5 Haziran 2018 Salı

RÜZGÂR ODASI

RÜZGÂR ODASI
Yazarlığa heveslenen gönüllerin derdi bitmez, yazın üreterlerinin tasası, kaygısı, kompleksi öyle çoktur ki, şimdi şu an, kaygıyla, tasa aynı anlama geliyor, acaba hata mı ettim diye gününü zehir eder artık kendine, genelde çalar yazar, çalmak meşrudur edebiyatta, sevaptır hatta, ama çalmanın ne olduğunu bilmeyenler onu haramilikle karıştırır, buradaki çalma Robin Hoodluk gibidir, Koçeroluk yani, çalacaksın ve yoksullara, yoksunlara, düşmüş ve tükenmişlere meccani dağıtarak, keyiflerine keder, umutlarına ışık, yaşamlarına bir teselli ve moral yasemeni olacaksın. Edebiyat zaten bir öncekini -çağdaşlarını- ve yazılan her bir şeyi okumaktır olabildiğince, sonra harmanlayıp, gül ağacı dikerek en kısa zamanda açıp, kokular yaymasını sağlayacaksın olan bitenin. Konu uzun mutfağı anlatarak salona giremezsin yaşamda...
Benim kompleksim çoktur bu konuda, bilim kurgu öyküsü yok bizim, nasıl olur yazayım da görsünler, acaba şiiri de olur mu, dur bir deneyeyim, şu yazar çok usta, onun gibi yazmaya çalışsam bir gediği kapatır mıyım acaba, felsefe yok biz de, aman bunların hepsi bizi aşağılama amaçlı, bu kuşağın canına ot tıkamışlar, ben onların kurtarıcılığına soyunayım, ilk gördüğüm canlı, canım sen önce kendini kurtar dese bile!..
Hep yapamadığımı, yapılmayanı yapmak istemişimdir bu cavalacicoz işte, korku öyküsü hala yazamadım, yahu kağıttan korkar mı insan, göz gezdirdiği harflerden korkan zaten hastadır, korkması yazıdan değil diye düşünürüm, ama öyle değil, boş oda da öykü okurken hızla ışığı söndürerek yorganın altına girdiği mi bilirim ben, orası daha korkunç diyenler olabilir, hayır korkunun türleri var, yorganın altı sıcak, elimle elimi tutar, korkma yaşıyorsun bak, soluk alıp, bak kimse yok çevrede, bambaşka düşlere dalıp, yaşam cennetsi bir şey, işte yemediğimi yiyorum, sevdiğimle baş başayım ne tepegöz var tepede, ne yılan çıyan geziniyor yerde diye düşünebilirim doğallıkla... Her şeyde olduğu gibi korku da bir periyottur, aksı değiştirirseniz, düş ya da kâbus bitebilir!.. Korkunun somut olanı insanın kendisinden gerçekleşmez zaten, başka varlıkların neşesinden ya da ölüm severliğinden el alır!..
Neyse, edebiyat hayat gibi değildir, en iyisini yine de siz bilirsiniz, neyin ne olduğuna dair!... Dedim ya bir korku öyküsü yazmak isterim ben, önce bir ad bulmalıyım, Korku Odası olur mu, olur ama edebiyat bilineni yinelemekse iş değildir kanımca, öyleyse başka bir şey olmalı, Rüzgâr Odası olsa, çok daha iyi, çünkü, belirsiz bir şey bu, ne demek yani, onun için iyi bence, Rüzgâr Odası, bilim kurgu ve yaratılış günlerini çağrıştırıyor, bir taşla dört kuş filan vuruyor, adı bu olmalı iyi...
Şimdi, girişe gelelim, giriş bu işte, olur mu olur, öyleyse sürdüreyim, bakın çalıntı bir tümceyi monte ederek başlayalım, sürdürelim daha doğrusu; Tren homurdandı... Mavi sıcak dumanlar püskürterek uçsuz bucaksız ovada bir sevinç kasırgası gibi uçtu... Bu nasıl korku yahu demeyin çünkü, trende iki aşık vardı ve tren göklere doğru yüzünü çevirdiğinde, bir el uzandı trene ve Azrail mi, ifrit miydi bilemem, ölüm tanrısıdır belki de, çelik bir pençe gibi o iki aşığı çekip aldı ve iç organları bulutların içinde solgun bir duman gibi yayıldı iki talihsizin, çığlık atmaya bile fırsat bulamadılar.
Kanları yağmur olup yağdı göklerden, hatta Buenos Aires'te birinin, nasıl oluyor da kırmızı yağmur yağıyor diye meraklanıp, onu içtiği ve artık bir zombi olarak yaşamına devam edip, geceleri vampir gibi ortaya çıkarak alışkanlığını sürdürdüğü söylenir. Onu bırakın Alacahöyük'te -Çorum mu, Çankırı civarı mıydı bu yer yahu, kırmızı yağmuru içen başka bir kişinin, ölümsüzlüğe kavuştuğu için kanını pazarladığı rivayet edilir, ölmek istemeyen başka insanların biricik emeline derman olabilmek için.
Ölümsüzlüğe kavuşmanın nedeni kırmızı yağmur değilmiş ama, aslında bu yağmur suyunu içersek ölümsüzlüğe kavuşacağız diye inanırmış insanlar, gerçekten inanan biri bu dünyada amacına ulaşırmış, gerçekten inanmanın, sırrınıysa kimse bilmiyor!.. Ama üç yüz yıl sonra onlar da ölmüş, bir mağarada bulmuşlar ölülerini, öleceklerini anlayınca utançlarından mağaraya sığındılar diyor çevre halkı, bazıları da ölen onlar değil, karı koca iki çoban filan diyor, ama ölmedilerse neredeler diye basit bir karşılığı var bunun. Amerika'ya göçmüşlerdir demiş biri ama ben inanmadım, çünkü her zaman bir düşüncenin aksi bir düşünce üretilebilir bu dünyada, yalan ve doğru aynı şeydir gerçekte, ama bu bir yarar sağlamaz insanlara, para kazanmayı düşünmeyen biri, ağzıyla kuş tutsa bile bunu beceremez, öncelikle ifrat ve hınçla varsıl biri olacağım ben diye düşünmesi gerekir, düşüncesini yapılandırmadan ne bir düş görülür bu arafta, ne de suya girilir. İnanç bu nedenle önemlidir, bir motordur o!..
Ölümün olduğu yerde düşünce yoktur ama!.. Biz insanlar, insanlık yani, düşündüğümüzü varsayan ve çan sesi çıkarıp, zil çalınca oynayan yaratıklarız, kuşkulanmayın hemen canım, hiç korkmadınız baştan beri ve benimle alay ediyorsunuz ha, iyi düşünün, tarih boyunca düşünemedi insanoğlu, düşünce nedir onu bile bilmiyoruz hala, bu yüzden ne günaha girmiştir bu yaratık daha, ne de üç kuruşluk bir iyiliği dokunmuştur yaşadığı dünyaya, bir deneyimlemedir o, bir denek daha doğrusu, kobay yani, tanrının tasarımları filan diyende var, dur ısırma ama, dişlerin çok sağlam ve köpek dişlerin ne kadar keskin görüyor musun, git aynaya bak istersen, ha koridordaki aynaya bak, loş ışıkta iç organlarını görebilirsin ona bakarsan, aşağıya doğru, döne kıvrıla süzülen şeyin ne olduğunu bilebilecek misin bakalım, içinde hala o var senin, iki bacaklıya dönüştüren balçık, ağlama ama, biliyorsun korkutmak istiyorum ben seni...
Bakın, şarıbül leyli ven nehar, ebedi sarhoş demekmiş, bir adam varmış, bir gün Almanya'ya gitmiş, ama bir süre sonra bir duyum almış, şalvarı tezek kokan ve sattığı ıspanakların parasını, ayak parmacığını sayarak hesaplayan karısıyla ilgili, karısı hörgüçlü bir deve gibiymiş, son derece ürkütücü, adımları tren katarı gibi, baldırları paskalya çöreği gibi, yok besili kısrak gibiymiş, kuyruğu da beline kadar uzanıp, uyluğunu kapatıyormuş, uzaktan gören onu Kerberos ya da Minotaur gibi bir şey sanıyormuş, oda ahaliyi kırmaz bazen beygir gibi kişner ya da boğazlanan bir sığır gibi böğürürmüş gece yarılarında, işte adam Almanya'ya gittiği halde bu kişneme ve böğürmeler kesilmeyince, karın seni aldatıyor Çamurcu Muhtar Dayı'yla diye bir haber uçurmuşlar, adam sessizce dönmüş ve karısına yetmiş galon şarap içirip, ağzından laf almaya çalışmış, dev anası zerre kadar tınmamış, derken adam dönüyorum ben Germencik vilayetine, hadi hoşça kal demiş ama eve gece yarısı birden dönerek, gafilleri yakalamış, daha doğrusu karısı gene kişneyip böğürüyor, Muhtar Dayı'da iki ayağını kadananın sağrılarına vurarak dört nala gitsin atım da, ufukta nallarından kıvılcımlar saçan süvariler ya da kuyruklu yıldız sürülerinin içine girerek, yanıp sönen alev böcekleri sansınlar beni, yarıtanrı Muhtar Emmi'yi diye ter döküp debeleniyormuş yatakta...
Alman mültecisi kardeşimiz, her ademoğlu gibi Havva'da aramış kusuru ve Muhtar soba deliğinden bacaya geçerek, dama çıkmış ve kolayca kaçmış evden ve hiç umursamamış bile başına geleni, kılıbıklık deryası adamsa, karısıyla gene içmiş, ama bu kez sızana dek, yok hayır ama, karısı sızana dek ve işte korku, ürkü saatimiz şimdi geldi artık. Adam; dünyanın yarısından büyük olan, Isfahan gibi karısı, Ali Baba Kırk Haramiler meseli uyarınca uykuya dalınca, ne yapmış biliyor musunuz, karısının mahşer de bile teneşircilerin ilgisini çekip, içmeden sarhoş olmasına yol açan, ilahlara layık Mezomorto Yarığı'na şarap şişesini değil, evde bulunan Barthelmi Diaz'ı değil, Balthazar'ı da değil, çalı çırpıyı bile kesmeyen, işe yaramaz, kollarından uzun kör baltayı sokarak, altın gibi parıldayan dişlerinin arasından, Muhtar'la meze yaptıkları için; azgın derecede kişniş otu kokan mübarek ağzının ortasından, Priapos'un bindiği düldül gibi çıkarmış.
Karısı ölmeden önce, at gibi kişnemiş ve gözleri belerip, kızıl bir fener gibi yanmadan önce de, bir sığır gibi böğürmüş gene, hatta ayağa kalkıp, adama saldırmış dendiğine göre, ne olmuş sonuçta dersiniz, adamın kalbi heyecanına yenilmiş ve ölmüş ne yazık ki ve karısından öbür dünyada bile ayrı kalmamayı başarmış böylelikle, oysa bu adamcağızın ölüm nedeni, tanrı indinde, kendisi Almanya'da karısının işlediği günahların envaı çeşidiyle gönül eyleyip, Keramet Çubuğu ordan oraya cirit attığı halde, karısına bunu her iki cihanda da çok görmesiymiş, tanrının adaleti, sabrı, minneti ve mihneti vardır biliyorsunuz, o esirgeyen ve bağışlayandır ve de zaten Günah Cehennemi'dir bu dünya, dimyata giderken evdeki bulgurdan olursunuz, sıygayı anlayamaz, sınıfı geçemezsiniz bir hiç yüzünden ve başınıza gelenlerin reva gördüğü ruhani şiddet, öyle büyük yaralara yol açar ki, düş evinizde dahi, hiç bir zaman iflah olamazsınız kıyamete dek!..
Kuşun karnı taşla bile doyar ama insanın karnı düşünmeyi öğrenmeden, doymayı bilmez, hiç bir şey öğrenmese de, geviş getirir durur alçak gene de, Mojave'de de böyledir bu, Selcen ve Karahallı'da da...
Şöyle bir şey yazsaydık biz bu olayda ya da yazabilseydik keşke...
'Adam ve karısı tapınak kirişlerinin altındaki rüzgâr odasına girip, orada uçsuz bucaksız manzaraya daldılar ve gecede sevinç kasırgası gibi sevişerek, cennetin yeryüzünde olduğunun, yaşamın bir cennet provası olduğunun, arsızlıkla, doymazlıkla tadına vardılar.
Ve sonunda bir yaratılmışın, bütün uzuvları tümel olmuş, kusursuz bir varlığın doyumsuzlukları, ulaşılmazlıkla berkitilmiş, yüceltilmiş açlığının sınırları ne olabilir ki diye düşünerek, tan atımına vardılar ve altın sarısı ışığıyla güneş tanrısı, onları kollarına alarak, bir daha uyanmaksızın, sonsuz bir düş ülkesinin içlerine doğru kanat açtılar!..'
...
...gün gelip herkesin bacaksız bedenlerle yerlerde, ateşten duvarlara tutunmaya çalışarak sürüneceği...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder