2 Haziran 2018 Cumartesi

KRİTERYUM (Kitap IV -Eleştiri - Deneysel Yazın)

I. BÖLÜM
Betikler

II. BÖLÜM
Açık Toplum Tiratları

III. BÖLÜM
Deneysel Felsefe

IV. Bölüm
Kriteryum, Sevit Günlüğü



YARATILIŞ
(Parodigma)
Ne kutsaldır göğün sonsuz karanlığında avunmak, bir başına, hiçliğin yurtluğunda, uçurumlarda bir uzay salı, tanrının ruhuna tutsak olup; kanında yükseldiğini, oradan boşluklara yayılıp, ilkinsil tözle bütünleştiğini duymak!
Aşağı, yukarı demeden, tüm olasılıkları estirmek acunda, uçtukça her yerde varlıkların soluduğunu, kımıldadığını, devinerek birbirine sarıldığını, yaklaşıp kucaklaştığını duyumsamak; gerilere bakmak ve ufukta doğurgular gözleyen bir tanrı gibi, varlığın kanatları tüm evreni kuşatsa bile, ne bir canlıyla ne de bir kımıltıyla karşılaşmak evrenin basamaklarında...
Ne kutsaldır sıradan doğumların bir okyanus gibi kaplaması tüm kozmosu ve tözün bir tanrı buyruğu gibi güvençli, düşüncenin; başına buyruk bir volkan gibi ilerlemesi, oluntularla, bozumlarla süslü, onun büyülü gerdanından çağlayarak dökülen cevherler gibi.
İzlemek, yitip giden varlığın tözünü, geride bırakmak tanrı parçacıklarını, varlığın o çıldırtıcı hengamesini; gurur içinde yükselen, kibir dolu meleklerini, sürgit kanatlarını çırpan. Elveda demek yaşamı kutsamaya, aldanışa ve sevdaya, geride bırakmak umut tacirliğini, ilk töz nasıl yadsırsa varlığın efendilerini.
Sonsuzluk kovuklarda yiter, varlığın rengi solar, töz kılıcını sallar gözdağı verircesine ve canevinin adımlarını, yuvalarını kıskanırlar ey yaratılış; ama karanlıktan korkarlar; oysa bir ninni tutturur, Odysseus gibi yürür durursun hiçliğe doğru; bağrının altın tüyleri ve kozmosun şanlı materyalleriyle.
Ey yaratılışın nenleri, bilirsin o atarcaya karışmaz, sessizliğe boyun eğer, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey varoluşun becerileri, artık ne onun ne de ötekinin izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin varlığın cinlerinin göründüğü kozmik gölgeleri, içindeki düşlerin su içtiği derinlikleri bilirsin, bütün gizemler usundadır senin, var etmek belleğindedir dilediğini, pusu kurup hiçliklere; tılsımlarla, tasımlarla, kama gibi ışınlarla.
Uçurumlardan yükselip aydınlanırken yüzün, titremler içindeydi soylu bedenin, gözlerin kristal gibi parıldamış; yıldırım gibi, ışıklar saçmıştı bakışların gökadalarda, bu varlıksız evrenin ilahı, renk renk tüylü, o vahşi Quetzalcoatl'ı tahtından etmek için.
Sonsuzlukta görkünç zamanlar, gerdanlarında muskalar, hiçlikleri dev adımlarıyla sarsan korkunç varlıklarla geçti, yeni günün tanrısı evrenin ortasında durdu, zaman kurtuldu zincirlerinden ve yavaş yavaş, sınırsız, soğuk maviliklere, o bitimsiz, büyük karanlıklar çöktü; eski, şangırdayan avadanlıklarıyla kocamış tanrılar, uçsuz bucaksız boşlukları sarsan, umarsız naraları, evrenin bütün uçurumlarını dolduran gözyaşlarıyla yitip gitti...

**********

Seni çok seviyorum!.. Sonsuza dek benim olmalısın!..

Simaycığına söylüyordu bunu adem!.. Simay... Ada'da yaşayan bir Azeri kızıydı. İşini bilen, gün görmüş ve konuşmazdan önce olabileceklerin önlemini alan biriydi; nazik, sınırlarını bilen, ataklığın handikaplarını sezen... Saat Kulesi'nin karşısında bir apart hotel işletiyordu ve 'İşçi Patron'uydu oranın. İş dünyası sonsuz açılımlar, alabildiğine geniş olanaklar ve öngörülemez olasılıklara sahip olmakla; güzel sanatların dallarından biridir!..

Herkesin güvenini kazanmış becerikli biriydi Simay...

Ama bir yazgı değilse de, olmazsa olmaz bir halleri vardır Simayların ve ne yazık ki diyerek, günahlarına ortak olmadığımız bilinsin ister söz sahipleri. Bu türden çoğun gibi bir belalısı vardı onun. Zahir!..

Her başarılı erkeğin ardında bir kadın, her başarılı kadının ardında da bir köstek; erkek vardır mottosunca, bütün dertlerinin buzdağı olan bir Zahir'i vardı onun. Her işine burnunu sokan, hiç bir getirisi, pozitif hiç bir dünyalığa vesile olmayan, olamayan, ama her şeyin içinde olan, yer alabilen bir ur, bir kanserojen, çağdaş sayrılıkların artık habis bir tümör diye adlandırdığı, demode, modası geçmiş dünyaların antik bir incisi gibi sırıtan bir ademoğlu. Bir mahalle kabadayısı artığı.

Simay bir kraliçeydi işinde ama, erkeksiz bir hiçti, onun bir göçmen oluşu, zamanla bunun kendi ruhunda bir sürgünlüğe dönüşmesi, onun sosyopsikolojik dünyasını, dış dünyalara kapatmış, çoktan bir set çekerek görünmez kılmıştı. İnsan yaşanabilecek, deneyimlenebilecek her dünya işinde başarılı olamaz, para denizinde yüzersin, bir tek candan arkadaşın yoktur, güzeller güzelisindir ama tanrı güzelliğin acılarıyla boğuşmayı nasip eyler sana, her sınavı kazanırsın ama işinde öylesine bir seviyede ömrün geçip gider, daha nice şeyler. Bu yüzden Simay, az sayıdaki çalışanlarına buyruklar yağdırıyordu ama Zahir'in kayıtsız koşulsuz kölesi olmakla; çelişkilerin armağanı bir dünyamızın, ilginç yaratılmışlarından biri olmanın önüne geçemiyordu. Bunu ona söylediğimde, anında demişti ki; Hepimiz gibi!.. Gülümsedim tabi...

Simaycık, yaşamında mutlu ve başarılı duyumsuyordu elbette kendini, başka bir yurtluktan, beş parasız gel ve bir apart hotelin kraliçesi ol, o bir yana her şey senden sorulsun. Muhasebe, vergi, çalışanların ücreti, eli nurlu; her soruna çözüm bulabilen, onların özel sorunlarının büyücülükten gelmiş peygamberi, ne yapalım sizce sorularının, duraksaya duraksaya dile gelen özdeyişleri ve taçsız kraliçe Simayımızın bitip tükenmez kehanetleri. Şu yalan dünyada, bu doğrumlar herkese kısmet oluyor mu ki, işte Simay iç dünyasında geldiği noktanın ne olduğunu, adı gibi biliyordu, daha ne olsun!..

Zahir, adının ne anlama geldiği hiç bir zaman çözülememiş bir adamotuydu, belki hiç soranda olmamıştı, ama merak ederdim ben, sormayı düşünemezdim ama, Zahir için böyle bir sorunun; yaşadığı dünyayla en ufak bir ilgisi olmayan bir zıp çıktılığın tezahürü olduğunu bildiğim için.

Modası geçmiş bir dünyanın kabadayısı, hala İspanyol paçalı bir meczubuna bu tür sorular sormak; onu yaşadığı mağarasında dürtüp, uyandırmak anlamına bile gelebilirdi. Onunla lafa tutuşmak, dalgalı bir denizde, artık sahilin hiç bir zaman görünmeyeceğine dair bahse tutuşmaya benziyordu. Kabadayı geçinirdi o, bu yüzden konuşmanın sonu, bıçakların altın gibi parıldayışı, yazgılarımızın yarışı, durup dururken gammazlanmak, yok yere geçip giden bir insanın boğazına sarılmak, iş uzamak gibi bir talihsizliğe varırsa, gırtlağının tadına bakmak... Bu olasılıkların varlığı bağlıyordu Simaycığa onu.

Zahir'in görünmez varlığı, Simay'ın sorumluluklarına karşın, nasılsa, bu tür tehlikelerden uzak modern bir dünyanın içinde yaşadığını duyumsatıyordu ona, ama İngiliz Uluslar Topluluğu'nun olmazsa olmazı, ponponlu muhafızlar, kırmızı topuklu kunduralar, mücevherle süslü, gümüş rengi taçlar ve sanki ölmüş de, mumyalanarak balkona çıkartılmış, yüz kasları dondurularak, sonsuzca gülümser gibi katılaşmış bir kraliçenin, sıradan insanlarca ne işe yaradığı, egzotik bahçelerin bir tavusu gibi, tropik kuşları andıran bir orijin yaymaktan öteye geçemeyip, komik bulunmaktan kurtulamadığı gibi, Zahir'de, bize göre, bu kendi çapında efsaneler yaratmış Simayımız için bir anlamı olmaktan uzak, fi tarihinden kalma ürkütücü dürtülerin, kadük ve de utanç verici olmak bir yana, dünyamızı tehdit eden alışkanlıkların fütursuz ve göz dağı gibi duran ve gerçekte gözbağcı, hiç bir işe yaramaz bir görseli gibi geliyordu bize ve gizil bir nefret uyandırıyordu hepimizde, hiç bir zaman dile getirilmeyen!..

Zahir'in özelliği yaşamı boyunca çalışıp çabalamamış olmasıydı, tıpkı kral ve kraliçelerin; çalışanların, kolu bacağı kırılanların veya düşüncenin teriyle çarpmayan elektriği bulanların seremonisinde boy göstermek gibi hazıra konmak ve tebaasına bu mutlu günü adabınca duyurmak gibi bir acayipliğin cinperileri olmaktan başka bir -forslarının- olmayışı gibi!..

Estağfurullah diyorum ama kadınlar cellatlarından çok hoşlanır!.. Stockholm Sendromu denir psikolojide bu ahvale, birebir gerçektir bu aganigi naganigi!.. Diyesim Zahir ömrünce kadınlardan geçinmiş bir adamdı, kolunu bile kaldırmamıştır bir iş olsun diye, -Dur- diye bir soytarılığın kendinden menkul, ucuz meşalesi gibi -arada bir- yukarıya kaldırmaktan başka!..

O dehşet provalarının, koma terapilerinin sahte kabadayısı gibi geçinerek namını yürütür, böylelikle kadınların beğenisini kazanır, gözdesi olurdu.

İşi buydu, kimsenin başaramayacağı ve gizlerini bilip anlayamayacağı, şeytansı bir tansığın; şaşırtıcı biçimde meleklerin sunduğu, gösterişli ve dokunulmazlıkla süslü bir tanrı bağışı!...

Onun görkemi her insanın zulmette, kadın-erkek böyle bir dünyanın kahramanı olmanın özlemiyle yanıp tutuştuğu, bu özlemin yürekte ve bilincin derinlerinde açıkça duyumsanıyor olmasıydı.

Belki kırk yıla yaklaşan yaşamı boyunca en az kırk kadının, deyim yerindeyse sırtından geçinmiş bu adam, kadınlar sancağı düşürse bile, Zahir'in cesedi bir türlü katafalka konulamadığı, tüm bir dünyaca bu tür bir insiyak gösterilemediği için, hiç bir zaman ondan kurtulamamış, bağımsızlık ve 'oh be' çığlığıyla karışık, gerçekte Zahirliğe özenmenin nişanesi 'doydun mu' narası bir türlü sergilenememişti!..

'Yaşam sonsuza dek, her şey vardır ama hiç bir şey tam değildir dünyamızda' mottosundan başka bir şey olamazdır belki de...

Çünkü bayrağı dalgalanmıyorsa artık Zahir'in, onun sırada bekleyen bir aftosu, bir hayranı, bir kurbanı veya ağa takılan bir sazanı her daim bulunurdu bu dünyada... Onu bırakın, gizli uğraşılar boyunca, eni sonu, onu elinden kaçıran kadınların gözyaşları, Atlantik'in dalgaları gibi acı verir, buhur gibi ürkütücü bir pişmanlık yayardı. Gizemle dökülen, tükenmez gözyaşları sel olur akar, önüne gelen her engeli aşarak -Kanossa Kapısı'na- ulaşır ama ne feryatlar, ne dualar bir daha Zahir'i geri getirmez, getiremezdi ne yazık ki...

Zahir denen, bu kadınların celladı olmakla nam salıp; ömrünü onun tam zıddı olarak, -efemine namı yakıştırılmış berber Nazmi'ye göre- beyhude yaşayan, bu mahalle haramisinin, ahir ömrü böylece geçip gidiyordu işte...

Zahir'le onarılmaz semptomlar, irsi olmayan sara alışkanlıkları ve gizem dolu cinsi törenlerle süslenmiş ilişkisi, belki yıllarca yıllar kadar yıl sürdü Simaycığın... Gelip geçen dünya gaileleriyle haşır neşir olurken, insanlarla ilişkim en çok bir ya da bir kaç yıl sürebildiğine göre, ne kadar acı verici, ürkütücü veya şaşırtıcı bir şey olsa da gene de hayranı olmaktan kurtulamıyordum Simay'ın...

Bir gün Simay'a, dünyamızın melankolik hüznünü, değil sen, belki kraliçe ya da inan bir tanrı bile değiştiremiyor femme fatalem, evin barkın kundaklansaydı da keşke kurtulsaydın bu dertten, böylesi yaşamaktan dedim. Aynı şeyi yineledi tabi, hepimiz anlamına gelen o sihirli sözcüğü; 'Cümlemize' dedi!..

Bu dünya, polyglot varyantlar, yalan rüzgarıyla dolu topraklar ve envaı çeşit olaylar, insanlarla dolup taşan bir canlı denizidir sanırım...

Olayların sonu şöyle geldi diyebilirim.

Bir gün Simay'ı madden ve ruhen öldürmeye ant içmiş ve bayrağı devralmaya yemin etmiş, hayatın ve ölümün amansız baskılarına yenik düşmüş, yeni bir karadul araya girince, Zahir'le ölümüne birbirine girdiler... Görünmez bir bıçak ışıldıyor, Simayımız her şeye karşın kaçacak delik arıyor, Zahir efsaneyle doyurulmuş yeteneklerini, bu acayip ve saralı ilişkinin ulaşılacak hedefi kalmamış doruklarında, usta bir silahşor gibi kullanıyordu.

Şöyle bitti masal, buradaki gibi birden ve kısık, duyulmaz bir ıslık ve o bildik -son iç çekişi- andırır gibi...

...

Zahir'den kaçarken, bir odaya kilitlemiş kendini Simay, kurtarın diye çığlıklar atmış, çok uzaklardaki yakınlarına yardım edin diye mesajlar çekmiş, az sonra kapısının kırılacağı aşikar olan, karanlığın odasından. Kırılmış kapı ve ilk bıçak darbesi, Simaycığın kanserli göğsünün -bu kanser kederli dünyasının acıları, düş kırıklıkları ve pişmanlıklarıyla dolup taşan yaşamının toplamından başka bir şey değildir- tam ortasından aşkla doldurduğu yüreğine saplanmış ve bir ıslık çıkmış ağzından, bir kuş yavrusunun, henüz ötüşe benzemeyen, yalnızca çaresizlik ve açlık dürtülerini imleyen, o minicik haykırışı gibi.

Ama Simay'da bu korkunç ve acımasız dünyada nice deneyimler edinmişti, yere düşerken, o da bir şey saplamayı başarmış Zahir'in sol bacağına...

Kaval kemiği bayram etmişti Zahir'in...

Yaşam biçimimiz neyse bünyeniz onun açlığını duyarmış!..

Ve ama böylece ölüp gitmişti Simay...

Derin bir yarık, kırmızı bir uçurum açılmıştı Zahir'in bacağında, sanki ölüm sakaratında, yaşamı boyunca hastaneye, postaneye uğramadığı için, krallığını ilan etmiş gibi duran bu adam, müdahalede bile isteye gecikmeye yol açtığını bildiğimden sanırım, ayağından olacağını bilemezdi elbette!..

Zahir'in bacağı kesildi ve Ada da bir efsane böylece bitti. Yaşamdan çekildi. Öyle ya da böyle o da çok sevmişti Simay'ı, ama seçtiği yaşam düsturunun görünmeyen kuralları onu bu yola itmiş ve Simay'ın gerçekte; nasıl sona ereceği öngörülebilen yaşamı da Ada mezarlığının -Hiçkimse- denilen, belki de kimi kimsesi olmayanlara ayrılan, süssüz ve bir tümsekten ibaret bölümünde sona ermişti.

Doğrusu budur belki de...

Ama Simay'ın karşılıksız, hep bağışlayan, hep özveride bulunan taraf olması, onun ölürken bile Zahir'in kurtulmasına yol açabilecek, iyilikler iyisi bir davranış göstermesine yol açmıştı.

'Ölümünü gördüğü an!', içgüdüsel tepkiden kaynaklanabilecek hareketi, Zahir'in, bir anlamda meşru savunma addedilebilecek nedenlerle, indirime giden bir cezayla kurtulmasına yol açmış, kısa süre sonra Zahir yine Ada sokaklarında arzı endam eylemişti. Üstelik 'eril egemenliğin dünyasında', artık kabadayılığıyla değil, bir başka açıdan; kader kurbanı olmak sıfatıyla!..

Garip bir bileşim bu. Dünya, gerekçesi ne olursa olsun, ölmüşten yana tavır koyamıyor!.. O, yaşam nasıl sürerse sürsün der gibi, şiddetten yana, savaştan yana ve belki tümüyle haksızlıktan yana bir dünya!..

Saf paradoks diye buna derler işte!..

Zahir yine de, çok sevmişti belki de Simay'ı, öyle ki kesik bacağında, zamanla Fantom Ağrıları başlamış ve bu dinmeyen ağrılarını; Hiç bir ilaç, antibiyotik, penisilin, emar, aşı, terapi yahut kemoterapi gibi cin işleri bile dindiremez hale gelmişti.

Ama Zahir'in böylelikle, boş zaman sektörü ve işsizmin desteğiyle geliştirdiği krallığı bitmiş, şayiası tükenmiş ve dünyadan elini ayağını çekmişti.

Fantom Ağrıları'yla geçirmişti kalan ömrünü, -hayalet ağrı- deniyordu buna halk arasında...

Ada halkına göre; bu ağrı kesinlikle, ölmüş Simay'ın ruhunun, artık -kendisi gibi yaşamayan- bir bacakta konaklayıp, hâlâ bu dünyaya dönmenin özlemiyle tutuşan ve kahırlarla dolu bir sığınma çabasının göstergesiydi. Düşünüldüğünde, içler acısı derecede üzücü ve ürkütücü bir şey. Ama bu gerçekte bir kinden mi kaynaklanıyor, bir öç duygusundan mı, yoksa dayanılmaz bir özlemin çalkantısından mı hiç belli değil.

Ağrı, Simaycığın öbür dünyadan, bu dünyaya kadar uzanan çığlıklarının göstergesiydi gerçekte, kesin olan bu... Evet Simay ölmüştü ama, onun kıymetini bilmeyen Zahir; onun özlemiyle bütünleşen; olmayan bacağının -varmış gibi- duyumsadığı ağrılarıyla geçirmek zorunda kalmıştı kalan ömrünü...

Düalistik yaklaşımlar bunlar ama her iki açıdan baktıkça da; oldukça tuhaf ve bayağı dehşet verici!..

Son pişmanlık acıları gerçekte bunun adı...

Ve gerçekte Simay'da, Zahir'i çok sevmiştir belki de...

Son anım şu bu trajedi de, Simay'ı bir gün avucunda, hiç görmediğim bir kuşu tutarken gördüm, yazık ama, sal gitsin onu dedim. Hayır dedi, 'İnsan Tarihi'nin bir parçası yaptım ben onu diyerek, üst perdeden yanıtlamıştı her zamanki gibi.

Şimdi gözlerim yaşarıyor ve 'Cinayetler Tarihi'nin bir parçası oldun Simay diyemiyorum, bir anının parçası olmak, üzücü bile olsa, o anının sahiplerinden biri olmaktır ne yazık ki...

...

Gerçekte onun yaşamının özeti şuydu...

'Seni seviyorum Simay, bildiğin gibi değil! İçimden öldürmek geçiyor ama olsun!..

Sonsuza dek sahip olmak, başkaca nasıl olabilir ki...

Ruhlarda olup biten şeylerin, bir tanımının olamayışı gibi...

Güzel sanatların tümü, şiir, resim, müzik ve yaşamda ki bütün soyutlamalar gibi...

Aşk belki de; böyle bir şeydi işte!..

&

BİR ÖYKÜNÜN ANATOMİSİ

(Fantom Ağrısı)




Sanat abartılıyor belki de, işine özen gösteren bir marangoz, bir Sevil Berberi veya bir konfeksiyon atölyesinin yaptıklarından farklı bir şey değil oysa, sanat işe yaramıyor gerçekte, oportünist o, günoğulcu, evren ve dünyamızın kahır verici gılırı, diyesim sistematiği değiştiğinde işlevini yerine getirebilir belki o... Zoo kurgu, tekno kurgu gibi şeylerle değil, mantalitemizi kökünden değiştirmekle olası bu

Ada'da bir cinayet olmuş gibi öykü yazmak sempatiyle karşılanacak bir şey değil. Bu öyküyü bir kaç günde tasarladım, öyküleri ya da metinleri bir günde yazarım. Yazma hevesi, hırsı bazen, düşünsemenin önüne geçer, hatalar olur. Ada'da gerçekten Saat Kulesi'nin karşısında apart hotel işleten, Azeri bir kadın var, beni sever, arada oraya gider sohbet ederim. Tebrik ederim hep onu, başarılı kadınsın kendine acımasız davranma derim!.. Dedi ki geçenlerde, ben de bir gün öykülerinde yer alırım, beni de yaz dedi. Kesinlikle dedim ama bu öykü onun öyküsü değil, o daha sonra belki...

Ada'da engelli yurttaşımız çok, bu tip insanlar çok değerlidir gözümde, çok şey öğrenirim onlardan, çünkü az hareket bilgiyi artırır, zamanı çoğaltır ve bir özü olan şeylere yönelme olanağı artar. Biri var ki içlerinde kütüphane gibi, onunla sohbet ederken duyduklarımı kayda alırım!..

Geçenlerde içlerinden biri kaybettiği uzvu için Fantom Ağrısı oluyor bende hiç geçmiyor dedi. Hayalet Ağrı derler ona diye bilgiçlik tasladım, bilmezmiş gibi. Ama bir şimşek çakmıştı bende, bu ilginç bir konuydu ve kesinlikle bir öykü yazmalıydım bu sözcüğün anısına!..

Ertesi gün, Gratis adlı parfümeri mağazasında, yanımda iri yarı bir bayanla dolaşıyordum. Oldukça ağırsak, arkadaşımdan eksik kalmayan görevli bir kızla sohbete daldılar. Bu iri yarı bayanlarla çok iyi anlaşırım ben, onların bende her zaman yeri ayrıdır. Çok safiyane ve açık sözlüdürler, sevecen ve art niyetten uzaktırlar. Platonik aşkımdır onlar ve ama işte o görevli kıza hemen laf attım, okulun yok mu senin burada ne arıyorsun dedim, tınmadı bile, liseyi bitirdim ben dedi. Onları onurlandırmak görevlerim arasındadır. Dedim ki ona, hiç kaygılanma sakın, şaka yapıyorum ben, liseyi Aristoteles, akademi, yani yüksek okulu Platon kurmuş. Aristocular liseyi tercih edermiş, Platoncularsa akademiyi... Sen Aristotelesçisin demek ki, ne mutlu sana... Gülümsedi doyasıya!..

Sonra adını sordum, Simay demez mi, bir şimşek daha çaktı bende, dedim ki Serçin diye bir kız tanımıştım senin gibi, sırf adının hatırına bir 'Ada' öyküsü yazdım ama henüz okumadı bile, bu güzel ismin için öykü yazmam zorunludur artık benim için dedim. İsimler benim başlı başına esin kaynağım olabilir.

Peki Zahir kim, akşam lisesini bitirdim, o kadar sıradan bir öğrenciydim ki okulun ilk dönem mezunlarından yalnızca ben kazandım üniversiteyi, o zaman okulun öğrencisi olduğumun farkına vardılar, Emin, Halit ve Zahir Zakir Alpaslan vardı, ismi hoşuma giderdi Zahir'in, yaşlı öğrencilerdi ve birbiriyle yarışırlardı, mahşerin dört atlısı gibi, dördüncüsü geride kalan tüm öğrenciler. Zahir ve Zakir'in ne demek olduğuna sözlükten bakmıştım ama yıllar ve yıllar sonra o ismi bir yerlerde anımsayacağım kesindi, Fantom Ağrısı'nın kabadayısı olmak varmış serde, dediğim gibi sırf isimler için elime kalem alabilirim. İsimler beni düşlere sürükleyebilir. Pek çok öyküyü bu nedenle yazdım, örneğin Mahzun adındaki öyküyü, adı Mahzun olduğu için dramatize etme gücünü gösterdim, bu komik gelebilir ama değil, insanın içinde edindiği bilgiler bir köşede durur ama onun öykü veya bir motto içeren görüntüye kavuşması için bir roket atara gereksinim var, bir rakete diyeyim daha doğrusu... Bu tür konularda parola işlevini; öykünün adı, konusunun orijinal, el değmedik bir çağrışıma yol açan bir imgelemi anıştırması görebilir. Parola öykü dünyasına geçişi sağlar düşünsel dünyamızda...

Kassandra'nın trajedisi demek bu isim düşünüldüğünde anlağımıza yağan, yığılan kahredici olaylar zinciri demek, o isim söylenir söylenmez çektiği tüm acılar yaşadığı talihsizlik veya kaderin oyunları üşüşür -edebi nitelemedir bunlar- düşün evimize... Kassandra denildiğinde yazabiliriz ona ilişkin bir trajik şarkıyı, yoksa hiç bir çağrışımın olmadığı, trajik bir öykü yazmak bizi daha çok zorlar. Simgeler, çağrışımlar, isim, resim ve ele aldığımız olayın dayanılmaz bilitleri, o konuda edindiğimiz objelerin varlığıdır bizim için yazmayı kolaylaştıran. Soyadım demirci örneğin, köyde bu konuyla ilgili çok anım var, yaz bir demirci öyküsü deseler, demirci sözcüğünün çağrışımları hazırdır artık ve kolaylıkla yazabilirim. Sözcük burada motor işlevi görür deyim yerindeyse... Elma ya da Havva da öyledir, söylenir söylenmez düş gücümüz harekete geçebilir.

Fantom Ağrısı, apart hoteli çalıştıran ve hayatla boğuşan Azeri dostum bayan, Zahir ve Simay... Artık öyküyü yazma zamanı gelmişti. Akşam bilgisayarın başında omurgasını kurdum öykünün. Cinayet nereden çıktı diyeceksiniz, bu kesinlikle sırf öykü orijinalite kazansın, ilgi çeksin diye baş vurulmuş bir yöntem. Çünkü bu kaygı düşünülmediğinde, öykü olmayan çok şey yazıyor insan. Yazmak kolay olduğu kadar, oldukça zordur da....

Süleyman rüzgara emir verdi ve Belkıs'ı tahtıyla yanı başına getirdi ve onunla evlendi.

Sanat güneşin ayetidir, kusurlardan arınmış ve tanrısal bir estete kavuşmuş olmalıdır, bizi gösteren salt bir ayna olsaydı eğer o; hiç bir anlam taşıyamazdı.

Kâbuslar ruhumuzun, Fantom Ağrısı bedenimizin halüsinasyonlarıdır. Ruh kadar, bedenimizde tanrısal ve şeytani yetenekler gösterebilir, bedenimizi de sevmeli hatta ona aşık olmalıyız diyemedikçe, sanatla iç içe olmak şöyle dursun, estetin evrenimizin yaratılmasında ki ilkinsil amaç olduğunu ne kavrayabiliriz ne de sanatın bu yolda tanrısal ve eşsiz bir yöntem olabileceğini ileri sürebiliriz...

Sanat, yaratmak ve yaratılmaktan korkunç bir haz duyabilmenin biricik yoludur.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder