3 Haziran 2018 Pazar

ELEŞTİRİLER

BİENALE
(Bodrum - 2015)
İki yılda bir demek, ama Türkçe'de galat-ı meşhura dönüşüyor bu sözcükler, bienal sanatın versiyonlarından biriymiş gibi algılanıyor, doğruda, batıda bu sözcükler köklerine bağımlı, özel bir algıya dönüşüyorlar, bizim sanat dünyamız, bu yetenekten yoksun, batıda bu şu demek ama bizde karşılığı yok demekle yetiniyor dışa bağımlı entelektüeller, oysa sözcük, bir soyutlama olarak yüklenen anlamı kaldırmak zorunda olan bir haltercidir ne yazık ki, otomobil ne demek, kendisi hareket eden, kendi devinir, kabaca, özgit desek olur mu, -olmaz-, çünkü alışkanlıkların değişmesi, bir temelden yoksun, geçmişine yaslanmayan gerekçelere dayanıyorsa gülünçleşebilir, bu sözcüğün ya da taşıt, araç gibi sözcüklerin gerçek bir algılanıma dönüşebilmesi için, kendinizin, sözcük kullanıcısının araç üretmesi kesin bir koşuldur, o zaman ki -yoghurt- gibi başka dillerde de sizin adınız, şanınız yürüyüp, yücelebilir.
Ana aksın izleyeni durumundaki söz sahipleri, dilinin efendisi olmaktan giderek uzaklaşır, dil anlamını oluşturan mülk sahibinin kölesidir ve efendisi yalnızca o olacaktır, otomobil sözcüğü size sürekli ihanet eden bir kavrama dönüşür, kazalarda birinciliği kimseye kaptırmazsanız, kök anlamdan uzak çiçeği sulayan konumunda olan bireylerin, çiçeği gün gelir kurur, çünkü kök hep başkalarının elinde olacaktır. Düşünüldüğünde bunun anlaşılması hiçte zor değildir. Çinli bilge, bir ulusu ele geçirmenin yolu diline egemen olmaktır derken, değişim sanısıyla, çöküşün ve bağımlılığın hazır hale gelebileceğini ima ediyordu...
Taksi, serbest hareket eden ve özellikle küçük organizmaların, ışık kaynağı gibi uyaran bir kaynağa (pozitif) ya da karşı tarafa (negatif) doğru, yer değiştirme hareketiymiş gerçekte, ama algı kapıları onu özgün haliyle insanlığa sunduğunda, yolcu taşıyan mini taşıtları düşünüyoruz, taksi; minit denemez mi, otobüse binit diyebiliyorsak eğer...
Başka dillerdeki sözcüklerin sizin dilinizde bir karşılığının olmayışı, fasonizm kaynaklıdır, -montaj-, başkasının araç gereçlerini, teknolojisini yalnızca monte ederek, kurtakçı bir anlayışla, makinenin gizlerini, çalışma düzenini, sihrini, büyüsünü ele geçirmeden, ruhunu algılamadan, öğrenemeden piyasaya süren bir yapının distribütör cumhuriyetliğine soyunmak, dilinizin başka dillerin antreposu, teknoloji çöplüğü olmasının kaçınılmazıdır, bu bulaşıcıdır ayrıca, Ada'da bile Fornezzi diye kafe açabilirsiniz artık ve toplum o hale gelir ki; Merci ya da thanks demeyi çağdaşlık sanır, neden, arabayı yapan onlar, uçaklar onların, helikopter böcekleri öyle, hızlı tren, teleferik, marşandiz, obüs vb, tümü batı kaynaklı sözcükler, pardon derseniz, içgüdüsel olarak onlarla kol kola olan bir velinimet gibi duyumsarsınız kendinizi, oysa bu sağol diyenden çok daha trajik bir insan türüdür, oluşturulan 'türün yeni bireyleri' sıfatıyla, yarıefendilik payesiyle taşraya bir tür reayalık, üstü örtülü ruhbanlık taslayabilirsiniz ama gerçekte kendi yurdunda sürgün bir forsadır o, keder gizlenebilir bir şeydir ama saklamakla ruhunuzu kemirmesini önleyemezsiniz, olmayana ergi metoduyla, ruhunu süblime eden bir ölümlü, bir tür guguk kuşu, sinekkapan kuşlarının arasında, onları küçümseyerek ötüp duran bir orangutana dönüşürsünüz artık!.. Belki tılsımlı bir bileşen olabilir o, erdemin kağanlığı, dürüstlüğün hakanlığı kime bağışlanmış ki, ne ki yine de kirletilmiş bir soyutlama ve bir hibrittir artık o...
Yaşam gerçek anlamda kendisi olamadan ölüp gidenler için kozmikomik bir cehennemdir, bye bye diyerek, bir tür orgazm yaşayanlar, yalancı hamilelikle, özbenini aldatan ve ne yazık ki gerçeklikte salt kendi ruhcağızını sömüren, bilisizce kemiren bir kuyruk yutan, benliğini harap eden, ruhsal açlığını kendi etini yiyerek gideren bir kambriyendir!..
Çağımız trajedilerinin acılarını en çok onun kahramanları duyumsayabilir, anlayabilir, ötekiler sezip, kavrayabildiği kadarını dile getirebilir.
Sanatta böyledir, kendimizi, varlığımızı, üretilerimizi alabildiğine eleştiriyoruz, oysa bu toplum teknolojik hantallığın ve ebedileşen sosyo-ekonomik vandallığın sorunları dışında bayağı iyi sayılabilir, bu duruma paralel olabilecek, eğitim ve sanata ilişkin sorunlarsa ötekilere göre nicelik düzeyindedir. Örneğin edebiyatımız özgün ve dünya çapındadır, Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet gibi dorukta iki sanatçısı yok başka toplumların, tepede olanlar vardır, ama doruk başka bir şey, diyesim sanatımız kimseden geri değildir, ama sanayisiyle, teknolojisiyle, sosyomateryalizmiyle desteklenmeden uçan bir kuş, tek motorlu uçak gibidir, arıza halinde kaçınılmazlıkla düşecektir, gözlerden kaçırdığımız sorunumuz budur!.. Ama bu tür toplumda, bağımlı ruhların, toplumu -özünde kendini- aşağılamaya alışmış ve ama otoistik hiç bir çaba göstermeden yaşayan sanat izleyenleri, eleştirenleri, ileri gelenlerinin, ne yazık ki kulakları kör, gözleri de sağırdır. Negatif popülasyonların, pozitife evrilebilmesi için soyun öbür bireylerinin, kuşakların değişimini sağlayana kadar çaba göstermesi gerekir ama yıllar bu tür sorunlarda yüz yıllar kadar uzun gelir insanlığa, tarih bu tür manzaralarla dolup taşar ve Kabil'den beri insan insanın kurdudur ne yazık ki...
Sanatçımız elde ettikleriyle 'yabancı menşeli lüks araba koleksiyonu' heveslisi bir Lennie veya Homongolos düzeyinde olabiliyorsa sanatçı olabilir mi, o tüketim çağının materyali olabilir ancak, bilincinde olsun olmasın, bir toplumda ecnebi üretimiyle, malıyla, mülküyle, kürkü ve türküsüyle, afra tafra yapabilen, spektaküler hale getirilmeye, gelmeye kalkışan, objeye dönüşmeyi modern düşüncenin yöntemi ve önderliği sanan, varlığıyla onu öneren, tek moronize tür işte bu fasonist toplumlarda görülüyor, onların sanatı biricik ve eşsiz olabiliyor ama o denli aynaşık ve bağlantıları karmakarışıktır ki onun, iyi ile kötü, güzel ve çirkin, eğri ile doğru birbirine öyle bitişiktir ki, neyin ne olduğunu anlamak için Azrail'in el koyması veya Cebrail'in günah defterini ortaya sürmesi gerekebilir...
Ne diyelim, tanrı dünyayı duyumsayabilmek için canlıları, insanı yaratmıştır diyorlar. Öyle ki, şöyle düşünebiliriz sanıyorum, bu denli karmaşanın, salınmanın yaşandığı bir toplumda, eşsiz sanatçılar yetişebilir mi, hatta beton otlakların kavimlerini, süpersonik teknolojinin devlerini geride bırakan yaratıcılar çıkabilir mi, bu çağcıl zamane neanderthallerinden diye düşünüyordur belli ki tanrımız, belki de ampirik bir tutkuyla yanıp tutuşuyor ve sonuçları görünce, çağdaşlığında soyut bir kavram olduğunu belki de dehşetle görebiliyordur artık...
Tanrım, suyu hala avuçlarıyla içen bir insan olarak, hala herkesten daha yakınım sana, çünkü sen bizi ırmaklarla, göllerle, dağlarla, ovalarla, denizlerle yarattın, ağaç kovuklarında uyuyor, peteklerden bal yiyor, kaynaklardan su içiyorduk biz ve biliyorum hala yüceliğinle yarışmaktayız ama inan ki senden yanayım, sana ulaşamayacağımızı seziyor, biliyor ve suyu bu yüzden hala avuçlarımla içiyorum!..
Sonuçta sanatımızı yerden yere vurup, başkalarının sanatını öven, bilinçsiz, kendi yurdunda sürgün eleştirmenler, kurumların, sponsorların, holdinglerin kapı kulluğunda açılan, galeri ressamlığını ululayıp, yinelemelerin ve değişmezliğin estetik gülütlerinde yitip giden çınlamalarla yetinen eleştirmen türleri, geçtiğimiz yılda bireysel çabalar ve yalnızca sanatçıların örgütlediği, özgür ve anarşizan bienal için; bu tür bienal pek görmedim, yapıtlar zayıf, hazırlıklar yerel düzeyde diye bir Truva atlığına soyunarak, öncü, ilkinsil bir sanat olayını geçiştirdiler.
Kim bu uzaktan kumanda kokteyl eskrimcileri, flöreciler, kuklacılar... Bunlar yaşamları boyunca inanın bir kitap okumazlar, imaj dünyasının getirileriyle avunup dururlar, duvarların ardındaki ejderhaların, kaplanların, karabasanların maşasıdırlar. Son para'digmalarını bir kitaba veremeyen bu türler, bir gün yatak odasında son iç çekiş köyüne vardıkları anlaşıldığında, baş ucunda bir kitap eşliğinde bile yolculuğa çıkamayanlar, sevenlerinin duası, sahifelerin su sesine karışmayanlardır. Bodrum bienaline, otuza yakını yabancı, yüze yakın çağdaş sanatçı katılmış, bienal bir Mevlevi ve yurt sever, aynı zamanda Bodrumlu Neyzen Tevfik'e adanmış.
Bienalde sergilenen yapıtları, anlam yoksunu bulan, bağımlı eleştirmenlere sormak gerekir, anlam nedir?.. Warhol'un konserve kutuları anlam yüklü şeyler midir, kapitalizmin eleştirisi midir, oysa kola tüketiminin yükselişi uğruna prezante edilmiş bir sanatçıdır Warhol, o bir tasarımdır, projedir, sanatçı olmamış, doğmamış, sanatçı olarak sunulmuştur. Cansız bir mankendir Warhol, başka dünyalardan inmiş, -yarı uzaylı- bileşik türden biriydi o, üniseks olması kaçınılmazdı... O sanatçı değildi, bir misyonerdi, elçiydi ve görevlendirildi ve atom çağlı bir tüketim şövalyesi oldu. Bir yapıntıydı o, oluntu, bedenini açabilseydik bağlantı kablolarını görebilecektik, o bir görsel Mesih olmasaydı da, olacaktı, güllerin savaşı değildi ona el veren, kapitalist dünyanın hünerle gizlediği, bir kılıç artıklığına soyunmak ve bir meta eşantiyoncusu olarak kapıları çalmaktı onun 'kutsal' görevi... O haramiliğin havarisi ve ilk nebi Nuh'uydu modern çağın...
Duchamp ise gerçek bir sanatçıydı, boyunbağların, markaların, tasmaların kurban seçtiği bir palyaço değildi o, bir pisuarı sanat objesi olarak sunduğunda , gelecekteki Warholizm'i haber veriyordu yeryüzüne, sanat yaratıcılıktan sürgit uzaklaşacak ve kitleler; Sanal yapıntılar, hileli içerikler, hayali sunumlar, eriyikler ve bir tür illüzyonlarla uyuşturulacak ve ehlileştirilerek, statükonun, gemi azıya almış düzenin, kurgusal sistemin, gözbağcı bir payandası ve yaşam boyu, sonsuzca tırmanıldığında bile hiç bir yere varmayan, ulaşılmayan basamağı olacak, karanlıklara uluyup durmak ve gündüz olduğunda ağızları tutuşturan yankılara kulak kabartmak... Çağımızın sanatı ve 'düş kuran' mottolarımız işte bu artık!..
Yazı uçar, 'Söz' kalıcıdır gerçekte, bugün sanat karmakarışık bir dünyanın, bulamaç dolu okyanusunda, anlam kargaşalarında balçıklaşmış, cehennemi bir görünümün - görüngünün sunumudur. Yeryüzü artık şunun kavgasını vermektedir, iletişim çılgınca arttı evet, ama bunun tutsaklığımızı, yaşam biçimlerimizin, verili uygarlık modellerimizin pekişmesine, prangalarımızın çelikleşmesine yarayacağını hiç bir zaman düşünemedik, insanlık sınırları paramparça etti ve yeryüzüne açıldı ama düşleyemeyeceği kadar içine kapandı, deliliğin sınırlarını aştı, nevrozları, depresyonları ve canlı hayvanlarıyla yaşayan insan türüne evrildik. Çağdaşlık, modernite ve göksellik, yerellik, ilkellik ve mağara dönemiyle sonlandı!..
Gerçek nedir, sanat nedir ve insanlığın kurtuluşu olası mıdır, yazın kurgusal, söz doğrusaldır belki, belki piramitler, geçmiş çağların gök delenleriydi, yeni olan nedir şu dünyada, bir yineleme ve bıktıran bir döngüden başka, yeni Gazali'nin görüşleri mi, Newton'un başına düşenlerin hormonlu olanlara evrilmesi mi, Riyazanlı Benhur Bahaduri'nin güneşi aydınlatan söylevleri mi, dünyamız ve sanat hiç olmadığı kadar büyük bir kargaşanın içindedir günümüzde, kıyamet an be an gerçekleşmekte ve sonumuz giderek yaklaşmaktadır ne yazık ki...
Nedir bu son, anlamların tersinirliği ve kavramların manipülasyonlarla, illüzyonlarla dolu bir yönlendirmede, insanlık tarihin en büyük felaketiyle karşı karşıyadır. Kahramanlar birer korkaktır artık, dilenildiğince dönüştürülebilen kurtarıcılar sardı dünyamızı, barış gerektiğinde yan etkileri olabilen, zararlı, savaşsa kaçınılmazlıkla kurtuluşa dönüşebilen bir kavramdır artık ve olması doğal yazgımızdır bizim, çağdaşlık, savaşları sayısızca artırdı, çatışmaları kolaylaştırdı ve insan türü kobaylaştı günümüzde...
Günümüzde savaş bir gerekliliğe, kesinlemeye dönüşebilir ve toplumlar gün gelecek, kendi refahı için bir geriletim içinde, ilkel ve teknoloji yoksunu, güçsüz ülkeleri, kitleleri, bir konserve gibi tüketebilecek, organ ve hormon üreten, gereksinimleri düzenleyen kolhozlara dönüşeceğiz 'kutsallar' için, serfler ve plebler için tarihte görülmediği kadar bir tutsaklık ve Homongolosluk çağları yakın, Quasimodolar sayısız varlıklarıyla, -sürü çobandan daima çoktur-, mezbahalarda ve silolarda sırasını bekleyecek erimek için ve ne olacak bilebiliyor muyuz, üretecin bu yakasından sayısız insansılar, cinperiler sokulacak sağlıklı, gürbüz organlarıyla, öbür taraftan Einstein değil, bir siborg, bir Mutant gibi terminatörler ve Schwarzeneggerler çıkacak, 'Cesur Yeni Dünya'da sanata, bilime ve insana gerek olmayacak... Paranın padişahlığı, tüketim mezarlığı ve alış veriş uygarlıklarında Mutantlar çoğalacak, usumuz yok olacak ve tanrı el uzatana dek bekleyeceğiz elem bahçelerindeki sonumuzu...
Bilim skolastik bir yapıya bürünüp, durağanlaşacak, son sınıra ulaştığımız varsayılacak ve bizleri yeni bir buz çağı bekliyor olacak artık , karbon salınımı ve dizginsiz nükleer dünyaların yürek atımında siyanür soluyacağız, radyasyonik sıvılar damarlarımızda spin atacak ve 'hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için' yaşayan varlıklar olacağız!..
Bir gün, doğan gün, yeni bir Adem yaratacak balçıktan ve insanlık son bir kurtuluşun soluğunu çekecek damarlarına, son kez kurtulacak!.. Çünkü tanrı bu oyundan sıkılacak artık... Çünkü gerçekte, Adem'in bir insan olmadığını biliyordu o ve her seferinde başa, bir yineleme olan Adem'e dönmekten bıkacak ve kendi başarısızlığına pişmanlıkla göz yaşı dökecek artık...
Tanrı, insanın serüvenine acıyacak, insanlık tanrısı için göz yaşı dökecek... Çünkü ikisi bir ve aynıydı gerçekte, belki bilmezlikten görmezlikten geliyorlardı, belki bir rekabet vardı, belki düşman kardeşlerdi başlangıçtan beri, belki her şey bir kader ve bir 'yazıydı' artık, şimdi, şurada olduğu gibi!..
Anlam insanın içindedir, alışkanlıklarımızın dışına çıkan, çıkabilen bir şeydir anlam, binlerce tanımı olabilir, bilinen ve görünen, algılanan bir şey anlam olamaz, anlam yenidir, nasıl yanıtı olan bir şey soru değilse, olmaması gerekirse, anlamda; anladığımız bir şey olmaktan uzaklaştıkça, anlam kazanır!..
...
Bienalde, düzenleyici sanatçı Gülsün Erbil'in yanında -ki yaşamını toplumumuz için sanatın gelişmesine adamış, görünmeyen bir kahraman, bir Jeanne D'arc ve yılmayan bir sanat eridir- pek çok sanatçı Helen Kirwan, Hüseyin Rüstemoğlu, binlerce kilometre öteden gelen bir kiraz çiçeği Meiko Kikuta, Mounir Fatmi, Mustafa Şener, Nurdan Erçin (enstelasyonu bir çarpınç ve anlam denizi), Özlem Kalmaz, Vahit Yenihayat (işi gerçekten yeni bir hayat!..) var.
Şiiri, içerdiği sözcüklerden öte içermediği, dışarda, dışında kalan sözcükler belirlermiş!.. Öyleyse bunca sanatçıdan saydıklarımız kadar, sayamadıklarımız belirliyordur bu bienali, bugünden yarına kalıcı görsellikte basılmış kataloğu edinip, incelediğinizde görebilirsiniz; dünya dönüyor evet, anlıyor biliyoruz ama, Kerala'da neler oluyor, onları da anlayabilmeliyiz!..
Avrobesk kötümserlikle değil, arabesk, Asyatik iyimserlikle, kozmos estetik bir çabadır, sanatın özüyse şiirdir diyelim ve bir şiirle veda edelim...
''Düşünmeden, acımadan, aldırmadan / yüksek duvarlar örmüşler dört bir yanıma. / Şimdi umarsızlık içinde oturuyorum burada, / bir düşüncem yok aklımı kemiren bu yazgıdan başka; / Bir sürü işim vardı dışarda görülecek, / Nasıl da anlamadım duvarlar yükseldi de? / Ses soluk işitmedim çalışan işçilerden, / sezdirmeden kapadılar beni dünyanın dışına.''
Sanat; bizi -acımasızca- dünyanın dışında bırakan oluntulara karşı verdiğimiz bir savaşım; bir uğraştır...







''WESTEAST''
*
GALERİ X’DE BERTRAND FLOUR
Kim bilir kaçıncı kez ‘Louvre müzesinde artık canım sıkılıyor / can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor’ dizelerini mırıldanarak, polenlerden üzerime bulaşan ‘Mayıs Sıkıntısı’nı dağıtmak üzere, Sarıyer’den Taksim’e doğru yola çıktım. Minibüs, jantların parlattığı tekerlekler üzerinde, direksiyon adında başka bir tekerleğin yönlendirdiği, oturma yeri ve pencereleri olan, devinimli bir kulübe… Çayırbaşı yokuşunu tırmanırken, solda tilki kuyruğu çamları, sağda eğrelti otları, atkuyrukları ve ladin toplulukları var!..
21. yüzyılın Konstantiniye’sinde hâlâ bu tür ağaçların oluşu şaşırtıcı mı, ürkütücü mü bilinemez ama koruluklara insanların sokulmayışı, dahası buraların özerk bir bölge oluşu, giderek ağaç topluluklarının arkeoloji müzesine dönüşeceği, insan yavrularının taç yapraklarla tanışması için tuhaf ve pahalı turlar düzenleneceği, en kötücülüde yakın zamanda ‘Ölülerimizin balkonlara gömüleceği’ kuşkusunu uyandırması bir yana, birden kederle, güneşte uzaysı bir ufuk çizgisine dönüşen asfaltta, başları sabitlenmiş, sessiz birer kurban gibi giden yolcuların, artık geleceğin geçmişinde kalmış ama bir zamanlar yaşadığı savlanmış ‘Son Mohikanlar’ olabileceği korkusuna kapıldım!..
‘Çocuk düşerse ölür çünkü balkon / ölümün cesur körfezidir evlerde / yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların / anneler anneler elleri balkonların demirinde. / İçimde ve evlerde balkon / bir tabut kadar yer tutar / çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen / şezlongunuza uzanın ölü. / Gelecek zamanlarda / ölüleri balkonlara gömecekler / insan rahat etmeyecek / öldükten sonrada. / Bana sormayın böyle nereye / koşa koşa gidiyorum / alnından öpmeye gidiyorum / evleri balkonsuz yapan mimarların.’ (Sezai Karakoç)
Taksim’e gelince, yine de Sait Faik’i yad etmeyi, Ceneviz Cafe’de levanten ruhunu içime çekmeyi, Beyoğlu’nda göz süzüp, Bunuel ve Kral Salomon filmine gitmeyi tasarladığım için Tünel’e doğru yürümeye başladım. Öylesine yürürken, bir ara siyah-beyaz bir flamada, ölüm işareti gibi duran X yazısını ve üzerinde Grek tacı gibi nakışlı 'Galeri' başlığına gözlerim takılınca, bakan ama görmeyen, bahar yorgunu ruhum, belki karabasanlarından kurtulur, karadan kara, daha dingin bir gölge bulur umarıyla, daha önceden görmediğim bu galeriye girdim!.. Burada yeşil gözlü, Hera görünümlü bir sanatçı öncülüğünde, uzun zamandır resimler sergilendiğini ve sanatseverlerin beğenisine sunulduğunu öğrendim… Ve belki Grek, belki Latin kültünden bize kalan ‘Sanat arındırır’ tümcesine sarılarak, Kafkaesk bunaltılarımdan biraz olsun uzaklaşmaya çalışıp, son serginin ressamı Bertrand Flour’un resimlerine ilişkin düşüncelerimi yazmaya çabaladım…
Kadın-Erkek Kimyası / Woman and Man’s Fascination adındaki sergide, sanatçı kalıcı İtalyan kağıdı ‘Velin d’Arche’ üzerine siyah mürekkeple, bilgisayar destekli, amorfik ve naif bir resmin peşine düşmüş. Arı peteği gibi, dağınık mozayiksellikte, uçucu, düşünce ile hareketi, anlam ile biçemi birleştirme amacı güden resimler ama göz değmeyince, dil görmeyince bilişim hatası, sanal öylesinelik ya da yeryüzündeki herhangi birinin ‘Yağmur sıkıntısıyla’ yarattığı sıradan şeyler gibi duruyor ilk bakışta…
Oysa içine mitoloji, Cibran metafiziği, 'westeast' ve kozmik algıyla, erojen haritalar ve tinsel deltalar yüklemişler. Yalın olan ile usdışı olanın yanyanalığı, hep ve hiçin anlaşılır olana indirgenmiş kahrediciliğiyle bezeli atomik görüngüler. Resimler öylesine yoruma açık ki, anlam ve anlamsızlığın biyokozmik kolajında, üretken, ressama özgü bir evren oluşturuyorlar. Düşünce resimlere öylesine sinmiş ki, bulup çıkarmak için hem Deloslu bir dalgıç gerek, hem de zorlanmadan anlağınızda yüzebiliyorlar. Kadın ve erkek, yılan ve melek, doğa ve kösnü ressamın amaçladığı kavramsal sanata yeni bir akım getirmek amacıyla bir salınım ve yarışım içindeler…
‘Genellemeler?.. Pöh! Kırpalım kanatlarını. / olmaz, gölgeler kalabalığı değil, / olmaz çünkü bir santim toprağa olan kenetlenmeler ve ilişkiler toplamıdır. / Her şeyin özü budur. / olmaz ama sen, o, ben… / Aradaki farktır önemli olan, bunu bir an önce anlamak gerek. / Batsın genellemeler! / olmaz, uzay adamları onlar, birer kişi, / değil ama seslerdir ve özelliklerdir. / Kesin olan şey gözden uzak durur, / Etna gibi kabarır, ama gizler gerçek yüzünü. / Yaşam somuttur. / Ölüm de öyle. Anlaşıldı mı? / Özelliksiz olan soyut olandır, inan. / Selam sana somutluk, / Bütün kavramların / Katı çekirdeği: / Kardan indik şiire / Kutsal şeyler yerine geçen / Sözcüklerden yapılmış, / Ülküler yerine geçen / Ve güçlü inançlar yerine geçen.’
(Vitali Korotiç. Türkçesi; Yusuf Eradam)
Neo yani Yeni nedir, sanatın büyüsü nereden gelir?.. Bütün bu sorular çağlar boyunca insanlığın bilincini kurcalamış ve tam olarak yanıtını bulamasa da, sezgiyle baş edilmeye çalışılmış kavramlardır. Caspar David Friedrich, Rousseau’nun ve çağının ‘Doğacılığı’ ve doğanın kutsanması olgusu karşısında, doğaya tanrısal güç tanıyan ve onu ululayan resimler yapmıştır. Sanatçı (bir biçimde) çağının aynası / yansıması, zamanının bir bedene bürünmüş görüngüsü ve öncesinin tilmizidir. Öyle ki zaman ve çağ başkaca coğrafi birimlerde geçerken bile, aynı düşünce ve benzeş bakış açısını üretebilmiştir.
Birbirlerine şiirler okuyan ayrı anakaraların şairleri, temada ve biçemdeki benzerlik karşısında şaşırmadan birbirlerini anlayıp kabullenmişler ama yine de şaşkınlıklarını gizleyememişler ve bu etkileşim, tam ayrımında olamayacağımız alter ego bileşenlerinin sürklase ettiği metaforlarla, çağ-sanatçı, sanatçı-çağ (zaman / dönem) ikileminin yarattığı karşıtlık ve bütünlemlerle (uniform) sürüp gitmiştir.
Bertrand Flour’un resimleri, çiçek dürbününden fırlamış, çağın sanal ve matrixvari yaşamında, algı ötesinin algılanırlığı ve alışılmış algılarımızın dışlandığı bir eğretilemenin alçakgönüllü uzantıları, şahpadi olana uzak, avangart olanın uyumsuzluğunu üzerinde taşıyan ve sanki ‘Kaleidoskop patentli’ ''non / pentürler''. ‘Bu soluduğumuz hava mı sence? Hava ise her şeyi kokusuz, tatsız, üstelik görünmeyen yalın çizgilerle anlatabilir miyim?..’
‘Silinmeyen bir yıldız duruyor orada / gümüşün ortasında / kül renkli kuşun olduğu yerde. / Ortancaların kurşun döktüğü / kasımpatların metal koktuğu. / Üçgenlerin içinde ne var? / Ne var prizmanın iyi kenarında / Süs yoluna çıkan piramitlerin? / Cüneyt! Elinde kurtlu asa / ben varsam sen de varsın / o yol kenarında... / O yol kenarı / Lizbon’da bir boa mı Cüneyt, / Lizbon’da bir boa!..’
Bertrand Flour, hiçlik duygusu uyandıran tarzıyla, anlak ötesine geçmiş, usun sınırlarını zorlayan, çağımızın sınırsız ama anlaşılır bir dil arayışının ‘İsa görünümlü’ yeni Albrecht Dürer’lerini anıştırıyor belki de!..
Köylülerin işini yapmamakta direnen kaymakamla, Bektaşi arasındaki diyalog şöyle;
‘Nasıl olur da kayıtsız kalırsınız, üstelik akrabayız!
–Nereden akraba oluyoruz!..
–Şimdi sen kaymakam değil misin!
–Evet!
–Daha sonra ne olacaksın?..
–Vali!
–Peki daha sonra ne olacaksın?
–Belki reisicumhur filan!
–Daha sonra!
-Hiiiiç…
-Tamam, işte ben oyum, onun için akrabayız!..’
Sonsuzluk nasıl kavramsalsa, hiçlik duygusu da karamsarlık demek değildir, tam aksine ondan yararlanmalı ve umuda dönüştürebilmeliyiz!..










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder