4 Haziran 2018 Pazartesi

'KAFAMDA BİR TUHAFLIK' VAR


Oryantalizm, bir kez daha batı kültürüne biat eden 'şark aydını'nın yeminli tercümanlığına soyunarak, klasik doğu aydınının ezeli kompleksini kaçınılmazlıkla yerine getirmiş ve içinde bulunduğu toplumun alt katmanının biraz üstünde, üst katmanının oldukça altında seyreden Mevlüt adlı bozacının romanını yazmış!..
Şu periferiye her zaman hayran kalmışımdır, adalarda, neonlarla dolu göz alıcı semtlerde / sokaklarda, odalarda büyümüş zadegan ve kolej (Robert) çocukları toplumun bu katmanını nasıl bu denli açığa çıkaran pitoresk / pikaresk bir destanı, kraldan fazla kralcı edasıyla böylesine dile getirebilirler!.. Onlarda bu yetenek var, kamçılı vali statüsünün evlatları inanın bu konuda olağanüstü yetenekli, çok iyi ve ayrıntı çeşitleminin okyanusunda ultra bir donanımla yetiştiriliyorlar!..
Basit bir örnek, kolejli kadın sanatçımız, balık ekmek satıcısı adamın bitkin refikasına nerelisin dedi, kadın Erzincan ilçelerinden bir köye kadar gitti, zorlukla konuşan kadın apriorik bir hata yaptı ve aydınımıza sen nerelisin dedi, kolejli ve bu kadının sosyobiyolojik ve olabilecek tüm kültürel diasporasını kendisinden daha iyi hicvedebilecek sanatçımız bir an duraksamadı bile; Şıkırdak'lıyım ben dedi!
Hiç yoruma gerek yok, sanatçımıza hem hayran kaldım, hem de o çevrelerden biri olarak utandım, kadın sorusuna verilen yanıtın, gerçek olmadığını sezdi mi bilemem, ama bu 'superior' kolej zekasını / yetkesini kavramayan, bunun gerçek olabileceğini bilir, düşünür, gerçek sanır, üzücü olan sanatçımızda kırsaldan, köylü, köylümsü, taşralı fundamental olarak!.. (Bu konu hep tartışılır bizde burjuvazi var mı diye, madem ki bu kerre mağlubuz ve batı kültürünün çığırtkanlarıyız, burjuva, sanayi devriminden geçmiş kitlelerin, çağın teknolojisini üretmeye ön ayak olmuş; donanımın tüm sac ayaklarını yerine getirip, bütünlemiş, varsayımın kültürünü, sanatını, bilimini, ekonomik, sosyal tüm viyadük ve varyantlarını, çağcıl ölçekte, sürekli geliştirip, yenileyip, avangart çekiti (lokomotifi) olmayı başarmış ve sonuçta, batılı toplumun bu öncü, motor ve sermayedar hacimle dal budak salmış kütlesine burjuvazi adı verilmiş, bizde ise onun misyonerlik şubeleriyle iç içe olmuş, montajcı, fasonist, kurtakçı bir kopyası, kuklası ve aslına -efendisine- hizmet eden bir klonu üretilmiştir.) Ne ki aldığı / edindiği kolej kültürü, toplumunu aşağılayan ve bunu korkunç biçimde sezdirmeden yapabilen kolonyalist bir densizliğe dönüşmüş, mankenin oyu iki sayılmalı diskurunu üreten, türün öbür bireylerinin ürettiği bir tavır, tepedenci bir gözbağcılık bu, kökenleri ne tuhaf bağlantılar içinde görüyorsunuz... Bu örnek değil gerekçesi, bu geniş ve yüz yıllık bir spektrumdur ve bilenler bilebilir.
Kitap, tümceleyip, sözü ettiği yaşamın ayrıntılarını kahramanlarından çok daha iyi bilen bir kültür duayeninin, görevini kusursuz bir çılgınlıkta dile getirebildiği görkemli bir roman. Varoş ve vulger bir hayatın içinde yaşayan Mevlüt'ü bir kobaymışçasına, büyük bir ustalıkla içini dışını anlatıp, x-ray cihazından geçiren, tüm organlarınının röntgenini çekip, analiz eden, gizlerini ele veren, usa sığmaz derecede, Mevlüt'ün kendisinin bile bilemeyeceği hassalarını, acı ve acz dolu yaşamının inceliklerini, ele geçmezliklerini büyük bir ustalıkla sergileyip, ortaya koyan devasa bir vodvil.
Şark kurnazlığının pençesinde kıvranan Mevlüt portresinin, Zeytinburnu'nda, Tarlabaşı'nda varoşlarda süren anlaksal yapısının, trajikomik ve gülünesi / ağlanası yaşamının, damarlarında akıp giden yaşamının bir cisim (cismani / ruhsuzcasına) boyutuna indirgenmiş adamının, aşağılık, üçkağıtçı, dayanaksız ve gülüt yanlarıyla, ciddi bir 'Komikçi' filmi eşliğinde; yazarının İvedik'leşmesi ve hatta edebi Gora'lığa soyunması çerçevesinde olağanüstü bir yergi, taşlama, drama, hissedilmez bir heccavlık ve aşağılama dolayımın da akıp giden tuğla büyüklüğünde bir klişe, klasik bir edebi hoyratlık, korkunç bir ustalıkla kaleme alınmış, alışılmış ve dehşet salan, ucuz ve kokuşmuş bir varyete!..
Yazar, varoşun kaçak elektrik kullanma hilelerine ve kurnazlığına o kadar incelikli ve ağırlıklı yer vermiş ki, ciddiyetin utanç vericiliği, komedyayı o denli aşıyor ki artık, 'Yoksa sende mi Zeytinburnu çocuğusun' diye haykırasınız geliyor. Üstelik şunu unutmuş, elektrik saati, görevlinin resmi çalışma saatlerinin dışında, akşam 5'de, zamazingosu / zımbırtısı sökülür ve sabahın resmi çalışma saatinin başlangıcı 8,30 sularında takılır!.. O saatler içinde sayaç elektrik kullanımını kaydedemez, en basit yöntemlerden biride budur. Kusursuz ve günahsız. Varoş doktoru Selim böyle yapardı.
Şiddet tanrı işi değildir, insanoğlunun bir klişesi, onu bizzat üretiyor ama kitapta 'İnsanlık Komedyası' gibi derin bir gülünçlüğün ediminde, karikatürize edilen şeylerin temel kaynakçasından söz edilmeden, sanki tanrı eliyle yönetilen 'karınca söylencesine' dönüşen afişlemeler, yazık ki çok trajikomik görünüyor ama roman burada bu görümlerin sözcülüğünü üstlenerek ya da eylemi su yüzüne çıkarırken, salt 'sahifelerin' birini gözler önüne seriyor, Mushaf'ın diğer yapraklarını gizliyor, okur yabancı değil, suyun bir damlası bile ıslatır derken, sonuçta okyanuslara bile isteye övgü düzen bir aczin romaneskliğine dönüşen yaklaşımların hazin şöleni bunlar, yazarın şirürjisi bellidir, öngörüsü ve songörüsü bilinir kaçınılmazlıkla, öyleyse ustalıkla gizlenmiş, hedonst bir açlığın, hırs ve kindarlığında, işbirlikçi, jurnalist ve görünmez, sezilmez, bilinmez derinliklerde bir ideolojinin sadık kölesi, Zadig ve köpeği öyküsünde olduğu gibi 'ideolojisiz ideologlar romancılığı' kisvesinden, konumundan çıkmadan, Köroğlu Dağları'nı çağrıyıp, Regis Debray metafiziğine soyunur gibi haykırıyor olmak, yazınsal bir Salierilik olmaktan öteye geçebilir mi, yazarımız bunu bir görev bellemiş demek ki, değilse de vargı o, ne yazık ki, kelebek dövmeli ahularla süslü, Gordon Paşa ve Mehdi, alkışlar ve kortejlerin masalları ne tür bir gözlemin, gerçeğin ve yeniliğin parolası, albeni dolu bir bakış açısı olabildi şimdiye dek, ah erik ağacının tüysü çiçeği penceremizin camlarına yaslanırdı, ne güzeldi, buruk, iç yakan kokulardı onlar, egemen kültürün, sözün gücünün, buyruk emperyalizminin kobaylaştırdığı bir zavallı serenat bunlar... Ekonomik gücümüz, dünyaya karşı sürebilen, sosyal katılım payımız, malımız, mülkümüz, çoluğumuz çocuğumuz, kültürümüz: Varlığımızı, yaşıyor olup olmadığımızı belirliyor biliyoruz, yinelemeler neye yarar...
Kitap o kadar çok mastürbasyondan söz ediyor ki örneğin, (ter ve emeğin sömürüldüğü, içgüdülerin tutsak aldığı bir dünyanın insanının kim olduğunu bilinçlere nakşediyor artık yazarınız, aşağılık bir düsturun yeni bir salası mı, yoksa minicik göğsü kadehlere ölçü olmuş Antuvanetlerin o ilahi, malum dedikodusu mu bu, biz de aynı yoldayız, yazarın yazarlığı buysa sayfacılarda tabi kurcalanmış saat gibi, günde iki defa ahiret sorusunu bilip, yanıtını söyleyebilecektir.) hem de vulger deyimi açıkça kullanarak, öyle ki bir ara bütün insanlık okyanusun kıyılarına dizilip mastürbasyon yapıyor sandım, kuşkuyla pencereden baktım, kimsecikler yoktu, camlarda tül perde bile, kadının biri mutfakta oyalanıyor, çocuk renkli bir ekranın karşısında hoplayıp zıplıyor, balina çığlığından beter biri yastığın altında uyukluyor, aşağıda bir köpek çöp kutusunu karıştırıyordu. Kitabe'ye sunturlu bir küfür savurdum, dedim ki bu mastüre halleri bu derece abartıp toplumsal çözümlere ulaşılabilseydi, o kutsal sayfalarda, inanın her kıtada bir Sayrıevi yeterli olurdu, sen de Priapizm'e ilişkin bir araz mı var ölümsüzlüğü arar ölümlü, pantolonlu deltoit yaratıyorsun sürekli...
Çare; Mae West'i izle çok nemfoman, somatik acılarını dindiremeyip, suçu başkalarının üzerine atan elim ruhlara yardımcı olabilir!..
Mevlüt'ün romanının korkunç viyadüklerinde bir ayrıntı es geçilmiş, gönüllü misyoner Şerlok Holmes, cinayeti işlerken önemli bir kanıtı unutmuş ne yazık ki... Bayramlarda, seyranlarda Mevlütgiller gelen konukların pabuçlarını eşiğe dizer ve mülk sahipleri bu ayakkabıların çokluğuna göre, ailenin sosyal gücü, trend ve tandansı, rantabl derecesi ve yaşamın cilvelerine karşı göğüsleyebileceği suni denge mantalitesini buna göre hesaplar ama çarpım ve bölümü çok çabuk elde edilebilen bir denklemdir bu, şipşak olup son derece basittir, kimde çok ayakkabı dizilmişse en güçlü aile kesenkes odur.
Şakir'inde romanını yazar bir gün bu vasat ve bir üslupdan yoksun 'hakayıkçı' (aktarmacı, argoda mavalcı) sanatçımız. Psikolojik analizden yoksun, yüksek çözünürlü, yüzey spektrumlarından alabildiğine uzak, tinsel atmosferlere gücü, belki de bile isteye yetmeyen, artık demode ve bayatlığı, bayağılığı bile yinelemeye dönüşen, acınası bir 'foto romancılık'... 19. yüzyılda, Roman Çağı'nda bile basmakalıp öğelerin eşliğinde, dehşetengiz ama alabildiğine ucuz bir söylemin peygamberliğinde, böyle romanlar yazılmadı. Bunlara cep roman dediler bir ara, best seller oldu zaman zaman, son adı da 'Sahibine göre kişneyen atların' haradan çıkarak, demir yolu tünellerinin içinde yitip, bir zaman sonra, aygırlar, kısraklar ve tayların şahlanışında, tünellerden hayaletler ordusu gibi çıkarak, katarlar, konvoylar ve vagonlarla, ardında kıvılcımlar bırakarak, göğe yükselişlerinin Vâridât'ı olsun!.. Deliliğin edimleri, sıradan gerçekleri gevelemeyi, bıkıp usanmasız yineleyen, Adem'in biçare nesnelerini yad etmekten iyidir. Yineleme sırattan atlatamaz günahkarı ama saçma ve us dışı olan, tanrı indinde daima makbuldür. Çünkü iç açıcı, düş açıcıdır.
Bugün Mevlüt, yarın Şakir, öbür gün Hayriye'yi anlatanlar, İsa ve Muhammet'in gizlerini ne zaman anlatacak, Sezar'ı, İskender'i, Hitler'i, biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz mesellerini, tüm belgeleriyle Mevlüt'teki gibi dehşet veren, içler acısı kozmikomikliğini ne zaman gergefe dolayarak, örecek ve gerçek dışı gerçekler ne zaman mezura gibi akıp gidecek!.. İnsan insanla ne zaman yüzleşecek!.. Sahip olduğumuz uygarlığın günahkarlarını, masumlarda arayıp, tanrıyı yadsımanın yollarını, ne zaman iman ve inançlarla süslemekten ve barışın ve insanseviciliğin bin bir türlü atraksiyonlarında 'münkirlerle' el ele, karşı koyar görünmenin tatlı işbirliğini yaşamaktan ne zaman vazgeçeceğiz.
Sonuç şarkın evlatları olarak, yine de şark güllerine hayranızdır, batı kültürünün ferdi fonluğunu taslarken, ne kadar doğuya doğru koşturan münadi olduklarının ayrımında değiller, Tuhaflık'çıların alayı, devrim diye çiklet çiğneyip, Hilton'da pansuman olurken tatlılıkla sırıtan bir sefarad (göç etse bile hacı yatmaz gibi daima ayakta kalabilen) ve akmaz, kokmaz, bulaşmaz begonvillerdir!.. Ahval buysa doğuya hayran olmamak elde değil, Yunus gibi felsefeyi şiirleştirebilen ilk ve tek örneğiyken evrenin, sade suya tirit, havadan sudan romanlar yaratıp, ödül almak gibi becerileri de kozmosun hiç bir sathında yok, şapkadan tavşan çıkarmakta üstüne yok kısacası!..
Tren doğuya gidiyor ama içinde büyük bir dinginlikle, kamçılı kondüktörler basgeçlerini soruyor 'uyanılmaz uykulara varmadan'cılara, yüzyıllarca denetleyebiliyorlar nasılsa, üstelik adaların, modaların çift hörgüçlü potuklarını sırtında taşıyan bir görkemin, ürkütücü cilvesiyle afra tafra yaparak... Bana bir ego verin dünyayı yerinden oynatayım. Adım, şanım, şöhretim hayatın üstündedir... İşte, hayat nedir diye sormadan yaşanabilecek en güzel masal budur!..
Roman ise, Bütün Dünya ve Reader Digest dergilerinde görülen, kuş uçurtmayan ve otuz iki kısım tekmili birden çiftatan, yaşam sergüzeştlerini andırıyor, tefrika gibi, hızla ve zevkle okuyabilirsiniz, geride kalan ne; boynunuza takılmış manipüle bir saman torbası, 'Tek Boynuz' trenler geçiyor iyi bak... Elbette kolej kuvözlerinde yetişmiş bir insanın, bir ya da iki tiradı size esin vermese de gülümsetebilir.
Bu romanları Orhan Kemal yazdı, Bekir Yıldız, Fakir Baykurt daha alttakilerin versiyonlarını yazdı, daha başka yazarlarımızda vardır, Steinbeck, Jack London, G. Washington'da yazdı!.. Bütün dünya yazdı versiyonlar cennetinde kulaç atarak, yapıt Ağır Roman gibi, Metin Kaçan'ın kitabını andırıyor ama dil olarak değil, mantık ve konu yakınlığı açısından. Ağır Roman bu kitap gibi değil ama o edebi ve kayda değer bir kitap.
Sayfalar, varoşun iç dünyası ve alışkanlıklarını Umberto Eco yoğunluğunda dile getiriyor, ne ki bir roman değil bu ne yazık ki, bakkal defterinde kaydı geçen dünyevi borçluların, bağrı yanıkların, 'mal sahibinin gözetiminde' sürüp giden itirafları, bir tür fabl sanki, canlıları konuşturan, 'Basü Badel Mevt' borcundan doğan yükümlülüğün sadakatle yerine getirilmesinin, ruhlara dinginlik veren şatafatı ve eski bir hatıra defterinin, tozlu altın varağının restoreye uğramış, mutant'ik bir yeniliği, Mevlüt yeniden klonlansa yüzyıllar sonra bu kitaba bakarak kurgulanabilir belki!.. 'Mal sahibinin gözetiminde' piyasaya sürülmüştür notu düşülerek...
Bu neye yarar, şimdiye dek bunu yapabilmiş milyonlarca 'Şark Kuşu' var. Kitabın edebi değeri sıfır, anlatım değerinin libido hızı yüksek, batıda geçerlilik notu; uzayda da geçer, belki yıldızlı pekiyide yetmez... Sezdirmeden, belki yazarı bile ant vererek, amacım o değil diye Pierre Loti'nin Aziyade'sinde olduğu gibi, avaneyi iyi niyetli olduğuna inandırabilir, bu yankesici bir ruhun masumiyeti gibi görünse de, sofistike bir saflıkla kanabiliriz, bütün ustalıkta bu mesahadadır zaten!.. Kitap sıfır ama aurası daima Hong Kong'dan Newyork'a, Şikago'dan Şanghay'a dek radyasyon bulutları taşıyabilir öyle demeyin...
Sonuç; oryantal ve sahibinin sesi bir romancının utançla yinelenen, bıkıp usanmasız bir klişesinin yüz kızartıcı serenadı, bu mantığın modası geçti ama bu tür sanatçı görevine o kadar sadıktır ki; bu yolda ölür belki de ama Şıkırdak'lıyım demekten asla vazgeçmez. Onlara göre doğu içler acısıdır, ne yazık ki yaşamıyordur, insanlık müsveddesi bir trajikomikliğin içinde gelip geçen bir sabah rüzgârıdırlar. İnsanlıkta, değişmeyen bir tekamüldür!..
Bu tür romanı yazanlarda; ucuz bir mantığın halkalı kölesi, misyonerlik şubesi ve bir kamçılı valisi edasında, yaratılmış uygarlık düzenimizin; sözcüleri olarak, görevlerini sadakatle, bağlılıkla yapan zemberekli bir emir eri gibi geçip giderler, resmi tarihin ışıksız, ıssız, dilsiz koridorlarında, öyle ki mülk sahibi bunu bizden daha iyi bilir, yoksa yinelemeler, yinelenemezdi...
Elinize ne geçti kanaat önderi...
Para, mevki ve Cihangir'den evine doğru, yelkenli bir gemi gibi kamburu ine çıka yitip giden bir ikirciğin, giderek solan sureti... Uzaktan kumandalı bir meczubun, silueti... Şarlatan doğuluysa, Şarlo'tan'da batılı!..
Düşünceniz nedir sizin, köleleri, yoksulları tarih boyunca aşağılayıp, gizil bir iğvanın kollarında, niteliğin yordamını sürgit üst perdelerde arayan, salnamesi olan, bir vahşiyaneliğin fani münadileri olarak güçlülere tapınmayı salık vermekten, övgülere boğmaktan başka... Mevlütgiller, tarih boyunca göz yaşı döktüler, bir umarın peşine düşmediler, düşemediler, yargıcı yargılamak için yargıç aradılar sonsuza dek...
Yazarımız, Nazım'ın, Mehmet Akif'e duyduğu saygının nedeni olan bir 'İnanmışlık' içinde olabilir ama ne yazık ki değil...
Çünkü; yinelemenin de bir karşıtı var, ters yolda giden iki paralel doğru, birbirinin zıttı değil mi, kolajın ve kolaylığın saltanatında cirit atan kalemşorunuz, batının yarattığı uygarlık sisteminin, barbarlık ve sömürüye dayandığını, silahların ve nükleer gücün gölgesinde sürüp giden bir Çoban Aldatan Kuşu olduğunu, tüm detaylarıyla açığa çıkaran bir roman yazabilir mi... İki Dünya Savaşının sorumlusunun batı olduğunu, emperyal ve acımasız bir anarko kapitalizmin pençesinde, onun yeryüzüne yayılmış ahırlarında tüm insanlığın inlediğini ve bunun sonumuz olacağını ima eden satırlara secde edebilir mi!..
Batı uygarlığının, aslında kan üzerinde yükselen, el koymaya ve tüketime dayalı, gerekirse yapay savaşların acımasızlıkla servis edildiği bir FrankŞeytanlık olduğunu ileri sürebilir mi... Doğunun 'Anti Uygarlıkçı' ve umarsız aydınlarının dile getirmeye çalıştığı gibi; mazohistçe bir tutum içinde sevdalanıp, savunduğumuz şeylerin, bir oyun ve batı toplumlarının ne pahasına olursa olsun refahını, safahatını amaçlayan, kanlı bir fars düeti, gemi azıya almış bir koro olduğunu söyleyebilir mi...
Hiç bir zaman yapamaz bunu, Amerika'daki üniversitede işine son verilir, tutum ve düşüncelerinden dolayı olduğu asla belirtilmez, üniversitenin içine düştüğü darboğaz nedeniyle alınan tedbir çerçevesinde olduğu alabildiğine nazik -Şıkırdaklı- bir dille belirtilir ve hizmetlerinden ötürü kendisine sonsuz teşekkür edilir. Mezarında şu yazacaktır artık mudinizin, 'Harbin tevlit ettiği bazı yaralar yüzünden vefat etmiş olup, cesedi bir Ağustos günü, Cihangir-Manhattan yolu üzerinde bulunmuştur!..'
Ayrıca prestiji, görünmez bir elin manivelasında hızla aşağılara sürüklenir ve ölüsü belki de bir çöp kutusunu süsleyecektir artık.
İkinci sorunda şu, tatlı sularda seyreden bu orkinos, fason burjuvazimizin incilerini dile getiren -non stop hedonizm, sonsuza dek 'in' Mevlütizm ve ruhları sakinleştiren, pamuksu bir safracılık, namı diğer ve 'evrensel' bir kafes kâtipliği, kölecil öç ve ödlekizm- bir roman yazabilir mi, yüksek sosyetenin iç çamaşırlarını en az Mevlüt inceliğinde, iç gıcıklayıcı ve beyaz yaka suçlarının cennetinde yükselen morfinmanlığın derbederliğinde, tütsülerin içine dalarak, barların, pavyonların, diskoların, hidromellerin, kokainman, eroinman, lsd, marihuana, fahiş, fuhuş, 'Cinsel Ayrılıkçı' israf cehennemlerinin ortasında, bu Kaligula diyarının hengamesini, ortasına bağdaş kurarak, hangi Mevlütlerin ve hangi milyonlarca Rayiha'nın (Mevlüt'ün karısı) kendi kendini tavuk tüyüyle kürtaj etme fırsatını bile bulamadan, yok olup gittiğini anlatan mezbaha ve musalla taşı üreticisi, bu vahşi sosyete uygarlığının ipliğini pazara çıkarabilir mi...
Üretmeden tüketiniz, hepimiz halkalı köleyiz, yok birbirimizden farkımız, bakın fırsatlar cennetiyiz ve benim halkam çın çın, çil çil öter, ses çıkarır sloganıyla yılkı beygirlerinin bile ağzını sulandıran, kavak yelleri gibi serinlik yayan, huşu ile ürperten mavallara göğsünü gererek, 'Boğaz'ın acılı senfonisini dile getirebilir mi...
Yoksa pamuksanla, bakıryan arasında, soyut postülalar, kare ve küpler, algoritma ve kare köklerle, karınca karnını bile doyurmaz, led aşısıyla pırıldayan momentum ve vektörlerin, eylentisiz, pratiksiz kuramlarında kuduz yayarak, hiç bir nene yaramayan, üstyapı dalgalarının hıyanet dolu sihirbazlığında, şapkadan tavşanlar çıkararak, izmarit müzeciliğine soyunmanın dehşeti ve şehvetiyle nalları dikmeye talip olmanın sarhoşluğunda, kıro-magnon bir marmeladi ırkın ahfadı olmanın, sürgit azı dişleriyle gurur duyan bir homohome'un mürekkep öğüten bir değirmeni olarak, ebediyen sahte profilden Hernani'sini mi yazacak!.. Gülümseyen bir eril Madonna olmanın kaotik bulanıklığında, açlığı bir türlü giderilemeyen kukla dünyaların madalyonu parlayan bir neyzeni, redingotlu ama kuyruk sokumu daima açıkta bir Homongolos'u mu olacak!.. Sayısızcası gibi...
Vergi kaçakçılığının, geri dönmeyen milyonların, yoksulların dilinin bile dönmediği kredilerin, plasmanların, sübvansiyonların, kaçakçılık, uyuşturucu ticareti, kolpa-parsa savaşları, köle ve beyaz kadın tacirliğinin handikapları ve gökdelenlerde yapılan pazarlıkların, yazarımız gibi aydınların, aslında vahşeti gizlenmiş bir şaşaanın, heybetin ve görkemle dolu sefahatin parmak çocukları, Pinokyoları, hatta tasmalı baykuşları olduğunu alabildiğine açığa çıkaran bir roman yazabilir mi bu işveli dünya palyaçosu narodnikiniz... (Yoksa yoksullar gibi dili mi tutulur, bu başka ve ayrılıkçı dünyalar karşısında!..)
Ne yazık ki yazamaz... Yazmaktan korkmak şöyle dursun, hayalini bile kuramaz!.. Truva Atlığıyla geçen ahir ömrünün Bloody Mary sarhoşluğunda salıncak gibi devinerek, Saba Melikesi Belkıs gibi esner ve ebedi uykusunu bekler!
Mevlüt ve karısının çarpıklıklarının, Turhan Selçuk'un sosyeteyi hicveden 'Bir Köpeğin Anıları' adlı çizgi romanında görülüp, duyumsanacağı üzere, sapkınlık, düşkıran bir acımasızlık ve us dışı bir hayasızlığa varabilecek sosyetik panoramasının, Mevlüt'ün dillere destan trajikomik yaşamının yanında, kozmikomik düzeyde kalmak şöyle dursun, şakanın bile ötesine geçemeyeceğini dile getirebilir mi, son iç çekiş köyüne elveda bile diyemeden!..
Yazarımız, görünen ve bilinen dünyamızın ucuz ve bayağı Don Kişot'luğunu aşabilecek kalibrede bir yazar değil. Belki kimsede değildir... Tarih boyunca yinelenmiş ve yoksulların baladını, kendi bilinçaltındaki tuhaf, insani ezikliğin gücünü, emir komuta zincirinin düzenbazlığında, bile isteye saklayarak, gırtlağından solumanın hokkabazlığında, yüz kızartıcı hülyasını, bir sancaktarlığa çevirip, albeniyle sunmak dışında!..
Sanatın gücü öncelikle kendine yetemez. Sanat kurulu düzenin, olmazsa olmazıdır ve 'Karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir' yasası uyarınca, görevini bağımlılıkla, sevdayla yerine getirir.
Onun için o ve ben, yazar ve sen 'Yüzüklerin Kardeşliğini' kutlayabiliriz artık, çünkü bir adım öteye geçemeyeceğimizi biliyoruz. Yazarımız bu acımasız gelgite ve güçlünün zayıfı tarih boyunca aşağılayan klişeye, Mona Lisa tebessümüyle bakabildi ve bu hor görünün el üstünde tutulan yakışıksız hazzını yakalayabildi ve bir artı değere çevirerek ilahi ağzının salyalarını altın peçetelerde silebildi, artık o bir 'Author' ve yıkılası tarih bir kez daha tekerrür etti!..
Ama işte okurun umarsızlığı, düşüncesini, eline yüzüne bulaştırmasına yol açtı, sorunsalın bir yüzü de acaba bu değil mi?..
Yine de bizlere bu aldatmaca ve sürüp giden oyunun gözyaşlarıyla avunmak kalıyor. Tarihin içinde dinmeyen, sürekli yinelenen, tanrıyı yadsıyan, inançları sarsan ve ama yine de her şeyin tüm acımasızlığıyla yinelenmesini, sürüp gitmesini sağlayan bir paradoks, insan soyunu aşağılayan, utanmazlık sınırlarının ufuklarını aşan, arşınlayan, dört nala herkesi ve her şeyi silip süpürerek, dilediğince at oynatan, çehresi peçeli, yüz kızartıcı bir şey var... Bir oyun... Tanrıyı mı sorgulamalı, insanı mı çarmıhlara germeli!..
Ne yapmak gerekiyor diyebilirsiniz?.. Sanat hiç bir zaman ne yapmak gerektiğini söyleyemez, ne olduğunu gösterebilir!..
***
BORGESYEN DRAM
Borges'e neden Nobel verilmedi, vermezlerdi, çünkü Borges batılı değil tam anlamıyla doğulu bir yazar.
Yaşar Kemal'den bile doğulu belki de... Böyle bir yazar Nobel alsaydı eğer, doğu kültürünün ne kadar saygın, derin ve bırakın batı kültürünü, tüm dünya kültürlerinden bir başat kültür olup, dünyamızın felsefi, hayret verici ve büyülü kültür birikimlerinden biri olduğu ortaya çıkacaktı!..
Nobel ödülü manipüle, gizli bir düzenbazlığın ödülü duygusu uyandırıyor ne yazık ki. ''Baskıya karşı çıkan aydınlar tasarımıyla'' batı kültürünün kendi ülkesinde savunuculuğunu yapabilen her yazar bu ödüle ulaşabilir.
Orhan Pamuk o kadar batı kültürünün etkisi altındadır ki, doğuya ilişkin, doğu kültürünü yücelten bir tek satırı bulunmuyor, belki bu konuda yeteneği de yoktur.
Yaşar Kemal nasıl Nobel alamadıysa, Borges'de bu ödülü alamazdı, nerede baskı düzenbazlığıyla, gerçek, yarı gerçek ama efendisine hizmeti öngören bir örgütlenme var, batı kültürüne ''biat eden'' mühürlü dragoman, damgalı flaneur, o ödül alıyor. Boris Pasternak'tan tutun Yasunari Kawabata'ya kadar herkesin anlayabileceği ve her yerde geçebilecek sade suya tirit diye betimlediğimiz, yapıt veren veya kendi kültürünü toplumunu kibarlıkla aşağılayıp, jurnal eden, dandiliği, hiç kimselere bırakmayan, boyun bağlı kaplumbağalar var (Fransa'da kaldırımları arşınlayıp kafelerde ömür tüketen aydınlara verilen ad), bunu anıştıran her tür yazar Nobel adayıdır ne yazık ki...
Borges, Nobel alsaydı, dünyada doğu kültürüne, Anadolu, Arap, Fars kültürüne yoğun ilgi olacak, nice paradoks, soyutlama, büyü ve fantastik düşüncenin altında derin ve yüzyılların birikimi bir çabanın varlığının olduğu su yüzüne çıkacak ve hak tanırlığın gözettiği bir saygınlığa kavuşacaktı belki de artık doğu kültürü!
Ama Borges, bu hatasının farkına vardı, büyülü kültürlerin hayranlık veren denizlerinde -özgürce- kulaç atmanın, görünmeyen bir tutsaklığın zincirleri olduğunu anladı, özgürlüğün başka bir mantalitenin köleliğine giden yolların parkeleri olabileceğini sezdi. Bu görünmez, umursamazlık ve görmezden gelmenin kör kuyularından çıkmayı denedi ve ABD ye gitti, Kanossa Kapısı'nda karlı bir kış günü papadan af dileyen Henry gibi af diledi ve Büyük Birader'in ayaklarına kapandı, ama kapanan kapıların bir daha açılmaz olduğunu, 'Yazın' gibi büyülerle, tazılarla, uçan oklarla kapıların açılmayacağını anladı ama artık çok geçti...
Ömrünün sonuna doğru Brodie Raporu, Kongre gibi aslında doğulu düşlemlerin ve kendi biçeminin üzerine batı dünyasını, kültürel algısını monte etti ama son hamlesi onun aklanmasına yetmedi ve ne yazık ki şimdi öbür dünyada tanrının verdiği ödüllerle teselli buluyordur belki de...
Oyunu kurallarına göre oynayan dünyanın tüm manipüle ve 'makam' jurnalisti yazarlar da Orhan Pamuk gibi, Cihangir - Newyork arasında yüzeysel ve keder veren bir saygınlığın elem denizlerinde çırpına çırpına yok olup gitmekle oyalanıyordur artık. Bilinmez!..
Çünkü bu oyunun figüranlarının adı, tarih boyunca yinelenen bir sözcük; Truva Atı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder