13 Eylül 2013 Cuma

GÖRECELİLİK




İnsanoğlu, kızı, öyle güçlü, öyle modern çağlara ulaşmış ki, erişilmez denilen yıldızlara varmış, us dışı bambaşka gezegenler görmüş ve oradaki üstün, tanımlanamaz canlıları, düşe sığmaz yaratıkları yenilgiye uğratarak, yurtluklarına el koyup, yeni kolhozlar, koloniler edinerek, gözde madenleri işleyip; fotonsu, sanalitik hızlarda, ilkinsil ve de artık görkünç güçlerle berkiyip, düşlerden aşkın, sonsuzluk ardılı ve tanrıların da ötesinde, bir yaşam biçimi geliştirmiş...

Böylelikle, kuşatarak ele geçirdikleri, yeni gezegenler ve kozmolojik yuvalarda, kolaylıkla çoğalabilen, yapıları arı mineraller ve besin değeri yüksek jellerle dolu canlıları kurban ederek, hedonizmlerine, sadizmlerine, yeni çeşniler, egzotik tadlar ekleyip, yüzyıllar yılı, bıkıp usanmasız, ezgilerle, naralarla, alaylarla, ilâhi bedenlerinin gereksinimlerini gidermeyi başarmışlar.

Sonra, zamanlar geçmiş; yıldızlar yollarını yinelemişler ve tadılmamış günahların eşliğinde, vahşet ve kanla süslü sunaklardaki gösterilerini, taklarla, defnelerle, taçlarla süsleyerek, geçip giden çağlara ağıtlar yakmış, destanlar var etmiş ve geleneklerini sürdürüp, törelerini koruyarak; yaşamlarında yeni maceralara, olumlara ve daha da uzağa, hançerenin ta köklerine, evrenler ötesi, sonsuzluğun da sonsuzluğuna yelken açarak; zamanlar dışı yolculuklarını sürdürüp gitmişler.

Ama birde, Himalayalar’ın gölgesinde yaşayan, bir dağ keçisi varmış, doğumundan bu yana, bin bir renkli otlarla beslenir, çayırlarla dolu uçsuz bucaksızlığın; yeşil denizlerinde yatar, karların, buzulların arıttığı kaynaklardan içer, geceleri ateş böcekleriyle görklü gökyüzüne dalar, renkcil zambaklar, sümbüllerle süslü, çıldırtıcı seslerle yüklü, yüceler yücesi yamaçlarda, kokusul, şol bayırlarda dolaşırmış.

Ayların yükseldiği ve baharın kaynaşıp, çiçeklerin oynaştığı üreme döngülerinde, mutlulukla çiftleşir, klânın yeni doğmuş, minicik üyeleriyle gezinir, kayalardan seker, çiçeklerden böceklere, oradan ağaçlara, dallara, elden ele, koldan kola; binbir çeşit kuşlara, dilin dönmediği varlıklara, çınlayışlara dalarak, güneşin ve gecenin doğumlarında, bulutların ve yağmurun gizeminde, sis ve pus, kırağı ve kar, ormanla rüzgâr ve göklerin masalsı aylasının altında, hişt hiştler arasında; meleksi, düşten güzel yaratıklarla yaşar gidermiş!..

Gün gelmiş, bu yamaçlardan yamaca uçan dağ keçisi, yeryüzü güzelliklerinin doyumuna varmış, tanrısal bağışların sonuna ermiş ve kadife gibi yayılan, ışıltıyla dökülen, kuzeyin kuğusunun, prenseslere fısıldadığı masallar gibi dağılan karın altında, rüzgârın savurduğu tozanlar, tüycükler ve uykulu bedenleri esriten gülücükler; inciler, gözalıcı sürmeliklerle dolu, göz gözü görmez uğultu ve uçsuz bucaksız beyazlıklarda; us oyunlarıyla süslü, iremlerin serpildiği, nice sevdaların boyun eğdiği; yaratılmışların bilemeyeceği, düşlerine giremeyeceği, ölüm ve yaşam sarmalında; gizlerin döküldüğü, bitimsiz geçmişle, varılmasız geleceğin bağışlandığı, her şey ve hiç bir şeyin birlikteliğinde, dile gelmez olanla, tin ve tün ötesinin muştulandığı düşler arasında; pericil uykulara dalarak, ululuk ve bilinmezliğin kollarına, piramidin ta yüreğine; sonsuzun ve unutuşun uyumuyla, hiçliğin o herşeyden güzel, uçsuz bucaksız uçurumuna benliğini açarak, yitip gitmiş…

Şimdi, bitimsiz bir yolculukta, yeni yurtluklara ulaşan ve evrenle; tanrısallığın da ötesine kavuşan bir insan mı olmalıydım, yoksa Himalaya eteklerinde, göz alabildiğine uzanan karlar ve yıldızlarla dolu gecelerde, çiçeklerin böceklerin arasında, güneşin altın renkli ışıltıları içinde; soruların sorusuna kavuşarak, gizemlerin gizemine ererek mi yaşamalıydım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder