3 Haziran 2018 Pazar

ULUS DİVANI



SANAT VE DİL
(17.11.2013. düzellti)
 
Bir süre önce İstanbul Modern Sanat Müzesine gittim, pazartesileri kapalıyız dediler, bu durum güzel sanatlara olan ilgimizin boyutlarına ilişkin ayrımlar sunabilir, müzelere ne denli az uğruyoruz ki kapalı olacağı günün hangisi olduğu bilincinden yoksunuz. Ertesi gün yine gittim, elbette çok beğendim ama gerçek mülk sahipleri hemen oranın bir modern sanat müzesi olmadığını ancak bir 'müze' sayılabileceğini kulağıma fısıldadılar, oysa ben sanat için anlatılan en geçerli fıkranın bir eşeğin kuyruğuyla Dali’nin yaptığı tabloya yapılan anıştırma ve ‘bunu ben de yaparım’ biçiminde bir fütursuzluğun kuşağından biri olarak müze olsun da ne olursa olsun mantığının kurbanı bir kategorinin içine girmeyi çoktan kabullenmiş biriydim. Sanata, güzel sanatlara ilgiyi artırmak kolay ama çok boyutlu bir şey, örneğin sosyal dengeler birbirine yakın olacak; kişisel sorunlar taşıyan insan sanata yönelebilir ama sanatı anlayacak gücü kendinde bulamaz, yani hepimiz şiir yazabiliriz ama şair olabilmemiz koşullara bağlıdır, oysa kendimize bağlı sanırız.

Bunun gibi ilgiyi artırmak için örneğin ilköğretimde bir müze veya antikite dersi konamaz mı, şunu demek istiyorum, ayda bir de olsa bir ders adına örneğin Arkeoloji müzesine zorunlu ziyaret yapılmalı veya ayda bir gün, bir sınıf o günü dışarıda kültürel, sosyal izlenceyle geçirmeli, ama bu servis, para, anlayış ve çeşitli olanaklar isteyen bir şey, oysa biz okullarda henüz ısınma sorununu bile çözebilmiş değiliz, bunun kesin tanıklarından biriyim. Ayrıca görsel ve yazılı basın bu ilgiyi artıracak sıcak tutum içine girmediği için, bizde sanat diğer alanlarda olduğu gibi bireysel atılım ve girişim işiymiş gibi gözüküyor, oysa Rönesans ve reformda görüldüğü gibi sanat bireysel değil toplumsal bir olaydır, köklü geleneğin temellendirmediği bireysel anlayış ve atılım ancak işgören sanatçılar yaratabilir.

Sanatsal bir uğraş o denli büyük değişiklikler yaratır ki insan üzerinde, dünyayı neredeyse 'bir sanatla uğraşan kişiler' ve bir sanatla uğraşmayan kişiler diye ikiye ayırabilirsiniz, bir sanatla uğraşan kişi büyük olasılıkla daha hoş görülüdür bunu hemen gözleyebilirsiniz, şiddete uzaktır ve insanlığın hallerini daha bir olgunlukla algılayabileceği için (tarihi-sosyal, çünkü sanat bir kültür içereni ve yapılanımıdır sonuçta) gerçekte daha donanımlıdır ama yaşadığı dünyaya konumu ve organik yapısı nedeniyle ne yazık ki ters düşer, bu kaçınılmazdır ve bir klişe gibi gelen muhalif sözcüğü gerçekte tam bir karşılık olup; sanat ve sanatçı gerçekten bir karşı duruş sergiler, bunun dışındaki şeyler, örneğin güdümlü üretim sanat olmayıp kültürel tüketim alanına girer ve diğerlerinden kolaylıkla ayırt edilebilir.

Sanat bir yetenek değil eğitim işidir diye düşünelim. Gerçekten de doğrudur, yeteneğin tanımının tam olarak yapılabileceğini sanmıyorum, arzuyla yönelme midir yetenek, birikim midir, tanrısal meleke midir, geliştirilmiş beceri midir... Sözcük olarak yeteneğin varlığına inanmak gerekir ama, kapsadığı alan bakımından yeteneğe inanmak usdışı bir yaklaşım olmaktan öteye geçemez, yetenek olabilirlikler alanının tüketilmesiyle yapılandırılmış bir bileşkedir, ama biz onu göremeyiz, hatta sanatın uğraşanı da onu göremeyebilir, bu nedenle yetenek kısaca mistifize, soyut bir kazanımmış gibi dokunulmazlık zırhına bürünür, oysa Aziz Paul’un yinelediği gibi ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ ve anlaşılmayacak bir şey de olmayacaktır, ama anlayamadığımız (sürgit olmayan) şeyler hep var olacaktır. Bu şeylerin içiçeliğinden kaynaklanır ve anatomik doğa yasaları gibi birbirini izlerler.

Bu açına bağlı olarak, olağanüstü bir şey yoktur dünyada diyebiliriz ta ki anlaşılıncaya kadar! Tansık insanın kendisindedir, dahası kendisidir. Bu bakımdan sanat ya da sanatsal etkinlik ulaşılmaz bir şey değildir ama çeşitli nedenler ve de konumlar sonucu kavranılmaz bir şeymiş gibi sanılabilir, bu kavranılmazlık da giderek ulaşılmazlık içerebilir, 'kavra' diye yerel bir deyim vardır, sıkı tut, ‘sahip ol’ anlamında kullanılır. Sorun dar düzlemde böyle açıklanabilir. Ama geniş düzlemde bu sorun büyür, sanat bir üst yapıdır, ne ki üst yapının biçim verdiği bir şey olmamalıdır, mağara soyluları nasıl varlığını, kimliğini duvara resmettiyse, günümüz anlayışı da, olanı ve olması gerekenin yansısı ve yankısını düşsel düzlemde yaratmayı sürdürecektir. Bu özgürlüktür ve bir formasyona sığdırıldığında sanat olmaktan çıkar. Örneğin dili, kültürü kurcalanan, bir erkin despotize ettiği toplumlar geri kalmakta olan ya da geri kalacak toplumlardır, bu sanatı da, sanatçıyı da sakınımlı dürtülere sürükler. Yine bizde dil sorunu bile çözümlenmiş değildir, dil üzerinde bir konsensüs kurulmamıştır, bunun tartışmasıyla yıllar geçirilmiştir, halen de öyledir.

Bir görüşe göre Osmanlıcadan koparılan toplum yolunu yitirmiştir, diğer görüşe göre ise toplum dilini yeni bulmuştur, doğrusu da budur. Farsça, Arapça ve kırma Türkçeyle oluşturulan bir dil bulamacıdır Osmanlıca ve tarihte böyle bir dil de kalmamıştır, çünkü gene Osmani dille söylersek bu bir dil değil terkiptir (Yunus'un Türkçesi varken Osmanlıca yoktu, I.Mehmet'le imparatorluk sıfatını alan devlet, halife I.Selim'le Osmanlıcayı tümüyle benimsemiş, resmileştirmiştir, öyleyse Osmani dil zamansal, topoğrafik bir gereksinim, yapay bir dönüşümdür), çok uluslu Osmanlının, Balkan, Anadolu, Ortadoğu diyalektleriyle oluşmuş bir karma yapıdır, bir ana ekseni yoktur, eşit ağırlıklı bir kimyasal gibi sonuçta kolayca ayrışmış ve buharlaşarak reaksiyon sona ermiştir. Nasıl Brötonca olmayıp, Galce, İngilizce varsa, Romanofça oluşmayıp, Rusça sağ kalmışsa bu da böyledir. Bu açıdan Cumhuriyetle bir dil devrimi yaşanmamıştır, tam aksine bir karşıdevrim veya bir dokuncaya (müdahale) son verilerek, bu baskı ve yapay zorbalığa son verilmiş, dil doğal yatağına (mecrasına) kavuşarak, gerçek kimliğine ulaşmıştır, bu anlamda karşıdevrim süreci bitmiş, herkes dilini korumuş, ne ki herkesin dili Osmanlıca gibi bir bulamaç, yapay bir kurmaca doğallıkla halkların dili olamamıştır. Ama kimi entelektüellerimiz Osmanlı bürokrasisiyle olan bağları ve üstyapısalcı yaklaşımı ve genlerinden süzülen hegemonik dürtüleri nedeniyle bu dilin toplum ve ülkenin diliymiş gibi; ortadan kaldırıldığını ileri sürecek denli bir açmaza düşebilmişlerdir. Oysa basit bir deneyle gerçek ortaya çıkabilir, Anadolu’nun en uzak bir köşesinde ‘Aşiyan-ı mürg-i dil zülfü perişanındadır’ deseniz kimse size öbür mısrayı söyleyecek bir bilgilenim sergilemez ama ‘Bir garip ölmüş diyeler’ deseniz hemen diğer dizeyi size söyleyecekler, hatta başka örnekler bile vereceklerdir. Saray çevresinde, ya da şehzade sancağında yuvalanmaktan öteye gitmeyen ve bazılarının Türkçe için dediği gibi asıl uydurma dil olan Osmanlıca’nın kültürler arası bağı kopardığını ileri sürmek işte bu nedenle büyük bir aldatmaca ve bu ülkeye karşı yapılmış bir kültürel gecikmeye yol açacak gereksiz bir tartışma olmuştur. Bir ülkede sanat benzer nedenlerle, geri kalıp yozlaşabilir. Osmani anlayış, yüzyıllarca nasıl bir kraliçe ve prensesten yoksun, masalsız, söylencesiz, kurak, tek boyutlu bir ataerkil yapıyla, mimariden, heykelden, resimden uzak ve edebiyatı da salt şiir terennümü, basit bir sözcük oyunu sanarak, katılımcı, var edici değil, yok edici tavrıyla nasıl yüzyıllarını geçirdiyse, dünya renklerini kısır bir döngü içinde, kendi içine kapanarak görmezlikten geldiyse, sonuçta bunun uzantısı olan teknoloji ve bilimden geride kalıp, yıkılıp gittiyse (Şalvarı şaltak Osmanlı, eyeri kaltak Osmanlı, ekende yok, biçende yok, yiyende ortak Osmanlı, deyişi zadeganın değil, halkın deyişidir ne yazık ki...), aynı şey her zaman tarih sahnesinde yinelenebilir.

Dilimize, kültürümüze, sanatımıza katkıda bulunmaya çalışarak, kültürel değerlerimize, müze bahçelerinden gün ortasında yapılan saldırı ve barbarlıklara, onları yok edip, çalıp çırpmaya karşı sürüp giden çabalarımızı tüm bir toplum olarak artırmaya, bireysel ve toplumsal kayıtsızlığımızı hep birlikte ortadan kaldırmaya, fasonistik yapıya karşın sanat ve bilim aşkını yüceltmeye çalışmalıyız. Novalis ‘Şiir insanın doğal dinidir’ demiş. Bunu ‘Sanat toplumun doğal dini olmalıdır’ biçiminde düşünebiliriz ve düşünmeliyiz. Çünkü, bilim, sanat, teknoloji üçgeni çağımızın varoluş bildirgesidir.

 
 


 
 
*



İZSÜREN

I

İnsanı yaşamı boyunca izleyen nenler (şeyler, eşyalar, nesneler demekmiş) vardır. Örneğin çocukluğumuzdan beri yanımızdan ayırmadığımız fotoğraflar, albümler, belki oyuncaklar, kaseler, rozetler, çalar saatler vb. Çocukluğumdan kalma küçük bir çini vazom var, kırıldı yapıştırdım, hâlâ duruyor. Bir minik kilimim, birkaç kitabım, demirci olan babamdan kalma süngüm, ne yazık ki büyük kard...eşlerim onu aldı ve bir iki defterim var. Çok daha ilginç nesnevi andaçlara sahip olan insanlarla karşılaşmışızdır. Anlatmak istediğim, geçmişimiz bizi bir gölge gibi sürekli izler ve biz onun gölgesinden çıkmaya çalışırız, bazen bu korkunç bir sonla noktalanır, bazen de yeni ufuklar açar. Geçmişimizden kopmak hiçbir zaman benimseyemeyeceğimiz bir durumdur, nostalji, yurtsama olarak çevrimlenen bu sözcük, geçmişimizden kopmanın sakıncalarını içeren patolojik-sosyal bir deyimdir. Yurtsama, yurdundan, yerinden ocağından olmuş insanların geri dönüş özlemini dile getiren zarif bir sözcüktür aslında. Ama insanlık tarihi geçmişe bağlanmakla, geleceğe koşmak arasındaki kavgaların tarihidir. Bunun hangisi doğrudur, geçmişe bağlanıp kalmakta pek kabullenilir yanı olmayan bir durumdur, Heraklit 'panta rei' her şey akar demiş, yani siz istediğiniz kadar geçmişten kopmak istemeyin, gün olur devran dönecek, bahar gelecek, yağmurlar yağacak, buzullar eriyecek, insanlar ölecek, Napolyonlar gidecek, Vezüvler patlayacak, Nil taşacak, Zeus yerini yeni tanrılara bırakacak ve zaman geçip giderken insanlık yıldızlara doğru yeni serüvenlerin peşinde koşacaktır. Bu konu da bitip tükenmeyen bir çeşitlilikte sürüp gidecektir. Öyleyse asıl söylemek istediğim açıya gelmek en doğrusu olacağından düşüncenin okyanuslarında kulaç atmaya bir son verelim, çünkü Magellan gibi başladığımız noktaya dönmekten başka bir noktürne yolaçmayabilir. Söylemek istediğim şu, eşyalar nesneler derken bir de yazına gönül verip gönlünü edebi yapıtlarla oyalayıp besleyen ademoğullarının peşini bırakmayan şiirlerde vardır dünyada...

Yine çocukluğumda bir gece (inanın) dolunayın altında susa yolunda geziniyorduk, herkes bir şarkı, şiir ya da türkü okuyacaktı; kısa keseyim bizden yaşça büyük yakınımız, ilerdeki üzüm bağlarının hayaletlere dönüştüğü ürpertiler altında uzunca bir şiir okudu, densizliğim yarar ve zarar noktasında hep eşitlik sağladığından olsa gerek bunu sen mi yazdın dedim, bana karanlıkta görünmeyen ama sesinin tonuna Gökler Hakimi Gordon'muşçasına bir eda veren tonda, aşkla, ben yazdım dedi. Aradan yıllar geçti o şiiri unutmadım, ta ki Lise II (sanırım) edebiyat kitaplarında günün birinde Annabel Lee şiiriyle karşılaşana kadar. M.C. Anday çevirisi E.A.Poe'ye ait o şiir onun kadar yıllarca benimde peşimi bırakmadı böylelikle. Şimdi ona kızmıyorum, şaşırmıyorum, çünkü insanoğlu yaşamda hep güzelin peşinde koşuyor, hep güzele sahip olmak istiyor, bazen bu yolda (en çirkin ve vahşice olanı da göze alıp, tersinerek) elini kana buluyor, bazen de genlerinde saklı vahşet güdüsü gibi en az onun kadar genlerinde saklı bir estet ve zerafet duygusuyla sahip olmanın içgüdüsüne yenik düşerek cennetsi bir yalana başvuruyor, hiçbir yararı hatta yitimi olabileceği halde, çekinmiyor ve günahsızca 'o benim' diyor. Şimdi ben o yalancıyı anlıyorum, o güzele ulaşmak, ondan ayrılmak istemeyen, hep onu özleyen, naif, bu yolda kendi dürtülerine bile yenik düşen öpülesi biriydi... Onun öldüğünü duydum, son yıllarında köyüne dönmüş ve ancak köylülerin üzerine yakışan bir yoksulluk içinde, 'Gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, işte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri' diyerek, bu dünyada Annabel Lee'nin lirik tınısına gönül vermiş, ama yaşayıp yaşamadığını kimselerin bilmediği bir alınyazısıyla geçip gitmişti. Dilerim öbür dünyada Annabel Lee'nin içleri yakan terennümü kulaklarında çınlıyordur. Peşimi bırakmayan başka şiirler, şairler elbette vardır, bir kere şair diyorsanız o insanı seveceksiniz, en kötü şiir yazan insanların bile karıncayı incitme konusunda gözyaşı dökebildiklerine tanık olmuşumdur. Kim ki şiirin peşinde koşuyor, katil de olsa, mutfaktan çıkmayan saçını süpürge etmiş anne de olsa, kanalizasyonda çalışan işçi de olsa, zaten göklerde yüzen pilot da olsa siz siz olun onu anlamaya çalışın. Çünkü sonsuz barış ve sevgiye ulaşmak istiyoruz, ama paranın padişahlığı, mülkiyetin kırbaç izleri, mayınlarla belirlenmiş sınırlar ve gözlerimizin arkasına, kafatasımızın içlerine kadar uzanmış tel örgüler, ölü sayısıyla çarpımlanmış zincirler, dikenli teller ve madalyalarla, övgülere boğulmuş, prangalar, gelenekler bizleri birbirimizden ayırıyor. Ama şiir kendi başına bu ıssız, karanlık, kanla yıkanmış yolda bıkmak usanmak bilmeden ışığını yaymayı da sürdürüyor.

\"İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü / yaratma gücü olanın, zamanın / o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken / Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı, / zaman görünmezliklerle geçerken / ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor, / dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar, / öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu. / Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru / evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü / gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi, / Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar. / Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver / Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bugün."

II

İnsanı yaşamı boyunca izleyen sanata ilişkin objeler, ötesi şiirler vardır demiştik. İşte çocukluğumda Annabel Lee'nin her insanın genlerinde bulunan güzeli ayırt yetisinin etkisiyle unutamamış olmam bir yana sonraları aynı etkilenimler çeşitli dolayımlarla sürüp gitti. Yaşar Kemal'in İnce Memed'indeki Seyran karakteri ve oradaki betimler sonsuz şiirsellikler ve estetik duygusunun geri dönülmez biçimde benliğimde yer etmesine neden olmuştur diyebilirim. Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu adlı yapıtındaki Esmeralda kişiliği de aynı etkiyi perçinlemiş, aile içinden birinin arkadaşının yazdığını sandığım Andorra şiiri de (şairi kim bilir nerelerdedir) sıkça okunup yinelendiği için benzer etkiyi uyandırmıştır.

Böylelikle şiir, sanat, hümanizm yavaş yavaş yaşamımda belirgin bir boyuta ulaşmış ve gelecekteki sezgi gücünü belirleme yolunda alt yapısını kurmuştur gözüyle bakabiliriz olup bitenlere... Yirmili yaşlara yakın Nâzım'ın küçücük bir kitabının elimde dolaştığını anımsıyorum, o zaman onun amansız gücünün ayırdına pek varamadım, sonraları etkisi korkunç oldu, yıllarca ondan daha iyi şiir yazılamayacağını düşündüm, bunun asıl nedeni başka diyarlar ve başka coğrafyaların güzelim şairleriyle karşılaşmamızın gecikmesidir. Nâzım'ın Masalların Masalı şiiri evrenin zaman için de akıp giden bir uçsuz bucaksızlık olduğunu, her canlı ölümü tadacaktır düşüncesinin altında, her ölüm yeni bir yaşamdır (yeni bir başlangıçtır) tümcesinin barındığını anlamama yardımcı olan, felsefi, iç konuşmalar gibi sürüp giden bir terennümdü doğrusu.

Masalların Masalı

\"Su başında durmuşuz / çınarla ben. Suda suretimiz çıkıyor / çınarla benim. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınarla bana. / Su başında durmuşuz / çınarla ben, bir de kedi. / Suda suretimiz çıkıyor / çınarla benim, bir de kedinin. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, bir de kediye. / Su başında durmuşuz / çınar, ben, kedi, bir de / güneş. / Suda suretimiz çıkıyor / çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, kediye, bir de güneşe./ Su başında durmuşuz / çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz./ Suda suretimiz çıkıyor / çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, / kediye, güneşe, bir de ömrümüze. / Su başında durmuşuz. / Önce kedi gidecek / kaybolacak suda sureti./ Sonra ben gideceğim / kaybolacak suda suretim / Sonra çınar gidecek / kaybolacak suda sureti. / Sonra su gidecek / güneş kalacak, / Sonra o da gidecek./ Su başında durmuşuz / Su serin / Çınar ulu / Ben şiir yazıyorum / Kedi uyukluyor / Güneş sıcak / Çok şükür yaşıyoruz / Suyun şavkı vuruyor bize / Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.\"

Şiir anlatılmaz derler doğrudur, ama çağımızda artık şiiri anlatan şiirler bile yazıldığına göre, aforizmaların Engizisyon yargıçlarının dilinde kaldığını düşünsek iyi yapmış oluruz sanıyorum. İnsanı etkileyen şairler o kadar çoktur ki, Edip Cansever'in, Çağrılmayan Yakup, Sezai Karakoç'un Taha'nın Gül Muştusu, Ece Ayhan'ın zaten uzun bir şiir kısalığındaki tüm şiirleri, İlhan Berk'in, Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek, Dağlarca'dan Uzaklarla Giyinmek, ve Asaf Halet, Yahya Kemal, unuttuğumuz nice dokumacılar, gül dokumacıları öylesine çoktur ki saymakla bitmez ve yaşam onlarla güzeldir. Bakın şiir sanatı için Kavafis ne demiş.

Kommageneli Ozan Iason Kleander'in Üzüntüsü

\"Bedenimin ve yüzümün yaşlanması / korkunç bir hançerin yarası – / dayanılır gibi değil./ Sana dönüyorum, ey Şiir Sanatı, / merhemlerden az çok anlayan, / düşlerle, / sözcüklerle avutmasını bilen./ Korkunç bir hançerin yarası./ Getir merhemlerini, ey Şiir Sanatı, / hiç değilse bir süre sızıları dindiren\"

Şimdi bu konu bitmez diyelim, öyleyse bir sürü açımlamalarla sözü dolandıracağınıza, iyi bir şiir sunup, ayinesi iştir sözüne kulak vererek, mesel'e son vermek kanımca en güzeli sayılacaktır. Büyük romanlar yazmış Nikos Kazancakis'in doğaya övgü diye nitelendirebileceğimiz, arıların konaklayıp, kelebeklerin gezdirildiği bir gezegenden sizlere yönelen bir serenat; ayışığı yoldaşınız, güneşte kardeşiniz olsun. Güzel de olsa bir şiiri okuyacak zamanım yok ki demeyin, zamanın da an gelir sizi tanıyacak \"zamanı\" olmayabilir.

Tırmanış

Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak /tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından hızla dizlerine, beline /yükseldiğini, /oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / \"Sağa gideyim,\" \"Sola gideyim,\" demeyi düşünmeden /aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, / ve tırmandıkça heryerde Tanrı'nın soluduğunu, / yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü,/ çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada./ Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, / başın ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska / altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı / verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez / bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür / seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla./ Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu / ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü."




*



ÇIĞLIK

Anarko-toplumist gezegenin vulvalarında geziniyorduk. Ey aydınlığı karanlıklardan ayıran, ey ışığın yüzü, ey Çağataycam diye haykırdım!..
Özkıyımın binlerce yordamı. Karanlığa giden yol. Sorguç.
Duyunç; kurbanın ve kendinin adağı ol diyor!
Kuasarlar dönüyor, pulsarlar parıldıyor. Yücelerden Sagittarius A diye sorguluyor Solaris!..
Gölgesi görünüyor.
Candrasekhar limiti yaklaşıyor ve Tanrı'yla nikahlı, onlarla bağlı köyler çoğalıyordu.
Ey inançsızları anlayan, hiçlikleri doyuran, uygarlık kovanı tarlam ve bulut sütunlarıyla dolu çakram diyor ki; Bach öldü artık...


*


SANAT HER ZAMAN YALAN SÖYLEMEZ Mİ


Bu söz Kavafis'in, Damien Hirst'in, İstanbul'da hayvan ölülerinden oluşturduğu sergisini hayvanseverler protesto etmiş ve bu sanat mı diye soruyorlar?.. Değilse de neye yarar, oluşturduğumuz uygarlık biçimi, günahsız olanın ilk taşı atmasını öneriyor kullarına!.. Sanat paradokslarla yürümelidir ama bu bizi; oğlunu kurban eden birinin, dinleri protesto ediyorum demesine kadar götürebilir!..
Batı barbarlıkta, doğudan daha bilinçli davranıyor, bu yüzden ilerlemenin prangasını da onlar elinde bulunduruyor!..
Gerçekte dünyayı sevmek, anlamak ya da katlanabilmek için Tanrı'nın yeryüzüne inip, olan biteni açımlaması gerekiyor; inmeyeceğine göre (işte sanatın gücü, belki protestodan çekiniyordur!), o zaman Damien Hirst'i de, kendimizi de sevmek, anlamak ya da katlanabilmek, yazık ki yine bizlere kalıyor!..

*

3. TEKİL KİŞİLİK


‘Tüm evreni zehirliyor / o altınsı sarılık. / Ve kurt deliklerinde işte / güneşleniyor som varlık!..’

O kaosun ejderi
sonsuz yoklukların
yok varlıkları.

Aksiyomatik kanıtlar
elemanter sistemimiz
asal sayılar.

Utarit gezginleri
İrrasyonaliteler
Ulam teoremleri

‘Zamanın her anında,
birbirinin zıttı iki yerde,
birbirinin aynı iki şey var!..’

Cebirsel topoloji
Hipotezler, tanıtlar...

Yüzü yok Apeiron'un!..

Nesturi astrolabı
Fields madalyası aldı.

Aeropeum betiği
som-kül renkli!

Poincare
İndex teoremi,
Perelman
Duns Scottuslar!..

Kanımda lenfoma geziyor,
güneşimiz Aziz Killer,
altınçağ!..

Yüce Yara'dan bana,
ölüs yüzlü Alfonso’ya
sormuş olsaydı eğer;

Verimlilik geni;
kanatlarla gelir

Girit tekerleği
Akreditasyonlar
Rekonstrüksüyonları
Mikail’e benzetirdim.

Ey pleurodiralar!

‘Zamanın her anında
birbirinin zıttı iki yerde
hiç esmeyen iki rüzgâr var…’

...

Biliyor musun Morpheus
gölgelerdeki yaşamımız;

Döner boyunlu kaplumbağalar!..


*


ZAMANDA YOLCULUK

Fransa'da yüz yıllar önce 'Tembel Krallar' dönemi varmış, bu krallar o kadar tembelmiş ki, oturdukları sandalyeden hiç kalkmazlar ve tuvaletlerini bile oturdukları yerden yaparlarmış.

Bir gün bu krallardan biri, öylesine boynunu çevirince, açık pencereden uçsuz bucaksız kırları, otlayan sığırları, tavukları, atları, koşuşturan köylülerle, cıvıldayan kuşları görmüş ve yanındaki saraylıya demiş ki;

Yaşam ne kadar ilginç, az önce odanın içinden başka bir şey göremezken, şimdi bütün dünyayı görüyorum!..


*


SANAT

Sanat nedir?..
Saat gerçekte sıradan bir nesnedir!..
Karanlıkta yürürken, karşımıza bir saat çıksa ve sessizliği tik-takları bozsa...
Artık geceyi düşünceler içinde geçirebiliriz.
İşte sanat, karanlıkta karşımıza çıkan saattir.


*


BARBARLIK

Abdülhamit kızıl sultan mı, ulu hakan mı, nasıl bilebiliriz… Gizlenmiş bir şey açığa çıkmışçasına, aradığımız hangisi … Tarih somut değil, soyut bir bilimdir, yoruma, bakış açısına göre değişir... Fatih, İstanbul’u alan kumandan ama kendini Bizans’ın mirasçısı sayan ya da hümanizmin tarihi açısından periferiye bakan bireye göre barbar bir saldırgandır!.. Üstelik bu bakışlar çelişirde, II. Mehmet’i Miklagard’ı aldı diye Fatih sayan anlayış, işgalcinin vapuruyla onu bırakıp kaçan Vahdettin Sultan’a ne diyebilir ki… Duygusal tarihçilik ve oryantalist anlayışla birlikte Asyatik (doğu) kutsamacılığı ne düşünür bu durumda, eleştirel ruh olmadığı için, düşmanının paraşütüyle savaş alanına inmeyi yeğler.


İskender hümanist tarih anlayışıyla bakıldığında barbardır gerçekte, Hindistan’a dek uygarlık götürdüğü söylenir, batılı kültürel hegomanyacılığın yaydığı bu tür görüşler, ululamacı yaklaşımlara neden inandırıcı gelir, götürdüğü uygarlık, eğri boynunda sallanan sikkeleri süsler yalnızca, başka ne işe yaramıştır. İspanya Güney Amerika’da yerlileri yok ederek dilini, dinini yaymıştır, o bölge yeryüzünün az gelişmiş parçalarından biri, uygarlığı belki de sevmedi!.. İngiltere soykırım yapmadı ama dünyanın dört bir yanına dağıldı, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik formülünü Stalin’den önce buldu mu diyeceğiz... Amerika Birleşik Devletleri kabul görür ki dünyanın efendisidir, peki köleleri kim?..


Osmanlı’nın ulu hakanıysa Yıldırım Beyazıt Han dır, barbar ve konkistador Timur a karşı, ülkesini Hektor gibi savunurken, tutsak düşmüş ve görülmemiş kederlerle karşılaşan bedeni, bir süre sonra özkıyımın eşiğine gelerek, yaşama veda etmiştir. Gerçek bir kahramandır, yeryüzünün yurtseverlik şarkılarının gönlünde... Uluların ulusu kimdir insanlık tarihi açısından, III. Ahmet... Matbaa üç yüz yıl gecikmiş, insanlık aya ulaşacak belli, fütühat anlayışını bırakıp, ot üstünde ot, taş üstünde taş destanlarını geçerek, tanrısal fütühata yönelmiş, kültür ve sanata kucak açarak ermişlerin indine varmaya girişmiştir, biliyor ki sanattan uzak bir toplum yaşamıyordur zaten!.. III. Ahmet tartışmasız tanrının sevgili kuludur. Kılıç bezirganından oluşan toplum, dilsizlerin dilsizidir, primitifidir, maymunsudur!..


İsa eline kılıç almadı ama Muhammet öyle nobran bir toplumun içindeydi ki, en küçük bir değişikliği savunup, yayabilmek uğruna, aynı zamanda bir devrimci, bir hakan, bir yurtsever insan gibi savaştı, savaşmak zorunda kaldı, hem de kendi toplumuyla…
İnsanlık uygarlığa giden yolda ütobik ve sonsuz barışa ulaştığında, birbirine düşmeden yaşamayı öğrendiğinde, bu tür ayrımcılıklar, zorbalıklar, Sezarofil ya da Osmanseverlikler kalmayacak… II. Mehmet hükümdarlar hükümdarı olmayacak ve kızıl sultan, ulu hakan ayrımcılığı bilinçlerden silinerek ve kılıçlarla saf tutmak biterek diyeceğiz ki; Vahdettin o kadar ince yürekli, insan sever ve naifdi ki, barbarlığı bir türlü anlayamıyordu ve savaş alanını sırf bu nedenle terk ederek, dile gelmez kahırlar içinde ve yapayalnız bu dünyadan gitti.
Toprağı bol olsun...


*


ULUSALCILIK
Ulusçuluk, ulusalcılık, her kötülüğün sorumlusu, bir günah keçisi oldu. Büyük devrimci, filozof ve peygamber Hz. Muhammet, statükoyu yani putataparcı ve skolastik cahiliye toplumunu köktenci (fundemantalist) bir devrimle yerle bir ettiğinde Arap miskinliğinin kökü kurutularak, dünyaya (denizlere- Dofar diye bir yerde hala balığın yenmediğini okumuştum.) açılması sağlandı. Abbasi ve Emevi uygarlığı cihana hakim oldu, Endülüs medeniyeti doğdu. Her uygarlığın bir sonu var, Gazali felsefesiyle 'düşünce gereksiz' öğretisini yayınca (türban, sarık ve peçeyi kadınıyla erkeğiyle çölün tozu ve sıcağında zorunlu olarak takan bir Sudanlı gibi -bakınız Ömer Muhtar filmi- bu giyimin bir nişane ve İslami belirti sayılan bir inağa -dogmaya- dönüşmesine benzer) İslam uygarlığının gerileme dönemi başladı ve bayrak değiştirme nöbeti geldi...

Avrupa yükseldi, ama oda çabuk dogmaların, tabuların eline düştü, derebeylik, öncelikle bir yükselişin, sonrasında bir çöküşün simgesidir. Vasal ve süzerain imtiyazlı sınıfın figüranları oldu, rönesans ve reformla bunun önü alındı ve ruhban sınıf zayıflayarak, daha genel ve halka yaygın bir biçimde yetkileri dağılan krallıklar ortaya çıktı. Bu da uzun sürmedi ve şimdi günah keçisi olan ulus devlet, yani sıradan bireye toplumun önderi olma olanağı veren cumhuriyetler kuruldu. Eğer cumhuriyet, yani bireyi öne çıkaran ulusalcılık olmasaydı, bugünkü hükümetlerin yerinde yeller esiyor olurdu ve kimler buyruk verir olabilirdi bir düşünün...
Kuyruğunu yiyen canavara dönüşür her iktidar, her ideoloji, doğası budur! Şimdi ulusalcılığa karşı çıkan her kimse, bu olanağı, bizzat ulusalcılığın varlığına borçlu!.. Sonuçta, ulusalcılık, yeni bir fundemantalizme yol açsa bile, kuyruğunu yiyen canavar döngüsü onunda sonunu getirecek, hiç şüpheniz olmasın! Ulusalcılık bireye, dinini, dilini, ekinini, geçmişini, geleceğini, geleneğini, göreneğini özgürce ve sorgusuzca yaşama olanağı vermiştir. Bir odaktan yayılan bilgi, o odağın tutsağı haline gelir, yansıdığı yer tebaadır. Bilgi ilk kez ulusalcılık kavramıyla zincirlerinden kurtulmuş, tez, antitez ve sentez su kenarlarına dahi inmiş, sıradan bireyin üretebildiği, kullandığı ve savunduğu bir materyale dönüşmüştür. Ben, sen, o öznesinin yaradılışına geçişin, insan nasıl insan oldu sorusunun başlangıcının imidir ulusalcılık, saygıda kusur edenler insani özneliğin eşiğini bırakıp, canlılar aleminin kapısına geçenlerdir!.. İnsanlık tarihinin özgürlükler açısından bireye indirgenmiş ilk aşamasını ulusalcılık gerçekleştirdiği için, ilk özgür çağ ulusalcı çağdır.
Burada sorun, atalarımız, Osmanlı, peygamberimiz derken, Hz Muhammet'in gerçekte dizginsiz bir ulusalcı! olduğunu kavrayamamakta, pankart açan çocuğa terörist ya da TKP veya MLSPB veya DDT! örgütünden derken, bütün peygamberlerin iyi birer örgüt adamı veya Osman Gazi'nin dizi dibinde 'medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar' Bizans'a karşı illegal bir örgüt gibi gerilla savaşları yaparak onun çöküşüne giden yolun mimarı olduğunu anlamamakta, ama bütün bunlar normal, çünkü geçmişin Zapatası zamanla bir tekdüzeliğin ve statükonun uyuşukluğuna dönüşür, canını yoksul Maya halkının sunağında kartallara yem eden Guevara, gailesiz zengin kızlarının yakasına ilişir, İsa, Hollywood yıldızı gibi, Madonna'nın göğüslerine sıkışır, Atatürk olsa da olur, olmasa da olur!..

(Ayrıca İslam tarihi, savaşlarla, kanla, fetihle, gözyaşıyla doludur, daha doğrusu tarih böyledir. Peygamber görüşlerini yayabilmek ve yeni bir devlet kurmak uğruna bizzat savaştı, bu durum yakın tarihten kimleri anımsatmaz ki, ama sonrasında ne oldu, İslam birbirine girdi, entrikalarla doldu, Ali, Osman nice halifeler öldürüldü. Kerbelalar ve Hasan Sabbahlar peydah oldu,Shakespeare'den önce trajedi oluştu!.. Suikast dünya dillerine geçti, Haşhaşin esrarkeş,uyuşturucu anlamına geldi!..

Abbasiler bir kanadın, Emeviler bir başka kanadın, İslam'ın istenmeyen kliğinin yükselişidir. Bu durum, Babür, Altınordu, Timur, Cengiz, Memlük, Seçuklu, Endülüs ve Safevi gibi İslam veya yarı İslam devletlerle Osmanlı dönemine kadar sürdü. Osmanlı, batı için güvenilmez bir imparatorluktu ama doğusundaki Pers yani İran devleti de bir imparatorluktu, Hindistan'da Türk-İslam imparatorluğu vardı, zamanla yok oldular.

1923'ün ülkesi, bu sonuçlar nedeniyle ortaya çıkmış bir devlettir!.. İslamın başarısızlığı olarak ortaya çıkmış sayabiliriz bu açıdan, dolayısıyla ulus devleti küçümseyenler, başarısız İslam devletlerine bakarak ve dönemin zorluklarla dolu bir yükselişi olarak sevinebilirler.

Peygamberin hem de bir iç savaş sonucu, putataparlıktan tek tanrıya inanan bir toplumu yarattığını unutanlar, Kurtuluş Savaşı'nı da küçümser, bugünleri borçlu olduğumuz ulusalcıları da, neden çünkü Muhammet ölünce aynı şey oldu, katliam, kavga, gözyaşı hiç dinmedi, Kur'an sayfaları, ona inananların kesik başıyla mızrakların ucunda gezdirildi ve her şey yadsındı, yoksandı, ne uğruna; Erk uğruna!..

Herkesçe bilinir ki, tarih sürgit bir yinelemedir...)

Ta ki, savaşta bir ergenin, anneciğim, sen orada Tanrı yardımcın olsun diyorsun, ama burada arkadaşlarım, gözlerimin önünde bir bir gidiyor, onu arıyorum, soruyorum, ölümün efendileriyle yan yana, gecelerin karanlığında, silah seslerinin aydınlığında yalvarıyorum anneciğim!.. Ama nafile!.. diyene kadar.


*


PARADOKS

Kader nedir, var mı, yok mu, buna benzer konularda tek bir yanıt vardır; Var. Neden, çünkü Borges bu konuda diyor ki, Tanrı kavramı bildiğiniz üzere soyuttur (ruhanidir), kim ki Tanrı var diyordur, onu somuta indirgemiş olacağından yalan söylüyordur!..

Bunu inançlı ama felsefi gerçekliği, düşünce yapısının labirentlerinde gözardı etmeyi, saklamayı varoluşunun gerçekliğine, Janus gibi ikiyüzlü bir çelişkide yüzerek değil, onu insani çözüme kavuşturarak, sağlıklı biçimde yaşamayı ve özüne karşı dürüst olmayı daha katlanılır bulduğu için yapıyor, belki kendine ancak böyle saygı duyuyordur.

Düşüncede fanatizm insanı insan olmaktan uzaklaştırır. Düşünceler biz düşünelim diye vardır, gene Borges'in dediği gibi Japonya'yı fethetmek için savaşmayız, Japonya'yı fethetmiş desinler diye savaşırız (anlaşılması biraz güç). İnsan insan için vardır; demek gibi bir şey.

Tanrı'yı ve kaderi yadsımak, sonsuzlukta ona inanmaktan başka bir şey değildir. İki paralel doğru sonsuzda birleşir, ters yönde gitseler bile... Sonuçta düşünceler o kadar insanüstü şeylerdir ki, bize insan olma noktasında çabalarını esirgemeyen, saltık biçimde yolumuzu aydınlatan ışıklardır.

Düşünceleri nedeniyle başkasını yok eden her kimse, gerçekte kendini öldürüyordur (birini öldüren, sonuçta tüm insanlığı öldürmüş demektir). İşte bu döngüyü algılayamadığımız, yaşamsal gerçekliğe dönüştürüp, bir kılgı olarak uygulamaya koyamadığımız içindir ki (aşkınlaşan tüm paradokslarla), öbür dünyaya sığınırız, kadere inanırız ve umarsızca çırpınmaktan ve delirmekten kendimizi kurtarırız.


*


SANAT VE GİZ

Sanatın ne önemi var?.. Geçen gün, yıllardan sonra yine Benhur'u izledim. Yaşamımda gördüğüm en kusursuz filmlerden sayılır. Bu durumu şöyle açınlamak gerek; film yaslandığı gerçeklerden daha gerçek olmayı başarıyor!..
Benhur, Spartaküs, Barabbas (unuttu demesin!)bu üçüne benzemese de Satyricon beğendiğim tarihi filmler. Bunlar gerçekte olay filmi ama (Fellini’ninki sayılmaz), sinemasal öncelik hiç bir şey anlatmayan filmler ya da alışılmışın dışındakileredir. Örneğin Stalker çok ilginçtir; amacı yok filmin...
Tiyatroda, Litvanyalı bir yönetmenin -yanılmıyorsam- Faust’unu izlemiştim, oda öyle sayılır, dört saat süren bir oyunun, yönetmenin dehasını ortaya koymaktan başka ne amacı olabilir ki… Bir izlek üzerinde film çekmek anlaşılır bir şey ama Fellini ya da Tarkovski gibiler karmaşayı anlatmayı düşünürler, kendi özgün karmaşalarını elbette… Yaşam gerçekte sonsuz boyutları olan, kült bir şey, bu açıdan her şey filme dönüşebilir ama bakış açısı; onu ayrıksı kılan önemli bir materyale dönüştürüyor.

Camdan Kalp diye bir filmimiz vardı, iyi bir filmdi ama her iyi film gibi unutuldu, sözü edilmiyor artık ve yeryüzünün günden güne değişiyor olması, bu tür konular için; eşsiz gerekçeler arasında varlığını sürdürüyor; tüm güzellikleri boğabilmek adına… Bu anlamda bizim en iyi filmimizse Ah Belinda'dır. Beğeneni olmuştur sanırım, sıradan biçimde başlar ama birden olağanüstü bir boyuta geçerek öylece sürer gider. Bu topraklarda her filmi 'yine yineleyip, yine yineleyebilirsiniz ama bu filmi yine yineleyerek, yine yineleyemezsiniz' tümcesi bile zorlu!..

Stalker gibi 'mimesisi' zor olan şey, bir ölçüt ya da göreceli olarak, diğerlerinden az da olsa değerli görülebilmelidir, açıklaması zor şey ama sezgiyle söyleyebiliyorum!.. Bu filmler, yönetmenin ruhunun, psikolojisinin, yaşama diyelim derin bir bakışının, felsefi kurgu üzerinden çekilmiş, kurdelesi, sekans(lar)ı veya filmatik mottosu, ne denirse densin, bir başkalıkları olan ve ayrıcalıkları olmalı diye düşünebildiğimiz piramitlerdir.

Sonuçta sanat işte; ne önemi var dersek, yaşamın anlamını aramak, her erkine bağışlanan bir şey değil, bazen arayanların ne aradığını merak etmek, öyle haz veren boyutlara varır ve yaşamınıza katlanılır öyle yapraksı bezekler katar ki, başka bir şey yapmasanız da mutlu olabilirsiniz, başkaları sizi üstelik mutsuz sayıyor ya da sanıyorsa bile... Ne demek ve ne önemi var?.. Var, çünkü, bu filmler zaten mutluluğun gereksiz bir şey olduğunu öğretirler!.. Bundan büyük mutluluk var mıdır...

Borges'in bir kitabını inanılmaz gelse de sayısız kez (yüzü aşkın) okudum, daha da okuyorum. Kuran, Tevrat, İlyada, İnce Memed, çevirisi görkünç Yay ve Lir... Gerçekte ilgimiz yalnız kitaba değil, köklü biçimde aranan, örneğin Muhammed nasıl biriydi, yalvaç olduğunu bilmeden ölen İsa; neden ölüme koştu inancı uğruna, Che, İsa'dan etkilenmiş olabilir mi sorularıdır. Burada ortak yan, özel düşünceler içinde olmaları ve kişisel tarih konusunda umarsız ve evrensel (destansı) bir kavganın içine girmeleridir, bir insanı böyle yaşamını hiçleyebilen mitik dürtülerle, yaşamın kaosuna savuran şeyin gizi ne olabilir? Sanıldığından çok derin bir soru bu kanımca…

Yaşamında Borges ne yaparsam boşuna yaşamış olmam ya da nasıl yazarsam gönül tellerini titretebilirim okurun diye hiç düşünmüş müdür?.. Tarkovski, genç sayılabilecek yaşta sayrı olup yokluğa karışabilecek kadar neyin peşine düşmek istemiştir ki?.. Ve diğerleri... Yapıt önemli denir!.. Gizlenmiş dünyamızda dile getirmesek de yazar, özne önemlidir!.. Her insan, gerçek de yeryüzünün yaratılmasına neden olacak denli ilginçtir ama yaşamda bir tavır geliştirebilmek, sinema, tiyatro, şiir, roman, müzik, yapıt üreten açısından ilginç alanlardır ve tansıklı bir alan, auratik bir güce dönüşerek / dönüştürerek kullanılabilir...

Ne ki, Don Kişot, yazarından, Cervantes’den önde gelir desek de, gerçekte nasıl bakarsak bakalım, Cervantes’dir önemli olan, vulgerize eder ya da her tür açınlamada bulunabilir, metafor geliştirebiliriz ama Raskolnikov’da, Kien’de, Santiago Nasar’da, bir olağanüstülük olarak, Dostoyevski’dir, Canetti’dir, Marquez’dir temelde, onlar yazarının içindeki, usdışı uçurumlar, insanlığın onulmaz varyantları ve anlağımızı titreten kozmik açılımlarıdır ve yazarda kahramanı da dönüşümlü ve içiçe iki varlıktır gerçekte; birbirinin süreğenine dönüşen...

Hieronymus Bosch'un neden öyle resimler yaptığını ve okyanuslardan taşan gerekçeleriyle, bunun gizini anlayabilmek için, ruhunun labirentlerinde dolaşmak, derinliklerine inebilmek; atomu bulgulamak kadar ilginç olabilirdi… Yalın, arıcıl bir istek gibi görünüyor ama bir gizin aydınlanması insanın yaşamını anlamlı kılabilir ve yaşanmaya değer bir gerekçeye sahip olabilirsiniz artık. Yaşam belki de ilgilendirse de, ilgilendirmese de, salt evrensel gizin, mikro ya da makro boyutta bir arayışı olabilir mi, çekiciliğide belki bundandır ve onu nerede, nasıl, kim de arayacağımızı bilemeyebiliriz de...
Ve sanat herkese bağışlanmayan kimi gizlerin açığa vurulması ve paylaşılması adına, köklerimizi tutkuyla, tütsüyle doldurarak, adanmış bir hiçliğe sürüklenmemize yol açan şeydir belki de...

Tutku bizi kozmosa bağlar gerçekte, basit bir döngü gibi görünebilir ama bakmakla, görmek arasındaki ayrıma benzer bu durum, biri görürken yalnızca bakıyor olsanız ve bunun ayrımına sezgi ya da başka bir biçimde varsanız (ya da varmasanız da) diyelim; üzülmez misiniz?.. Sürgit bir üzüntü karaduyu / melankoliye yol açar, oda sonunda ne yazık ki ölüme, şöyle diyebilir miyiz artık...
Yaşarken ölmemenin bezdirici bir yoludur sanat!..

*

ECCE HOMO

İtalya'da geçen günlerde olan lüks gemi kazası için kaptan; 'O kayalıklar orada yoktu, olmamalıydı' demiş. İlk bakışta sıradan gibi, ama son derece gerçeküstü bir yanı var tümcenin. Dehşet dolu bir an ve sonrasında ağızdan çıkan sözcükler. Sanat kaynağını yaşamdan alır. Salvador Dali, kaptanın sözlerini duyabilseydi, çok iyi bir resim daha yaratabilirdi inanın. Onu bırakın, bu tümce bir romana bile kaynaklık edebilir. Buradan fantastik bir öykü de çıkar!..
Kaptan, dehşetengiz ve fantastik bir zamana yuvarlanıyor bir an, tavrı, sözleriyse ancak bir filmde görülebilecek cinsten ama gerçek değil mi... Ve öylesine, hiç düşünmeden gelip geçtiğimiz pek çok şeye, gerçekten baktığımızda, ayrıksı pek çok ruhla karşılaşabiliyoruz. İnsan öyle zayıf ki gerçekte, kendisinden kaynaklanmayan hiç bir düş kuramadı şimdiye dek, dolayısıyla bilim ve inancın ürettiği herşey, insanın düşleriyle sınırlıdır diyebiliriz, insan kendi sınırlarının dışında bir şeyle, tözle, varlıkla, sorunsallıkla karşılaşmadığı sürece; ve artık belki de, hiç bir şey gerçek değil!..
Ve sınırlarımızı geçemiyoruz ki, sınırları geçtik diyebilmemiz için, örneğin; tanrı yeryüzüne inmeli ama bu bile belki sınırlarımızın yarattığı bir algı, ayrıca ilerleyemiyoruz da, düşebiliriz çünkü, Einstein belirtmişti sanırım, atlamanın olamayacağını söylüyor evrende, evrim var. Belirsizlik, bilinmezlik ve kaozmosun sonunu göremeyeceğiz, çünkü çemberin başı ve sonu -bir paradoksda olsa- gözlemcinin durduğu yer ne yazık ki...
Tarkovski bunu bildiği için bu düşüncenin parodileriyle filmler yaptı, belki de insanın kendisiyle; biricik ve gerçek yüzleşmenin ancak bu olabileceğini anımsatmak istiyordu...


*


TUTUCULUK

Muhafazakar kesimden iyi edebiyatçı çıkmaz mı, gerekçesi vardır ama, çıkıyor diyen de olabilir bilinmez, ne ki şöyle düşünebiliriz; edebiyat -yazın- gelecekçidir, eleştireldir, yenilikçidir ve gelenekçi yanı, yineleme değil, daha ileri bir yenilikçilik adına bir yararlanmadır. Örneğin dilinizi Osmanlıca özlemiyle yüz yıl önceyi yinelemek ve hiç bir yenilikçi tavır gütmeden kurmaya çalışırsanız, üç ayaklı sandalye oluruz, dilde hüner ve yenileme edebiyatın olmazsa olmazıdır, eskil olan dille edebiyatı sürdürürseniz file mastodont demeyi sürdürmüş olurduk. Muhafazakarlık adı üstünde tutuculuk; saf kötücül olamaz elbette ama yine örneğin Kuran için başka kitap okumaya gerek yok diyen bir anlayış, edebiyatta nasıl aşkın bir konum sergileyecek!.. Kuran vahiy dışında, Tevrat ve İncil'i okumuş olmayı gerektiren bir kitap, okuyan anlayabilir, eğer aynı olaylar sözgelimi, Habil ve Kabil vahiy yoluyla yazılmış olsaydı, yaratan aktarmacı / nakledici olurdu ki, bu niteleme bizler için günahların en büyüğü sayılabilir... Şimdi Hz Muhammet başka kitaplar okumuştu ama siz onun kitab'esini başka kitap okumayın diyerek sunmaya kalkışırsanız, gerçekte bu peygambere saygısızlık olurdu, peygamber kendi yaptığını size reva görmemiş, yakıştıramamış olurdu ki bu paradokstur. Ayrıca Borges'in öyküsünde olduğu gibi, insanlar başka kitaba gerek yok "hükmüyle" kendi kitaplarını, kutsallarını bilinçaltlarında ya da düşlerinde yazar hale gelirler. Bu sanırım daha vahim bir şey olurdu. Kuran günümüz diliyle Sadi Irmak tarafından oldukça güzel çevrilmiş, Arapça okumada ısrar ya da eski taamla okumada direnmek peygamberin anlayışına uymamaktadır ama kimse anlamak istemiyorsa, gerçek kolaylıkla yer değiştiriyor demektir. Sezai Karakoç büyük şair ve muhafazakar, ama edebiyatta yenilikçi, neden, ne okuduğunu, neleri hatmettiğini söylüyor bir bakın ki oda gerçeği biliyor. Dindar ve edebiyata soyunan kişi Mevlana kadar yenilikçi olmalı, Yunan'ı, Arab'ı okumalı... Mevlana'yı aşmak için de bu zorunludur ayrıca... Ve Yunus bugün taklit edilseydi yanlış olurdu, kabul etmesekte geride kaldı çünkü, bugün Yunus gibi yazmak gene tutuculuk olurdu, edebiyat çağın diline uyugun varyantlar yaratabildiği sürece estet ve güzellik yaratabilir, yoksa inağa dönüşür ve hiç bir tat vermez hale gelirdi... Ve örneğin iyi bir dil kurarak, Osmanlıca sözcükleri yapıtınıza estetik biçimde yerleştirseniz, muhafazakar olursunuz, yaptığınız kötü olmasada, bir genelleme olarak, yine de muhafazakar sayılırsınız. Konu ilginç ama, söylenecek en önemli söz edebiyatın bir düş, bir hayal dünyası olduğunu kabulden geçiyor, edebiyatta sağ düşüncenin tutuculuğun bir erk, bir iktidara dönüşemeyişi, olanaksız bir şey değil, bu bakış yanlış olur, bir ülkede muhafazakar edebiyatın çeşitli yollarla başat olması sağlanabilir, ama değişmeyen şey onlarda bile, yenilikçi ve çağdaş olanın, ya da sözünü ettiğimiz kurallara uyanın veya bu konuda, sınırları parçalayanın değerli olacağıdır. Aynı türkünün değişik versiyonlarıyla ilanihaye, sonsuzca sanat yapılamaz, yeni bir türkü, zamanlar boyunca insanlık tarafından özlemle kabul görecektir. Hz Muhammet bu anlamda bir devrimciydi, yeni bir söz, yeni bir vaatle çıktı toplumun karşısına ve muhafazakarlar onu yok etmek, ölümünü görmek istediler, Yedi Askı şairleri ve eskinin yineleyici diye nitelenebilecek diğerleri onu 'Asi' olarak nitelediler ve peygamber bu günoğulcu ve düzenle işbirliği konusunda azgın bir tutum sergileyen, tekerlemeci ve tekrarcı şuara kısmını (!) ve değişime karşı çıkan, düzdurağancıları lanetledi!.. Hz Muhammet bugün yaşasaydı, sağ (idealist) ya da sol(materyalist) düşünceden bütün durağan (skolastik) söylemcilere önerilerde bulunurdu, onları yok ya da kötü saydığından değil, gelecek ya da geleceği kurma adına kayda değer bir katkıları olamayacağından, şimdi peygamber bugünün toplumcu, ileriden bir kişisiydi dememiz gerekir ama, her ide, her dinsel yapı, her öğreti gibi zamanla durağan ya da uyumsuz paragrafları oluşabildiğinden, fundemantalist biçimde savunur olmakta, bir tutuculuğa dönüşebildiği için, başlangıçta modern olan bugünün gerisinde kalınca, kaçınılmaz biçimde tutuculuğa savrulan (hiçte hak etmediği halde), başlangıçtaki düşüncenin, (zamanın devrimci, devinimci düşüncesinin)gerçel tözün gerisinde kalıyor ki, ilginç olan, geçmişin devrimci ruhuna sarılmanın, kaçınılmaz ve onmaz biçimde, bugünün muhafazakarlığına yol açan çelişik ve artık içinden çıkılmaz olan bir paradoksa dönüşmesi... Onun için hangi nedenle olursa olsun,bir din de olsa sevgi ve hoşgörüyle yaklaşmalıyız vahyolan düşünselliğe ve gerçeklikte hiç bir düşüncenin esiri olmamalıyız, ne olursa olsun düşünce bizim esirimiz olmalı... Bir düşün ya da ideoloji gelip beni bulmuşsa hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendim de bulmuşsam sanatçıyım!..


*


KÜRATÖR

Tophane-i Amire'de, bu günlerde Dali sergisi açıldı, küratör, Dali, Franko'ya destek verdi ama Frankocu değildi dedi. Bu sanatçılar için, sürgit, baş edilmez bir sorundur. Tarkovski psişik dünyaya inanıyorsa, örneğin Marksistler için antipatiktir. Ezra Pound açıkça faşizan tutum sergiler ama şiiri; toplumcu gerçekçiliği, çığlık kuşuyla bezeme ereği gösterenlerle karşılaştırılamaz. Yunus Emre ise tanrıtaparlığı, evrensel ve kozmik bir söyleme dönüştürdü.
İşte sanat...

Sanat bir şeyin savunucusu ya da inananı olmaktan öte, o ideyi insanın iç dünyasını titreten, içsellikle değiştiren yeni bir söyleme dönüştürme uğraşısıdır. Sezai Karakoç bilindiği üzere, şiirsel diskurunu, İslami inançla betimleyip, örgülemektedir, oysa, belki kendisinin bile ayrımında olmadığı tinsel bir içrekliğe savrulduğu için, şiirini sanattan anlayan herkes beğenecek, sevebilecektir.

Borges'de idealist, sağ düşüncenin savunucusu olarak nitelenmektedir. Ve ama gerçekte; onu sorgulamayı, ironize etmeyi tasarlayan bir yapı bütünlüğü gösterir. Borges'teki düşünsel çarpıcılıkla, metaforistik güç çok az sanatçıda vardır. Borges'i okumamak -anlamak bir yana- yazınsal açıdan bir yoksunluğa, onmaz, eksiltici bir düşkünlüğe yol açabilir.

Sonuç, sanatın anayurdundan veya düşünsel odağından, sentriumundan söz edilemez, yinelemiş olalım ki sanat düşünceyi insani anlamda dönüştürerek, yeni bir biçim, yeni bir döngüsel derinlikle sunabilme çabasıdır. Dali, kanımca, beğeni ve sempati içereni bir ressam olmayabilir, bu öznel bir tanı; geçerlidir belki ama karşıtı ileri sürülene dek geçerli bir sav… Oysa geçerlilik değildir aranan, Dali aracılığıyla duyulabilecek ekinsel, sanatsal coşku, resim sanatı adına edinilebilecek görü ve düşünsel boyuttur temel sorunsal...

Başat olan sezgidir. Gerisi görecelidir ve boşunalığa yol açacak bir tartışmadır!.. O zaman gerçellikte, her resim yapan sanatçı sayılmalı mıdır diye sorabiliriz; bu gülünçlük alanını kapsamaktan başka bir işe yaramaz sanırım, çünkü, hem kime göre, neye göre mottosunu ileri süreceğiz, hem de onursal dokuncalarla, değişkenliklerle payeler vereceğiz. Öyleyse bu durumun ileri süreni, süjesi, öncelikle kendini tanımalıdır diyebiliriz!..


*


SANAT VE DİL

Bir süre önce (StandhalSendromu uğrunada olsa) İstanbul Modern Sanat Müzesine gittim, pazartesileri kapalıyız dediler, bu durum güzel sanatlara olan ilgimizin boyutlarına ilişkin ayrımlar sunabilir, müzelere ne denli az uğruyoruz ki kapalı olacağı günün hangisi olduğu bilincinden yoksunuz. Ertesi gün yine gittim, elbette çok beğendim ama gerçek mülk sahipleri hemen oranın bir modern sanat müzesi olmadığını ancak bir müze sayılabileceği ibaresini kulağıma fısıldadılar, oysa ben sanat için anlatılan en geçerli fıkranın bir eşeğin kuyruğuyla Dali’nin yaptığı tabloya yapılan anıştırma ve ‘bunu ben de yaparım’ biçiminde bir fütursuzluğun neslinden gelen biri olarak müze olsun da ne olursa olsun mantığının kurbanı bir kategorinin içine girmeyi çoktan kabullenmiş biriydim. Sanata, güzel sanatlara ilgiyi artırmak kolay ama çok boyutlu bir şey, örneğin sosyal dengeler birbirine yakın olacak; kişisel sorunlar taşıyan insan sanata yönelebilir ama sanatı anlayacak gücü kendinde bulamaz, yani hepimiz şiir yazabiliriz ama şair olabilmemiz koşullara bağlıdır, oysa kendimize bağlı sanırız.

Bunun gibi ilgiyi artırmak için örneğin ilköğretimde bir müze veya antikite dersi konamaz mı, şunu demek istiyorum, ayda bir de olsa bir ders adına örneğin Arkeoloji müzesine zorunlu ziyaret yapılmalı veya ayda bir gün bir sınıf o günü dışarıda kültürel sosyal izlenceyle geçirmeli, ama bu servis, para, anlayış ve çeşitli olanaklar isteyen bir şey, oysa biz okullarda henüz ısınma sorununu bile çözebilmiş değiliz, bunun kesin tanıklarından biriyim. Ayrıca görsel ve yazılı basın bu ilgiyi artıracak sıcak tutum içine girmediği için, bizde sanat diğer alanlarda olduğu gibi bireysel atılım ve girişim işiymiş gibi gözüküyor, oysa rönesans ve reformda görüldüğü gibi sanat bireysel değil toplumsal bir olaydır, bireysel anlayış ancak işgören sanatçılar yaratır.

Sanatsal bir uğraş o denli büyük değişiklikler yaratır ki insan üzerinde, dünyayı neredeyse 'bir sanatla uğraşan kişiler' ve bir sanatla uğraşmayan kişiler diye ikiye ayırabilirsiniz, bir sanatla uğraşan kişi büyük olasılıkla daha hoş görülüdür bunu hemen gözleyebilirsiniz, şiddete uzaktır ve insanlığın hallerini daha iyi algılayabileceği için (tarihi-sosyal, çünkü sanat bir kültür içerenidir) aslında daha donanımlıdır ama yaşadığı dünyaya konumu ve organik yapısı nedeniyle ne yazık ki ters düşer, bu kaçınılmazdır ve bir klişe gibi gelen muhalif sözcüğü gerçekte tam bir karşılık olup; sanat ve sanatçı gerçekten bir karşı duruş sergilerler, bunun dışındaki şeyler örneğin güdümlü üretim sanat olmayıp kültürel tüketim alanına girer ve aslında diğerinden kolaylıkla ayırt edilebilir.

Sanat bir yetenek değil eğitim işidir diye düşünelim. Gerçekten de doğrudur, yeteneğin tanımının tam olarak yapılabileceğini sanmıyorum, arzuyla yönelme midir yetenek, birikim midir, tanrısal meleke midir, geliştirilmiş beceri midir. Sözcük olarak yeteneğin varlığına inanmak gerekir ama, kapsadığı alan bakımından yeteneğe inanmak usdışı bir yaklaşım olmaktan öteye geçmez, yetenek olabilirlikler alanının tüketilmesiyle yapılandırılmış bir bileşkedir, ama biz onu göremeyiz, hatta sanatın uğraşanı da onu göremeyebilir, bu nedenle yetenek kısaca mistifize, soyut bir kazanımmış gibi dokunulmazlık zırhına bürünür, oysa Aziz Paul’un yinelediği gibi ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ ve anlaşılmayacak bir şey de olmayacaktır, ama anlayamadığımız (sürgit olmayan) şeyler hep var olacaktır. Bu şeylerin içiçeliğinden kaynaklanır ve doğa yasası gibi birbirini izlerler.

Bu açına bağlı olarak, olağanüstü bir şey yoktur dünyada diyebiliriz ta ki anlaşılıncaya kadar! Tansık insanın kendisindedir, dahası kendisidir. Bu bakımdan sanat ya da sanatsal etkinlik ulaşılmaz bir şey değildir ama çeşitli nedenler ve de konumlar sonucu kavranılmaz bir şeymiş gibi sanılabilir, bu kavranılmazlık da giderek ulaşılmazlık içerebilir, kavra diye yerel bir deyim vardır, sıkı tut, ‘sahip ol’ anlamında kullanılır. Sorun dar düzlemde böyle açıklanabilir. Ama geniş düzlemde bu sorun büyür, örneğin dili, kültürü kurcalanan toplumlar geri kalmakta olan ya da geri kalacak toplumlardır, bu sanatı da, sanatçıyı da sakınımlı dürtülere sürükler. Bizde dil sorunu çözümlenmiş değildir, yani dil üzerinde bir konsensüs kurulmamıştır, bunun tartışmasıyla yıllar geçirilmiştir, halen de öyledir.

Bir görüşe göre Osmanlıcadan koparılan toplum yolunu yitirmiştir, diğer görüşe göre ise toplum dilini yeni bulmuştur, doğrusu da budur. Farsça, Arapça ve kırma Türkçeyle oluşturulan bir dil bulamacıdır Osmanlıca ve tarihte böyle bir dil de kalmamıştır, çünkü gene Osmanlıca söylersek bu bir dil değil terkiptir, çok uluslu Osmanlının, Balkan, Anadolu, Ortadoğu diyalektleriyle oluşmuş bir karma yapıdır, bir ana ekseni yoktur, eşit ağırlıklı bir kimyasal gibi sonuçta kolayca ayrışmış ve buharlaşarak reaksiyon sona ermiştir. Bu açıdan Cumhuriyetle bir dil devrimi yaşanmamıştır, tam aksine bir karşıdevrim veya bir dokuncaya (müdahale) son verilerek, bu baskı ve yapay zorbalığa son verilmiş, dil doğal yatağına (mecrasına) kavuşarak, gerçek kimliğine ulaşmıştır, bu anlamda karşıdevrim süreci bitmiştir. Ama kimi entelektüellerimiz Osmanlı bürokrasisiyle olan bağları nedeniyle bu dilin toplum ve ülkenin dili zannıyla ortadan kaldırıldığını ileri sürecek denli bir açmaza düşebilmişlerdir. Oysa basit bir deneyle gerçek ortaya çıkabilir, Anadolu’nun en uzak bir köşesinde ‘Aşiyan-ı mürg-i dil zülfü perişanındadır’ deseniz kimse size öbür mısrayı söyleyecek bir bilgilenim sergilemez ama ‘Bir garip ölmüş diyeler’ deseniz hemen diğer dizeyi size söyleyecekler, hatta başka örnekler bile vereceklerdir. Saray çevresinde, ya da şehzade sancağında yuvalanmaktan öteye gitmeyen ve bazılarının Türkçe için dediği gibi asıl uydurma dil olan Osmanlıca’nın kültürler arası bağı kopardığını ileri sürmek işte bu nedenle büyük bir aldatmaca ve bu ülkeye karşı yapılmış bir kültürel gecikmeye yol açacak gereksiz bir tartışma olmuştur. Bir ülkede sanat benzer nedenlerle, geri kalıp yozlaşabilir.

Dilimize, kültürümüze, sanatımıza katkıda bulunmaya çalışarak, kültürel değerlerimize, müze bahçelerinden gün ortasında yapılan saldırı ve barbarlıklara, onları yok edip, çalıp çırpmaya karşı sürüp giden çabalarımızı artırmaya, bireysel ve toplumsal kayıtsızlığımızı hep birlikte yok etmeye çalışmalıyız. Novalis ‘Şiir insanın doğal dinidir’ demiş. Bunu ‘Sanat toplumun doğal dini olmalıdır’ biçiminde düşünebiliriz ve düşünmeliyiz.



*



KİMLİK ÜZERİNE


‘Donmuş tarlalardan geçiyorduk bir vagonla şafakta. / Kızıl bir kanat havalandı karanlığın içinde. / Ve birden koşarak bir tavşan geçti yoldan. / İçimizden biri eliyle gösterdi bize. / Aradan çok zaman geçti. Artık ikisi de sağ değil. / Ne tavşan, ne de tavşanı eliyle gösteren adam. / Ah sevgilim, nerdeler, nereye gidiyorlar / Elin çakıp sönüşü, koşunun hızı, çakıl taşlarının hışırtısı? / Çektiğim acıdan değil, meraktan soruyorum.’

‘Tarih ezeli bir tekerrrürdür’ demiş atalarımız, yinelemiş olalım ki Tutunamayanlar’ın (Oğuz Atay) bir yerinde Göktürk İmparatorluğu’nda gidişatı değiştirmek için çadırda isyancı/devrimci bir gizli toplantının yapıldığına ilişkin sayfalar vardır. Yazar, kendi çağının Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ına bir göndermede bulunmak istiyor ve tarih boyunca yönetimlere başkaldırı olduğunu, bazen utku, bazen yenilgi getiren bir tutumun gerçekte insanlığın serüveni boyunca bir yinelemeden öteye gidemediğini anımsatmak istiyordu sanırım. Çünkü mantığımız ve yaşadıklarımız söylüyor ki, olaki, bir yönetim değişip devrim olduğunda, ütopik anlamda bir daha değişmeyecek olana ulaşmış olduğumuzu düşlüyoruz, oysa her yönetim, yaşamın her biçimi, adı devrim ya da karşı devrim bile olsa kusur barındırıyor ve değişim ve devrim isteği o yönetim, o yaşam biçimiyle yeniden başlıyor. Diyalektik bir gerçeklik ve bir zorunluluk bu…
Burada gerçek sorun, kan ve gözyaşının hiç bir yönetimle değişmediği, hiç bir yaşam biçiminin acıları ve şiddeti dindirmediği ve aslında bir yinelemeden öteye gidemediğimiz olgusunun, bilinçlere çarpan acımasız yankısı… ‘Öyle günahlar işledim ki / Binlerce yıl tövbe etsem / Cehennem kapısı yine de kapanmaz. / Seni şu ellerimle boğup öldürsem / Cezalarımı biraz olsun arttırmaz.’

Öyleyse ne yapmalıyız?.. Bilebilseydik dile getirilmesine gerek kalmazdı… Ve Babil kulesinde dilimizi ayıran tanrı, elimizi, gözümüzü ve kalplerimizi de ayırmış… (İnsan hazcı üremeden daha hedonist bir yöntem yakalamayı başardığında evrenin tini olacaktır belki de ve organ tarlaları artık hiç bir işe yaramayacaktır)Tanrı güçlüden yana olacaksa, olmasına ne gerek var. Ve Bedir’de yenenlerde, yenilenlerde inançları uğruna öldüler ne yazık ki…

"Ey yolcu -kör değilsen eğer- burada her gece Samarra Cezvak sarayında, sayısız şamdanlar, avadanlıklar, mürekkep hokkaları ve minyatürler uyur da, kimseler görmez. Yine her gece burada, inceden inceye, gönülden gönüle bir gurbet türküsü okunur da, kimseler duymaz... Dost, düşmeye gör!.."

Caminin mihrabı öyle güzel ki / Mihrap; Bizanslı tekfurun, Abdurrahman El- Nasr'a gönderilmiş, mozaik ve altınlarla kaplı. / Mavi, yeşil sütunlar, eşsiz desenler ve ağaç oymalar var. / Şu minber yeryüzünde bulunmaz, bu minberin üstüne, yedi yıl çalışmış marangozlar. / Şu gümüş kupalar, şu şamdanlar / Misk, amber ve irem kokularıyla, özel yapılmış kaplar, zencefil, zeytinyağlar... / Burada, Ramazan'ın yirmiyedincisi, Kadir Gecesi, pırıl pırıl avizeler yanar. / Ve sonsuz rayihalar... / Ve "Osman'ın kanı bulunan" mushafın dört yaprağı. /
Ve eyy Kurtuba semalarının ulu camii... / Sıcak bir yaz günü girmişler Kurtuba'ya / Kilise olmuş o cami, Meryem tasvirleri, İsa heykelleri asılıymış havaya / Zangoçlar öd ağaçlarını yakıyor: Koro, pazar ayini için akort yapıyormuş. / O mabetden eser yok!.. / Ne bir şamdan, ne avize, ne bir kandil / Öd ağacı, küf kokusu var, heykeller ve çarmıhtaki İsa'dan akan kıpkızıl kanlar... / Kurtuba bir daha zaptedilir mi? / Sevilla'ya bir daha ne zaman gidilir ki?.. /
Gerçek şu ki, camiyi yıkmak, kiliseye dönüştürmek kadar firâklı değil!.. / Ama İbn Rüşd, İbn Meymun heykelleri var / Bir de Medine fü'z Zehrâ sarayı. /
Ve Endülüs ve Emeviler... / Ve canını zor kurtaran, bir prens yaptırır burada, Şam saraylarını / Ve 'oradan' getirttiği hurmaları diktirip, geçip karşısına der ki; / "Rusafe'de gezinirken bir hurma fidanı ilişti gözüme / Hurmalar diyarından gelip, Endülüs toprağında düşmüş gurbete / Dedim ki: Sen de bana benziyorsun gariplikte / Sen de yaşamak için çırpınırsın bu yabancı toprakta / İçimi kemiren endişeleri duyabilseydin / Sen de benim gibi ah edip gözyaşları dökerdin. /
"Bahtım ve Abbas oğullarının kini, / Vatandan ayrı bıraktı beni. / Gözyaşlarım, Fırat kenarındaki hurmaları sular! / Ama, ne o ağaçlar sakladı acı hatıramı / Ne de sessizce akıp giden o Fırat nehri..."
Malaga, Sevilla ve Gırnata'da da duyduk aynı acıyı / Don Kişot, 'Ey yolcu Gırnata'ya gidilmez, o sizi kendisine çeker' demiş, bu güneşler kenti için. / Eyy sırtını Sierra Nevada'ya yaslamış, -yeşil dumanlı Gırnata- bağları, bahçeleri, ah bâr-ü Gırnata... /
Ve yavaş yavaş gelinirdi Elhamra'ya / -Ancak- görülüp yaşanacak olan El-Hamrâ'ya / Ve birbirini yiyip bitiremeyen, Yemen, Şam ve Arap kabileleri / Ve Malazgirt'den ondört yıl sonra Hristiyanların Tuleytule'yi zaptedişi / Ve kadîmi şehir 'İstambul'un alınışıyla / Endülüs'ün yok oluşu / 'hâkir-i mürûr-u zamandı' /
Ve Ebu Abdullah es- Sağir ki Gırnata Emiri'dir / Ağlayarak verir şehrin anahtarlarını Ferdinand'la, İzabella'ya / Ağlar... / Bugün dahi "Arabın ağladığı yer" denir oraya / Ve yeşil Gırnata ve El-Hamrâ ve tüm güzellikler geride kalır. / Ağlayan emire der ki anası / "Oğul, vatanı için çarpışmayana, kadınlar gibi ağlamak yaraşır... " /
Şimdilerde, Lübnanlı Yâkubi, merakla geziyor burayı / Ve kokluyor kimi müselman, küskün sarayı!..
...
Marks, (Nihil humani mihi alienum) İnsana ilişkin her şey kabulüm demiş, belki tüm suçlar bizim olduğunda; hepimiz günahkarız, ayrımız gayrımız yok dediğimizde, hepimiz masum olacağız, bunu zafer el değiştirsin diye değil, ölümsüz yaşama layık olmak, adil bir insanlık kurabilmek için söyleyeceğiz…
(Ulusal demokratik kültürü başaramadık, dinsel demokratik kültüre buyurun mu demeli, bahtsız, yurtsuz, umutsuz ölülerimizin üzerinde yükselen demokrasiler bunlar, Denizler, Uğurlar, Hrantlarla ilerleyen!.. Demokrasimiz biçim değiştirmeyip, biçim kazandığı gün biz de kazanacağız. )
(Yoksa, ‘bu sonsuzlukları tümevarımsal bir biçimde kavrıyoruz ve kavradığımız zamanda o sonsuzluğu duyumsuyoruz. Bu bize mutluluk veriyor, çünkü ölümü unutuyoruz, hepimiz ölümsüz olduğumuz alanda çalışmak isteriz, ben bu alanda ölümsüzlüğü duyumsadım.’ diyenlerden mi olmalıyız… )
Ütopya diyoruz ama her ütopya kendi ütopyasını doğuruyor ve daha ürkünç olanı, her birimizin kendi ‘Otopia’sı var şu dünyada… Leibniz, ‘Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz’ demiş, en iyisi belkide, ölüm ve öldürmeden uzak, olabildiğince kişinin özgürlük alanını genişleterek ve bu varsayımları olumlu biçimde (sonsuzca?) çoğaltarak yaşamaktır diyebiliriz, ama içimizdeki coşku ve zaptedilmez düşselliği doyuramayacağımızı da biliyoruz. Bu durumun, kızıl yeleli atlarıyla bir süvariler grubunun ya da nereden geldiği bellisiz bir roket silsilesince veya uçsuz bucaksız çölde parlayan ışın demetiyle bozulması da her zaman olası…
Tanrı böyle istiyor deyip işin içinden çıkabiliriz ya da birgün kusursuz ve ölümsüz yaşam biçimine kavuştuğumuzda, insana da tanrı payesi vereceğiz diye alkış tutabiliriz veya olasılıkları artırmayı sürdürebiliriz… Ne varki umarsızlıklar içinde, karalar bağlamışız biz. Tanrım, sen yine de ‘Varsayımı var say!..’
(Bir parkta oturan üç kişi, bir kafeye iki kişinin girdiğini görür, bir süre sonra da kafeden üç kişi dışarı çıkar, izleyenlerden fizikçi olan ölçümde yanılmışız der, biyolog olansa içerde çoğalmışlardır buyurur, sıra matematikçiye gelir; bir kişi daha içeri girerse kafe boşalmış olur der!.. Belki de herşey bu denli açısal ve göreceli olmamalı!..)

İşte bir kitabın esiniyle, çağrışan düşünceler. Adı; Kimlik. Yazarı; Nurten Ertul. Gözlük Yayınları’nca basılmış. 1850’li yıllardan başlayarak, Anadolu’da ki ulusal ve dinsel mozayik içeren yapının, sorunlar başlayınca nasıl bir trajediye dönüştüğünü anlatan, bugünün çağdaş yaşamıyla, geçmişteki bu trajediyi içiçe kurgulayarak yansıtan dokunaklı bir yapıt. Anadolu’da Karamanoğlu diye bilinen bir kesimin, savaş sonrası Yunanistan’a göçmek zorunda kalınca, ne zorluklarla karşılaştığını, ustalıkla dile getiren iç yakıcı bir roman. Karamanoğullarının 1923’lü yıllar sonrasına dek süren dramı ve mübadele yıllarını anlatan; gerçeklerin, yazarın düşgücüyle harmanlandığı bir kurgu metin. Romanı okuyunca anlıyorsunuz ki bilinmeyen ne dramlar, ne adsız kahramanlar, ne kadınlar, ne acılar, bilinen / bilinmeyen ne cennetler, ne cehennemler var şu dünyada…
Devlet dediğimiz ‘Leviathan’ın divitin ucunda biçimlenmiş eğri büğrü bir çizgiyle, tanrının sureti insana (!) yeryüzünü nasıl da dar ettiğini, küçücük çocukların rüyalarını nasılda kirlettiğini, yaşamının sonuna gelmiş, ölünce bana bir yasin okur musun ya da başıma bir istavroz diker misin demekten başka umarı kalmamış yaşlıları nasılda perişan, nasıl da dinden imandan ettiğini görüyorsunuz...
Yaşam bir madalyon, iyimser olabiliriz ama madalyonun tersi o kadar büyük barbarlıklar ve nereden estiği belli olmayan, o kadar gaddar rüzgarlarla dolu ki… Savrulan hayatlar, hiçlenen yaşamlar, ölmeden ölen (öldürülen) insanlar… Ve ne gariptir ki insanoğlu, diğer canlılar gibi, bazen olan biteni uzaktan izlemekle yetinebiliyor… (Ama, Tanrı'nın Oğlu'nun bile çarmıha gerildiği yeryüzünde kardeşlerimiz, eşitliği nasıl arayacak, adaleti kime soracak.) İşte bu kitap; yazık ki yerinden yurdundan olan, Faulkner gibi ‘Yatağımda Ölürken’ diyemeyen insanların acılı romansı… Her ne kadar günümüz dünyasıyla iç içe olsada; asıl arka plan bu acıların nedenini serimleyen ve bir daha yaşanmaması dileğiyle haykırılmış, gizil bir ağıt.

‘Oysa ben bugüne değin hayatımı Büyükannem’in Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki çilecilerinden, Yunus Emre’lere ve Mevlana Celaleddin Rumi’lere değin uzanarak oluşturduğu bir olgunluk felsefesine gore yaşamıştım. Bu felsefeyi Büyükannem bana şöyle özetlemişti: ‘Hiç bir şey talep etmeyeceksin. Yalnızca gündelik ekmeğimizi veren Tanrı’ya şükredeceksin. Bize karşı suç işleyenlerin suçunu bağışlayacaksın. Kin tutmayacaksın. Yaşadığın ülkenin toprağına ve ekmek paranı kazandığın işine hile karıştırmayacaksın. Çünkü hepimiz topraktan geldik toprağa gideceğiz.’

‘Karamanlıca nedir? Karamanlılar da kim?.. Büyükannem derin bir nefes aldıktan sonra
anlatmaya başladı: Karamanlılar Osmanlı İmparatorluğu döneminde Karaman eyaleti sınırları
içinde yaşayan ve Türkçe konuşan Hıristiyan Ortodoks topluluktur. Karamanlılar, Rum alfabesini
kullanarak Türkçe yazarlardı… Yavaşça eğildim, saçlarını öpüp, kokladım. Kulağına eğilerek
duyacağı şekilde şunları söyledim: Kimliğimize ve tarihimize ihanet etmeyeceğim. Senden
aldığım gibi bende kendi neslime, onu temiz bir şekilde teslim edeceğim. Ardından bağlı yaşadığı
makineler sustu. Kollarımda son nefesini verdi. Elvan Karaman, yüzünde tatlı bir tebessümle
gözlerini hayata yummuştu.’

‘Anastasya’nın “uygun zamanı bekle” demesine anlam veremiyordu. Fakat dönüşümün aynı
zamanda değişimi de getireceğini biliyordu. Kararını uygulamak için Yordan sabırsızlanıyor;
bir türlü uygun vakit oluşmuyordu. Şimdi de hiç kimseyi yine mutlu etmeyen Islahat Fermanı
başına bela olmuştu. Artık gün içinde, gerek müslüman gerekse hıristiyanlarla keyif aldıkları
eğlenceli sohbetleri yapmıyor, hemen her gün, Gölcükbaşı’nda günah taşına el sürmeye
gidiyordu. Ardından Aya Kiryaki’ye geçiyor, Kespi, Dapır, Han Deresi ve Banay Tepesi’nde
saatlerce ibadet ediyordu. Genellikle İspir Ağa’yla şarap içmek için gittikleri Gölcükbaşı’nda
yalnız vakit geçiriyordu.’

Burada değişim dönüşüm size bir şeyler anımsatabilir, bugünkü durum Islahat Fermanı’yla
başlamış, ama Osmanlı’nın çöküşü bu süreci durdurmuş ve yeni durum yeni cepheleşme yaratmış
doğal olarak, şimdi yine benzer şeyler hedefleniyor, sorun bunların gerçekleşmesinde değil
kanımca, gerçekleşebilmesi sağlanırken yeni engel ve sorunların çıkmaması ya da
yaratılmamasında…

‘Kapadokya’nın kendi halinde yaşayan köylerinin ve halklarının kaderini belirleyecek olan
gelişmeler, ardı arkası kesilmeden devam ediyordu. 1853 yılına gelindiğinde Kırım Savaşı patlak
verdi. Savaşa Limna’dan da, Floyta’dan da gençler katıldı. Ruslar’la yapılan bu savaşta,
Osmanlı ağır bir yenilgiye uğradı. Tarihteki ilk dış borcunu da Osmanlı, işte bu dönemde
İngiltere’den aldı. Avrupalıları mutlu etmek için azınlıklara Islahat Fermanı ile daha geniş
haklar tanındı. Ancak Osmanlı-Rus savaşının ardından Kapadokya’nın iç ksımları kitleler
halinde Kafkaslardan gelen Çerkez, Abhazya ve Gürcü göçleriyle sarsıldı. İçler acısı bir halde
Rusya’dan kaçan Kafkas halklarına, Osmanlı topraklarını açtı. İş, aş ve başlarını sokacak ev
bulmak zorundaydı bu insanlara…’

‘İslamiyet’te hiçbir Müslüman, eski dininden dönenleri sorgulayamaz, eleştiremez ve geçmişte
kalan hayatları hakkında konuşamaz. Ancak Allah’ın emir ve yasaklarını diliyle inkar edenler,
kafir kabul edilirler. Örneğin namazınızı kılacaksınız, orucunuzu tutacaksınız. Sen zenginsin
Ağa, Anastasya Bacıyı’da alıp hacca neyim gideceksin. Zekat vereceksin. Meleklere, peygambere,
ahrete inanacaksın. Bunların olmadığını, yalan olduğunu konuşmaya başladığında artık
Müslüman değilsindir. Senin bunlara kalben inanıp inanmadığınla İslam dini ilgilenmez. Kalbini
bilemeyiz. Ama düşüncelerini sesli ifade etmeyeceksin.’

‘Osmanlı İmparatorluğu artık ‘hasta adam’ olarak tanımlanıyordu. Ülke batılıların
yönetimindeydi. Azınlıkların lehine çıkan pek çok yasa, imparatorlukta yaşayan gayrimüslimleri
bile mutlu edememişti. Herşey karmakarışıktı, durum daha da kötüye gidiyordu… Halifenin
ordusunun Viyana kapılarına dayandığı günler artık geride kalmıştı. Osmanoğlu’nun parlak ve
güçlü günlerinde yüzü daima batıya dönüktü… Osmanlı, Karaman Eyaleti’ni savaşacak asker ile
sarayda çalıştıracağı yetenekli çocukları devşirmek için hatırlamaya devam etti. Kapadokya
şehirlerinde bile Osmanlı döneminde yapılan doğru dürüst bir eser görmek mümkün değildi… ‘

‘Adırmusun köyünden Hıristiyanların yaşadığı Dilmusun köyüne, oğlunun sevdiği Hıristiyan
kızın ailesini araştırmamız için yardım istedi. Bu sebeple bizim şaraphaneleri çalıştıran
Dilmusunlu Topal Hadrian’ın babasının evine vardık. Bir süre sonra İlason Köyü’nde yaşayan
Vatanseviciler’in akrabaları Stefan’da aramıza katıldı. .. İşimiz bitti tam köyden ayrılacaktık ki,
Hadrian’ın küçük oğlu Mihail, meydanda taşlı-sopalı büyük bir kavga çıktığını haber Verdi,
bunun üzerine Ağa, Topal Hadrian, Vatanseviciler’in İlasonlu akrabası Stefan, benimle birlikte
birkaç adam daha hep birlikte meydana koşuk.O dönemde bağımsızlığını yeni kazanan
Yunanistan’a toplanan yardım nedeniyle kavga çıkmıştı.’

Romanın bugünü ilgilendiren sayfalarından bir pasaj;
Haluk’u İstanbul’da yakalamışım. Ona biraz masraf yaptırmadan Rusya’ya gönderir miyim.
Dışarıda bir yerlere gidelim. Hafta başı, İstanbul geceleri de sakin olur. Biz bize eğleniriz.
Nereye gideceğimizi planlamaya başladık; Bar deme bana, yaptırdıkları estetik ameliyatlar ile
birbirlerine ikiz kardeşler kadar çok benzeyen İstanbul sosyetesi ile mankenleri gece boyunca
seyretmek istemiyorum. Onların o doğallıktan uzak, yarı çıplak vücutlarını görmek… Unutma ki
yarıdan çoğunun fotoğrafını çektim. Onun için vücutlarında ve yüzlerinde bulunan estetik
ameliyatları en ince ayrıntısına kadar biliyorum.
Buda başka bir yaşam biçiminin küçük bir panaroması

‘Sevr’i kabul etmeyen halk dört koldan mücadeleye girişti. Milli mücadelenin başarıyla
sonuçlanması üzerine Sevr Anlaşması hiç bir zaman yürürlüğe konmadı… Ortodoksların
kentlerin kraliçesi olarak gördükleri Konstantinoplleri 1204 Nisanı’nda 4. Haçlı
seferinde ağır bir saldırıya uğradı. Fransız, İtalyan ve Almanlar’dan oluşan bir ordu tarafından
şehir günlerce yağmalandı. İstanbul dışında Haçlı seferlerine katılan şövalyeler Anadolu’yuda
aralarında paylaşmanın planlarını yapıyorlardı. Ancak şehir 1261 yılında Nikaia (İznik)
Bizanslıları tarafından geri alındı… Bizans’ın son imparatoru Lucas Notaras, ‘Bizans’ta Latin
külahını görmektense, Osmanlının sarığını görmeyi tercih ederim’ demiştir.

Türk ordusunun İzmir’e girmesinden sonra şehrin bazı yerlerinde yangın çıktı, yangını
çıkartanlaraİngiliz Konsolosluğu görevlilerinin yardım ettiği söylentisi yayıldı. Evleri yanan
Avrupalı tüccarlar yangını Ermenilerin başlattığını ileri sürüyorlardı. Bazı konsolosluklar Yunan
Harbiye bakanından İzmir’in yakılmaması için garanti istemişlerse de bu garanti verilmemişti.
Hıristiyan ahalide İzmir’i Türklerin yaktığını söylüyordu. Türk yöneticiler ‘kurtardığımız bir şehri
neden yakalım’ diyordu.’

Savaşı kazanmıştık, ama Kapadokya’nın savaşının asıl bundan sonra başlayacağı söyleniyordu, 1 Kasım 1922’de meclis Osmanlı Hanedanı’nın ülkeyi terk etmesini istedi, saltanata son verildi.
Dağı taşı inleten, adını duyan kundaktaki çocuğun bile ağlamayı kestiği padişahın sarayı
boşaltması ve ülkeyi terk etmesi isteniyordu. Aynı akıbetin Kapadokya köylerinde yaşayan
Karamanlı ortodoksların da başına geleceği söyleniyordu. 1923 yılında imzalanan Lozan
anlaşması Ortodoks Karamanlıların ocağına ateş düşürdü ve padişah Vahdettin ile kaderleri aynı
oldu…

Bugün yarın topraklarımızı terk etmemizi söylemeye gelirler. Bir bilinmeyene doğru gidiyoruz.
Yaşadığımız acılar umarım yeni yerde son bulur. Kapadokya! Acılı vatan, içimi yaktın, canımı
acıttın, etlerimi lime lime kestin. Şimdi de kanayan yarama tuz basıyorsun. Benim de canımı al
kurtulayım. Bu yaşta anne baba, evlat, eş ve kardeşlerimin acılarını peşpeşe yaşattın. Şimdi de
bana sürgüne gönderilmenin utancını yaşatıyorsun.


Defterde yazılanları okumaya ara verdim. Bu sırada yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu İlk defa
vatan, ülke, toprak, kutsaliyet, din, millet, cemaat, cemiyet gibi kavramlar ve bunların gerekli
olup olmadıkları konusunda uzun uzun düşünüyordum. Oysa sandıktan çıkan bilgiler sağlıklı bir
fikir oluşturmamı önleyecek kadar beni sarsmıştı. Zaman ve mekan kavramını karıştırmaya
başlamıştım. Çalışma odasından, nefes almak için alt katta bulunan salona geçtim. Hava
kararmak üzereydi. Bir süre perdeleri her zaman açık olan salonun büyük camından, İstanbul
Boğazı’nı seyrettim.’

Savaşın açtığı yaralar ya da sosyal dönüşümler ardarda sorunlara yol açıyor, insanlık bu sorunlarla başedecek bir sistem oluşturamıyor ne yazık ki… Ülkesini savunanların suçlandığı bir mantalite elbette yanlış, ama dönüşüm uğruna kavram kargaşası yaşanıyor ve oluşan boşluklardan sızan yeni kavram ve oluşumlar serbestlikle öncekinin yerini alabiliyor, o zaman geriye şu kalıyor, tarih hangi cepheden bakarsan oradan gördüğün bir manzara...

‘Hıristiyanlığın gelişimindeki bu başlangıç evresinin çoğulcu niteliği, mümin gruplarının farklı
kökenlerini yansıtmaktadır. Yahudilikle bağlarını güçlü biçimde sürdüren sünnetli hıristiyanlar,
din değiştirdikleri için Filistin’de eziyet gören gruplardan gelme kişiler, tapınak düşmanı
Helenler, Vaftizci Yahya’nın öldürülmesinden sonra başka yerlere göç eden izleyicileri ve
Yahudilik konağından geçmeksizin yeni dini benimseyen paganlar. Çeşitli eğilimlerin karşı
karşıya gelme olasılığını hesaba katma gereğini duyan Paulus, Hıristiyanlar arasında görüş
ayrılıklarını doğal sayma ve hatta Heretiklerin varlığını uygun görme yoluna gitti.
Dahası dünyanın sonunun yakın olduğu inancını paylaşan gruplar için öğretiye dayalı görüş
ayrılıklarının önem taşımaması anlaşılır bir şeydir. Örneğin, kıyametin bir yıl içinde kopacağına
inanan Pontus bölgesi Hıristiyanları tarlalarını bırakıp çalışmaktan vazgeçmiş ve ellerindeki
bütün malları satmışlardı.’

Bu bölümü alıntılamanın nedeni dinin ve inancın göreceli bir şey olduğunu anlamamız içindir,
çünkü günümüzde de kıyamet kopacağı düşüncesiyle malını mülkünü bağışlayan gruplar oluyor,
onların şunu bilmesi gerek, kıyamet gerçekten kopacak olsaydı sizin malınız mülkünüz alınır
mıydı. Diyelim onlar bilmiyor, o zamanda bu durum neyin nesi, bir kandırmaca, sen biliyorsun
ve kıyamet mülkün olmuş, oysa hani hepimiz içindi!.. Ne varki kıyameti bekleyenler, inançlarının kurbanı oldular.

İlginç bilitler sürüyor…
‘Haftayedi gündür, yedi yörünge vardır, arş yedi katlıdır. İslam terbiyesinde yedi mertebe vardır.
En yükseği Kutb’dur. Kehf suresinde yedi uyurlar anlatılır. Fatiha yedi ayettir, Gılgamış yedi gün
yedi gece der, Mevlevilik’de yedi selam vardır, Çanakkale’yi yedi tepede yatan şehitlerin
desteğiyle kazandık, Kapadokya köylerini Yedi Uyur korudu.’

Kitabın en can alıcı bölümüde bu…
‘Tren yolculuğumuz sırasında zorunlu göçe ilk kurbanımızı verdik. Floyta’dan beri bizimle
birlikte yolculuk yapan genç bir kadın vardı: Sümela Çavuşoğlu… Kocasını savaşta kaybetmişti.
Henüz dokuz yaşındaki kızı Elena ile birlikte yolculuk yapıyordu. Çok zayıf ve çelimsiz bir kız
çocuğu olan Elena sürekli öksürüyor, iştahı olmadığı içinde hiç bir şey yemiyordu. Cemaate,
özellikle çocuklarını Elena’nın yanına yaklaştırmamalarını tembihlemiştim. Hastalık bulaşıcı
olabilirdi. Kçük kız çocuğunun, iç organlarını parçalarcasına öksürmesi ve kan kusması dayanılır
gibi değildi. Yanımızda ne doktor ne de ilaç vardı. Zavallı Sümela, kat kat yün battaniyelere
sarmasına karşın çocuk üşümeye devam ediyordu. Pozantı’yı biraz geçmiştik. Tren durdu.
Elena’yı temiz havaya çıkartmak isteyen Sümela, trenin durmasına çok sevindi. Kucağında yatan
kızını uyandırmak istedi. Ancak çocuk artık nefes almıyordu… Kadıncağızın çığlıkları hiç
bir işe yaramadı, zorunlu olarak komşusu Maria ile trenden indiler. Çalıların arasında elleriyle
bir mezar kazdılar. Küçük kızın hastalıktan iyice küçülmüş cansız bedenini taşıyarak vagondan
dışarıya çıkardılar. Minik bedeni, kazdıkları küçük çukura bırakıp, üzerini tekrar elleriyle
attıkları toprakla zar zor kapatabildiler. Sümela çocuğunu, sonsuza kadar bıraktığı çukurun
toprağından bir avuç alırken, gözyaşları dinmek bilmiyordu. Tren hareket ettiğinde kendini
yerden yere atıyor, avucundaki toprağı öpüyor, yüzüne sürüyor, kokluyordu. Sümela’yı
en çok yaralayan kızının mezarını birdaha asla bulamayacak olmasıydı. Kızından geriye bir bez
parçasının içine koyduğu bir avuç toprak kalmıştı. Hayattayken karnını doyuracak ekmek
bulamadım, öldüğünde üzerini örtecek toprak bulamadım diye hıçkırıyordu.’

(“Burda gömülüyüm ben, minik Urbicus, Bassus’un / yası; soyumu, adımı büyük Roma’dan aldım. / Üç yaşımı doldurmadan altı ay önce, üç tanrıça / acımadan kestiler kader ipliğimi. / Güzelliğim, peltek dilim, küçük yaşım neye yaradı? / Bu yazıyı okuyan yolcu, göz yaşını / esirgeme bu mezardan! / Dilerim, senin sevdiğin, / öteki dünyaya Nestor’dan yaşlı göçsün!”)

Şu diğerinden farklı mı...
“Mezarımın üzerinde kuruyacak yeryüzü / Anne, anneciğim / Unutacaksın sen beni / Yabani otlar / dalgalanacak üzerimde / Baba, babacığım / Ne de sen özleyeceksin beni / Kara gözlerin yıkanır / yaşlar dinince / Abla, ablacığım! / Artık acı üzmeyecek seni / Canım kardeşim / Ancak sen unutmayacaksın hiç / Var gücünle yok say beni / Sen ise durmadan üzüleceksin kardeşim, ölünce, / Yanıma uzanıncaya dek. / Ey tekmelediğim neşe dolu yollar / Acımasız çıktınız. / Kölemdiniz oysa! / Ya sen kara toprak / Ayaklarımın çiğneyip kardığı kara toprak / Mezarımı örteceksin. / Soğuksun ölüm, tanrın ve efendin idim… / Yıkılır gövdem yakında toprağa / Eririm / Ruhumsa gider belki cennete / Belki de bir bilinmeze...”

‘Mersin’de Salonika adlı gemiye bindiğimizde, tren yolculuğunda yavrusunu kurban veren
Sümela Çavuşoğlu’nun durumu hiç iyi değildi. Sadece su ve kuru ekmek yiyebiliyordu. Ateşler
içinde kıvranıyor, kızı Elena’yı sayıklıyordu. Ancak gemide de bulaşıcı hastalık kol geziyordu.
İyice zayıflayan Sümela’yı bir sabah yattığı köşede ölü bulduk. Kaptan mürettebata, ayağına
ağır bir cisim bağlayın ve denize atın dedi. Yapabilecek hiçbir şeyimiz yoktu. Zavallı Sümela’nın
mezarı uçsuz bucaksız Akdeniz oldu.’

“Bu başı dumanlı dağlar / Şimdi benim için yuva oldu / Ama evim aşağılarda / Ve daima öyle olacak / Bir gün döneceksin / Vadilerine ve çiftliklerine / Ve daha uzun süre yanmadan / Kucaklanan kardeşlere katılacaksın. / Bu yok etme tarlalarına doğru / Ateş vaftizi var / Bütün acılarını izledim / Kavgalar daha da azgınlaşıyor / Ve daha kötüsü beni fena yaraladılar. / Korku ve alarm / Terketmediniz beni / Kucaklanan kardeşlerim / Değişik bir sürü dünya var / Ve değişik bir sürü güneş / Ve yalnızca bir dünyamız var / Ama biz değişik olanlarda yaşıyoruz / Şimdi güneş cehenneme gitti / Ayda yükseğe doğru doludizgin gidiyor. / Elveda diyeyim sana / Her erkek ölmeli / Ama o yıldız ışığına yazılı / Ve avcunun her çizgisine / Aptalız savaşırken / Kucaklanan kardeşlerimizin üstünde.”

‘Sevgili Baravun, Marika’nın sonu, Anadolu’nun asırlık çınarlarının çok derinlerdeki köklerinin
sökülüp atılırken yaşattığı acıyı, bizlere yeniden hatırlattı. Genç kızın, feci ölümü kısa sürede
bütün cemaate yayıldı. Göçmenlik pisikolojisininde etkisiyle kabuğumuza çekildik; Kapadokya’yı
ve geçmişi özlemle anmaya başladık. ‘Bir yıldızın yükselişi’ ‘Güneşin doğuşu’ gibi anlamı olan
Ana-tello ismini Bizans İmparatoru Porfirogenetos’dan aldı. Ancak kaderimiz asla bir yıldız gibi
parlak ve ışıltılı olmadı.’ Yorum sizin...

‘Çığlıklardan oluşmuş ipler / Avrupa’yı kesip geçen çan sesleri / Asılmış yüzyıllar / Ulusları birbirine bağlayan raylar / Biz iki üç kişiyiz ancak / Her türlü bağdan uzak / Tutuşalım el ele / Dumanları tarayan şiddetli yağmur / İpler / Örgü örgü ipler / Denizaltı kabloları / Köprüye dönüşmüş Babil kuleleri / Köprü ören örümcekler / Bir tek bağla bağlanmış tüm sevgililer / Daha başka daha ince iniltiler / Işığın beyaz ışınları / Concorde ve ipler / Sırf sizi göklere çıkarmak için yazıyorum / Ey duyular ey sevgili duyular / Anının düşmanları / Arzunun düşmanları / Düşmanları pişmanlığın / Ve gözyaşlarının / Düşmanları işte sevdiğim ne varsa’

Ah bıçak yoksa argon tabanlı aletlerimiz var!.. Zalim ya da günahkar addetmek için birilerini, acılar yaşamaktan bıkmadık mı, zulmün el değiştirmesinden bıkmadık mı, birilerini kötüleyerek, laikliği dinsizlik, dindarlığı bağnazlık olarak sunmaktan bıkmadık mı… O zaman çözüm hiç bir zaman olmayacak demektir.
‘O zaman, Aurelianus Cennet'te, Ulu Tanrı'nın gözünde kendisi ve Pannonyalı Yohannes'in (Ortodoks ve sapkının, nefret eden ve nefret edilenin, suçlayanın ve kurbanın), aynı insan olduklarını anladı demek daha doğru olur dedim, bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya aynıdır,’

Barok bir dilin egemen olduğu kitap deyim yerindeyse, kalbimi zorladı, durduğum yerler oldu.
Bir dostluktan geriye, bir anı kalır. Bir şiirden, bir dize. Bir aşktan, gülümseme. Bir kitaptan…
Belki bir tümce. Bir özümseyiş ya da bir dünya?.. Ene ene, ente ente, kimbilir, harflerinin yargıcı okura göre değişir.

Bir şiir,
"Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil / Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru / Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda / -ayırıpta kasığını- / oturuyor. / Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini / ataları Nuh'a lânet yağdırıp / döküyor bir leğenden / içiyorlar irini!.. / Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor / -bir başka kavim- / ötede / sığınıp pazar yerine / tozlu bir Kur'an'ı da kucaklayıp / Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak / boynunda gümüş, Beyta'nın evlerini yakıyorlar / Araf!.. Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta / büyüyor gagasındaki kin / -ışıktan kılıç- / Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme / ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!.. / Araf: Son değil... / Orada: / Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de / bu tarih öncesi bitmeyecek mi..."
O son sığınağımız ve son umarımızdır; işte son bir şiir…
“Bodrumdaki tavernada, / sigara dumanları ve küfürler arasında, / yukarıda laternanın tiz sesi /
bütün arkadaşlar içtik dün, / dün, bütün akşamlar gibi, / acıları unutalım diye. / Biri diğerinin yanında sıkılıyordu / ve ara sıra yere tükürüyordu, / Ah! Ne büyük bir acıdır / hayatın yükü... /
O çile çektiği sürece / hatırlamıyor beyaz bir günü... / Güneş ve firuze deniz / ve sefih gökyüzünün derinliği, / Ah! Sarı şeffaflığı şafağın, / günbatımının karanfilleri, / uzağımızda yanıp sönüyordunuz, / giremeden kalbimize! / Birinin babası on yıldır / kötürüm – aynı hortlak, / diğerinin karısının günleri az / eriyor evde veremden, / Mazis’in oğlu Palamidi’de hapiste, / Yavis’in kızı / Gazi’de!.. / Çarpık kaderimizin suçu! / Bizden nefret eden Tanrı’nın suçu! / Tehlikeli fikirlerimizin suçu! / Hepsinden önce şarabın suçu! / “Suçlu kim? Suçlu kim?..” Henüz / hiçbir ağız bulup söyleyemedi. / Bu yüzden, karanlık tavernada / boynu bükük içeriz daima, / her topuk solucanlar gibi / ezer bizi nerede bulsa: / korkak, talihsiz ve kararsız... / Bekliyoruz, belki de, bir mucizeyi.”

&

Kimlik / Nur Ertul / Gözlük Yayınları / 309 Sahife




*




SİYAH SİSTANBUL

(Şiir ve Sanat metninin varyantıdır.)

( Sanat büyüleyicidir. Ne var ki yaşamın dışında olağanüstü hiçbir şey yoktur. “Açıldı demir kapılar ardında, lâciverdi bahçem / Aslolan hayattır, beni unutma Hatçem!..” Bundandır, yaşamın içinde barındırdığı her şey gün gelir sıradanlaşır. Sanat bile… Bu nedir, örneğin Shakespeare’in Hırçın Kız’ı yüzlerce, belki de binlerce değişik biçimde sahnelenebilir. Sanat değişik versiyonlara ve uyarlamalara izin verir, dahası kötücül olana kapısı açıktır ve işte bu ki sıradanlaşma olasılığını içinde barındırma anlamına gelebilir. Bundan ötürü, şu metinlerarasılığa özenen metin bile kendi içine kapanan bir uyarlama olabilir artık!.. Ayrıca düşünce filiz veren ve akıp, aktarılan bir şey, çelişkide, gümrahlıkta, abuslukta buradan doğuyordur diyebiliriz…
“Ve ucube, acayipten gelir. Çöl; sanrılar, heyulalar üretir. Çöl insanı ya olağanüstü, derin bir imgelem gücüne sahiptir ya da onu yoksayan, ona sırtını dönen insanlardan mürekkeptir. Muhammed derin bir imgelem gücüne vasıl olarak 'Yaratan'a ulaşmış, ‘arş-ı âlâ’ ile konuşmuştur!.. Sözün özü; bu yollardan teville, bir yanıyla imgelemi yani sanatı ululamıştır. En büyük sanatkâr Tanrı’dır, çünkü öyle bir kozmos yaratmıştır ki, uçsuz bucaksız boşluklar, ışık anaları, magnetik yavrular ve sonsuz yağmurlardan başka, neresinden bakarsa baksın, göklerin prizmasından, evrenin ve sonsuzluğun aynasından kendini ve dilediğince yoğurup, biçim verdiği, yaratılmışların en kâmilini, onu, yani kendi suretini görebilmiştir... Kur'an, Tanrı aracılığıyla insan-ı kâmil olanı inşa eder, zamanlar boyunca onun heykelini yontulayıp, yaratıp, biçim verir. Kim ki bu yola baş koyup, Tanrı’nın gösterdiği yoldan, alın teriyle, emekle, bilgiyle, düşsellikle gitmek, o izi sürmek ister ve içtenlikle, sevgiyle, aşkla ona özenir, yeryüzünün neresinde olursa olsun, Tanrı katında makbuldur, halistir, reşittir, müjdecidir. Kim ki ona dil uzatır, görmezden gelir, gıybet eder, yok sayar; elinde olmadan riyaya düşer, gönül gözü perdelenir ve sümme haşa kulların hası olmaktan çıkar...” Târik-i aşka gir ehl-i Hüdâ ol / Gönül gel layık-i her itilâ ol)

Gönlü girizgâhın nidasından, dimağ diyarının derdi sahrası yeğdir, konumuza gelebiliriz…
“Lalelim / Lalelide oturur / Laleli lale kokar lalelimden. / Laleliden geçilir / Lalelimden geçilmez!..” Orhon Murat Arıburnu’nun bu şiiri, sözcük oyunuyla süslü, ironik bir aşk şiiri, süreği; anlakta olumlu ile olumsuzun çakışmasının yarattığı bir çarpınç var düşleminden ötürü; alımlı bir şiir. Oysa şiirde bir zıtlık söz konusu değil; Laleli’den geçilir’de, Lalelimden geçilmez’de olumlu tümceler ama geçilmez olumsuz bir im sanısıyla, bir öncesinin aksi bir sözcük görüntüsü vermekte; oysa tam tersi bir bağlılık, vazgeçilmezlik içeriyor. Tersinirlikten doğan bir ilginçlik yok kısacası, safça bir yanılsama söz konusudur belki…

Arıburnu, sırf bu şiiriyle aşkın şairi sayılabilir, Aşk şairi tanımında bizde bir bağdaşmazlık var, aşk şairi aşk / sevda şiirleri yazan kişi sanıyoruz, oysa aşk şairi demek, barış, kardeşlik, sevi, hümanizm yollarında dirsek çürüten eroğlu, yaşamı tüm boyutlarıyla kucaklamış, ona dörtlükler, kasideler, serenatlar yazarak kutsamış, ululamış bir ozan demek!.. Ritsos ve Neruda aşk şairi, elbette Nazım’da ama örneğin Ezra Pound aşk şairi değil, Pound filosofi içerikli, agnostik bir dünyanın şairi, kaosunda diyebiliriz, ona paralel ama faz diyagramı değişen Sezai Karakoç’ta bu olumun daha saydam (berrak) görünümü var, üstelik Leyla ile Mecnun’u yeniden yorumlasa bile teması Aşka Kitakse’den öte, konuya bağımlı, methi ve ulvi bir şiirsi başkalaşımla, içrek (bir iç yolculuk) bir akışın dizeleri olduğu için; insancıl boyutta da olsa elvermediğinden, aşk’ın şairi kapsamında koyutlanamayacağı düşünülmelidir.
Aşk şairi, başka bir çağın mutluluk mantrası sayılmaktan öte, belirtilen temalar içinde duygu, düşünce ve duyarlığını bir yaşam boyu ve değişmesiz boyutta sergileyen kimsedir sanırım. Nasıl mimarinin şiiri, sinemanın şiiri kavramları varsa, şiir salt yazıyla sınırlı değilse, sevdanın / aşkın şiirini yazmakta, o sınırda gezinmekle olmuyor. Aşk şairi bütün bir yaşamı duyarlı biçimde sevgi, barış kardeşlik noktasında yorumlayıp, bunu dinine / diline dolambaç yapmış ezgimen demek kısacası…

Günümüzde insanı / toplumu temalarında başat kılıp, savaş karşıtı ağıtlarla ya da insanlığın gidişatı üzerine varsağılarla dilbazlığa ermiş, gerektiğinde modern ötesine de uzanabilen ve bu yolda yüreklerimizi burkan, gönül bağlarımızı titreten bir ozana ancak; gerçek bir aşk şairidir demeli / diyebilmeliyiz. Şu ki aşk üzerine şiir yazan şair, aşk şairi olmuyor, aşk üzerine şiir yazmış oluyor, aşk şairi çok daha derin ve boyutu çok daha geniş bir alanın şairi…
Mevlana ya da Yunus aşk şairi, Fuzuli ve Baki aşkın şairi ya da aşk üzerine şiir yazmış kimesne oluyor bu noktada… Sözütümüz şu ki ‘Aşk şairi’ aşk üzerine ‘aşkın’ olabilmenin şairidir demek gerekir, ama aşkı tema edinip onun varyantlarına saparak varlık / yokluk kavgasına girişmekte, yörüngenin dışında bir yolculuğa düşkünmek, aşkın asallığı dışında seyreden bir vargıya ulaşmak, katedrale ya da bir camiye ‘yaslanmak’ olmamalıdır. Yunus aşkı Yunusî bir dille içkinleştirdi, kendi felsefesini ve dilini kurdu ama saltık aşkı da dışsallıkla hedef gösterip ona gitmedi ve aşka aşık olmayı denemedi (düşünce kesinlemelerle ilerlemez / yadsıma ve yanılsamalarla yol alırmış).

Konu uzadıysa da, belirsizlik kaçınılmaz, Arıburnu’nun şiirinin bir dizesi ‘Laleli lale kokar lalelimden’ biçiminde kalmış belleğimde, doğrusunu konuşlayamadık (Laleli lale olur lalelimden?), elektronik dünyanın verilerine çoktandır tutsak olmuşuz (gün gelecek kıyamet kararı bile elektroniğin kapitollerinden, pantheonlarından verilecek diyelim!..), lale kokulu bir çiçek olmadığı için böyle yazamamış olabilir ozan, ‘Laleli lale olur lalelimden’ demek zorunda kalmış belki de; ama bellek ‘kokulu’ olmasa da, iç dünyamız dizeyi özlem veren biçime dönüştürüyor ve ‘kokar’ biçiminde anımsıyor ne yazık ki, keşke böyle yazılsaydı (belki de öyledir, bizimki artık bir diyalekt), ‘Olmayana ergi’ şiirin bir kuralı değil mi…
Büyük şiirisyen Kavafis’i burada bir kez daha anmak gerek (koksa da, kokmasa da!..); ‘Sanat her zaman yalan söylemez mi…'
Ne ki gerçeği öğrenmek için, alemlerin sultanı insanla, cibrili ve iblisi meleklere bir kez daha sormak gerek!.. Vukovar’da su yaşar mı, Sokoto’da ölüm var mı?..

‘Sonra Gürhân kibir ve heybet ile / Sencer vilâyetleri üzerine yürüdü / Bikaner’e varınca / Işık taşlarının arasında / Ölmüş olan suyu gördük!.. / Ve zaman kendi denizine döndüğünde / Ağzında melek otu / Uçan bir yarasaydı M!..'

Düşüncelerimiz görecelidir, ne ki Julien ya da Gregorien takvime göre değişmezler, düşünceler düşüncelerle değişir, bizim dışımızda varlığını sürdürebilen şeyler gerçelliğini de buna bağlı olarak sürdürürler, taş gibi; ama örneğin tanrı varlığını ancak bizimle sürdürebilir ve düşünsel boyutlarımız değiştiğinde, oda yeni biçimler ve görece değişkelerle oluşmak zorunluluğundadır, biz tanrıyı yeniden var edebilir ve değişkenlikle yeniden biçimlendirebiliriz ama taş bizden bağımsız olarak varlığını sürdürür, çünkü somut bir alanın nesnesi konumunda olan şey, soyut bir alanın görselliğinde bile varlığını ve kavramsallığını bize bağlı olarak sürdürmez. Varlığını inanç noktasında aldığı yardımlarla koruyup sürdüren her şey, gerçekten var olsaydı bile; sorguya açık ve geçici bir hükmün gölgesinde varlığını sürdürmek zorundadır, çünkü inanç olabilirlik alanına giren kavramlarda kendini gösterir, inancın yardımı ya da öngörüsü olmadan varlığını sürdüren şey tartışma alanının öğesi olmaktan çıkar, değişkenliğe açık ve olabilirlik alanının her nesnesi, her tözü, hem var hem de yoktur, varlık ve yokluğunun kaynağı öznesidir, doğrudanlıkla bizden kaynaklanır ve bizi sarıp sarmalayan ruhanilikte budur, bu yüzdendir ki, bu kavramlarda safsatayla, ulu gerçeklik, ezeli varoluşla, sonsuz yok oluş, karanlıklar ve aydınlık ve tümel kozmolojiyle, kaotik hiçlik hep yan yanadır.

(Gerçekte inançsız olan yalnızca tanrıdır diye düşünebiliriz, çünkü onun bağlanabileceği bir tanrısı yoktu ve başkalarının inancına karşı çıkan her inanç sahibi, dolaylı olarak bir yadsıyan / bir inkârcı olmak durumundadır, biz sevgiliye, alışılmış deyimle, aşkım senin adın doksan dokuzdan bir fazla diyebiliriz ama düşünsel anlamda hiçbir inancın adı doksan dokuzdan ne bir fazla ne de bir eksiktir sanırım... Bilinmeyenlerle çatışıp durmak, hipotezler üreterek soru sormak, soyut alanları metaforun yüksek cebiriyle çoğaltmak, Göğe bakma durağı'nın; türevsel ve yanılsamalarla doygun ışığında savrulmak, 'Hiçlik kuşu'nun astrolabında Cancun'dan Ramsar'a dek uçmak, yalan ve yılanın yüzü, Faust ve Mephistofeles çıkışlı kuramsallık, Frank'einstein süreğenli karşıtlamlar, Otrar ve Amritsar versiyonları, uzak kıtaların, öte denizlerin mitleri, idefiksleri, bütün bu düşünceleri süsleyip dururlar...)

Sanat ve şiirde böyledir, düşüncelerimizle varlığını sürdürür, genişletir, biçimlenirler. Ortaya şöylesine bir açın koyalım; batı kültürünü ezimseyip, özümseyerek, yaşamlar gören, ortamlarda bulunan ve Türkçesini kusursuzca geliştirebilmiş bir insan olarak, bu üç temel öğe üzerine şiirini kuran, geliştiren şairlerimiz vardır. Arı bir Türkçe, ekincil, batı motifli bir eksen ve zamanın akışında, görmüş geçirmişliğin hatayı en aza indirgeyen bilgeliğiyle, güçlükleri aşarak özgün bir şiir yaratabilen şairler… Ulu Manitu esirge, esinlerin melek burcunu!..
Şöyle düşünebiliriz, Berlin’de bir Türk ressam batı kültürüyle yoğunlaşan resimler yapıyormuş, izleyiciler biz kendimizi biliyoruz, bize doğuyu anlat demişler. İlk bakışta doğru ama her doğru gibi göreceli ve değişkenliğe açık bir konudur sanırım...
Şu ki, evrensel olanın yurtluğu yeryüzüdür, ama bir sanatçı olarak aşkınlıkla kendinizi ya da kült / ürününüzü ortaya koyamadığınız sürece yetersizlikle eleştirilebilirsiniz. Kesinlem; doğulunun doğuyu anlatması değil, sanatsal bir dil ve ayrıcalıklı bir görsellik ya da yöntem oluşturabilmekte yatıyordur sorun…

Halil Cibran’ın resimlerinde doğunun mistisizmini batı biçemiyle verebilmenin gizemi seziliyor, sonuçta etkileyici bir sentez, belki kıssalarında da öyle bir dili görenler vardır ama artık ne dilin, ne de yolun yordamın anayurdu kalmadı, sanat, o değeri oluşturabilen objelere dönüştü…
‘Büyükkarmaşa’da bunun ayrımı da güçleşti ama sezgi ve ekinsel birikim, tarihsel / gensel içgüdü ve ortak payda / paylaşım, sanatın tanımı ve gücü konusunda bize sürgit ışık tutabilen açımlar olarak varlığını sürdürüyor.
Salah Birsel sanatı bir moda olarak tanımlardı, ama vulger ya da avam (geçersiz) olanın moda bile olsa iyi yer tutamayacağına tanık olabiliyoruz, sonuçta sanat bir üst dil ve bir üst kurum olarak, yaşamsal bir zorunlulukla dün’yada / gelecekte varlığını koruyacaktır.
Sanat hepimizin içinde olabilecek bir nen ama çekip çıkarmak için Deloslu dalgıç gerek, öyle olmalı- yoksa sanatın etkileyiciliği ve bir estetle yüklü olan aurasının ruhları kuşatması, anlağa yansımasının hiçbir görkemi ya da anlamı olamazdı. Sanat, kültürel yansımalardan, kaydırmalardan öte, ortada Şirazlı’nın gülü bile yokken gülü koklamış olmanın esrikliği ve gül kokusunun evrende neden ve niçin var olabileceği üzerine ağırsak, yakıcı bir kavramsallık yaratabilmenin irisli fırtınasıdır.

Sanatın göreceliliği, değişkenlikle sanatın değersizliği, objenin geçersizliği anlamına gelmiyor, Mona Lisa batıda bizdeki kadar bilinmiyor, o belki de kültür emperyalizmi (egemene boyun eğiş) adına, doğuyla empati kurabilmek için, oryantalistlerin öne çıkardığı, maşrığın edebi ve terbiyesiyle masun, yaşam biçimimizle uyumlu, alnında dikkat edilirse tülümsü bir türban izi de bulunan, gizençle rahibemsi, içe kapanık, gebe olma olasılığı bile söz konusu, dengi dengine doğulu bir portre, dört dörtlük bir vesikalık... Biz western’e bağlanabilelim, kucak açabilelim diye kitaplarımızda yer etmiş bir Meryemana o!.. Ve artık beni; benden bile çok seven, bir ben varken, ben’e bile gerek yokmuş diyebileceksin sen!..
Şimdi emperyal / hegomonik kültür adına bu tabloyu, bir stratagem, barbarlığın uzantısı, içimize nüfuz etmiş bir Truva atı (Odyssevi kurnazlık) sayarak yerden yere vuracak mıyız, yoksa empati kurabilme adına batının hümanizmine / hunharizmine kucak açacak ve onlara bizden biriymiş gibi sarılacak mıyız!.. Sanat, güneşin (sarıgül) aydınlatan ve de yakıcı her iki yüzünü de görebilmek adına; orada sonsuzluğun bileşeninde ondan altınsı, Eldorado doğuran, o ulaşılmaz tekyüz’ü, ‘Unicorn’u yaratabilmenin ölümcül çabasıdır... Yoksa Judas daha bizi çok oyalar.

Şuna emin olun ki, da Vinci’nin çok daha karizmatik ve sanatsal pek çok portresi var, ama batıda, yazık ki ruhumuzu ele geçirebilmek için la Jakond’dan daha ahlâklı, daha anacıl bir Anna, (Münihli Hans Müller, üç şey severdi: 1-Altın köpüklü arpa suyu. / 2-Şarkî Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. / 3-Kırmızı lahana.) daha masum, gizem dolu bir Madonna ve bizlere lâyık ruhani ve de insani başka bir melekte yok!..
Bütün bunların bir sakıncası da yok, ‘Ne kokluyorsunuz efendim / Çiçekler, çiçekler, çiçekler!..’ diyelim ki, çağımızın Hamlet’i artık böyle söylüyor…

İşte Siyah Sistanbul kitabıyla dile gelen düşünceler neler olabilirle başlayan (Gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi!) bu yazının teması gerçekte kitaptaki şiirler… Lale Müldür’ün şiiri; doğu / batı sentezini kadifecil bir dengede kurup, içli, aşıkane bir dil yaratarak, kalpleri kuşatıyor, gönülleri fethediyor ve marjinalitesini böyle sağlıyor. Büyüsü; batı kültürü almış olmaklığını, doğal olarak genlerinde bulunan doğu mistisizmiyle harmanlayarak, dilinde bir gizem, albeni yaratabilmesinde; belirsizliğin tatlı aromasını da dizelerinde gezdirerek, şiirsel yolculuğunu sürdürüyor, Freudyen, ezo / eroterik imgelerle bir üçgen oluşumuyla, yeryüzünde savaşımdan, kavgadan, çatışmadan beslenen kültür ortadan kalkmadıkça, bu tür kültür savunucularının, birikimcilerinin düşsellikle bilinçaltında yatan İslamohıristiyan (Hırislamizm / tek tanrı, tek din?..) bir dengede ve sevinin, hümanizmin tüm türevleriyle, duyarlıklı, imrenilir bir senteze doğru koşuyor, uçuyor, aşıyor ve durmaksızın üretiyor. Şiir bir matematikse, o da bir matematikçi bilitiyle davranıyor!..
İkinci Yeni’ye yakın duran şiiri, (İ.Berk, E.Ayhan, S.Karakoç, G.İnal) belki de bağımsız, batı sonelerinin yumuşak sentaksını taşıyan, uçucu, ama neşideler neşidesinin hıçkırıklarının da gözyaşı şişelerine dolduğu, her temayı, her vakayı tütsülü, kendi müldürümsü içrekliğine taşıyabilen, bir demir kelebeğin, ipeksi, gözbebeği incileriyle süslenmiş, binbir geceli, bir sırça fanus ve çinili köşk şiiri… Girenin çıkamadığı, çıkanın giremediği…
Ultra Zone’da Ultrason ve Güneş Tutulması 1999’da zirveye doğru kanat açan içtenlik ve yakıcılığını, örnekler sunacağımız son kitabı Siyah Sistanbul’da ağırlıkla, mistik hava ve batının pop ve doğunun zen kültürüyle, kozmik felsefenin tütsüsünü üzerinde gezdirerek, önceki şiirlerine göre, pek başvurmadığı humour’la süsleyip, dil de arayış ve sözcük oyunlarına da giriştiği, daha eril bir atmosfer kurmuş ve şiirin sonsuz yolculuğunda yeni bir kapı, uzaysıl yeni bir atopiaya doğru gene yola çıkmış görünüyor. İşte onun, kendi deyimiyle sondan bir önceki şiir kitabından; sui generis bir haleti ruhiyeyle yazdığı şiirlerinden bir demet…
“(Benim canım sıkılıyor Viladi)
Sık dişini benim de sıkıldı / Ama görüşünce eğleniriz / NOBODY LOVES ME AND IT’S TRUE / Yasak meyvelerimle / Hadi ordan everybody loves you / nobody lovvvvvvvvvvves me and it’s trueeeeee / me, I do love you honey / yasak meyvelerinle git sen ayrı semalara /
bişeyi çooook seviyorum ama kimse / vermiyor bana onuuuu / bir tek Viladi Viladi Viladinur / bütün bebekleri yatırdıktan sonra / üstlerini iyice kapadıktan sonra / dikkatle hazırlar o şeyi yanlarında / çünkü yaşaması için acildir o / alır hemen çeker ve gitmiştir artık / ah Viladi Viladi Viladinur / hiç bahsetmez eski sevgililerinden / NO MORE NO MORE OF THE CRYING GAME / ah mükemmelsin mükemmelsin Viladanur / kusurlarıyla uçan uçan ama nereye doğru / gel bana gel bana Viladi anne / burada arafın dibinde yapayalnızım ben / birlikte olalım da neresi olursa olsa / Alright we’re jamming we’re jamming / in the name of the Lord / tamam birlikte birlikte dansediyoruz işte / Tanrının ismiyle / Alright we’re jamming we’re jamming / in the name of the Lord / “

Ve bir başka şiir…
“(Sopası Kirazların)
duruyorsunuz orada bir kedibenzer gibi / sıçramak üzere belki bir şeylere / ya da hiçbir şeye / duruyorsunuz orada bir kendibenzer gibi / sıçramak üzere kendi mükemmel ağzına / ince yapraklı altın SOPASI kirazların / neler neler neler yapabilirsin ki şimdi? / Marinethi’nin duyulan doğa manzarası / geliyor aklına / kara kuşun ıslığı, ateşin çıtırtısını kıskanarak / suyun dedikodusunu yok ederek sona erer. / 10 sn sarılış. / 1 sn çıtırtı / 8 sn sarılış. / 1 sn çıtırtı. / 19 sn sarılış. / 1 sn çıtırtı. / 35 sn sarılış. / 6 sn karakuşun ıslığı…”
Ve kitabın son, okura elveda dediği şiir...
“(Sayıklama)
ağlıyorsundur Rimbaud / ağlıyorsundur / ve işte o kocaman sarsıntı / ve gürültüsü bir kumrunun / tam uyanakalmışken sen / ah Rimbaud / uyuyakaldığın onca zaman / nasıl hatırlanabilir ki / nasıl hatırlatılabilir ki / nasıl hatırlanakayışkalanabilir ki bu ? / bak işte bir kumru / olanca sarsıntı ve dehşetiyle / anlatıyor hipnoz uyanışını / ah Rimbaud / başka türlü nasıl / diriltilebilirdin ki sen ? / bir gözün büyüğümsü ve / karanlıkta / ve acil her şeye ulaşgan / diğer gözünse küçük / küçüğümsü / ve estetik / estetik ne varsa onlara / buyurgan / ve mor viyole bir ışın / çıkıyor o senin / sol gözünden! / ağlıyorsun işte Rimbaud / ağlıyorsun / ne yapabilirim ki ben bunun için ? / gözyaşın dudağına değdi değecek / o hiddetle öfkeyle kapatılmış / gergin dudağına / dudaklarına / dudaklariklinotski / diye bir Kızılderili sözcük / uydurabilirim ben şimdi / saçlarınsa sık orman dalaşları / gibi adeta / içinde yer alan altınımsı parıltılarla / en azından / fotoğrafın böyle diyor şimdi / evet yakışıklısın Rimbaud / hiç de az yakışıklı değil / ama daha da önemlisi / gözlerin , o her şeyi anlatan, / her şeye küsen , / bana bile küsüp, / çağdaş uygarlığa / yarı kör hale gelen / o gözlerin / işte biraz kımıldadın / veya kımıldaştık / ve işte sol gözün / sol gözün de / bana uyarlı bir hale geldi / Ey Sayın ve Sevgili Rimbaud / nasıldı o kumru uçuşumu / ve korkunç kumru uçuşumunu / takip eden kumru seslenişi / ah güzel bir şey di mi / kumru seslenişleri / ah Rimbaud / neredeyse ağlayacaksın / bunu düşününce de / altın sırlı bir kayık tabakta oturtulmuş / kaymaklı dondurma / gibi bir şey / bir kumru seslenişi / ve bir altın ışın / çarpması belki / bu buzumsu görüntüye / ve bir gözyaşı / ve işte bir kumru seslenişi / size daha çağın / gerisinden / gerilerden / ötelerden / bir sesleniş / sonra / kanat çırpmaları / iki kuşun / aynı derecede / biraz fazla yüksek / adeta seni ayartan / kopartan hatta / yaptığın en önemli işinden belki de / bir kumru küçücük bir / hareketiyle sağlayabiliyor bunu / düşün binlerce kumrunun yaptığını / yapabileceğini / ve yaptıracaklarını / yaptırabilmişleklerini / ceklerini / ben fiillerle / nasıl oynayabildiğini / bilmiyorum Rimbaud / ama benim / böyle yaptığını / okuduktan sonra / bu tarz girişimlere başlamam da / doğal herhalde / umarım / seninkine yakın bir şeydir Rimbaud / teşekkür ederim böyle / söylediğin için / seninle hep sağ gözünle mi / haberleşeceğiz Rimbaud / seninle hep böyle mi / Sayıklama…baş dönmelerini / zaptetmek… / Çeviriyi saklıyorum… / Adagio ! / Uyanış! / İşte uyanış! / Tek doğru yapılmış resim! / Bak belki tuhaf bir kar yağıyor dışarıda / Renk entegralleri atılmış üstüne ve sen / göz kırpıyorsun İsa’nın yanında hep yanında… / Ve en sonunda / bir dövme yanağında / karışık tuhaf çizimlerin arasında / LM ve C / sonra LMC ile veriyorsun şifreni… / sonra sonra R ve C / ve LMRC olarak tamamlıyorsun şifreni… / ah ne biçim ne biçim ağlatıyorsun beni Rimbaud… / ah ne yakışıklı bir öldürgensin sen Rimbaud…”

Lale Müldür sunduğumuz şiirleriyle burada kendini anlatabiliyor. Ne var ki genelde şiirleri; üzerinde düşünüldüğünde, dokunaklı, iç yakıcı dizeler, ağlamaksı, derin acının içten içe akan damarcıkları ve umarsızlığın dolambaçlarında, ‘Akıl Tutulması’ biçiminde yaşanmış olayların, can alıcı bir duyarlığın, ırmakların tiniyle fısıldanmış ve göz pınarına düşen, orada yuvalanıp, oradan akıp gelen baladları… Elbette prospektüse bakarak kullandığımız drajenin yararlarını tam olarak göremeyiz ama şiirlerini tümüyle okuyup, içselleştirdiğinizde, belki de gözyaşlarımızı tutamayacağız. (Eski çağlarda varsıllar ölüleri için –yas tutucu- ağlayıcı tutar, yoksullarsa doğal olarak kendileri ağlarmış!..) Yaşamda ağlamaktan kurtulamadığımıza değil, ağlamaktan başka bir umar bulamadığımıza ağlayacağımız serenatlar toplamı…
Buradaki şiirler, başta da belirttiğimiz gibi şairin ekinsel tabanının, olay ufkuyla birleşerek kendi özgün aurasını yarattığına bir örnekçe…

Şair dünyanın en özgür insanıdır, o içinden geldiği gibi yazar ve bu onu şair kılan başat nedendir. Şiire yabansılık duyanlar, onu haklı ya da haksız eleştirenler şunu bilmelidir ki, dünyamızda her şey herkes eleştirilebilir, değiştirilebilir, ama bir şairin dizelerine asla dokunulamaz, o tanrı katında, kârsız, katışıksız, karşılıksız şiirini örgüleyen bir mit dünyasının Arakne’sidir, geriye bizim onu özümseyip, anlamamız kalır ki ereği; şu dünyada, tanrının oğlu İsa bile çarmıha gerilmesin diyedir!..

İyi bir kitap ve yazar, şiir ya da şair bizim, ikinci kez okuduğumuzda ıssız bir kumsala dönüşmeyen, aynı heyecanı / derinliği / nosyonu ayakta tutabilen, maviliklerden gelen o sonsuz ölümsüze, gönlümüzce verdiğimiz addır. Ne ki dönüp dönüp okumanın iyilikle, büyüklükle bir ilgisi yoktur, o yalnız ve yalnız sizin ‘şairiniz’ sizin ‘yazarınızdır’ artık ki onun için okuyoruzdur. Sözünü ettiğimiz (İkinci Yeni) şiir anlayışını tümüyle kapsamayan (onu okurun arayışı ve belleğinin yaratımına, bulumuna bırakalım!..) bu anlamda belki can alıcı değilse de, başkaca ve belki de onlar kadar çekici bir betimde, üç örnekle yetinmiş olalım (boğulmuşların en yakışıklısı değil, yitirdiklerimizin en göz alıcısı olsun!..), çünkü ne yapsak güzelliğin, sonsuz üzüncün, o ölümsüz estetiğin yurduna varamayız, ulaşamayız (orası yaşamın bittiği yerdir) ve albeniyi arayış ve o yürek çırpıntısını soluyuş insanlıkla birlikte sürüp gidecektir!..

Şairlerin kederi bile odamızı aydınlatır, usumuz ışıkla dolar ve yüreğimiz sevgiyle dalgalanır... Çok saçma bir şey yapalım, nereden alıntıladığımı bilmediğim şu aşağıdaki metin, anlatmaya çalıştığımız şiir türünü açımlayan, onunla gönül bağı kuran garip bir metin, evet bir bağ var, neden derseniz, ruhumuzda bizim yakınlık duyduğumuz herhangi bir şey, evrende ulaşıp, göremesek de sevdiğimiz, bağ kurabileceğimiz, başkaca her bir şeyle ilintili ve bağdaşıklıkla birbirinin tamamlayıcısıdır, hiçbir zaman birbirine ters düşmez. Kanaryanın sesini seviyor ve kornoya bir hayranlık duyuyorsanız; ruhumuzda iki ses arasında bir bağlantı varmış gibi gelir bize ve inanın şu ölümlü dünyada; bu gerçektende böyledir ve bu tip şeyleri birbirine bağlayan bir telepati, bir ışık yolu daima vardır. Şiirlerden sonra buyurun bu paralel metni okuyalım…

“Küçük bir olayı ele alalım... Bir gün pazardan geçerken, birisinin bize güldüğünü fark ettiğimizi varsayalım... O anda içimizdeki herhangi bir dürtünün zirvede olması durumuna göre, bu olay bizim için herhangi bir anlama gelecek, ve ne tür bir insan olduğumuza bağlı olarak çok farklı bir olay olarak yorumlanacaktır... Birisi bunu bir yağmur damlası gibi kabul edecek, diğeri bir böcek gibi üzerinden silkeleyecek, biri bunun ticaretini yapmaya çalışacak, bir başkası gülünecek bir şey var mı diye üzerindeki elbiseyi kontrol edecek, bunun sonucu olarak bir diğeri gülünç olan üzerine düşünecek, birinin ise dünyanın neşesine ve mutluluğuna katkıda bulunmuş olmak hoşuna gidecektir... Bu ister kızma, ister mücadele, ister düşünme, isterse de hoşgörü dürtüsü olsun, her durumda dürtü bunlarla tatmin sağlayacaktır... Bu dürtü olaya kendi avıymış gibi sahip çıkacaktır... Peki niye özellikle o?... Çünkü o aç ve susuz pusuda beklemiştir...
Geçenlerde öğleden önce saat on birde bir adam gözümün önünde sanki yıldırım çarpmış gibi yere yığıldı... Çevredeki tüm kadınlar çığlık attılar... Bizzat ben onu ayağa kaldırıp, tekrar konuşana kadar başında bekledim... Bu olay sırasında yüzümdeki hiç bir kas hareket etmedi... Ne korku, ne merhamet, hiçbir şey hissetmedim... Aksine en akıllıca olanı ve yapılması gerekeni yaptım ve soğukkanlılıkla oradan uzaklaştım... Bana bir gün önce, sabah on birde birisinin yanımda bu şekilde yere düşeceğinin bildirildiğini varsayalım... Bunun öncesinde her türlü eziyeti çeker, gece uyuyamaz ve belki de o önemli anda adama yardım edecek yerde, onun gibi ben de yere yığılırdım... Çünkü bu arada olası tüm dürtülerin, bu olayı düşünüp yorumlamak için zamanı olurdu…”

Konuya uygun olup olmadığına bakmaksızın her zamanki gibi bir şiirle veda etmeli…
“Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana / Ağlayacağım bir kez daha / şurada / yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / -bir sevda elçisiydi- / iyi zamanlarda / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / Iraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp / denizin sesi, gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp / yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden / Umarsız / köpükler içindeki / cansız başımı / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…”
Şiir matematiktir bir bakıma ama sanatçı mate / matik değildir, bundandır yinelemelerini ve olası aczlerini hoş görmek gerekir. Yazarı ve ondan etkilenim ve açınlarla bir metin üretmeye çabalayanı!..
Toprağımızın şiiri; bir ülküyle, ipeksi ruhların, kelebeksi kalplerle birleşerek; zamanda yolculuğunu sürdürdüğü bir şiir... Nereye kadar diye sorarsanız?.. “Tanrının düşlerinden de yeşil olduğu / yere kadar!..” derim… &

Siyah Sistanbul / Lale Müldür / 112 Sahife / Yapı Kredi Yayınları



*



ŞİİR VE SANAT

“Lalelim / Lalelide oturur / Laleli lale kokar lalelimden. / Laleliden geçilir / Lalelimden geçilmez!..” Orhon Murat Arıburnu’nun bu şiiri, sözcük oyunuyla süslü, ironik bir aşk şiiri, süreği; anlakta olumlu ile olumsuzun çakışmasının yarattığı bir çarpınç var düşleminden ötürü; alımlı bir şiir. Oysa şiirde bir zıtlık söz konusu değil; Laleli’den geçilir’de, Lalelimden geçilmez’de olumlu tümceler ama geçilmez olumsuz bir im sanısıyla, bir öncesinin aksi bir sözcük görüntüsü vermekte; oysa tam tersi bir bağlılık, vazgeçilmezlik içeriyor. Tersinirlikten doğan bir ilginçlik yok kısacası, safça bir yanılsama söz konusudur belki…

Arıburnu, sırf bu şiiriyle aşkın şairi sayılabilir, Aşk şairi tanımında bizde bir bağdaşmazlık var, aşk şairi aşk / sevda şiirleri yazan kişi sanıyoruz, oysa aşk şairi demek, barış, kardeşlik, sevi, hümanizm yollarında dirsek çürüten eroğlu, yaşamı tüm boyutlarıyla kucaklamış, ona dörtlükler, kasideler, serenatlar yazarak kutsamış, ululamış bir ozan demek!.. Ritsos ve Neruda aşk şairi, elbette Nazım’da ama örneğin Ezra Pound aşk şairi değil, Pound filosofi içerikli, agnostik bir dünyanın şairi, kaosunda diyebiliriz, ona paralel ama faz diyagramı değişen Sezai Karakoç’ta bu olumun daha saydam (berrak) görünümü var, üstelik Leyla ile Mecnun’u yeniden yorumlasa bile teması Aşka Kitakse’den öte, konuya bağımlı, methi ve ulvi bir şiirsi başkalaşımla, içrek (bir iç yolculuk) bir akışın dizeleri olduğu için; insancıl boyutta da olsa elvermediğinden, aşk’ın şairi kapsamında koyutlanamayacağı düşünülmelidir.
Aşk şairi, başka bir çağın mutluluk mantrası sayılmaktan öte, belirtilen temalar içinde duygu, düşünce ve duyarlığını bir yaşam boyu ve değişmesiz boyutta sergileyen kimsedir sanırım. Nasıl mimarinin şiiri, sinemanın şiiri kavramları varsa, şiir salt yazıyla sınırlı değilse, sevdanın / aşkın şiirini yazmakta, o sınırda gezinmekle olmuyor. Aşk şairi bütün bir yaşamı duyarlı biçimde sevgi, barış kardeşlik noktasında yorumlayıp, bunu dinine / diline dolambaç yapmış ezgimen demek kısacası…

Günümüzde insanı / toplumu temalarında başat kılıp, savaş karşıtı ağıtlarla ya da insanlığın gidişatı üzerine varsağılarla dilbazlığa ermiş, gerektiğinde modern ötesine de uzanabilen ve bu yolda yüreklerimizi burkan, gönül bağlarımızı titreten bir ozana ancak; gerçek bir aşk şairidir demeli / diyebilmeliyiz. Şu ki aşk üzerine şiir yazan şair, aşk şairi olmuyor, aşk üzerine şiir yazmış oluyor, aşk şairi çok daha derin ve boyutu çok daha geniş bir alanın şairi…
Mevlana ya da Yunus aşk şairi, Fuzuli ve Baki aşkın şairi ya da aşk üzerine şiir yazmış kimesne oluyor bu noktada… Sözütümüz şu ki ‘Aşk şairi’ aşk üzerine ‘aşkın’ olabilmenin şairidir demek gerekir, ama aşkı tema edinip onun varyantlarına saparak varlık / yokluk kavgasına girişmekte, yörüngenin dışında bir yolculuğa düşkünmek, aşkın asallığı dışında seyreden bir vargıya ulaşmak, katedrale ya da bir camiye ‘yaslanmak’ olmamalıdır. Yunus aşkı Yunusî bir dille içkinleştirdi, kendi felsefesini ve dilini kurdu ama saltık aşkı da dışsallıkla hedef gösterip ona gitmedi ve aşka aşık olmayı denemedi (düşünce kesinlemelerle ilerlemez / yadsıma ve yanılsamalarla yol alırmış).

Konu uzadıysa da, belirsizlik kaçınılmaz, Arıburnu’nun şiirinin bir dizesi ‘Laleli lale kokar lalelimden’ biçiminde kalmış belleğimde, doğrusunu konuşlayamadık (Laleli lale olur lalelimden?), elektronik dünyanın verilerine çoktandır tutsak olmuşuz (gün gelecek kıyamet kararı bile elektroniğin kapitollerinden, pantheonlarından verilecek diyelim!..), lale kokulu bir çiçek olmadığı için böyle yazamamış olabilir ozan, ‘Laleli lale olur lalelimden’ demek zorunda kalmış belki de; ama bellek ‘kokulu’ olmasa da, iç dünyamız dizeyi özlem veren biçime dönüştürüyor ve ‘kokar’ biçiminde anımsıyor ne yazık ki, keşke böyle yazılsaydı (belki de öyledir, bizimki artık bir diyalekt), ‘Olmayana ergi’ şiirin bir kuralı değil mi…
Büyük şiirisyen Kavafis’i burada bir kez daha anmak gerek (koksa da, kokmasa da!..); ‘Sanat her zaman yalan söylemez mi…
Ne ki gerçeği öğrenmek için, alemlerin sultanı insanla, cibrili ve iblisi meleklere bir kez daha sormak gerek!.. Vukovar’da su yaşar mı, Sokoto’da ölüm var mı?..

‘Sonra Gürhân kibir ve heybet ile / Sencer vilâyetleri üzerine yürüdü / Bikaner’e varınca / Işık taşlarının arasında / Ölmüş olan suyu gördük!.. / Ve zaman kendi denizine döndüğünde / Ağzında melek otu / Uçan bir yarasaydı M!..'

Düşüncelerimiz görecelidir, ne ki Julien ya da Gregorien takvime göre değişmezler, düşünceler düşüncelerle değişir, bizim dışımızda varlığını sürdürebilen şeyler gerçelliğini de buna bağlı olarak sürdürürler, taş gibi; ama örneğin tanrı varlığını ancak bizimle sürdürebilir ve düşünsel boyutlarımız değiştiğinde, oda yeni biçimler ve görece değişkelerle oluşmak zorunluluğundadır, biz tanrıyı yeniden var edebilir ve değişkenlikle yeniden biçimlendirebiliriz ama taş bizden bağımsız olarak varlığını sürdürür, çünkü somut bir alanın nesnesi konumunda olan şey, soyut bir alanın görselliğinde bile varlığını ve kavramsallığını bize bağlı olarak sürdürmez. Varlığını inanç noktasında aldığı yardımlarla koruyup sürdüren her şey, gerçekten var olsaydı bile; sorguya açık ve geçici bir hükmün gölgesinde varlığını sürdürmek zorundadır, çünkü inanç olabilirlik alanına giren kavramlarda kendini gösterir, inancın yardımı ya da öngörüsü olmadan varlığını sürdüren şey tartışma alanının öğesi olmaktan çıkar, değişkenliğe açık ve olabilirlik alanının her nesnesi, her tözü, hem var hem de yoktur, varlık ve yokluğunun kaynağı öznesidir, doğrudanlıkla bizden kaynaklanır ve bizi sarıp sarmalayan ruhanilikte budur, bu yüzdendir ki, bu kavramlarda safsatayla, ulu gerçeklik, ezeli varoluşla, sonsuz yok oluş, karanlıklar ve aydınlık ve tümel kozmolojiyle, kaotik hiçlik hep yan yanadır.

(Gerçekte inançsız olan yalnızca tanrıdır diye düşünebiliriz, çünkü onun bağlanabileceği bir tanrısı yoktu ve başkalarının inancına karşı çıkan her inanç sahibi, dolaylı olarak bir yadsıyan / bir inkârcı olmak durumundadır, biz sevgiliye, alışılmış deyimle, aşkım senin adın doksan dokuzdan bir fazla diyebiliriz ama düşünsel anlamda hiçbir inancın adı doksan dokuzdan ne bir fazla ne de bir eksiktir sanırım... Bilinmeyenlerle çatışıp durmak, hipotezler üreterek soru sormak, soyut alanları metaforun yüksek cebiriyle çoğaltmak, Göğe bakma durağı'nın; türevsel ve yanılsamalarla doygun ışığında savrulmak, 'Hiçlik kuşu'nun astrolabında Cancun'dan Ramsar'a dek uçmak, yalan ve yılanın yüzü, Faust ve Mephistofeles çıkışlı kuramsallık, Frank'einstein süreğenli karşıtlamlar, Otrar ve Amritsar versiyonları, uzak kıtaların, öte denizlerin mitleri, idefiksleri, bütün bu düşünceleri süsleyip dururlar...)

Sanat ve şiirde böyledir, düşüncelerimizle varlığını sürdürür, genişletir, biçimlenirler. Ortaya şöylesine bir açın koyalım; batı kültürünü ezimseyip, özümseyerek, yaşamlar gören, ortamlarda bulunan ve Türkçesini kusursuzca geliştirebilmiş bir insan olarak, bu üç temel öğe üzerine şiirini kuran, geliştiren şairlerimiz vardır. Arı bir Türkçe, ekincil, batı motifli bir eksen ve zamanın akışında, görmüş geçirmişliğin hatayı en aza indirgeyen bilgeliğiyle, güçlükleri aşarak özgün bir şiir yaratabilen şairler… Ulu Manitu esirge, esinlerin melek burcunu!..
Şöyle düşünebiliriz, Berlin’de bir Türk ressam batı kültürüyle yoğunlaşan resimler yapıyormuş, izleyiciler biz kendimizi biliyoruz, bize doğuyu anlat demişler. İlk bakışta doğru ama her doğru gibi göreceli ve değişkenliğe açık bir konudur sanırım...
Şu ki, evrensel olanın yurtluğu yeryüzüdür, ama bir sanatçı olarak aşkınlıkla kendinizi ya da kült / ürününüzü ortaya koyamadığınız sürece yetersizlikle eleştirilebilirsiniz. Kesinlem; doğulunun doğuyu anlatması değil, sanatsal bir dil ve ayrıcalıklı bir görsellik ya da yöntem oluşturabilmekte yatıyordur sorun…

Halil Cibran’ın resimlerinde doğunun mistisizmini batı biçemiyle verebilmenin gizemi seziliyor, sonuçta etkileyici bir sentez, belki kıssalarında da öyle bir dili görenler vardır ama artık ne dilin, ne de yolun yordamın anayurdu kalmadı, sanat, o değeri oluşturabilen objelere dönüştü…
‘Büyükkarmaşa’da bunun ayrımı da güçleşti ama sezgi ve ekinsel birikim, tarihsel / gensel içgüdü ve ortak payda / paylaşım, sanatın tanımı ve gücü konusunda bize sürgit ışık tutabilen açımlar olarak varlığını sürdürüyor.
Salah Birsel sanatı bir moda olarak tanımlardı, ama vulger ya da avam (geçersiz) olanın moda bile olsa iyi yer tutamayacağına tanık olabiliyoruz, sonuçta sanat bir üst dil ve bir üst kurum olarak, yaşamsal bir zorunlulukla dün’yada / gelecekte varlığını koruyacaktır.
Sanat hepimizin içinde olabilecek bir nen ama çekip çıkarmak için Deloslu dalgıç gerek, öyle olmalı- yoksa sanatın etkileyiciliği ve bir estetle yüklü olan aurasının ruhları kuşatması, anlağa yansımasının hiçbir görkemi ya da anlamı olamazdı. Sanat, kültürel yansımalardan, kaydırmalardan öte, ortada Şirazlı’nın gülü bile yokken gülü koklamış olmanın esrikliği ve gül kokusunun evrende neden ve niçin var olabileceği üzerine ağırsak, yakıcı bir kavramsallık yaratabilmenin irisli fırtınasıdır.

Sanatın göreceliliği, değişkenlikle sanatın değersizliği, objenin geçersizliği anlamına gelmiyor, Mona Lisa batıda bizdeki kadar bilinmiyor, o belki de kültür emperyalizmi (egemene boyun eğiş) adına, doğuyla empati kurabilmek için, oryantalistlerin öne çıkardığı, maşrığın edebi ve terbiyesiyle masun, yaşam biçimimizle uyumlu, alnında dikkat edilirse tülümsü bir türban izi de bulunan, gizençle rahibemsi, içe kapanık, gebe olma olasılığı bile söz konusu, dengi dengine doğulu bir portre, dört dörtlük bir vesikalık... Biz western’e bağlanabilelim, kucak açabilelim diye kitaplarımızda yer etmiş bir Meryemana o!.. Ve artık beni; benden bile çok seven, bir ben varken, ben’e bile gerek yokmuş diyebileceksin sen!..
Şimdi emperyal / hegomonik kültür adına bu tabloyu, bir stratagem, barbarlığın uzantısı, içimize nüfuz etmiş bir Truva atı (Odyssevi kurnazlık) sayarak yerden yere vuracak mıyız, yoksa empati kurabilme adına batının hümanizmine / hunharizmine kucak açacak ve onlara bizden biriymiş gibi sarılacak mıyız!.. Sanat, güneşin (sarıgül) aydınlatan ve de yakıcı her iki yüzünü de görebilmek adına; orada sonsuzluğun bileşeninde ondan altınsı, Eldorado doğuran, o ulaşılmaz tekyüz’ü, ‘Unicorn’u yaratabilmenin ölümcül çabasıdır... Yoksa Judas daha bizi çok oyalar.

Şuna emin olun ki, da Vinci’nin çok daha karizmatik ve sanatsal pek çok portresi var, ama batıda, yazık ki ruhumuzu ele geçirebilmek için la Jakond’dan daha ahlâklı, daha anacıl bir Anna, (Münihli Hans Müller, üç şey severdi: 1-Altın köpüklü arpa suyu. / 2-Şarkî Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. / 3-Kırmızı lahana.) daha masum, gizem dolu bir Madonna ve bizlere lâyık ruhani ve de insani başka bir melekte yok!..
Bütün bunların bir sakıncası da yok, ‘Ne kokluyorsunuz efendim / Çiçekler, çiçekler, çiçekler!..’ diyelim ki, çağımızın Hamlet’i artık böyle söylüyor…

Yukarda sözünü ettiğimiz açınla, doğu / batı sentezini incecik bir dengede kurarak, içli, aşıkane bir dil yaratarak, kalpleri kuşatabiliriz, gönülleri fethedip, bir marjinalite sağlayabiliriz. Bunu neden söylüyoruz, başarısını; batı kültürü almış olmaklığını, doğal olarak genlerinde bulunan doğu mistisizmiyle harmanlayarak, gizemli bir dil yaratabilen; belirsizliğin tatlı aromasını da dizelerinde gezdirerek, şiirsel yolculuğunu sürdüren şairlerimiz pekala var ve neredeyse bir akıma dönüşmüşler. Freudyen, ezo / eroterik imgelerle bir üçgen kuran, İslamohıristiyan (Hırislamizm / tek tanrı, tek din?..) bir dengeyle gerekeni gerektiği yerde yaparak, imrenilir bir senteze doğru koşan, uçan, aşan şairlerimiz... Ele avuca sığmayan, imgeden imgeye süzülen, uçan gemiler. Şiir bir matematikse, belki de matematikçi bir anlağın ürünü çarpıcı şiirler!..

İkinci Yeni’ye yakın duran, belki de bağımsız, batı sonelerinin yumuşak sentaksını taşıyan, uçucu, ama neşideler neşidesinin hıçkırıklarının da gözyaşı şişelerine dolduğu, her temayı, her vakayı tütsülü, kendi zarif izleğinin içrekliğine taşıyabilen, dokunulmaz, ulaşılmaz, erişilmez bir demir kelebek, ipeksi, gözbebeği incileriyle süslenmiş, binbir geceli, bir sırça fanus ve bir çinili köşk şiiri ve şairleri!.. Girenin çıkamadığı, çıkanın giremediği… Özgün bir haleti ruhiyenin yazdırdığı demetlerle dolu soneler… Şiirleri, duyarlı, iç yakıcı dizelerle, ağlamaksı, derin acının içten içe akan damarcıkları ve umarsızlığın dolambaçlarında, ‘Akıl Tutulması’ biçiminde yaşanmış olayların, can alıcı bir duyarlığın kadifemsi bir dille fısıldanmış ve göz pınarına düşüp, orada yuvalanıp, oradan akıp gelen baladlar… Elbette prospektüse bakarak kullandığımız drajenin yararlarını tam olarak göremeyiz ama okuyup, içselleştirdiğinizde, belki de gözyaşlarımızı tutamayacağımız dizeler… (Eski çağlarda varsıllar ölüleri için –yas tutucu- ağlayıcı tutar, yoksullarsa doğal olarak kendileri ağlarmış!..) Yaşamda ağlamaktan kurtulamadığımıza değil, ağlamaktan başka bir umar bulamadığımıza ağlayacağımız serenatlar toplamı…

Kim bunlar, ikinci yeniyle sürüp giden, şiirimizde alışılmış imgeler zincirini kırmış, fantastiğe, mistisizme, gerçeküstüye kucak açan, ufuk ötesine geçip, gerçelliğe geri dönen, şairiyle başlayıp biten uçsuz bucaksız ormanlar, sahiller… Bu tarz şiir, başta da belirttiğimiz gibi şairin ekinsel tabanının, olay ufkuyla birleşerek kendi özgün aurasını yarattığı, örnekçe bir tutumun şiirleri…

Şair dünyanın en özgür insanıdır, o içinden geldiği gibi yazar ve bu onu şair kılan başat nedendir. Şiire yabansılık duyanlar, onu haklı ya da haksız eleştirenler şunu bilmelidir ki, dünyamızda her şey herkes eleştirilebilir, değiştirilebilir, ama bir şairin dizelerine asla dokunulamaz, o tanrı katında, kârsız, katışıksız, karşılıksız şiirini örgüleyen bir mit dünyasının Arakne’sidir, geriye bizim onu özümseyip, anlamamız kalır ki ereği; şu dünyada, tanrının oğlu İsa bile çarmıha gerilmesin diyedir!..

İyi bir kitap ve yazar, şiir ya da şair bizim, ikinci kez okuduğumuzda ıssız bir kumsala dönüşmeyen, aynı heyecanı / derinliği / nosyonu ayakta tutabilen, maviliklerden gelen o sonsuz ölümsüze, gönlümüzce verdiğimiz addır. Ne ki dönüp dönüp okumanın iyilikle, büyüklükle bir ilgisi yoktur, o yalnız ve yalnız sizin ‘şairiniz’ sizin ‘yazarınızdır’ artık ki onun için okuyoruzdur. Sözünü ettiğimiz şiir anlayışını tam karşılamayan (onu okurun arayışı ve belleğinin yaratımına, bulumuna bırakalım!..) bu anlamda belki can alıcı değilse de, başkaca ve en az onlar kadar çekici bir betimde, üç kısa örnekle yetinelim (boğulmuşların en yakışıklısı değil, yitirdiklerimizin en göz alıcısı), çünkü ne yapsak güzelliğin, sonsuz üzüncün, o ölümsüz estetiğin yurduna varamayız ve albeniyi arayış ve o yürek çırpıntısını soluyuş insanlıkla birlikte sürüp gidecektir!..

'Kağıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam. / Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir / Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi? / Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde / Gider gelirdi. /Böyle yaşayıp gidiyorduk.’ / Sesi, / Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi / Ezik, suskun odaları dolaştı durdu. / Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra / Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı. / 'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu, / Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra. / Hepsi bu’ / Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini / Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.’ (İ.Berk)

‘kor kayalarda az aşka dönük yunus balıkları / az bir jet uçağı az üçgen / uzakta kentin ışıkları bir baca koca bir vapur / ölüm yok mu az ilerde iki haydut / azı sevmek mum ışığında az bulut gökyüzü / bir deniz köpükleriyle ormanda bülbüller / soyunuk eller öpüşür yataklarda yan yana / az öğle güneşi yaban arısı sis dörtgeni…’ (E.Uçarı)

‘Karın yağdığını görünce / Kar tutan toprağı anlayacaksın / Toprakta bir karış karı görünce / Kar içinde yanan karı anlayacaksın / Allah kar gibi gökten yağınca / Karlar sıcak sıcak saçlarına değince / Başını öne eğince / Benim bu şiirimi anlayacaksın / Bu adam o adam gelip gider / Senin ellerinde rüyam gelip gider / Her affın içinde bir intikam gelip gider / Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın / Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi / Öyle kar yağdı ki elim üşüdü / Ruhum seni düşününce ışıdı / Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın.’ (S.Karakoç – İkinci Yeni’nin propoet örneği.)

Şairlerin kederi bile odamızı aydınlatır, usumuz ışıkla dolar ve yüreğimiz sevgiyle dalgalanır... Çok saçma bir şey yapalım, nereden alıntıladığımı bilmediğim şu aşağıdaki metin, anlatmaya çalıştığımız şiiri açımlayan, onunla gönül bağı kuran garip bir metin, evet bir bağ var, neden derseniz, ruhumuzda bizim yakınlık duyduğumuz herhangi bir şey, evrende ulaşıp, göremesek de sevdiğimiz, bağ kurabileceğimiz, başkaca her bir şeyle ilintili ve bağdaşıklıkla birbirinin tamamlayıcısıdır, hiçbir zaman birbirine ters düşmez. Kanaryanın sesini seviyor ve kornoya bir hayranlık duyuyorsanız; ruhumuzda iki ses arasında bir bağlantı varmış gibi gelir bize ve inanın şu ölümlü dünyada; bu gerçektende böyledir ve bu tip şeyleri birbirine bağlayan bir telepati, bir ışık yolu daima vardır. Şiirlerden sonra buyrun bu paralel metni okuyalım…

“Küçük bir olayı ele alalım... Bir gün pazardan geçerken, birisinin bize güldüğünü fark ettiğimizi varsayalım... O anda içimizdeki herhangi bir dürtünün zirvede olması durumuna göre, bu olay bizim için herhangi bir anlama gelecek, ve ne tür bir insan olduğumuza bağlı olarak çok farklı bir olay olarak yorumlanacaktır... Birisi bunu bir yağmur damlası gibi kabul edecek, diğeri bir böcek gibi üzerinden silkeleyecek, biri bunun ticaretini yapmaya çalışacak, bir başkası gülünecek bir şey var mı diye üzerindeki elbiseyi kontrol edecek, bunun sonucu olarak bir diğeri gülünç olan üzerine düşünecek, birinin ise dünyanın neşesine ve mutluluğuna katkıda bulunmuş olmak hoşuna gidecektir... Bu ister kızma, ister mücadele, ister düşünme, isterse de hoşgörü dürtüsü olsun, her durumda dürtü bunlarla tatmin sağlayacaktır... Bu dürtü olaya kendi avıymış gibi sahip çıkacaktır... Peki niye özellikle o?... Çünkü o aç ve susuz pusuda beklemiştir...
Geçenlerde öğleden önce saat on birde bir adam gözümün önünde sanki yıldırım çarpmış gibi yere yığıldı... Çevredeki tüm kadınlar çığlık attılar... Bizzat ben onu ayağa kaldırıp, tekrar konuşana kadar başında bekledim... Bu olay sırasında yüzümdeki hiç bir kas hareket etmedi... Ne korku, ne merhamet, hiçbir şey hissetmedim... Aksine en akıllıca olanı ve yapılması gerekeni yaptım ve soğukkanlılıkla oradan uzaklaştım... Bana bir gün önce, sabah on birde birisinin yanımda bu şekilde yere düşeceğinin bildirildiğini varsayalım... Bunun öncesinde her türlü eziyeti çeker, gece uyuyamaz ve belki de o önemli anda adama yardım edecek yerde, onun gibi ben de yere yığılırdım... Çünkü bu arada olası tüm dürtülerin, bu olayı düşünüp yorumlamak için zamanı olurdu…”

Konuya uygun olup olmadığına bakmaksızın her zamanki gibi bir şiirle veda etmeli…
“Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana / Ağlayacağım bir kez daha / şurada / yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / -bir sevda elçisiydi- / iyi zamanlarda / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / Iraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp / denizin sesi, gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp / yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden / Umarsız / köpükler içindeki / cansız başımı / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…”
Şiir matematiktir bir bakıma ama sanatçı mate / matik değildir, bundandır yinelemelerini ve olası aczlerini hoş görmek gerekir.
Toprağımızın şiiri; bir ülküyle, ipeksi ruhların, kelebeksi kalplerle birleşerek; zamanda yolculuğunu sürdürdüğü bir şiir... Nereye kadar diye sorarsanız?.. “Tanrının düşlerinden de yeşil olduğu / yere kadar!..” derim.




*




ŞİİRİN DELİLİĞİ
DELİLİĞİN ŞİİRİ

‘Sanat deliliktir.’

“Hepimiz buradayız- / Yeryüzündeki sıcak ve canlı herkes, / soğuk olanlar şimdiden / yerin karnının altına / saklanmışlar- / mutluluk avcıları, acının kaçakları, / kaprisli melekler kristal bir an bağışlamış onlara, / bizi birden şaşırtan bir okşayış- / birbirine sarılmalar, / kucaklaşmalar, / aşkın aşka akışı. /
Ve birbirimize bakıyoruz, / her yüz tek ve benzersiz, / birbirimize dokunuyoruz / parmakların şaşkınlığı ve bilgeliğiyle; / yelkenleri indiren gülümseyişlerimizle / düzgün ve barışçı / dişlerimizi / gösteriyoruz birbirimize / heyecanlı, sıcak, / çekingen dokunuşlarımızla / (çünkü başka türlüsü her zaman dayanılır gibi / olmayan / ve karşındakinin gözlerinin aynasında / yanıtı pek belli olmayan bir bilmecedir). /
Ve sevgi- / evrende esen o sıcak soluk / eritiyor gergin tenimizi, / çekip çıkarıyor derinlere gömülü gözyaşlarımızı- / bir şey seyrediyor içimizdeki bir yarıktan, / orada her zaman gören / bir şey / acıyor bizim insan oluşumuza, / acıyor uçmayı özleyen / zavallı kürek kemiklerimize.”

“Sen gölgelerin üzerinden atlayamazsın ama, şair ölümün üzerinden atlar, sen bilinçsizlik çöllerinde bilinçli yüzen; bilincin denizlerinde bilinçsiz koşansın. Sen her şey gibi eni sonu estete dayanansın, sen bakışını ölümden alansın, sen us dışına kayıp, anlamadığından heyecan duyansın. Sen yaşamla baş edemeyen, kolayca okuduğunu kolayca yazamayan, güzellikteki töz gibi gerçeklikten kaçansın. Tanrı amacını şiirde bulur, sen sonsuzlukla yoğrulan ve yeryüzünün varlığını ölerek kanıtlayansın, sen Atina'da böcekler gibi yaşayıp, hiçlikte yok olansın. Sen şairlerin Roma'sındansın. Sen demiurgossun. Soyutu somut, somutu soyut yapansın. Ne kadar yaklaşırsan o kadar yakansın sen. Şiir, şeriat ve arş aynı kökten, ey Karpatlar şahini, geçmişler boyu arlanıp utanmadan, anlamlara anlam katansın sen. Ey kaos, bir an için dur; Sonsuz +1 gerçek midir, ki gerçektir ve ağzımız diş evidir; öyleyse sonsuz yoktur!.. Sen, Tschuang-Tsu'nun içinde uçtuğu bir bahçe, bizzat kendisinin olduğu; sarı ve hareketli bir üçgen görüp görmediğini asla öğrenemeden, öylece ölümü seçip, öylece de sönüp gideceksin sen!..”

Şiir insanın doğal dinidir demiş Novalis, biraz daha politik bir diskurla, içreğe kaymayıp illegal dinidir diyebiliriz. Şiir tümelde evrenin, özelde yeryüzünün ütopik (kusursuz) bir tasarımı, bir dışa vurumudur. Bütün kutsal dinler, peygamberler, imparatorlar, sultanlar, krallar ve kraliçeler, çağımızın presidentleri, konseyler ve senatolar ve ‘alabalıklar’ şiirin doğal düşmanıdırlar. Şiir her türlü statüko ve doğal kamplaşmanın, her türlü yetersizliğin ve eşitsizliğin karşısında duran bir anti evren, karşı ütopya ve yeni bir varoluş biçiminin en ilk’el kordalı biçimi, bilinen tek mottosu ve ataların atasıdır sonuçta… O köhnemiş her yaşam biçiminin, ezen ve ezilene dönüşmüş her vaatler bütününün, yeni bir evrenin derinliğinden gelen, hümanist, aşılmaz denilen okyanusları aşan bir ayeti, yeni bir muştusudur. Diyelim ki tanrı kaprislerini, oluşturduğu kozmos da yineliyor ve bizleri cennet ve cehennemin gölgesinde çırpınıp duran mutantlar gibi izlemekle yetiniyor. İşte insanoğlunun bu durumda yapabileceği tek şey şiire sarılmak ve Huxley’nin ‘Cesur Yeni Dünya’sı gibi imgeleminde kusursuz bir dünya yaratarak, tanrıya şirk koşmak ve bir gün gerçekten yaratacağı öbür dünya (atopia) ile artık tanrıyı gereksiz kılmak (yerini almak) olacaktır.
Ve belki de bu uğraşı ta baştan beri sürüp gidiyordur!..
Delilik bu noktada alışılmış insani ve sosyal algıların / olguların parçalanımı olduğuna göre, katlanılmaz bir ruhun ve o ulaşılmaz ütopyanın gerçekliğine kavuşamayacağını anlayan bir benliğin özkıyımı ve varlığını hiçleyerek evrenin sonsuzluğunda kendini yokluğun uçurumlarına bırakan, ‘barış’ diyebileceğimiz doğal ölüme kavuşamadan, tanrıyı ve oluşturduğumuz yaşam biçiminin protestosuna kucak açan nihilist bir silsileler bütünü sayılabilir. Delilik bir tür edimdir ve dünyevi dilde söylersek kendini hiçleyen bir tür kahramanlık ve her kulun cesaret edemeyeceği bir tür filosofik duruştur. Rotterdamlı Erasmus, Deliliğe Övgü’yü boşuna yazmadı.

(Ortaçağ'ın sonuna doğru delilik ve deli ikirciklikleri; tehdit ve acı alay, dünyanın başdöndürücü akılsızlığı ve insanların önemsiz gülünçlükleri içinde esas kişiler haline gelmekteydi ve örneğin, deli, tiyatronun merkezinde gerçeğin ortaya çıkmasına neden olan kişi olarak yer almaktadır. Delilik bilgin edebiyatı içinde de aynı şekilde tam da aklın ve gerçeğin kalbinde iş başındadır. Delilik bir söylev konusudur. Erasmus'un metni de bu ciddi metinlerin merkezinde yer alır. Yanı sıra; Hieronymus Bosch'dan, Brueghel'e kadar uzun bir imgeler hanedanı vardır.

Ölüm teması XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar veya biraz daha ötelerine kadar tek başına hüküm sürmüştür. İnsanın sonu, zamanların sona ermesi, salgın hastalıklar ve savaşlar aynı çehreye sahip olmuşlardır. İnsan varoluşunu bağlağından çıkartan şey, bu sona eriş ve kimsenin kaçamadığı bu düzendir. Ölüm dehşeti, sürekli bir alaycılık biçiminde içselleşmektedir. Ölüm zaten her şeydir. Delilik ölümün daha şimdiden gelmiş halidir. Giderek, delilik teması, ölüm temasının yerine ikame edilir.

Bilgelik, deliliğin her yerde ihbar edilmesine, insanlara daha şimdiden ölülerden daha fazla bir şey olmadıklarının öğretilmesine ve iki terimin birbirlerine yaklaşmasının nedeninin deliliğin evrenselleştikçe bizzat ölümle bir ve aynı şey haline geleceğinin anlatılmasına dayanmaktadır.

Deliliğe Övgü’nün sonuncu bölümünün tümü, her meslek ve her tabunun büyük delilik gradosunu oluşturmak üzere geçit yaptığı uzun bir delilik dansı modeline göre düzenlenmiştir. Buna benzer başka örnekler de vardır, ancak giderek söz ve görüntü arasındaki güzel birlik çözülmeye başlamıştır.

Övgü; Benim için ne derlerse desinler (çünkü deliliğin zırdeliler tarafından bile, ardarda nasıl hırpalandığını bilmez değilim) tanrısal etkilerimle tanrılara, insanlara sevinç saçan ben, yalnız benim. Bakın ben de bir övgü yapacağım ama bu ne Herakles'in ne Solon'un övgüsü, benim övgüm yani “Deliliğin Övgüsü” olacak. İşte ben, gördüğünüz gibi nimetlerin gerçek dağıtıcısı, Latinlerin Stultitia, Yunanlıların da Moria dedikleri deliliğim. Her yerde o kadar kendime benzerim ki, hiç kimse beni saklayamaz... Peki deli dinleyicilerim niçin olmasın? Deliliğin mesleğini tanıyanlara verebileceği en onurlu ad. Ama soyumu sopumu bilmeyen bir çok kimseler bulunduğundan bunu da Musa'ların yardımı ile tanıtmaya çalışayım. Ben ne Khaos'dan, ne de cehennemlerden çıktım; hayatımı ne Saturn'a, ne Yafes'e, ne de o eski püskü tanrılardan herhangi birine borçluyum. Babam Plutus'tur (Zenginlik). O bana Neotete'yi, gençliği, ana olarak verdi. Aşkın en tadına doyulmaz esrimelerinde doğdum. Saadet Adaları'nda dünyaya geldim. Dünyanın en zarif iki perisi, Bakkhos'un kızı Metne, sarhoşluk ile Pan'ın kızı Apodie ve cahillik sütninem olmuşlardı. Onları burada arkadaşlarım, nedimelerim arasında görüyorsunuz. Nedimelerimden söz açılmışken onları da size tanıtayım. Şurada size küstah bir eda ile bakanı Benbenlik / Philantia'dır. Öteki güleryüzlü, elleri alkışlamaya hazır olanı Yüzegülücülük / Colacia'dır. Burada uyuklayan, şimdiden dalmış görünen Unutma / Lethea tanrıçasıdır. Daha ötede Tembellik / Misoponia kollarını kavuşturmuş, dirseklerine dayanmaktadır. Çelenklerinden, güllerle örülmüş taçlarından, süründüğü safran kokulardan Şehvet / Hedonea'yı tanımadınız mı? Hayasız, kararsız bakışlarla etrafına can alıcı gibi bakan yosmayı görmüyor musunuz? Bu Bunaklık / Anoia'dır. Teni o kadar parlak, vücudu pek temiz, gürbüz olan Zevkü Sefa / Trypea tanrıçasıdır. Ama bütün bu tanrıçalar arasında iki de tanrı görüyorsunuz: Comus / İyi Hayat ile Morpheus / Derin Uyku. Evrende var olan her şeyi bu sadık hizmetkârların yardımı ile hükmüm altında tutar, yeryüzünü yönetenleri onların aracılığı ile ben yönetirim).

Foucault’nun Tarihi’de, boşuna okunmadı;

(Deliliğin tarihinde Foucault bize, Avrupa’da deliliğe bakışın serüvenini oldukça çarpıcı bir biçimde sunar. Bu serüvenin son sapaklarında deliliğin artık erk tarafından kapatılma yoluyla denetim altında tutulmaya çalışıldığını görürüz. Delilik, kutsal bir halden bir sayrılığa doğru anlamsal değişime uğrar. Şimdilerdeyse psikiyatri ve psikoloji, modern çağlarda hiçbirimizin paylaşamadığı bir normal idealinin gölgesinde normal dışı davranış ve düşünüşleri sağaltmanın yollarını üretiyor. Biraz daha açımlarsak, hayatımızı zorlaştıran nomal-dışılıklarla uğraşımızda bize eşlik ediyor. Günümüzde, genel-geçer bir normal tanımına sahip olduğunu söylemesi için bir insanın gerçekten “deli” olması gerekir. Ancak yine de insan şunu düşünmeden edemiyor: Normal-dışı davranışlara dair tespitler sonuçta yine bir “normal” idealini kuşatmaz mı? Oldukça geniş, ve nispeten kişiye özel bu yeni kuşatılmışlığın, eğer varsa ortak noktalarını tespit, sanırım bizi bu konuda biraz olsun aydınlatacaktır.

Fransız yazar Tournier, Robinson Crusoe’nun bir “yeniden okuma”sını yaparken, Defoe’nun maceracı kahramanı kişiliğinde insana dair oldukça önemli tespitlerde bulunur. Elbette romandan bununla aynı derecede önemli bir modernizm eleştirisi de çıkarılabilir.
Adaya ilk düştüğünde Robinson ciddi bir travma geçirir. Burada kendisinden başka kimsenin olmadığını kabullendiğinde-böylelikle toplumsal yaşayışa dahil olmaktan çıkar- artık uyması gereken hiçbir kural ve dogma kalmamıştır. Bu, keyfi bir özgürlük değil, doğal bir sürükleniştir ve Robinson, aklını yitirdiğini düşündüğü aşamaya geldiğinde, çareyi kendine “kurallar” koymakta, dogmalar belirlemekte bulur. Yoksa insan-dışılaşacaktır. Böyle birşeyi yapması için ona birkaç motivasyon bulabiliriz. Bunlardan biri, birgün koptuğu toplumsal yaşayışa yeniden katılabilme şansıdır - diğer bir deyişle umudunu yitirme, buraya alışma korkusu-.

Başkaları olmadığında pek çok kural, dogma ve yasa anlamsızlaşmakta ya da varlık nedenini yitirmektedir. Çünkü bu kurallar hep başkaları ve onlarla ilişkilere dairdir. Bu ilişkileri ve onları kuran topluluğun tümünü tehlikesiz ve yönetilebilir hale getirmeyi amaçlar. Bu durum, paleolitik avcı-toplayıcı klanlarının dogmaları için de bizim yasa ve törelerimiz için olduğu kadar geçerlidir. Kural tanımazlık her iki türden toplulukta da büyük suçtur. Bireyi süratle toplum-dışına iter. Sürgün, kapatılma, yüz çevirme, idam, her ne şekilde olursa olsun, kişi toplum-dışılaştırılır. Peki bu başarılamazsa ne olur? İkinci dünya savaşı çıkar, yeni bir sanat akımı doğar, büyük bir fatih bir dünya imparatorluğu kurar. Norm-dışı birey bize bir şekilde kendi gerçekliğini ya da ilkelerini dayatmayı başarırsa, çok zaman geri dönülmez değişimler ve kırılmalar yaşanır. Normlar değişir, yeniden kurallaşır, töreleşir ve dogmalaşır. İsyan bayrağı en fazla varolan düzen yıkılana kadar dalgalanabilir. Sonra yeni düzenin kurulması gerekir. Bunun için de ilk elden bayraklar yakılır.
Dinamizm her zaman bir kestirilemezliği beraberinde getirir. Bu yüzden asıl istenen statikliktir. Bu en küçük topluluklar sayabileceğimiz ikili ilişkilerde özellikle geçerlidir. Burada da kişiler birbirlerine güven duymak ve emin olmak isterler. Bunun için de ilişkiyi en kısa zamanda dondurmak ve statikleştirmek gerekir. Erke dair mücadele her yerdedir, bir romantik ilişkiden bir ulusun bütünlüğüne dek.
Tüm bu yazılanlar içinde çok önemli bir trajediyi barındırıyor. Belki de bir ironi. Bu ironi mutlak yalnızlığımızda gizli; mutlak ya da varoluşsal yalnızlığımız. Aslında hiçbir deneyimimize bir başkasını gerçekten ortak edemeyişimiz, tüm bu birlikteliğin-algıda birliktelik gibi en temel konular da dahil- sadece uzlaşıma dayalı olması, diğer taraftan da bu uzlaşımın ya da temassız yanyanalığın zorunluluğu insanlığın trajedilerinden biri. Temeldeki bu yalnızlık, bir arada yaşayışımıza dair tüm kuralları anlamsızlaştırıyor bir bakıma. Aslında bir arada değiliz, bir aradaymış gibi davranıyoruz, aslında kurallara uymuyoruz, uyuyormuş gibi yapıyoruz.)

‘Doğu’da yüzyıllarca boş yere, bu ‘antikahramanlarla’ yaşamadı, adına gün geldi derviş dedi, belki bazen evliya biçiminde göründü, bazen kuyuların dibinde süründü, kimi zamanda o yıldızına gitti / güneşine kavuştu dedik. Bilinmez ki en iyi şiiri onlar yazdı, en dokunaklı ağıtları onlar yaktı, erkin dostu olmadılar, ‘Gölge etme başka ihsan istemeyiz’ derken, mücevherler, akçalar karşısında eğilip bükülmezken, en önemlisi de ‘Kimden aldıysan ona ver!’ demesini bildiler. Her delilik ölümlülerin okuyamayacağı bir manifesto, her şiir de bizlerin kavrayamayacağı bir ütopyadır. Gerisi düzmecedir, yalandır, riyadır, yinelgen kapı kulluğu, ezenlerin ezilenlere sunduğu mani ve artık aldatıya ve günaha bulanmış bir kasırga, bir kaside olabilir ancak!..
Delilik o denli ürkütücü ve ulaşılmaz bir şeydir ki ölümlüler için, onları; tarih boyunca anlamak istememiştir, hiçbir zaman aralarına almak cesaretini gösterememiştir, dinleyecek kulağı, görecek gözü, sorgulayacak bilinci ve gösterip anlatacak bir dili olmamış olamamıştır ve yalnızlıktan ve delilikten korkmayı adet sayan ölümlüler; cehennemin kalabalığına sığınarak tarih boyunca yaşayıp gitmişlerdir.
Bir gün gelecek ‘Songün’ü göreceğiz, kutsal kitaplardaki kıyamet kopacak ve ‘Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim’ diyenle beraber yok olup, Odysseus (Hiçkimse) olacağız; ve artık hepimiz eşitlenip, hiçlenerek, şu yaşamda; tan sökümünde açan bir gül / kokusunu bile kavrayamadan solup gideceğiz...

“Sırılsıklam ıslanmış, ıslak bavullardan kişiler seçiyordum. / Eğri bir düzlükte durduklarını görüyorum, rüzgara yaslanmış, / eğri yağmur altında, belirsiz uçurumun kenarında. / Hayır, ikinci bir yüz değil. Havanın suçu / böyle solgun oluşları. Uyarıyorum onları sesleniyorum / örneğin; / yol eğri bayanlar, uçurumun kenarındasınız. Onlar, / doğal olarak, / soğukça gülüp, cesurca karşı bağırışa geçiyorlar: / Teşekkür ederiz size de / Gerçekten de bir kaç düzine olup olmadıklarını soruyorum / kendi kendime / yoksa tüm insan soyu muydu orada asılı duran, / tıpkı belirsiz bir müzik gemisindeki gibi, hurda / ve yalnız bir tek amaca yönelik, yani batışa? / Bilmiyorum. Gözümü kapatıp dinliyorum. Zor söylemesi, / bu insanların kimler olduğunu, her biri bir bavula, / açık sarı bir uğura, bir dinozora, bir defne çelengine sarılmış / Güldüklerini duyuyor ve onlara anlaşılmaz sözler / sesleniyorum / Kafasında yaş gazeteler olan, tanınmayan kişinin / K. olduğunu sanıyorum, yolcunun işi peksimetcilik; / şu sakallının kim olduğundan haberim yok, boyalı bastonlu / adamın adı Salomon: durmadan hapşıran kadın / Marilyn Monroe olmalı / beyaz elbiseli adamsa, şu elinde siyah yağlı kağıda sarılı /
notlar olan, mutlaka Dante’dir. / Bu kişiler umut dolu, ürkütücü bir erk dolu! / Bardaktan boşanan yağmurun altında dinozorların ipinden / çekiyor, bavullarını açıp sonra gene kapatıyorlar, / ve koro halinde şarkı söylüyorlar; “I3 Mayıs dünyanın / sonudur, / artık daha fazla yaşayamayız,, yaşayamayız daha fazla.” / Kimin güldüğünü söylemek güç, bu çamaşırhanede kimin / beni saydığını ya da kimin saymadığını ve / uçurumun ne genişlikte ve ne derinlikte olduğunu söylemek. / Yavaşça nasıl battığını görüyorum kişilerin ve onlara / şunları sesleniyorum: / Nasıl yavaş yavaş battığınızı / görüyorum. / Yanıt yok. Uzaktaki müzik / gemilerinde, donuk ve cesur / orkestralar çalıyor. / Çok üzülüyorum, hiç de hoşuma / gitmiyor, / öyle hepsinin ölmesi, ıpıslak, bu çiseleyen havada, yazık, / ağlayabilirim, ağlıyorum:“Ama kimse bilemedi”, diye / ağlıyorum / “hangi yılda olduğunu ne hoş.” / Ya dinozorlar nerede kaldı? Ya bu / ıpıslak bavullar, / binlerce ve binlerce, bomboş ve sahipsiz, / suyun üzerine nereden sürükleniyor? Yüzüyor ve ağlıyorum. / Her şey, diye ağlıyorum, istendiği gibi, her şey yalpalıyor, / her şey denetim altında, her şey yolunda, insanlar eğri / yağan yağmurun / altında boğuluyordur herhalde, yazık, neyse, ağlamak / için, o da iyi, / belirsiz, söylemesi güç, neden, hem ağlıyor hem yüzüyorum.”

Kendimize düşman olmak baş tacımız, yok etmek birincil günahımız, yaşama sırtını dönmek, gelenekler, madalyalar üretmek, şehadetler göstermek, yenmek, yenilmek, her şeyi eni sonu kendimize yönelen bir mızrak, yüreğimize saplanan bir rokete çevirmek, Spandaular, Auswitchler türetmek, Afganistanlar, İranlar icat etmek, tanrı adına öldüren President'ler görmek, öldürürsem kahraman, ölürsem şehidim demek, teizmin, laisizmin prangalarında yüz yıllar geçirmek, arabeskin duvarlarında ağlayıp, avrobeskin surlarında inlemek… Hepsi yalnız bize özgü, hepsi yalnız bizim için tasarlanmış bir serenat!.. Korkusu, kederi bitmişlerle, acısı dinmişlere, ölmüşlere gıpta edenim ben!..
“Aşağılık savaşta düşenler benim değil / soyun öbür bireyleriydi / kahreden gecede, kimdi onlar / heceleyip saymak şimdi, / solgun adları.”

Kendimizi yinelemek de en büyük günahımız olsun!..

“Garip bir zamanda yaşamak yazgılarıydı onların. Ayrı ayrı ülkelere bölünmüştü gezegen,
her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların, kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni geleneklerin, hakların, haksızlıkların, kendi efsanelerinin, tunçtan atalarının, yıldönümlerinin,
halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan. Savaş için elverişliydi bu gelişigüzel bölünme. Kımıltısız nehrin kıyısındaki kentte doğmuştu Lopez. Ward ise, sokaklarında Rahip Brown’ın dolaştığı kentin varoşlarında öğrenmişti İspanyolcayı Don Kişot’u okumak için.
Öbürü Conrad’ı sevdiğini söylerdi, adını Viamonte Caddesinde bir sınıfta duyduğu.
Dost olabilirlerdi, oysa yalnız bir kez karşılaştılar o çok iyi bilinen adalarda. Her biri Kabil’di, her biri Habil. Birlikte gömdüler ikisini de. Şimdi kar ve kurtlar tanıyor onları. Anlayamayacağınız bir zamanda geçti. Burada anlattığım öykü.”

Belki bir fars diyalektiği ama; zaman barbarlıklarla geçiyor ve tanrı bile yeryüzüne inmekten çekiniyor!..

“Çocukluğumda, Baklan ovasının kıyısında, Çökelez dağının yamaçlarında, sakin bir kasaba vardı, İsabey… Herkes köy derdi oraya, köyünde bir delisi vardı, Deli Emin, her zaman türkü söylerdi, aylak gezer çalışmazdı, bir gün sanırım bağlarda kurtçuklara, kanatlı haşerelere karşı atılan bakır sülfat (anımsadığım, köylüler içindeki mavi parçacıklardan dolayı göktaş'ı derlerdi) tozunu, şeker zannıyla yiyerek ölmüş dediler. Kardeşi de onun gibi deliydi, geçen yıl onu gene gördüm, kırk yıl önceki sakallı haliyle ve hiçbir iş yapmadan (Ağaçlarla alay etmez, ikide bir parmaklarını saymazdı!..) gene dolaşıyor ve yalnızca bakıyordu. Ne yer ne içer diyeceksiniz, bunu tam bilemem ama adam kuyulardan su içiyor, ağaçlardan meyve yiyor, geceleri yıldızları sayıyor ve gündüzleri, toprağın hünerleriyle kolkola, bağ-bayır dolaşıyordu diyebilirim, bu kadar... İsabey, bahar gelince olağanüstüydü, akça armut o denli beyaz açar ve o denli kutsal bir türbe görünümü yayardı ki, uzaktan arı vızıltılarının sesi gelir,-arı kuşunun çınlayışı duyulur-. çiçeklerin buruk kokusu dağılır, arada tavşanlar kaçar, kıyılarda yaban gülleri açar, parsambalar çaydan su içer, bağ aralarında köylüler, başka dünyalardan gelmiş tuhaf gölgecikler, garip işaretler gibi eğilip doğrulurken; bizleri alabildiğine büyülerdi. İğde ağaçları, söğütler, çay yolunda baygın kokular yayar, ovanın ortasında serenli kuyular, karaağaçlar akşam alacasında us dışı yaratıklar, masalsı düşler, bir türlü anlam veremediğimiz ürpertiler gibi dizilir ve gündüzün güneşiyle, gecenin ayı öyle bir göz alıcıydı ki, doğa anamız insanı öyle bir büyülerdi ki, gelmiş geçmiş en büyük şiir; bu yabansı topraklar ve şu tanrısal doğa sanırdınız!..”

“Çınlıyor alacakaranlık bir kuşun ötüşüyle / ölüp gidiyor sessizlik / sen adımlarken bahçeyi. / Öyle özlüyorum ki bazı şeyleri”

Şimdi yıllar sonra Deli Emin’i anlıyorum, çalıştık, birbirimizi ezdik, engelledik, cendereye aldık, çaldık çırptık, yedik içtik ve ömr-ü baharımızın sonuna geldik!.. Elimize ne geçti, hiç… Ölümlü bir yaşam, ne dost bulabildik doğru dürüst, ne de saygı duyulacak düşman!..

‘Karawane’
“ Jolifanto bambla o’ falli bambla / grossiga m’pfa habla horem / e’giga goramen / higo
bloiko russula huju / hollaka hollala / anlogo bung/ blago bung / blago bung /
bosso fataka / ü üü ü / schampa wulla / wussa o’lobo / hej tatta gorem /
eschige zunbada / wulubu ssubudu uluw ssubudu / tumba ba-umf / kusagauma”

İşte bu şiiri İkinci Büyük Savaş’dan sonra sanırım İsviçreli bir ozan yazmış, ne
düşünürsünüz, deliliğin eşiğinde değil mi, ama doğrusunu yapmış, umutsuzluk ancak
böyle dile getirilebilirdi. Kim bilir ruhu Hades’e çoktan ulaşmıştır, onun dünyası değişti
ama bin bir kederle karşı çıktığı, üzünçlerle kahrolduğu dünyamızda yazık ki bir
şey değişmedi ve biliyorum ki onu ferahlatacak bir muştu ya da başka bir şey
sanırım götüremeyeceğiz ona…

Şu letrist şiire bakın, akımla, şiir sanatıyla bir ilgisi yok gerçekte, umutsuzluğa yakarı,
çözümsüzlüğün gizil biçimde dışavurumu, anlamsızlığın dünyasında bir ağlatı, Kızılderili
dansı eşliğinde, Afrika tamtamlarıyla, gizli bir alaysama; gerçek duyanlar ve bizlerin deli
diyebildiği insanlar için bir motto, bir cebir bu şiirler.
Küçümsemeyin, Çin’de bir hükümdar halka vergiler salmış, insanlar oralı olmamış,
ağırlaştırın vergileri demiş, toplum fısıldaşmaya başlamış, biraz daha derken,
bu kez bağırıp çağırmışlar, sonra yine artınca, feryatlar yükselmiş, hükümdar daha artırın
demiş, vergi dayanılmaz hal almış, sonrasında tellallar yerin göğün inlediğini, halkın
eğlenip, çılgın kahkahalarla kırılıp geçtiğini söylemişler ve hükümdar ürküyle,
canımıza kasteden bir gaza ve bir gazaba dönüşmeden vergileri kaldırın demiş.
(Başka bir meselde bir ülkede su içen herkes deliriyormuş, hükümdar halkın içtiği sudan
içmemek için sarnıçlar yaptırmış, sular getirtmiş, ama günün birinde o sular bitmiş ve
hükümdar ne yapsın, o da halkın içtiği sudan içmiş, sonunda oda delirmeyi seçmiş!..)
İşte o şiir;
“Dolce dolce / Yaase folce / Dolce dolce / Yoli Deline / Jalce jalce / Yahanti galce / Jalce jalce /
Blouzi psiline / Yulce yulce / Youdili dulce / Yulce yulce / Kzill odaline / Djilce djilce / Hando
bokjile / Djilce djilce / Yli Zlideline / Kumkel kerg / Kumkel kan / Magavambava magavambava
/ Gonjengor sagossigussa / Sagossigussa”

Ve ölümlü dünyamızda aşkın çılgına çevirdiği bir ademoğlunun, siz deyin sızlayışı, ben diyeyim kahroluşu mudur şu…

(Kalkhedon yakasına günaydın dersen yeşil gözlü bir güneşin olacak, üç vakte kadar onu göreceksin, gül parmaklarıyla sana ışıyacak, ona de ki, Altın Post'a giden yolu geçeyim mi, yoksa burada, defnelerin altında mı beklesem...)

Mahpeyker bir sevgili gecede yürüyor, cansiper ve peri. Fatehpur Sîkri'nin zümrüdî mimarisi, susuz çöllerin Sürre alayı ve Hicaz gölgesi!.. Benim gecelerimi kimselerin görmediği bir ufuk aydınlatır, gündüzlerimde Emel Denizi'ne sürüklenişim bundandır diye, şarkı söylüyor biri. Şehinşahım, payidarım, gönül tacım diye iç çekiyor. Bilip bildiririm ki, o irem bağlarındaki elim, o ilim, o dilim, dünya ve ahret de bile sözü edilmeyecek melâlimdir. Ey anılar trenindeki Klezmer ezgileri, ey Kani Mesa'daki minik güneşler, ey gecede büyüttüğüm dolunay, ey pınarlar diye ekledi... Karanlıktı!.. Ey ölüm, bütün sevdiklerim öldü, yapayalnızım. Onlar orada ve bir aradalar, yalnızlığıma ağlıyorlar. Sana kızmıyorum, küsmüyorum, beni onlardan ayırdığın için ağlamıyorum. Çünkü beni onlara kavuşturacak olan yine sensin...
Kassandram, ey sularda yürüyen Ankam, ey sessizliğin sesi, yüreklerin süveydası, ey leylâm, ey süheylâm diyenler, gölgelere girdi, bir bir eridi. Barış, doğal ölüm. Aşk, tinsel karanlık!.. Ey denizlerin kelebeği, ey dışbükey biçimlerin sentetik grameri, nöron uykuları, ey yürekleri sömüren zaman, ey kader, keder ve ey laedri. Burada, salkımların kokusu, üzünçle gölgelenen çöle açılır, Sezar'ı göremeyiz, çünkü; geçmiş zamandır. Silyon feneri, And dağlarında üflemeli çalgı gibi öten kuş ve ey yok oluş…
Tanrı şiiri yaratmak uğruna seni yarattı diye haykıran kuzenim. Ey Flaman göğü, tinler ormanı, ey zincirli kölem, ey Prevezem, Navarinim. Puhum, pusum, sülünüm. Ey Uranus'un kollarında pare pare ölüşüm... Sümbülden biri çıktı güzeli arıyormuş, bir yaz günü, bir güz yaprağının altındadır o demişler, uçmuş, güz gelmiş, o kar tozanındadır demişler, kış gelmiş, o bir bahar çiçeğinin dalındadır demişler ve bahar gelince, o yaz başağının salınışındadır demişler. Irmak perisi ağlıyordu. Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum diyenler vardı. İncilim. Ey Emod yulfone'm. Ey göze inandırılmışım, kefenlenip, canlandırılmışım ey. Ey yittiğim gezegen, doğduğum vulva, İsagojiler yazan İsagoji, ey Meryem, ey "Doloris medicinam a philosophia peto" dediğim, ey zindan çiçeğim, ey çocuk Muhammed, ey Kaddaficik, ey Hasani Harakanim.
Ey Ihşidim, boynumda cennet anahtarıyla ölümlere geldiğim, ey nur yüzlü Sur, kanla çiftleşen, ey Selçuki bir ölü dirilten, altın ağızlı Yuhanna, kutupçul çiçeğim, ey Suriye'den güzelim, Pers çiçeğim ey, Mezopotamya gülüm, at nalı yengecim. Gönüller hırsızı Hermes'im. Kuyruklu yıldızın kuyruğundaki gemisin sen. Ey ruh ikizim. Ey İlyas'ın üzüm salkımları, mor Yakup, ey ayağın öpen. Kuş ortaçağda var mıydı. Ey solgun yeşil düşüncelerim. Ey sessizlik, su sümbülüm. Aslan körfezine bakan Kordofanlı zencim. Ey resullerin sözleriyle çoğalan. Mars ufuğu.
"Bir, iki, üç, dört, beş / balık tuttum / altı, yedi, sekiz, dokuz, on / onu bıraktım."
Ey lezbiyen simülasyonlar, kuş yüzlü kadın. Ey yaban incirim, ey Himalaya sedirim, leylandim ey. Gel de evrenin derinlerindeki iç çekişimi, kanla doyurulmuş geçitlerden geçişimi, ilkçağ kuşları gibi pençelerimde eriyişini gör. Haykırdım mağaralara, uçurumlarda ki yağmurlara sordum, iç çekişlerim yıldızlara vardı. Gelmedin. Minik dişi ölümlerdin, göklerde kanat çırpan deniz, altın sağrak, demir rüzgâr ve arı konaklarına girdin. Bir kelebeği gezdirdin ve bağırdım sana; et ve kanım ben, sense tunç ve taş, yenilgi kaçınılmaz. Aşk ipekten bir ipte koşmaya benzer kanatları olan kazanır. Ey felekler sistematiğim, günahtan kurtulmak uğruna günahkâr oluruz dediğim. Ey Kolophonlu Homeros, Annales okulu, ey Tetis denizim, tanrıların vurulduğu çarmıhlarda; hazin gölgelerinden geçtiğim. Ey kısrak soluğunda gezen gnostiğim. Atların atası Hipparion, ey arısız bal veren kamışları bulan, ey tarihte özüne sayfa ayıran. Ey Amarna. Yer yuvarı nükleidinin periferisi mağmam... Okumak bilinmeyeni çoğaltmaktır Maria'm!..
Giyotin ki erguvandan güzeldir. Zebra bir tanrının altında kanla çiftleşir. Ben kendimi özlüyor ve minelerle kaplı kabuğumdan çıkmayı düşlüyorum. Kumsalı görüyorum, sayısız kum tanelerinin her birinde tanrının saklandığı, uçsuz bucaksız kumlar, içli, sızlatan bir müziğin eşliğinde, tozlar içinde, ışıltılı, helezonik yükseliyorum, yukarıya doğru kabarcıklar gibi; onlarla birlikte dans ederek, gülüp eğlenerek süzülüyor, kanatlı mırıltılarla şarkılar söyleyen, bir periyi özlüyorum. Buluttan buluta atlıyor, ince saydam kanatlarıyla solgun bir kelebeğin ipeksi yumuşaklığında; yine kelebeğe dönüşüyorum, tamtamlar çalıyor, dalgalar, danslarla alt üst olurken, bir peri olduğumu duyumsuyor, kumsala doğru yaklaşıyor, süzülüyorum. Ve müziğin sonsuzluğunda mırıltılı, ışıltılı ve ince bir kum halinde alçalıyor ve helezonilerle kabuğumun içine girerek, görüş ve dalgaların beni uzaklara savuruşunu, ufuklardan ufuklara uçarak, kabuğumun içinde salınışımı izliyorum.
Kan içinde kalıyorum, sonra Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp, çıkar bir yol bulamaz diyorum. Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. Ben tek düze duvarlarla örülü bu taşlı yolda, kinle, nefreti, özün kamburuyla, iğrenmeyi unuttum. Şu ki, kindarlık ve nefretle, tiksinç olan bu kara, iç sıkıcı duvarların, çınlayan dolambaçların kıvrımları yazgımdır benim. Yüzyılların sonunda, gizli taş büklümlerin, büküntülerin, dolantıların içindeki hangi bükeyler görkü ve şiddetin galerileridir. Bu çatlak, yarık duvarlar, zaman yargıcının tefecileridir. Dehşetle düşlüyor ve düşünüyorum ki, süprüntüler içinde üzünçle çöle bakan, tozlu, solgun işaretlerin ayrımındayım. Gecenin içbükey edası bana doğru kükreyen gümbürtülerin ve ıssız ulumaların yankısını, ölgün, solmuş yansımasını taşıyor. Ve benim ölümümü silip süpüren ve benim kanım için can atan hangi dokumacı, hangi örücülerdir ki usandırıcı yalnızlığımın dışındadır...
Kimin yazgısıdır ben orada biliyorum. Gölgelerin içinde her biri diğeridir, her biri bizi aramaktadır. Günlerin beklediği son; eğer yalnızca günlerin ve zamanın beklediği son… Son buysa!..
Ve çığlıkların karanlığında yine o şarkıyı dinliyorum...
"Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum."

Bu yakarıların, yalvarıların sonu gelmez…

(Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden,
gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından.)

Ve…

(Şiir seraptır. Kalemdir. Kâğıttır. Kıssadır. Bigbang'tir. Özdür. Zorluktur. Zorbalıktır. Diktadır. Kurgudur şiir... Başlangıçtır. Yaratıştır. İlk andır. Yarışımdır tanrıyla. Acunlar doğurmaktır. Kevser-i şaraptır şiir... Uryandır. Aryandır. Sağaltır. Acıları dindirir. Candır. Kırık gönüllere, yenilmişlere; sevipde sevilmemişlere dermandır!..
"Herkes şairdir çünkü rüya görür!”
Her Ademoğlu, her Havva kızı şiiri bilir. Hepimiz küçük birer tanrıyızdır. Şiir yaratmaktır, yok etmektir. Küfrdür şiir. Yaşamdır. Ütopyadır. Zamandır. Antiyaşam, antiütopya, anti andır. Âyettir. Ölümdür. Kozmostur şiir. Antium yamaçları, Gomore yalvaçlarıdır. Yokluktan varlığa bakmak, varlık gözüyle yokluğu-sonsuzu kuşatmaktır! Yadsımadır şiir. Acıdır. Mutlandır. Şirktir... Velhasıl o; her şeyi hiçbir şeyleyen, hiçbir şeyi herşeyleyendir!.. O dönüşüm ve varoluş, yaratış ve yokoluştur, canveren anımsayışla, sonsuzlayan unutuştur.

Şair ki lanetli yaratık (şeytan, mefisto, deccal...) Platon'da, Kuran'da ve hemen tüm kutsal metinlerde düşbirliğiyle aşağılanıp, koşut evrenci olarak azap çukurlarına yuvarlanan, bir cehennemi varlıktır. Cennetten sürülmüş, yeryüzünden kovulmuş bir Yurtsuz Jean, bir vatansız adam, bir heimatlostur...


"Bir kuş koşuyor çayıra doğru / Süheyl'den kanat almış bir peri / Kızıl bir çöl akıyor orman üstünden / Güneşse eğilmiş su içiyor çam diplerinden” Veya; "Bir ozan gördüm güle siz diyen / Ve bir sözcük otluyordu çayırlıkta / Ay ışığı sönüyor şafak sökerken / Ne mutlu onlara ki âşıktılar ışığa.”

Yukarıdaki betim ve benzeşimlerin hangisi hatalıdır? Hiçbiri... Çünkü şiir tanımlanamayan, karanlığın yüreğine çöreklenmiş ışık, bilinmeyenin gözesindeki ağıt, cevherin içine akıtılmış muştu, gelecek çağların kızıllığındaki mutlandır.

Tarih boyunca en çok sürgün edilmişler, şairler olsa gerektir. Bu bakımdan Âdem de şairdir. Çünkü aşka (sonsuz barış duyunu) kucak açmış, Tanrı kelâmını değil, Havva sözünü dinlemiş, bundan ötürü, Aden'den (cennetten) kovularak, ölümlü dünyanın meşgalelerine, kaotik, vahşi güdüleriyle, uskıran, karayorularına terki diyar ederek yaşam dilimini tüketmek zorunda bırakılmıştır. Demek ki şiir insanın özüdür ve gerçekte her insan; bir şiirin parçası ve onun doğrudan yaratıcısıdır.

Damarlarında ilk gecenin büyüsünü ve şiirsellikle dolu yıldızlı göklerin mirasını taşıyan insan, sonsuz geçmişin ve geleceğin akışında bellekle bezenip, güzel sanatlarla beslenen o ölümsüz estet duygusuna sahip olarak (sonsuz bir aradalık) dünyaya gelir ve o duyguya içten bir bağımlılıkla yaşar ve duruk (cansız) güzelliğin simgesi cennetten kovulmuş bir can olarak, us ve gönül isteriyle, özgürlüğün ve gökkuşağı renklerinin peşinden koşmaya adanır, ona kucak açar ve deyim yerindeyse bundan ötürü de; sürklâse olan her bütüne baş kaldırır.

Ve şanlı bir sapiens, çekici duyunun, gizil bir klanın seçtiği, savaşkan üye gibi belleğinin karanlık odasında, henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip bir âdem olarak, bilginin ılık akışında yuvarlanan kırların tanrısı, bir çiftçi Habil benzeşiyle evrenin şiirine boyun eğmeyi ve onunla bütünlenip ortakça yaşam sürmeyi bir kabul bilir.


O çok önceleri kromozomlarına işlemiş duyguyla, hareketin en basit biçimi yer değiştirme en gelişmiş biçimi düşüncedir kuralı uyarınca estete tepki verir ve ne denli umutsuz olunsa da, sonsuz barış ve güzelliğe kavuşma özlenciyle yaşar ve öylece de ölür insanın oğlu! Bundandır sonsuz barış ve güzellik gerçekleştiğinde dünya bir metafor olarak cennete dönüşeceği ve insanda tanrılaşacağı, tanrı katına yükseleceği için artık yaşamın bir ereği kalmaz. Onun için şiir ulaşılamayandır, sonsuzun sonsuzudur, geri dönülemeyen ama öncekinin sürekli yittiği, sonrakinin sürekli doğduğu bir tür yok oluş ve bir tür var oluştur.

Biz şiire gerçel olarak tümüyle ulaştığımızda artık biz olamayacağımız için, şiir bize ulaşmamız için vaat edilen ama ulaştığımızda bizim yok olacağımız, sonsuza karışacağımız, iksirli bir türevdir. Nasıl İsa, tanrı, insan, kutsal ruh üçleminde” (O'nu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim.) diyerek, salt onu arıyor ve bulamıyorsa, çünkü onu görseydi çatışıkta olsa, yaşamasının ya da arayışının bir değeri kalmayacaktı, şiir ve yaşam, artık sona erecekti.

Reel olan arayıştır ve aradığımız salt şiirdir, başka bir şey değil... Hilkat çeşmesinden su içenler içinse; Âdem de dişildir, çünkü velutdu ve oda bir estet peşindeydi... Ve o Havva'yı doğurdu! Çünkü şiir; her şeyde ki sonsuz güzellik ve hiçbir şeydeki erişilmez arzudur. O; ustaki arayış, yoksunluğun düşkünmesi ve umarsızlıktaki yakarıdır.

Yanardağ patlamalarının ürküttüğü cromagnon insanı nasıl ateşi mağara duvarlarına meyan kökünün çıldırtıcı kırmızısıyla resmetmekten kendini alamamıştır!.. Şiir bu yüzden kutsamadır, ışıkta cennetsi görünen, büyülere bürünen çağlayanın, zamanın boyunduruğunda tutsak olan insanın güzellik karşısındaki başkaldırısı, onunla bütünleşip sonsuzlaşma isteğidir. Şiir ölümsüzlüktür, dirimi tayfta kutsamak, hareketi sonsuzla kaynaştırıp, bir düşün peşinden koşmak, adanmışlıkla çabalamaktır.

Baharın patlayışı, yaz güneşiyle kekliklerin kırlardaki salınışı, baştan beri var olan ovanın çıldırtısı, suların çınıltısı ve sızılı otların yakarısı... Korudaki sessizlik, yaprakların dökülüşü ve kış beyazlığında, uyumu arayan Pan'ın, tanrının dilini yadsıyıp, unutulmuş bir mağara diliyle konuşuşudur... )

Sapkınlık, İkinci Paylaşım Savaşı, üzerinde uyuduğum şilteler, doğunun bütün katırcıları... Her konuda şiir gibi dediğimiz şeyler vardır, mimaride, vaazda (O ne bir din adamının dumanlı vaadi, ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır!), bir suyun akışında, pulsarda, bu yüzdendir ki, gerçekte delilikte bir şiirdir.
“Balkona balık düşerse, yukarıda martı uçuyordur. / Uçsuz bucaksız gölgesiyle süzülüyor işte Roma! / Adem’in cennetten kovulması, bilgi ağacının meyvesi midir! / Tehlikeye atılarak parsla çiftleşen Hüma... / Zamandan zamanı soyutlarsak geriye ne kalır? / İlk tanrılarımız yok olup gitti / Bizlerde gideceğiz. / Cave canem! cadı’loz birer seviyiz Ayla!.. / Et yiyenler! Yer bitkileri, ebeveynler… / Aslan, çakal, insan!.. / Savaş kara kanatlarıyla bizi sayıklar. / Konsey üyeleri, biyovarlıklar, tele kitaplar. / Pejoratif totoloji, san’dıklar, / Ayı gören deli, Arab’ın Defteri, Hanibal! / Sonsuzluk ötesi, çöl ve yıldızlar...”

Umutlar, umutlar, umutlar…

‘Gerçeğe peçe vuruluyor burada / Panama ayı süslüyor geceleri / mavisini sallayan engerek otları / eter tabakası boyunca / yıldızları yalayarak uzaklara / taşıdı onu. / Balçıktan atalarımız / doğum kaşıkları / ve deniz sazlarından kılıcımız / öğle güneşinin üzerinde / acımasızca yüzen / ışıktan toplarımız. / Derin ve sonsuz gecede / kara urban atlılar / ve ağlaşan çocuklarla / matriks ve Gödel öğretileri / kuşku duyuyorum yine de / insan figürü onlar ruhları sakallı / ve Balancar’dan sürülüyorken işte / Yine de gülümsüyor o. / Elinde fenerler uçuran papağan / yol gösteriyor sana / kükürte doyurulmuş yamaçlar / dikenli teller ormanlar ağaçlar / samandan taçlarıyla inliyor işte / Adversus annulares’in son sayısı / ve bir gece önceki çisenti / ıslak alevler siyahsı küller / çözülmez bir dil Yunancalar kodeksler / iki sol bacak hep kendini gören yüz / Yine de gülümsüyor o… / Tırnaklardan fırlayan oklar / geriye doğru uçabilen şey / demir yüzler demir gözler devinimler / bir yalağın yanı başında uluyan mutant / çürüyen zaman dönerek çöken çark / ve damarlarımızdan akıp giden çağlar / ufukta ki aynalarda yansımalarda / kargaşalar ve kaosların belirişi / ve akıntılarda süzülen denetsiz / bir tek ve yalnızca görebildiğim işte; / Yine de gülümsüyor o… / (Söyle bana, bütün bunlar yetmez miydi…)’
Ve şu kıssada bir parça düşsellik ya da deliliğe övgü veya bir ima var mıdır dersiniz; çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım öyleyse önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyor musun der; çoban hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum der!..

Vedamız, deliliğin ulaşılmazlığında, bizlerin acılarına ortak; umarsızlığımızı paylaşan en yakın insan, en yakıcı yakarıları sunan; ozanları kutsamakla olsun!..

"Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var./ O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim. / Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler. / Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm. / Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi. / Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim. / Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı. / Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım. / İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım. / Ben ozanım."

Borges’e göre her şey bir yinelemedir!
Anladım ki delilik, şiirden bile yücedir…




*



GALERİ X’DE BERTRAND FLOUR
Kim bilir kaçıncı kez ‘Louvre müzesinde artık canım sıkılıyor / can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor’ dizelerini mırıldanarak polenlerden üzerime bulaşan ‘Mayıs Sıkıntısı’nı dağıtmak üzere Sarıyer’den Taksim’e doğru yola çıktım. Minibüs, jantların parlattığı tekerlekler üzerinde, direksiyon adında başka bir tekerleğin yönlendirdiği, oturma yeri ve pencereleri olan, devinimli bir kulübe… Çayırbaşı yokuşunu tırmanırken, solda tilki kuyruğu çamları, sağda eğrelti otları, atkuyrukları ve ladin toplulukları var!..
2003 yılının Konstantiniye’sinde hâlâ bu tür ağaçların oluşu şaşırtıcı mı, ürkütücü mü bilinemez ama koruluklara insanların sokulmayışı, dahası buraların özerk bir bölge oluşu, giderek ağaç topluluklarının arkeoloji müzesine dönüşeceği, insan yavrularının taç yapraklarla tanışması için tuhaf ve pahalı turlar düzenleneceği, en kötücülüde yakın zamanda ‘Ölülerimizin balkonlara gömüleceği’ kuşkusunu uyandırması bir yana, birden kederle, güneşte uzaysı bir ufuk çizgisine dönüşen asfaltta, başları sabitlenmiş sessiz birer kurban gibi giden yolcuların, artık geleceğin geçmişinde kalmış ama bir zamanlar yaşadığı savlanmış ‘Son Mohikanlar’ olabileceği korkusuna kapıldım.
‘Çocuk düşerse ölür çünkü balkon / ölümün cesur körfezidir evlerde / yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların / anneler anneler elleri balkonların demirinde. / İçimde ve evlerde balkon / bir tabut kadar yer tutar / çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen / şezlongunuza uzanın ölü. / Gelecek zamanlarda / ölüleri balkonlara gömecekler / insan rahat etmeyecek / öldükten sonrada. / Bana sormayın böyle nereye / koşa koşa gidiyorum / alnından öpmeye gidiyorum / evleri balkonsuz yapan mimarların.’ (Sezai Karakoç)
Taksim’e gelince, yinede Sait Faik’i yad etmeyi, Ceneviz Cafe’de Levanten ruhunu içime çekmeyi, Beyoğlu’nda göz süzüp, Bunuel ve Kral Salomon filmine gitmeyi tasarladığım için Tünel’e doğru yürümeye başladım. Öylesine yürürken, bir ara siyah-beyaz bir flamada, ölüm işareti gibi duran X yazısını ve üzerinde Grek tacı gibi nakışlı Galeri başlığına gözlerim takılınca, bakan ama görmeyen, bahar yorgunu ruhum, belki karabasanlarından kurtulur, karadan kara, daha dingin bir gölge bulur umarıyla, daha önceden görmediğim bu galeriye girdim!.. Burada yeşil gözlü, Hera görünümlü bir sanatçı öncülüğünde, uzun zamandır resimler sergilendiğini ve sanatseverlerin beğenisine sunulduğunu öğrendim… Ve belki Grek, belki Latin kültünden bize kalan ‘Sanat arındırır’ tümcesine sarılarak, Kafkaesk bunaltılarımdan biraz olsun uzaklaşmaya çalışıp, son serginin ressamı Bertrand Flour’un resimlerine ilişkin düşüncelerimi yazmaya çabaladım…
Kadın-Erkek Kimyası / Woman and Man’s Fascination Adındaki sergide, sanatçı kalıcı İtalyan kağıdı ‘Velin d’Arche’ üzerine siyah mürekkeple, bilgisayar destekli, amorfik ve naif bir resmin peşine düşmüş. Arı peteği gibi, dağınık mozayiksellikte, uçucu, düşünce ile hareketi, anlam ile biçemi birleştirme amacı güden resimler ama göz değmeyince, dil görmeyince bilişim hatası, sanal öylesinelik ya da yeryüzündeki herhangi birinin ‘Yağmur sıkıntısıyla’ yarattığı sıradan şeyler gibi duruyor ilk bakışta…
Oysa içine mitoloji, Cibran metafiziği, westeast ve kozmik algıyla, erojen haritalar ve tinsel deltalar yüklemişler. Yalın olan ile usdışı olanın yanyanalığı, hep ve hiçin anlaşılır olana indirgenmiş kahrediciliğiyle bezeli atomik görüngüler. Resimler öylesine yoruma açık ki, anlam ve anlamsızlığın biyokozmik kolajında, üretken, ressama özgü bir evren oluşturuyorlar. Düşünce resimlere öylesine sinmiş ki, bulup çıkarmak için hem Deloslu bir dalgıç gerek, hem de zorlanmadan anlağınızda yüzebiliyorlar. Kadın ve erkek, yılan ve melek, doğa ve kösnü ressamın amaçladığı kavramsal sanata yeni bir akım getirmek amacıyla bir salınım ve yarışım içindeler…
‘Genellemeler?.. Pöh! Kırpalım kanatlarını. / olmaz, gölgeler kalabalığı değil, / olmaz çünkü bir santim toprağa olan kenetlenmeler ve ilişkiler toplamıdır. / Her şeyin özü budur. / olmaz ama sen, o, ben… / Aradaki farktır önemli olan, bunu bir an önce anlamak gerek. / Batsın genellemeler! / olmaz, uzay adamları onlar, birer kişi, / değil ama seslerdir ve özelliklerdir. / Kesin olan şey gözden uzak durur, / Etna gibi kabarır, ama gizler gerçek yüzünü. / Yaşam somuttur. / Ölüm de öyle. Anlaşıldı mı? / Özelliksiz olan soyut olandır, inan. / Selam sana somutluk, / Bütün kavramların / Katı çekirdeği: / Kardan indik şiire / Kutsal şeyler yerine geçen / Sözcüklerden yapılmış, / Ülküler yerine geçen / Ve güçlü inançlar yerine geçen.’ (Vitali Korotiç. Türkçesi; Yusuf Eradam)
Neo yani Yeni nedir, sanatın büyüsü nereden gelir?.. Bütün bu sorular çağlar boyunca insanlığın bilincini kurcalamış ve tam olarak yanıtını bulamasa da, sezgiyle baş edilmeye çalışılmış kavramlardır. Caspar David Friedrich, Rousseau’nun ve çağının ‘Doğacılığı’ ve doğanın kutsanması olgusu karşısında, doğaya tanrısal güç tanıyan ve onu ululayan resimler yapmıştır. Sanatçı (bir biçimde) çağının aynası / yansıması, zamanının bir bedene bürünmüş görüngüsü ve öncesinin tilmizidir. Öyle ki zaman ve çağ başkaca coğrafi birimlerde geçerken bile, aynı düşünce ve benzeş bakış açısını üretebilmiştir. Birbirlerine şiirler okuyan ayrı anakaraların şairleri, temada ve biçemdeki benzerlik karşısında şaşırmadan birbirlerini anlayıp kabullenmişler ama yinede şaşkınlıklarını gizleyememişler ve bu etkileşim, tam ayrımında olamayacağımız alter ego bileşenlerinin sürklase ettiği metaforlarla, çağ-sanatçı, sanatçı-çağ (zaman / dönem) ikileminin yarattığı karşıtlık ve bütünlemlerle (uniform) sürüp gitmiştir.
Bertrand Flour’un resimleri, çiçek dürbününden fırlamış, çağın sanal ve matrixvari yaşamında, algı ötesinin algılanırlığı ve alışılmış algılarımızın dışlandığı bir eğretilemenin alçakgönüllü uzantıları, şahpadi olana uzak, avangart olanın uyumsuzluğunu üzerinde taşıyan ve sanki ‘Kaleidoskop patentli’ non / pentürler.
‘Bu soluduğumuz hava mı sence? Hava ise her şeyi kokusuz, tatsız, üstelik görünmeyen yalın çizgilerle anlatabilir miyim?..’
‘Silinmeyen bir yıldız duruyor orada / gümüşün ortasında / kül renkli kuşun olduğu yerde. / Ortancaların kurşun döktüğü / kasımpatların metal koktuğu. / Üçgenlerin içinde ne var? / ne var prizmanın iyi kenarında / süs yoluna çıkan piramitlerin? / Cüneyt! Elinde kurtlu asa / ben varsam sen de varsın / o yol kenarında / o yol kenarı / Lizbon’da bir boa mı Cüneyt, / Lizbon’da bir boa!..’
Bertrand Flour, hiçlik duygusu uyandıran tarzıyla, anlak ötesine geçmiş, usun sınırlarını zorlayan, çağımızın sınırsız ama anlaşılır bir dil arayışının ‘İsa görünümlü’ yeni Albrecht Dürer’lerini anıştırıyor belki de!..
Köylülerin işini yapmamakta direnen kaymakamla, Bektaşi arasındaki diyalog şöyle; ‘Nasıl olur da kayıtsız kalırsınız, üstelik akrabayız! –Nereden akraba oluyoruz!.. –Şimdi sen kaymakam değil misin! –Evet! –Daha sonra ne olacaksın?.. –Vali! –Peki daha sonra ne olacaksın? –Belki reisicumhur filan! –Daha sonra! -Hiiiç… -Tamam, işte ben oyum, onun için akrabayız!..’
Sonsuzluk nasıl kavramsalsa, hiçlik duygusu da karamsarlık demek değildir, tam aksine ondan yararlanmalı ve umuda dönüştürebilmeliyiz!.. (13/05/2003)




*




CİHAT BURAK VE CARDONLAR

‘Genç kadınları kültürümüzle etkiledikten sonra, / Vesta kızlarına ve utangaç rahibelere saldırdıktan sonra, / leylakları yaktıktan, bulutları gömdükten, / tapınakları ateşe verdikten sonra, / kutsal inekleri boğazladıktan, tanrıları öldürdükten sonra, / güle ve İsveç Kralı Gustave'a sövüp saydıktan sonra, / müzeleri havaya uçurduktan, mezarlıklarda dansettikten sonra, / ün peşinde koştuktan ve o kadınla yattığımızı düşledikten sonra, / ejderhalarla, imparatorluklarla, devlerle savaştıktan sonra, / gazetelere geçsin diye adımız, yalvar yakar olduktan sonra, / piramitleri yıkmak için sabah karanlığı toplantılar yaptıktan sonra, / elimize ne geçti? / Akademide bir koltuk, / bir de çek defteri.’
Bolivyalı Pedro Shimose’nin bu şiirini çok severim. Sevmek nedir?.. Metnin ruhumuza hitap etmesi mi… Yalnızca bu olmamalı, bu şiir (gerçekte) öyle gizler barındırıyor ki, sanatın nasıl yapılması gerektiğine ilişkin karşı tezlerin neler olabileceğini gizil biçimde içinde barındırıyor. Yoksa neden yazılır ki böyle bir şiir, ayrıca yaşamda ne yapmamız gerektiğine ilişkin bir sürü açım kazandırıyor kanımca bir sanat heveslisine, bazı serzenişlerle, olasılıkların sunumunu size yansıtıp, pek çok şeyin yaşam için bir boşunalıktan ibaret olabileceği imasında bulunuyor anlayan için… Şu var şiirde, amaçlananın doğrultusunda hareket ederken, yersiz, yetersiz sapmaların neler olabileceğini, ironik biçmde sıralıyor, düşünsel, aydınlatıcı bir motto...
Ve neden Cihat Burak için tasarlanan bir yazımda aktarmak gereği duyulur böyle bir şiir. İşte bu sanatçımız, sanki bu şiirden ders çıkarmışçasına bir yaşam sürmüş, ressamlık ve yazarlık adına yaşamını bir verime dönüştürmesini bilmiş, yaptığının ve yazdığının nitelikli, kalıcı olmasını gözetmiş. Ayrıca Salah Birsel’in (sanıyorum) belirttiği gibi; bir şiiri şiir yapan içerdiği sözcükler kadar, onun dışarda bıraktığı sözcüklerdir deyişini ansırcasına, Shimose’nin bu şiiri; olumsuzu sıralarken, gizil biçimde olumlunun ne olması gerektiğine işaret ediyor.
İşte Cihat Burak’ta yaşamda ne yapılması gerektiğine, artık şiirde bile olmayan kanonlardan yola çıkarak yön vermesini bilmiş. Ne olmuş, bir sürü alize/karayel içinde bugün şair/yazar olan pek çok insanın nicelik boğuntularından sıyrılarak, kalıcı sağlam öyküler yazmış, değeri bilinmemiş, günoğulcu şövalyelerden ona sıra gelmemiş belki ama; işte şimdi özençle okunuyor ve bu satırlara solgun bakışıyla, nazenin silüetinin gölgesi vuruyor… Absürd deyimle boş zaman sektörünün, hakkını vermiş bir ressam/yazarı yadediyoruz böylelikle. Bunu o biliyordu, ama söyleyemezdi; şimdi biz söylüyoruz, ama artık bilemez…
Konumuz öykü ise… İşte bir öykücük!..
‘Geçen kış Londra’yı ziyaretimde, Soul Yayınevi’ne uğramak gibi bir planım vardı…Gittiğimde dolaşırken, ‘Galway At Yarışlarında’ adlı bir kitap gözüme çarptı, adını ya da kapağını beğendiğim kitabı almak gibi; bir homo/fobim vardır!.. Kitabın ederini sordum kasiyere, 25 pound olduğunu söyledi, oldukça pahalıydı, sonra Waltstreet’i geçip, şimdi Pandora mı, Prometheus mu olduğunu anımsayamadığım bir mağazada, kitap satış reyonuna girdim ve bana kafesinden, Georgakis diye bağıran (adımdır!) mavi bir papağanın önünden geçerek, aynı kitabın bu kez 20 pounda satışta olduğunu gördüm. Yanımda ki halim selim Thamesli, kitabın basıldığı yayınevinde 25, aracı kurum ve perakende satış yapan mağazada 20 pounda satıldığı gibi bir serzenişte bulunarak dik dik bakınca, şaşkınlıkla, anamalcılığın (sermayenin) altın kuralları tersine mi işliyor burada dedim. Adam tüm kibarlığıyla unutamayacağım bir şey söyledi; Sermayenin kurallarının geçerli olduğu bir dünyada, korsan yayın ve basımın önüne geçilemez!..
Kâr hırsı, liberalizmin vazgeçilmez bir kuralıdır ama kâr hırsızlığına ahır-kapitalizmi demek gerekir... Metanın gerçek üreticisinin, dağıtan veya aracı kurumdan daha yüksek fiata mal satabileceğine ilk kez tanık oluyordum. Sonra Thamesli, biraz daha usturuplu, getto ya da anarko kapitalizm anlamına gelebilecek laflar geveledi…
Dante, Inferno’da boşuna dünyaya gelirken umutlarınızı dışarıda bırakın dememiş, ama şaşkınlığınızı dışarıda bırakamıyorsunuz işte!..
(Whitecityli biri, kırk peniye aldığı kaz yumurtasını, boyayıp otuz peniye satarmış, karısı sonunda bu şaşkınca davranışının nedenini sorunca, boş ver ben boyadan kazanıyorum demiş! Ama insanoğlu, işte bu mantığa bile rahmet okutuyor!)
Sonra ne mi oldu; Yeats’in kitabını aldım, Selanik menşeli anekdotuda aktardım. Şimdi evimde bu satırları yazıyorum…’
Bir şiir belki kızgın havayı dağıtır;
‘Göklerdeki evinde öyle yalnızdır ki şu sarı altın / Gece yarılarının o bilindik tanrıçası değildir artık / İlk atan Adem'in aşk fısıltıları kimeydi. Yüzyıllarca / Özleyip bekledik onu sırf parıldasın diye sarışın yüzü / Kutsal yakarılarla çığlıklarla çıkıp geldi hep. İyi bak / Seviyle taşkın aynandır o. Yansıtır durur sendeki özü.’
Şiir sağaltır ve de dinlendirir.

Tüm bu girizgahı yapmaya çalışmamın nedeni, son günlerde Cihat Burak’ın üç öykü kitabını aynı anda okuyor olmamdır, kitapları üç günde okudum, çabuk okumak sportif bir alışkanlık, özümseyip okumaksa sanatsal bir aktivitedir!.. Cardonlar’ı daha önce okumuştum, beğendiğim bir yazarın gizine çabuk kavuşmak tutkusuyla acele ettim diyebilirim, onun için hızlı okumak ne denli usdışıysa, algılayarak okumakta o denli beyiniçi bir çalıştırma sayılır...
Cardonlar’da tüm öyküler, öykü sanatı adına ufuk açıcı bir öznellik sergilerken, özellikle Denizin Sevgilisi adlı öykü bana gizemli bir Verdi Operası izler gibi, fantastik bir gösteri izliyormuşçasına tat verdi. Konsül Romanüs’te ilginç bir öykü. Şunu bir türlü anlayamam, insanlar kendilerini neredeyse birebir anlatan şeylere ya da dizilere neden kapılırlar, yakınlarının sıradan öyküleri, sevdiklerinin acısı onları etkileyebilir ama bunlardan öykü ve roman çıkarılması aslında demode bir tutumdur, sanat bizim aynamız değildir, sanat; bir romanda kendimi buldum algısı değil, alışılmış olguları başkalaştırmak ve bizde bulunmayanı veya erişilmeyeni çekip çıkarmaktır. Gizil olanı aramak, görünmeyeni görmek, düşünülmeyeni bulmak (düşlemek) veya tüm bunların ötesindeki algı kapılarının ayrınçlarına doğru dörtnala koşturmaktır.

İkinci kitap, Yakutiler’de hemen bütün öyküler, göremediğimiz, bilemediğimiz imge, sezgi ve düşüncelerin ustalıkla dışa vurumu… Bu öyküler bizim yalnızca Oğuz Atay, Sait Faik ya da diyelim Nazlı Eray gibi orijin yaratabilen öykücülere sahip olduktan başka, Cihat Burak gibi; sıradanı anlatırken, onu büyülü hale getirip, bize ilginç yaşam anekdotları sunabilen bir yazarı müjdeliyor. Zenci Kalınız adlı son öykü kitabında, ressamımız gözlemlerini öyle derinleştiriyor ki; Dev Sanson, Azteklerin Sonu, Abaza Mehmet Paşa gibi öyküleri nasıl yazabildiğine doğrusu şaştım kaldım. Cihat Burak bir ressam, nasıl yazabilir derken; hayranlığımı dile getirmek istiyorum doğal olarak. Şu var ki anılarımız veya yakınlarımızın anıları kolaylıkla öyküye dönüşebilir, sorun bunların öykü sanatına nasıl dönüşebileceği, işte biz buna dikkat edelim istiyoruz.

Yazın sanatının gerçekte, içiçe bir görüntüyle de olsa, dört sorunu (ilke nitelemesi diyelim) vardır A) Dil. Sanatçı kullandığı dili, sözgelimi Türkçeyi, çağdaş, zamanına yakışır bir öznellikte kullanacak, yazarın temel görevlerinden biri budur. Çünkü dil yaşayan bir organizma olduğu için, ona; ‘Dil’in sanatçısı, yazar/şair hayat verebilir. Dili yenilemek, ona taze bir dirimsellik kazandırmak isteyen şairler/yazarlar, her zaman yeni bir sözcük, yeni bir anlatım biçimi ararlar. Onu yenileyip değiştirmek isterler. Çağdışı bir anlayış için; bu ilk bakışta bir özenti gibi gelebilir. Oysa Yazın’ın altın bir kuralıdır. Çünkü dil/sözcük (bizler gibi) ölümlüdür, zamana yenik düşer. Sanatçılar, ona ömür kazandırmak ona yeni bir çehre, gençlik ve tazelik, yeni bir güz/el’lik bahşetmekle görevli, oğul veren, esin perileridir. Gerçek sanatçıların tümünde bu eğilim görülür. (Bu dilin kaçınılmaz biçimde yaşamsal, yeniye açık ve devingen olması sorunudur). B) Anlatım (Kurgu/Biçim). Yazarın salt dilden başka, dile egemen oluşuyla özetlenebilecek, onu eğip bükme gücünü gösterdiği ve anlatılanı yazınsal bir dizgeyle okuyucunun önüne getirebilmesi yetisidir. (Sözcüklerden, tümceye geçişin anlatım bütünlüğü ve örgün donanımla ortaya konulabilmesi sorunsalı.) C) Konu (Tema). Bir öncekiler yapılabilse dahi, anlatım, tümce bütünlüğü ve dil çeşitlemine ulaşılabilse bile, konunun dile getirilişindeki orijinalite ve akıcılık yahut çetrefil olması ve bunun bir çatı olarak sağlıklı bir biçim ve beceriyle aktarılabilmesi, konunun, seçim (en önemlisi), işleniş ve sergileniş sorununu diğer ikisinden ayırır. Ayrıca konu; yazarın konumunu da belirler. D) Üslup (Biçem) Sanatçı bir biçem yaratamadığı sürece sıradan olmaktan kurtulamayacaktır. Bu bir üst dil ve özgül alan yaratımının olmazsa olmaz kuralıdır. Diliyle sezilemeyen hiç bir sanatçı, Akheron ırmağının karşı yakasına geçemez. Bir biçeme ulaşılmadıkça, sanat bizi kollarında büyütür; ama ulaşabildiğimizde, biz onu kucaklayabiliyoruzdur artık. E) Bütün bunların yanında bir sorun daha vardır ki anlaşılması biraz güçtür. Bu da üstdil, özgül alan sorunudur. Bu şudur, diğer dört temel kuralı yerine getirseniz bile, sonuçta bir üst dil, özgül alan yaratamayabilirsiniz, kalıcı ve nitelikli olma sorunu sürüp gidebilir. Örneğin Yaşar Kemal, N.Hikmet, Leyla Erbil, Ece Ayhan ve İ.Berk bir üst dil, özgül alan yaratabilmişlerdir, Bunun ayrımı, bu yazarlara ilişkin bir metni elimize aldığımızda onları kısa (belli) bir sure içinde tanıyabilmemizden (belirleme) kaynaklanır. Örneğin geçmişteki Evliya Çelebi ve Yunus’ta böyledir.

Bu bir biçem (üslup) yaratmakla olan bir şeyde değildir, ikisi ayrımlıdır, çünkü benzer biçemler söz konusu olabilir. Kimi yazarlarımızın bir biçemi olabilir ama onlara bir üstdil, özgül alan yaratabilmiş gözüyle bakamayız. Kimi şairlerimizde özgül alan noktasında yüzde yüz bir yaratı sahibi değillerdir. Örneğin toplumcu gerçekçi yazın özgül alan yaratmaya uzak durur genellikle, çünkü özgül alan öyle ki (özgül alanın alt kategorisi biçemde de görülebilir bu); Sanat sanat içindir’e kayabilecek, bir konumda sergileyebilir. Bunlar birbirine öylesine bağlıdır ki bazen özgül alan yaratan yazarın, diğer yanları oldukça zayıftır ve bu üstdili absürd ve bir fars diyalektiğine yaklaşmakla kalır, ayrıca nitelik sorunu da yaşayabilir ve artık kalıcılık gösteremeyebilir. Özgül alan dünyanın neresinde olursa olsun elinize aldığınız bir yazarın metni için bu Beckett ya da bu Borges diyebilmemizdir. Yine örneğin; Ezra Pound’u okuduğumuzda bu Pound diyebiliriz ve bir Kavafis şiiri yeryüzünün her yerinde kendini belli eder. Bu dil, anlatım, konu, biçemin bütünlüğüyle oluşmuş; bir yazın erinin, tüm bunların dışında kendi özgün vahasını oluşturabilmesiyle gerçekleşebilecek bir şeydir. Yine dediğimiz gibi bir kaç sayfalık bir Yaşar Kemal metni kendini ele verebilir, keza Marquez’e de gözü kapalı Marquez diyebiliriz. Dil, biçem, konu ve anlatım bütünlüğüyle oluşmuş bir üstdil, yazarın kendi oluşturduğu bir özgül alan, bir vahadır bu ve orada salt onun varlığından söz edilebilir.

Yazar, dil ve anlatım gücünü sergilerken, bunu bir beceri ve sanata dönüştürerek okuru yormadan ya da itici kılmadan yapıtını gerçekleştirebiliyor mudur, işte bu da ayrı bir sorundur. Bu amaçla zorbalık, yazında (edebiyatta) nobran bir tutum ve ilkelliğe yol açmaktan başka hiç bir işe yaramaz. Cihat Burak, her öyküye göre; ayrı bir atmosfer ve bir dil oluşturmuş, bir önceki öyküyü okuyan bir sonraki öyküyü yazanın aynı kişi olduğundan kuşku duyabiliyor. Neden, çünkü yazar bizi öykülerinin dünyasında öylesine sürüklüyor ki, bir avam ve sıradan halk kahramanını anlatırken, bir sonraki öyküde zorlu ve tarihi bilgiler içeren, anlatım biçimi tumturaklı olması gereken bir olguyu da öyküye dönüştürebiliyor.
Sonuçta bir kitap okudum yaşamım değişti diyenlerdenseniz, siz siz olun Cihat Burak’ı okuyun, şunu unutmayalım iyi şeyler, basit (yalın olanın başkacalık içerdiğini biliyoruz) şeyler değildir, gelişmiş bir zevk, okuma; pahalı bir araçtır, kendi ölçeğini tutturamayan biri için, okuyarak zaman kaybetmekte olası; dizi izleyerek yaşamı tüketmekte, ama ben’liğimize saygı duyulmasını istiyor ve bu durumu önceliyorsanız, bayağı şeylerle özünüzün kullanılmasına izin vermemelisiniz ve kendimizi nicel kolaylıktan (akıcılıktan), nitel zorumlara (koşul ve koşumlara) alıştırabilmeliyiz. Ama unutulmasın ki bunu kendimize, ancak kendimiz yapabiliriz. Biri beni, benim sevdiğimden daha fazla seviyormuş demek ki, bu ilke varsayımsal anlamda burada, tersine işliyor ne yazık ki!.. Belirtelim ki, sanatın işlevi kendimizi yinelemek ve kendimizi okumak değildir, sanat kendimiz sözkonusu olsa dahi, onu başkalaştırmak, sıradan olmaktan çıkararak yeni duyum ve algılar bütünüyle, yeni perspektiflere yelken açmak, Asimov’un dediği gibi (İnsan en iyi seyahati aklıyla yaparmış…) evrende hepimiz için eşsiz ve biricik olan yolculuklara çıkmaktır. Nerede?.. Odamızın içinde, olmadı Virginia Woolf’un Kendine Ait Oda’sında!..

Ayrıca (son zamanlarda) hangi ölçülere göre en iyi diye bir söz var, bayağılığa da, sanat olmayana da, vulger ve kitsch olana da değer biçen bir yaklaşım… Sanatta bu yaklaşım pek geçerli değildir, göreceli olmak başka şey, değer biçmek başka şey. Sanat insanı yücelten, hümanizmi başat kılan, barış ve estetik duygusunu aynı anda verebilen, bilinmeyene, duygu ve düşüncenin aşkınlıkla, evrende bir yıldız gibi kaymasına kollarını açabilen, dinmez bir arayışın ve insanın Kaosmoz’daki gizemine ermeye çalışan, kutsal bir çaba ve sonsuz bir yakarışın s/imgesidir. Eğer Evliya Çelebi’nin düş gücünün sınırsızlığı bizi hâlâ etkiliyor, Yunus Emre’deki, dilin enginliği ve ırası, insanı yücelten bir yaklaşımla bizi yine hayran bırakıyorsa, emeksiz, okumasız, düşünmesiz sanat üreterek, hangi iyi derken kavramsal kargaşayı baştacı yapanlar, yüzyılların içinden kalanlara bakarak hangi iyi’nin ne olabileceğine ilişkin bir ‘umar’ bulabilirler. Bu niceliği küçümsemek değil, niteliğin sayısız nicelik arasından yoğrularak ortaya çıkan bir ayrıcalık olduğunu, anlamaları içindir. Eğer hangi iyi diye bir karmaşa gerçekten sözkonusu olsaydı, bugüne Yunus değil binlerce Yunus kalırdı, ama öyle olmuyor, binlerce Yunus’tan her daim bir Yunus kalıyor ki, gizine vakıf olanın karşısında dilimiz tutuluyor ve tümümüz ona şaşaayla bakabiliyoruz… Ayrıca hangi iyi, neye göre iyi, öyle tehlikeli bir yaklaşımdır ki, örneğin Kur’an’ı diğer kitaplardan üstün ve ayrık kılan şeyin, ne olabileceğine ilişkin karar veremez hale gelebiliriz.

(Kimi gerçemler erinç verici olmayabilir, ‘Kıyamet’e kadar toprağın altında kalacağız. Cinnetten cennet çıkarabildiğimiz kadar, ölümden de yaşam çıkaranlarız biz. Öyle siyahtı ki gecenin karanlığı, kendimizi bile göremeyecek denli korkunçtu. Harmanisi görünüyordu, Tunusbağı’na girmiştik, afazi belirtisi göstermesine karşın Konsüller Kitabı’nda baş tacı edilip edilmediğini gene de bilemiyorum. Kızıllardan kaçan Wrangel orduları gibi, Rubikon’u geçen Sezar neyse, ölümsüz anlamına gelen Homer’de odur. Yeraltı cadısının sayısız kanatları vardır, yıllarca toprak altında yaşar ve gün gelir kozasına girer ve bir kelebek olarak yeniden dünyaya gelir. Çift yaşamlı bir bireydir. Baharda; öğle üzeri çiftleşir, ikindiyi yaşar ve akşama doğru da ölür...
Belki birbirimizi öldürüyor oluşumuza da vahşet diyoruz, ama tanrı katından bakınca, bu bir ‘imtihan!..’ Öyleyse tanrı da bizim kadar günahkâr ve bizim kadar zulmühan! Yine de annemizin yuvağından çıkıyor, tanrının yuvağına giriyoruz. Epik koku, sesin yayı ve sümbül teber kokusu doldurmuş odayı, günah ve sevap, su ve ekmek gibidir. Günahtan kurtulmamız için, günaha girmiş olmamız gerekir, gerdanına yılan yavrusu dolayan Mısırlı kız, diğer tarafta, süprüntüde gezinen üşengeç Zehra, efektif bir dram, gülünç bir yastır. Buncağızla ilgili, Bassus’un Acısı diye bir roman vardır!..
Ravendiz’e geldik, Seretan beygiri gibi, Çin ülkesiyle, zeppelini tanırdım. Assos’ta, altın tapınakta, kanatlı bir İkarus var, altın yayını güneşe doğru tutuyor ve ucunda Merkür nişanı bulunan okunu güneşe savuruyor. Lesbos’ta sirenler kıyıya yaklaşıyor ve Uranos göklerden ağarak, kavgayı başlatıyor. Ve işte sarıgülün yalazında alev alev tutuşan ok, Aşil’in topuğuna çarpıyor!..
Kolozsvar’da Cid’in Destanı’nı okudum, kentçil düşüncelerimiz, yarınki iyilikler uğruna, kötülüğe boyun eğmemize karşı çıkıyor, kanla, ateş öbür dünyayı çağrıştırıyor. Düşünce ve edimlerimiz görünür bir başlangıcı olmaksızın, geçmişte gerçekleştirdiklerimizin bir yansısıdır ya da gelecekte yineleneceklerin önsezisi… Alıntılar, Hammer’den, Evliyalar Adası Tarihi!.. Lotteyle, Zweig, umarsızca kendini zehirledi, “ingestao de substancia toxica, suicidio” 23 Şubat 1942.
Susa kralı Darius, Wernicke afazisi ve Arjantin tüfekleri, polimerler, sentetik izolasyon, simsar ya da bezirgan…Dostlarım, tanrı sorudur. Sarı bir leggo kapıdan içeriye doğru dedi ki, umur ticareti, hepimiz on dört milyar yaşındayız, çünkü; atomlarımız o yaşta… Zamanda ileriye doğru değil, geriye doğru gidilir…
Senin Himalayalar gibi sağrında barbar ordular, alımlı süvariler gibi at koşturmak varken, Umru dutlarından sarhoşlar gibi Kerbela susuzluğunu gidermek varken, bu Muaviye zulmü niye, bacakların çıktığı yerlerinde, bal kovanı mağaranın derinlerinde, gönül yarasıyla birhoş dilimi, -deliler gibi- gezdirmek varken, bu ahu zar niye… Barbar krallıklar, atlılar, Lut’u ve utu severdi… Varlık da bir sorudur, tanrı gibi.
Yerusalem, Tur-u Sina ve Abşalom. Ve İsa dedi ki, sen çürük çarık buğday tarlalarında yürüyeceksin ve mısır tuğundan haç giyeceksin ve vaftiz edileceksin. Ve o suretini hologram dalgalarıyla kromozomlarına yaydı ve önünde titreşim plazmalarıyla, ışık yaratıkları, göklerin melekleriyle uçarak aylara vardı. Ve Zagreb’den bir su verin bana…‘İnsan düşünür, tanrı gülermiş.’ Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu biçimde ölmek istemesi, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz biçimde yaşamak istemesiymiş.’ Salinger mi der. Ve ‘Sestos’da, zeytin ağaçları altında, Boğaz’ı yüzerek geçen, gece renkli bir At’la sevişir Hero’, imanlı bir zalim mi, inançsız bir masum mu cennete gider. Gitanjali’yi hatmetmiş en dürüst müselman ayağımıza gelmiş idi.
Günahkar bir prenses, erektif, ereksiyonif şeyler, eğer seni unutursam Yeruşalem sağ elim hünerini unutsun. İzrail gece yürüyen, Azrail’de gece gelen demekmiş, Mekke şerifiyle, 14. Lui (güneşin oğlu) bir gün güneşin batışını durdurmak istemiş, bir asker yardım edesiymiş, ertesi gün Latrun tepelerine çıkmışlar ve asker, görüyorsun güneş batmıyor, dünya dönüyor demiş.
Aslanın Oğlu Ben Gurion gerçekte bir İngilizdi. Bir metaphor olarak, denizden gelmişiz. Tanrının oğlu İsa’nın anası Marium (Meryem), kimi kaynaklarda Deniz anlamına (Bu denizlerden geldiğimiz ve evrimleştiğimizin ilâhi bir nişanesiymiş!) gelir. Günahkârların en başında hüdâ vardır, zira, dünyevi kıldığı beşerin birbirini katlettiği bir mabut, nasıl masum olabilir!.. Ama üzülmeyin ey dostlarım: Evrim, Tanrı’yı yarattığı için tüm sorumluluk evrim üzerine bırakılabilir!.. Elektronik aşkın yaprakları çangırdıyor, bu edebiyat esnaflığı sayılıyor ve boş zaman sektöründe cirit atarken, şunu bilin ki, tüm insanlar kalbi durunca ölüyor. Bu söz Selçukname’de de vardır. Benim güzel görümcem, okumak iyidir!..)
Bir keresinde, başka bir metinde arkadaşım; ‘Yazıya yazı karışırsa, kimyaya göre saflığın bozulmaması gerekir’ demişti. Anladım ki öyle değildir!..
Ey okur, umudun umut olsun, işte Cardonlar’ın cadısından bambaşka bir şiir;
‘Siz / Norveç’in en yüce bir dağı / Ben / Minnacık Danimarkalı karınca! / Ne var ki / Kimseler önleyemedi / Bugüne kadar / Dağlara tırmanmasını karıncaların. / Evet, değişmez hiçbir şey / Dağ dağdır her zaman / Karınca karınca. / Ama sayın üstad! / Ben sizin doruğunuza eriştiğimde- / Bir karınca boyu da olsa- / Daha yüksek sayılmaz mıyım sizden? / Haydi hoşçakalın!’ &


Cardonlar, Yakutiler, Zenci Kalınız /
Cihat Burak / Öykü / Yapı Kredi Yayınları





*





BİR GÜLDESTE İYON ŞİİRİ

Derler ki, Yunan sözcüğü İyon sözcüğünden evrilmedir. Doğru diyelim, İyonya yer çizimlerinde tümüyle Batı Anadolu olarak gözüküyor. Salkım biçimindeki Yunanistan ise karşı yaka, acaba orası Atina, burası İyonya olmasın eski dönemlerde…

Sonrasında Avrupa’nın; Osmanlı’nın dağılması ertesinde veya gelişen batı uygarlığı dönencesinde, bir Uygarata arayışı var, bunun Mısır, uzak Hint, cinlerin atası Çin ve Arap-İslam uygarlığı olması üste başa uymaz. Neden, çünkü onlar ayrı dinlerden, üçüncü dünyadan ve değişik ırklardan, geriye çaresiz Grek-Helen-İyon kıvılcımının tutuşturduğu meşale kalıyor. Şimdilerde bu klasik açılımın, küreselleşmenin etkisi ve göçmen batılı devin (ABD) yeni sömürge ideolojisi arayışıyla, yeni bir işbirliği ve kimliklerin-cins ayrımının provoke edilerek (ulusal kimlik yerine dil, din, kültür ve yerel -etnik- kimliklerin sayısızca artırılarak) domestike edilmesiyle gözden düşüşü yaşanıyor. İnsanlarda -toplumda- görece bir; özel kimlik ve özgüven artışıyla ayrışmanın ya da ayrıcalıklı olmanın ‘bir tatlı huzuru’ var. Bu alt üst oluş, her şeyin yer değiştiriyor olması, elbette ki ilk bakışta albeni dolu bir gelişme, dayanılmaz bir çekiciliği, hafifliği var, herkes pembe ufuklara doğru yelken açıyor. Geçmişin tümüyle yadsınması, resmi tarihin yalanlarla dolu olduğunun anlaşılması, sekülarizmin insanlık hallerinden bir şeymiş gibi algılanması vb… Sonuç; sömürgenler el değiştirecek, geleneklere karşı çıkarak, yeni gelenekler yaratılacak, herkesle dost olacağım görüntüsünün altında yeni düşmanlar üreyecek ve bu neocorn’iyle anlayacağız ki bizim için hiçbir şey değişmeyecek, ne asgari ücret artacak, ne işsizlik azalacak, ne gökten akçe yağacak ne de kalplerimizde çiçek açacak. Yaşanan kültür erozyonuna örnek olarak; Kurtuluş Savaşı’nı küçümseyenler, Bedir gazasının yüz elli, iki yüzer kişilik gruplar arasında geçtiğini bilmiyorlar mı ve bu bir kabile çatışmasından öte bir şey değil diyebilirler mi!.. Oysa yüzlerce belki de binlerce yıl önce Darius’un ordusu iki yüz bin kişiydi.

Sakarya savaşının (vb.) olmadığını veya savaşa benzemediğini ileri sürenler, kalbe gelen kurşunun, saate çarparak ölümden kurtuldu mitini beğenmeyenler, peygamberinde ‘İnsan’ olduğunu, savaşta öldürmek zorunda kaldığını, dişinin kırıldığını söyleyebilirler mi? Ulu Hakan Abdülhamit diyorken, Sultan Vahdettin’in başka umarı yoktu derken, peygamber o şehri alan kumandan ne güzel kumandan, o şehri fetheden ordu ne güzel ordu diyerek II. Mehmet’e zamanın koridorunda övgü düzerken, çelişkiye düşülmüş olmuyor mu, fetih kutlamaları ve mehteran marşı boy gösterirken, yirmi üç nisanı kutlu doğum haftasıyla buluşturup, insanı bir ayrıma sürükleyenler, kendi varlıklarına, varoluşlarına neden olan gelişmelere karşı dururken, düşünce zehirlenmesine uğramıyorlar mı? Fatih kahramansa, fetih kutlamalarının coşkusu teni ürpertiyorsa, Vahdettin’in bu meramda yeri ne olmalı, Vahdettin işgalciyle yan yana değildi diyebiliyorsak, Fatih’te bir kahraman sayılmamalı, en azından ikisi bir arada bulunmamalı. Peygamberin vasiyeti, Herakl’ın Şehri’ni bir inci gibi boynuna takan Fatih kahramansa, onu Haliç’in çamurlu sularına terk edip işgalci İngiliz’in vapuruyla terki diyar eden Vahdettin nazarınızda nedir peki? Eğer bunun bir açıklaması varsa fetih kutlamalarının coşkusu, bir boşunalık duygusu veriyor insana… Ve her bakış açısının yarın yüzlerce, binlerce varyantı üretilebilir…

Yeni kavramlar yeni dostluklar üretirken, yeni düşmanlarda sahnede yerini alıyor, yeni dostluklar Filistin destanına cevaz verirken, Irak’ta ölen bir milyon kişinin ne adı var ne de mezarı… Çünkü (Stalin’in dediği gibi); bir ölü cinayet, bin ölü istatistik. İzraelli insan öldürürse Allah, Allah!.. diye hücum edin, Hıristiyan Abd adam öldürürse Allah, Allah… Allah, Allah... deyin! Buna inanılır mı 21. yüzyılın dünyasında: Neonların, kompütürlerin dünyasında, Dersaadet’ten Denizli diyarına henüz demiryoluyla gidilemezken, kimi metaların pahasında dünya rekortmeniyken, trafik canavarı sıradan bir Azrail meleğiyken! Sanal bir açılımın, sanal bir hümanizmin (hümanoji oldu belki de!) ve dostluğun mimarları bu açılımdan; sanal bir karşılık ya da yararsız bir çıkar elde ettiklerini anladıkları zaman, dileriz iş işten geçmiyordur. Sosyal vaatler ve gelişim, ekonomik vaatler ve üleşimin çok ötesine geçtiği zaman, insan yaşadıklarının öylesi bir rüya olduğunu pek çabuk anlar… Ama gördüklerimiz bir rüyaymış demektense, bir rüya görebilmeyi çok isterdik. Ulusların coğrafyasında üzücü olanda şu; herkesle düşman olmaya izin veren uygarlık biçimini yarattık ama herkesle dost olmaya olanak veren uygarlık biçimine henüz evrilemedik. Geçmişte toplumu düş kurmakla sorumlu tutanlar, şimdi iş başa düşünce tepki gösteriyorlar!.. Toplum savunmasızdı, oysa onlar erk sahibi… Erkin gücü ve tadıyla oyalanabiliyorlar. (Gene de hayra yoralım ama erkin yol göstericiliğinde, düş dünyasına güdümlü bir yolculuğun vaki olduğu pek görülmemiştir.)

Sonuç; şimdilerde değilse bile globalizm anlağımızı zehirlemek ve benliğimizi çürütüp, çar çaput etmek için yeni çarmıhlar ve konkistatörler yaratmadan önce, dünya şiirinin atası Yunan şiiri (Homerik yazın) sayılırdı. Öyle olsun, ne de olsa kültür evrensel bir alkım. Şiirsever biri olarak bu varyanttan, o gökkuşağının altından geçenlerdenim. Nazım Hikmet’e öyle hayrandım ki (Onlar / ümidin düşmanıdırlar sevgilim / akar suyun / meyve çağında ağacın!.. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasülüllah… örnek yerinde mi ve düşlemim doğru mu bilemem ama onun Kur’an’dan ritm ve ses olarak etkilenip, esinlendiğini ve böyle yazmaya çabalayarak, senfonik tınısının etkileyiciliğini bu yolla artırdığını düşünürdüm), ta ki Yannis Ritsos’u tanıyıncaya, Kavafis’i okuyuncaya dek. Hayranlığım bitmedi ama başka şiirler başka dünyalar olabileceğini görüp anlamıştım ve dahası onun prangasından kurtulmuş, yeni rüzgârlarla dolan yelkenler, bir daha geri gelmemek üzere, yeryüzünün bilinmezliklerine, egzotik diyarlarına doğru açılmıştı artık. Bu açılım hâlâ sürüyor doğrusu. Ama bu açılımın amentüsü hangi kitap derseniz, işte sözünü ettiğimiz kitap, şu an kaçıncı kez okuduğumu bilemediğim Yunan Şiirleri Antolojisi… Orada Kazancakis’in bir şair olduğunu öğrendim, Kavafis’in acılarına, anılarda yitip giden özlemlerine ortak oldum, Ritsos’un yurt sevgisiyle çalkandım, yundum, arındım… Nice bilinmez şairlerin tutkularına, sevdalarına, sürgünlerine, ve oradan oraya savruluşlarına hüzünlendim, şiirin gizençli dünyasıyla harman olup, insan olmanın, sevginin, güzelliğin, iyiliğin, erdemin, esinin kollarında sabahladım. Şehir şiirini sayısız kez okudum, Barbarları ve surları gördüm, Umut denizlerinden yıllar ve yıllar sonra İthaka’ya döndüm, Selefkosları, tahtından olmuş prensleri, sefih yaşamların tutsak aldığı insanları anlayıp bildim. Doğanın tansığını, esen yeli, yamaçlarda açılan kolları, tanrısal bir esinle savrulmuş sarhoş-birhoş insanları tanıdım. Ve şiire bir kez daha sevdalandım.

Yunan şiiri antolojisi öyle etkileyiciydi ki, bu olağanüstü şiirlerin belki asıllarından bile daha güzel olduğunu söyleyebildim. Öyle ki şiir çevirmeye bile çalıştım-kalkıştım bir zaman sonra… (Köklü şiirimizin genlerimizde yer eden ustalığından mıdır bilmem, şiirimiz bir yana çeviri konusunda da çok usta şairlerimiz, çevirmenlerimiz var, antolojide ki olağanüstü şiirlerin çevirmeni Cevat Çapan bu konuda bir başat, Sait Maden, İlhan Berk ve adını anamadığımız pek çok şair ve çevirmenimizden her biri görklü bir kanıt ve büyük bir ustalıkla bu konunun üstesinden geliyorlar)

Her çeviri bir yeniden yazımdır denir, belki doğru ama yine de çevirinin sihirli bir yanı var, şair size yol gösteriyor, sui generis bir dünyanın kapılarını açıyor ve siz girerken bir kılavuz eşliğinde girdiğiniz için, o dünyaya -yabancıda olsanız- şiirin yol göstericiliğinde bu dünyayı kavramanız olası oluyor artık. Çeviri tümüyle bir yeniden yazım olsaydı, çeviriye gerek duymazdık; ama bir biriciklik olarak şairin dünyasından içeri girebiliyor ve belki olabiliyorsa da aşkınlıkla- kendi dilinize aktarabiliyorsunuz. Şiirin tinsel ekseni ve anlaksal ufku çeviride yol gösteriyor olmalı, o çarpınçla sarsılan ruhunuzdaki şeyin bilgeni elbette ilk yazımın salt kendisi sayılır. Dil hünerini ortaya koyabiliriz ama o şiirin ruhuna bürüneni, atmosferi; var edeni, düşün, kurgunun sahibi ne de olsa şair, şiiri şiir yapan o ruh, düşsel bilgeni o; böyle kabul görmese, her şiiri hepimiz yazabilirdik, oysa şiir (görecelide olsa) sanatların en zorlusu... Yine de Türkçelerken şairin ruhunu ele geçirebilene aşk olsun diyelim!

Bu olağanüstü çevirilerde en çok etkilendiğim şiirlerden biri, hepimizin hayranlıkla okuyup dinlediği ‘Şehir’ şiiriydi. Orada insanın; kendisinin tutsağı olduğunu, alışkanlıklarına, düşüncelerine, geleneklerine bağlı olduğunu, dahası yaşadığı kentin, varoluşunu sınırlayan her şeyin; bir ürünü olduğunu anlıyorsunuz. Sokrates’e bir yoldaşı, dostlarından birinin dinlenceden döndüğünü ama gene de başını dinleyemediği için yakındığını söylemiş. Sokrates; kendisini de götürmüştür demiş.

Şimdi şiir dediğimizde gelenekten yani bizden öncekilerden yararlanmakta kaçınılmaz, yoksa söylendiği gibi ayrımında olmadan bir yinelemenin içine düşebiliriz. Şiir şiiri doğurur, salt bununla da sınırlı değil, günümüzde şiir yaşamın her alanından yararlanmayı gerektirecek denli soyutlaştı, sınırları aştı ve her şeye ‘cevaz’ veren bir hâl aldı. Bundan ürkmemek gerekir, şiir yaşamın parodisi, bir ironi, bir tansık, arı bir içtenlikle kendimizi gösteren, kutsanmış ayna ve dahası geleceğimizdir. Çağlar boyunca yazılmış şiirleri okuyarak, insanlık tarihinin seyrüseferine ilişkin bilgi sahibi bile olabiliriz. Ayrıca öyle gizlere ulaşabiliriz ki, bu bir coşku ve kimselerle paylaşılmayan tatlar verir bize… Örneğin genç bir şair Plutarkos’u okurken Kavafis’in dilinin Plutarkos’ta yattığını hayretle bulgular, şaşkınlıkla görür, dahası Shakespeare’in (pirimiz Şekspir’in yaşamadığını ileri sürenler çok haksız da sayılmaz, çünkü şiir aslında o ilk şiirden, şairde kökteki, o bilinmez, biricik şairden el alır! Şiir, öncekilerin varyantı yeni bir sunumudur. Bu bakımdan hepimiz geçmişin bir süreğeni, tilmiziyiz. ) pek çok oyununun dil ve konu olarak Plutarkos’tan apartıldığını anlar!.. Ama bu kez de Pavlos’u, Bizanslı ozanları, Alciatus’u okuyunca aslında bunun bir zincir olduğunu bir dil, bir gelenek olarak bugünlere dek geldiğini Kavafis’in de bu zincirin bir halkası olduğunu bilerek, bir yerde gizin çözüldüğü kanısına varır / ulaşır. Şiirin altın kuralları vardır. Belki çevirinin de…

Şimdi Şehir şiirini bir kez daha okuyarak, kendimizden uzaklaşırken, geçmişin tüm ozanlarıyla bütünleşelim. (Borges tüm ırmaklar denizlere dökülür, tüm denizler birbirine açılır, Ganj’a adım atan biri dünyanın tüm sularında yıkanmış ve o sularla arınmış olur der. Yazılmış bir şiirde, geçmişin karanlığından süzülür, ‘Şehir’ şiirini okuduğumuz ‘ya da yeni bir şiir kaleme aldığımız zaman’ aslında geçmişin tüm ozanları ‘ölüleri’ size el uzatmış ve hayaletlerle kucaklaşmış olursunuz. Ölümsüzlük belki de budur.)

“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,” dedin, / “bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. / Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; / -bir ceset gibi- gömülü kalbim. / Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak yerde? / Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, / kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, / boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.” / Yeni bir ülke bulamazsın, bir başka deniz bulamazsın. / Bu şehir ardından gelecektir. / Sen aynı sokaklarda / dolaşacaksın gene. / Aynı mahallede kocayacaksın; / aynı evlerde kır düşecek saçlarına. / Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey / umma- / Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. / Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, / öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”

Kitapta Kazancakis’in 33.333 dizelik Odysseus destanının bir bölümünü okurken ki hâlâ okurum, Türkçenin ulaşılmazlığına mı, çevirinin ustalığına mı, Kazancakis’in olağanüstülüğüne mi hayran olayım bir türlü karar veremedim ve antolojiyi bir gün yitirdiğimde, sahaflarda onu ararken sanki bir tarafım eksilmiş, beni yaşama bağlayan zincirin bir halkası kopmuş gibi kitabın peşinden koştuğumu bilirim.

Şehir şiirini bir kez daha okuduk, Odysseus’un Tırmanış bölümünü biliyor olsanız da gene de sunup okumak isterdim. Çünkü bu şiirler Akineton gibi bağışıklık yapabilir. Boynumuzun borcu olsa da; Anka Kuşu’nu aramayı sizlere bırakalım, çünkü arayışın gizemi ve merak dürtüsünün kışkırtıcılığındaki tat her şeyin üstündedir. Kitapta Kurtarıcı Dimitrios’un acılarına, Tanrının Antonius’u Bırakması’na, şu yaşamda bir türlü özlemlerine kavuşamamış, tarihin önemsemediği, sonu bir yerlerde yazılmış olmalı denilen ‘ikinci kemanların’ yazgısına ortak olmaktan kaçınmayın, onlarla ağlayıp onlarla gülünki, bir onmaz keder paylaşılsın ve acılar ve yazgılar sizin de elemlerinizi kuş tüyüne çevirip, ruhunuzu hafifletsin.

Şiir söz konusu olunca aşktan söz etmemek olmaz, işte Seferis’ten aşka adanmış gizil bir ağıt, geçmişin karanlığına gömülmüş bir sızı, bir yakarı… ‘Denize yakın mağaralarda / bir susuzluk duyarsın, bir aşk, / bir coşku / deniz kabukları gibi sert / alır avucuna tutabilirsin. / Denize yakın mağaralarda / günlerce gözlerinin içine baktım, / ne ben seni tanıdım, ne de sen beni.’

Şiir şifadan gelmiyorsa da; şifa veriyordur. Müzik tanrının düşüncesidir derler, şiirde (sanıyorum ki) onun el yazısıdır. Şiire yakınsanız, bilin ki tanrı sizinledir. Dolayısıyla bize ruh veren, estet ve esinle dolduran, acılar ve gözyaşına karşın bizleri yaşama bağlayan her şiir, her kitap gibi, bu Gül Deste’yi de başucunuzdan ayırmayın.

Son olarak çağımız dijital topluma doğru gidiyorken, bir türlü çözüme kavuşturamadığımız dil dilemması (ikilemi) üzerine bir iki söz edelim! İngilizcede Newspaper’in yani (bileşik) gazete sözcüğünün News öneğinin açılımı North, East, West ve South sözcüklerinin baş harflerinden oluşturulmuş bir yeni sözcük olup gazete kuzey, güney, doğu ve batıdan, yani dört bir yandan gelen duyumlar anlamını içermektedir. İşte gelişmiş toplumlar her şeyi, her yeniliği, o şeyin veya yeniliğin yerini tutabilecek bir sözcük üreterek karşılarlar, ama biz hâlâ dilin tüketilen değil, üretilen bir şey olduğunu anlamazlıktan gelmekteyiz ve bilisizliğin sükunetini, bilginin, bilimin şaşaasına yeğleyerek (kimilerimiz de bu tümcelerdeki Türkçe olmayan sözcükleri sayıyordur şimdi), teknolojinin ve çağın yenilikleri bir tarafa neredeyse zamana sırt çevirerek yaşama alışkanlığını bir türlü terk edemiyoruz. Çalışmadan, araştırmadan, merak etmeden, ilkin ve yeninin peşinde koşmadan yorgun düşmek (dinlenerek mi demeli) yalnızca doğu toplumlarına özgü bir yöntem! Düzeltmen demek varken hâlâ musahhih diye yazabilenler, üç yüz yıl önceki karındaşlarının ağzından kelâm alacaklarına, yüz yıl sonraki kardeşlerinin diline esin verseler daha iyi olmaz mı, ayrıca hayır dualarını da almış olurlar! Gerçekte bir yazarın temel görevlerinden biri de budur.

Gene de kimse gücenmesin, kimse alınmasın deriz ve vedalar şiirden olsun isteriz:

‘Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum, diyor, / işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum. / Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorum; ben varım; / dünya var. / Bir ırmak akıyor serçe parmağımın ucundan. / Yedi kere bu ırmak gökyüzünün mavisi. Yeniden / ilk gerçek oluyor bu arılık, bu benim son dileğim...’

Yunan Şiirleri Antolojisi
Çeviri; Cevat Çapan
Artshop Yayınları / 2009




PUSUDAKİ TEN
(Bir Gölge Avı)
Yıl:2001. İsa öleli 20 yüzyıl oluyor. ‘Abdullah oğlu’ 1300 yılı aşkındır, insandan uzak, dünyadan ayrı, Nietzche, tanrıyı öldüreli ben diyeyim 90, siz deyin 100 yıl olmuş, atom parçalanmış, aya çıkılmış, Kuzey, güney savaşını kölelik karşıtları kazanmış, evrensel insan hakları bildirgesi dört bir yana asılmış, dünya hiç bir zaman olmadığı kadar ulusla dolu, üç kişi bir araya gelip bağımsızlığını ilan edebiliyor, hiç kimse hiç kimseye bir şey demiyor, sabah kahvaltısını Newyork’ta yapan, akşam yemeğini İstanbul’da yiyebiliyor. Çoklukla karamsar tablo çizsek de, belki de yeryüzü iyiye gidiyor!.. Kültür kavramı o denli yaygınlaşmış ki her şey bir sanat yapıtına dönüşüyor, sanat yapıtı ‘hayat yapıtı’ oluyor. İnsan ruhu hiç bir zaman olmadığı kadar özgür, usun sınırları sonsuzu zorluyor, robotlar yapılıyor, koyunlar, babunlar klonlanıyor, insan ‘isterse’ kendini çoğaltabiliyor ve bütün bunların olduğu yerde, hemen hemen tam merkezde bir ülkede kitap yasaklanabiliyor. Kitap ki insanın, yeryüzünün ve tanrının bir yansılaması, kitap ki (yazı) buluşların en büyüğü, kitap ki evrenin bir parçası; bir karşı evren, geçmişimiz, geleceğimiz, var oluşumuz... Şu buyrulanlar bir parça yalan olsaydı, tanrı, kullarla arasına ‘furkanı’ koyar mıydı, dünya kütüphanelerle dolar mıydı, emirler, ilahi ceza adına kara kaplı kitaplara bakar mıydı, aşıklar, sayfalarından hilal kaşlılara dizeler fısıldar mıydı... Modernite adına çekinmesek, neredeyse dünyaya kitap için geliriz; tanrıda, kitap için vardır diyeceğiz.
Yasaklanan ama şu yakınlarda beraat ettiğini öğrendiğim kitabın adı; Pusudaki Ten, Mehmet Ergüven; yazarı, yayıncısı; Sel Yayıncılık. Konusu; sanat ile cinsellik arasındaki bağ. Ne ki bir konunun işleniş biçimi herkes için ayrı olabilir; beğenmiyorsan, iyisini ortaya koyarsın, koyamıyorsan düşüncelerini yayarsın ama bunları yapamıyor ve yasaklıyorsan, bir insanın (belki bir sanat yapıtıyla) dünyaya bakışını engellediğin için, onu köreltmiş, onu körlükle cezalandırmış olursun ve onun bakışıyla ufukta yeni pencereler, başka dünyalar açılacak olan nice insanında usuna ket vuruyor, onun olanaklar dünyasına adım atmasına engel oluyorsun. Yeri gelince, Yunus’un, ‘Kâfir, Putperest, Mecusi olsan da / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da / Gene gel!’ diyen Mevlâna’nın torunusun, ama; Tanrının bile inanmayan için bir şey demediği dünyada, onun bağışladığı ‘hoşgörüye’ sığmıyorsun!..
Ergüven, bu yasaklı kitabında bölüm başlıklarıyla, İtalyan ressam Caravaggio’dan, Jimi Hendrix’e, Türk Hamamı’ndan, Otomobil’e kadar şeylerin, kişilerin ve kavramların uyandırdığı cinsel fantezileri bunların birbirine eklemli düşlemiyle, uç sınırlara varan fenomenlerini irdeliyor. Tarih boyunca yaşanan, en açık tabu olan cinsellik, nedir ki en göz önünde bulunan fetişimiz olmaktan kurtulamıyor, onu tabu saymaya çalıştıkça aklımızı başımızdan alıyor, onu görmezlikten geldikçe karşımıza çıkıyor, ona el sürmekten kaçındıkça içimize giriyor. İnsanlık tarihi, neredeyse cinselliğin at koşturduğu bir hara, başlangıcımız bile bir aşk öyküsü, Adem ile Havva ve birinin diğerine aşk adına sunusu olan elma. Sonra mitler; Salomeler, Kleopatralar, Helenalarla sürüyor ve diğer yanda Sezarlar, İskenderler, Atillalarla genişleyip yayılıyor. Ve tarih kardeşiyle evlenen firavunlar, atını senatör yapan imparatorlar, hemcinsine tutkun hükümdarlarla dolu. Sezar için Roma’da, bütün kocaların karısı, bütün kadınların kocası deniyor. Binbir Gece Masalları, Dekameron, Kamasutra bu sayfaları süslüyor. Lükres Borjiya erkek kardeşi dahil herkesle yatıyor, padişahla arası bozulan cariyenin cesedi, Sarayburnu’ndan çıkıyor. Dilerseniz tarihe cinselliğin perspektifinden bakar ve her şeyi buna göre yorumlarsınız.
Kitap belirttiğimiz gibi bir tabuyu ele alıyor ve bu gizil ‘mahremiyeti’ (en gizli olan en açıktır) gözler önüne seriyor, bu konuda düşünmemizi öneriyor, Mit ve Ölümsüz Beden’ başlıklı açılımdan bir pasaj sunuyorum; ‘Aynı olgu, efsanevi kahramanın cinsel kimliği bağlamında da karşımıza çıkar; nitekim, genelde yalnız erkek değil, “çok fazla erkek” olmanın sakıncalarıyla karşı karşıyadır bunlar -abartılmış erkeksi nitelik, her an karşıtıyla tamamlanma eğilimindedir: “en erkek”, sonunda kendine göz diker. Bir başka deyişle, dizginlenemeyenin önce kendi kabı üzerine taşması kaçınılmazdır. Gılgamış da aynen bu şemaya uyar; üçte ikisi Tanrı olan bu olağanüstü erkek, tam dokuz karış gelen göğsü, uzun bacakları ve gümrah saçları ile çevresine rahat vermeyen azgın bir boğadır: “ Şehvetiyle Gılgamış, ortalıkta ne sevgilisine bir kızoğlankız, ne savaşçının kızını, nede soylunun karısını bırakıyor. “Ne var ki, Enkidu’nun sahneye çıkışıyla afallamaya başlarız: Gılgamış, henüz tanımadığı ve her tarafı simsiyah kıllarla kaplı bu vahşi adamı önce rüyasında görüp, onunla sevişmiştir...”

Gene ‘Sidik ve Şehvet’ adlı başlıktan bir bölüm; ‘ Anayurt Oteli’nde Yusuf Atılgan anlatım özgürlüğünü istismar ederek, ucuz yoldan okurun gözünü boyamaya kalkışmıştır. Ne var ki, Zebercet’in profilini dikkate aldığımız zaman, bu sözüm ona müstehcen sahnenin aslında son derece dolaylı ve ustaca işlenmiş bir erotizmle iç içe olduğunu görürüz. Henüz yedinci ayda doğan Zebercet, bir altmış iki boyunda, dar omuzlu, küçük elli, ama devasa maslahatıyla gizil bir Priapos’tur. Nitekim, olur olmaz cinsel organı sertleşen bu çekik yüzlü adam, vatani görevini yaparken geneleve gittiğinde, becereceği kadın şaka yollu takılmadan edemez: “Bak hele, az daha büyüseymiş boyunu geçecekmiş bu.” Dahası sadece Priapos değil, donunun yırtmacından çıktığında, göbeğine doğru dimdik duran orasıyla aynı zamanda fallik satyr gibidir Zebercet. Öte yandan, böyle bir organdan çıkan sidiğin kubura şar şar- yahut faşır faşır- boşaldığı sırada çıkardığı sesi onomatopoeia’da boşuna ararız; çünkü akustik göstergenin yazı dilindeki karşılığı zaman olgusunu kendiliğinden iptal eder. Bu işeme sesi bir sinyal olsa bile, asıl belirleyici, daha doğrusu tahrik edici olan, sidik miktarını gösteren süredir- erkek adam, at gibi işer!
Aynı konu, Kolera Günlerinde Aşk’ta çok daha çarpıcı biçimde karşımıza çıkar; Marquez, işemeyi düpedüz yaşamla ilgili bir sembole çevirmiştir burada; işeme miktarı, sidiğin tazyikli çıkışı vb. usulca cinselliğin metaforuna geçip, günbegün seks gücü azalan erkeğin gizli sır ortağı olmuştur artık. Fermina Daza, balayı için bindiği geminin kamarasında, zifaf gecesi ilk kez bir erkeğin çiş sesini duyduğunda kendinden geçer.” (...) tıpkı at sidiği gibi fışkıran sidiğinin sesi ona öylesine güçlü, öylesine yetkeyle dolu görünmüştü ki, içindeki yıkım korkusunu artırmıştı.” Ancak, yıllar geçtikçe ne bu basınçlı fışkırma, ne de sidik miktarından bir iz kalır geriye. Kolejdeyken dimdik fışkıran sidiğiyle şişeleri dolduran doktor Urbino, yaşlandıkça güçten düşmüştür:” (...) ama yılların yıpratmasıyla yalnız sidik miktarı azalmakla kalmamış, eğrilmiş, dallanıp budaklanmış, dikleştirmek için harcadığı tüm çabalara karşın, bir türlü doğrultulamayan kaprisli bir fıskiyeye dönüşmüştü sonunda.” Besbelli: Marquez, üreme ve sevişme dışındaki işleviyle penisin cinsel çağrışım gücünü gündeme getirmiştir böylece. Güçlü cinsel organ, yalnız görüntüsüyle değil, idrar kesesinden prostata kadar görünmeyen altyapısıyla da sapasağlamdır. O halde bol miktarda ve basınçlı gelen sidik, güçlü erkekliğin yanı sıra, öncelikle sağlıklı ve genç olmanın göstergesidir.; çünkü uzun ve uzağa işeyen penis, sorunsuz ereksiyonun teminatıdır. Doktor Urbino ise, tıpkı karısı gibi, oturarak çişini yapmaya mecbur olur sonunda; zira, ne kadar dikkat ederse etsin, pelteleşmiş orasından çatallı ve gelişigüzel akan sidiği küvetin kenarlarını kirletmektedir artık.
Hiç kuşkusuz, kalp ya da yüksek tansiyondan ötürü alınan idrar söktürücü bir ilaçla da uzun uzun işemek mümkündür.; ama bu, cinsel gücün değil, yaşlılığın göstergesidir sadece. Dahası, çiş bile olmaktan çıkıp, öylesine bir sıvıya dönüşmüştür bu aşamada.’
Son olarak Dışkı ve Şehvet adlı bölümden bir anekdot; ‘Galler Prensi IV. George’la ilgili öykü, iri penis ile sidik miktarı arasındaki saplantıya ilginç bir örnek teşkil eder: “Prens’in öykülerinden biri de, erkek kardeşlerinden birisinin çok büyük olan penisiyle ilgiliydi. Bu gerçeği onunla birlikte bir gece arabada yaptığı yolculukta keşfetmişti. Kardeşi hacet giderme ihtiyacı duymuştu. Arabanın penceresinden dışarıya işerken, çişi tıpkı bir çeşmeden fışkırır gibi fışkırdı; hatta arabacı korkunç bir yağmura yakalandıklarını sanıp atları daha da hızlı koşmaları için kamçıladı.’
Antropolojiye göre dişil olandan, zaman içinde bir ‘sapma’ olarak eril canlı koparak, oluşmuştur. Onun için ana rahmine dönüş özlemi çağlar boyunca vazgeçilmez bir imge, bir metafor olarak sanatta kullanılagelmiştir. Aslında, her türlü yasak, her türlü mahremiyet, yoksayış karşısında söylenecek tek söz vardır: Zamanın zorbalığından çekinmiyor musun, saklanacak neyimiz var ki demek gerekir. Tevrat’ın Salome’si, Davut, Süleyman Meselleri, Maria Magdelena, Sevde Öyküleri, Harun Reşit, Şah Cihan, Fatih, Katerina, Mary Stuart hep bir albeni olarak insanlık tarihinde süregelen cinselliğin gizençli kahramanları olarak anılagelmiştir.
Bakın cinsellik dediğimiz tatlıcadı-kazanına F.G. Lorca, (Davut’un oğlu ve kızı Thamar ve Amnon’un ilişkisi için nasıl kızıl alevler salıp, nasıl betimler çağırıyor: ‘Saat üç buçuğa gelince / Amnon girdi yatağa, yattı. / Kanatlar dolu gözlerinden / aldı döşekliği bir acı. / Gün, o koca yığın köyleri / gömer altına boz kumların / yada salar ortaya bir gül / ve dalya mercanı, uçarı. / Kuyuların o tutsak suyu / testilerde sessiz uyanır. / Yosunlara çöreklenmiş de / şakır odunların yılanı. / Amnon derin derin iç çeker / serin örtüsünde yatağın. / Bir ürperme sarmaşığıyla / yanar gövdesi cayır cayır. / Derken Thamar çıt çıkarmadan / çıt çıkmayan odaya daldı: / rengi tuna ve damar rengi / ve uzak izlerle bulanık. / Thamar dayanılmaz tanınla / gören gözlerimi sil artık. / Kanının ipleri fırfırlar / işler eteğine urbanın. / Ah, ilişme bana, ağabey / Arılar mı desem rüzgâr mı / öpüşlerin omuzlarımda / bir çift flütün oğulları. / Dimdik memelerinde Thamar, / çağırır beni iki balık / ve parmaklarının ucunda / fısıltısı var bir koncanın (Çeviri:Sait Maden) .
Her kitap evrenin bir risalesi, minik bir gölgesidir, yasak, o’nu ortadan kaldırmaya çalışmak olur, buda kendimizi ortadan kaldırmak demektir ki paradoks olarak, kitabı yasaklayan, -bir istenç belirgesiyle- kendini ortadan kaldırma girişiminde bulunmuş olur. Kim kendine düşman olabilir ki, kim bu dünyada ‘bir gölge avıyla’ avunabilir ki!..
Son bir kez ‘Sevinin Erişilmezliği’ başlıklı şu şiire bakın: “Saçların, eski Yunan testileri saçların / Gözlerin süt yolunda açan koca bir güneş / gözlerin Azteka / Dudakların kızıl elma!.. / eski zaman şarkıları dudakların / çağırırdı haramlara, günahlara / Ellerin ayna gümüş sırmadan / ellerin ova / ellerin Toltek’te kutsal bir eşya / Ve bir tirşe gök kuşağı / erinçsiz vadiler tutsağı, göğsün ortası / göğsün ortası allı pullu kobra kemer / akışkan su yılanı / Sargın bulutlar arasında salınan yontusun tanrım, / sana ermek olanaksız / us dışı! / Sevgilim ay çıkınca / çıldırtılar arasında gelip usulca / boynumu sarmadıkça!..
Hiç bir ışığın olmadığı mağaralarda bile kör adam balıkları yaşar. Gelmiş geçmiş en ödünsüz
ideolojinin kuramcısı Karl Marx bakın ne buyuruyor: ‘Nihil humani mihi alienum’ “İnsana ilişkin her
şey kabulüm.’ Zeus’un yorgun atıyla göklere tırmanmaya çalışan Apollon’sa ‘Karnımız toksa her
yerimiz açtır’ diyor. İnsan “dünyayla” sevişmek için gelir. İnsanın, insanıdır kitap. Pusudaki Ten’i
okuyarak kızıl dehlizlere girip, döngüsel yıkıntılardan geçerek, belki yaşama ‘Işık, biraz daha ışık’ diyebilirdik.

Pusudaki Ten* / Mehmet Ergüven / *Sel Yayıncılık / 236 Sahife

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder