıp doğunun ezilenlerini diline dolayarak göğüs geçirenlerin dramını anlıyorum.
Banksy, kraliçe Elizabeth'i nü halinde amuda kalkmış ve yoksullar, negrolar egzistansiyalist bir delikten içeri paldır küldür girerek, ağzından da bir değirmen gibi, şangırtılar için de, 'pennycikler' halinde döküldüğünü gösteren bir duvar resmi çizebilirse, onu tanrı ziyarete gelecektir, çünkü onun yapamadığını Banksy yapmış olacaktır. Hellespont vampirellasının great work'ü olur birde!..
Libya çöllerinin ışığı gibi, sözün dışındaki her şey bittiğinde, sözde biter.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder