5 Haziran 2018 Salı

DİL SÖYLENCEDİR


DİL SÖYLENCEDİR
k sözcüğü Hint kökenli diyorlar, Aşaka diye bir ot varmış dediklerine göre, -bir sarmaşık- ormanda sarıp sarmaladığı ağacı sonunda kuruturmuş. Aşk'ta -karasevda- yoluna çıkan, uçurumuna düşen çoğu kurbanını kurutuyor, mantıksız bir yaklaşım değil!.. Windsor düşesi yüzünden Philip tahtı bırakıyor, Beatrice sararıp soluyor, Kleopatra yılan zehrini zerk ederek öbür dünyayı yeğliyor, Antonius imparatorluktan oluyor, Tac Mahal aşkın kudretiyle güneşe meydan okuyor, Mecnun, Leyla'yı -insana- benzeten sultanına sen ona benim gözümle bak diyor, ama garip bir şey var bu mesellerde Pygmalion gibi tanrı neden yarattığı kullarına aşık olmuyor, eski Grek tanrıları söylence kurbanları ama, tek tanrılı dinler daha otoriterler, yaşamda aşka yer verecek vakitleri yok onların, emin olun ki geleceğin tanrıları aşkın olmadığı bir dünyanın efendisi olacaklar, aşk doğayla ve büyüyle yaratılmış tansıklı dünyamızın, daha doğrusu cennetsi dünyamızın masallarından biri aslında... Mekaniğe doğru evrilen yaşamımızda aşk belki biçim değiştirir ama gözyaşı ve gönülleri titreten iç acılarıyla, elem ve emel denizlerine gark olup sürüklenme çağlarımız gene de gerilerde kaldı diye düşünüyorum... İnsan her zaman geçmişini özleyecektir, gelecek bilinmeyenlerle dolu çünkü!..
Aşkın baş döndürücülüğüyle ilgili bir şey anlatayım -aynı şeyleri yineler durur insanoğlu- binbir gece masallarında geçiyordur sanırım, ama ben göremedim, tıpkı Ulysses'te kuark sözcüğünü göremeyişim gibi!.. Vakıa şu, adamın biri çölde -bedevi- vuzuh içinde ibadete durmuş, önünden kaygısızca bir meczup geçmiş, bedevi hemen örtüsünü çekip almış ve ayağa kalkarak bre melun nasıl önümden geçersin beni görmedin mi, ibadeti bozdun işte demiş. Meczup şaşkın, ben Leyla'nın aşığıyım,            onun kurbanıyım, seni göremedim, sen ki Allah'ın aşığısın, yaratana sevdalısın, beni nasıl gördün demiş!..
Anlatmak istediğim şu, aşkın özünde Türkçe olduğunu söyleyecektim, kök olarak, Aşk Azerice'de Eşk olarak söylenirmiş dillerde, ağızda yani, Eş'den kaynak alan sözcük yani, eşk ışığa gidiyorsa, eşte ışığım anlamındadır belki, Platon'a göre aşk insanın diğer yarısını aramasıymış; Eşk de eşim, yani benim olabilecek dünyalarda karşılaşabileceğim biricik yarım, öteki yanım anlamına gelmiş olmuyor mu. Atın, -güzelliğin timsalidir diyen var- tüm görkemini yansıtan, hayranlık verici, uyum ve sükun içindeki yürüyüşüne de eşkin adı verilirmiş, belki de bu yüzdendir. K, bizim dilde çılgınlık, aşkınlık eki olarak işlevi olan bir sessiz harf. Coş, coşku, eş, eşki, şar (akma gürültülü akış) şark diye akma veya düşme eyleme şiddet, hız ve sertlik kazandırıyor, eşk de çılgınca beraber olabileceğim eşim, arkadaşım, kardeşim, sevdiceğim gibi anlam kazanıyor. (Şark doğu anlamına geliyor, inanın oda Türkçe, Şarkı, suyun uyum içindeki şırıltısı demek, şarlayan suyun uyum ve dinginlik veren sesi, suyun şarlaması doğduğu yer anlamına gelebileceği için ki öyledir, şark da elbette doğum, doğan anlamına gelebilir, yani sözcükler, kavramlar çok yönlü gelgitler içinde değerlendirilebiliyor gördüğünüz gibi. Bu duygu, suyun bu şarkısı için Borges bir methiye yazmış bakın işte o şiir...
''Elhamra''
Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki
Kimi kumları kararmış bunalmış gibi.
Zarif bir el yol açtı ona
Özenircesine sütunlardaki oyuklara.
Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi
Geçip gidiyor ıhlamurların arasında.
Onun içli bir şarkı olduğunu
Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu
Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini
Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu.
Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar,
Sürüler, yağmacı kalabalıklar.
En iyi olmak için boşuna uğraşırlar.
Bütün bunların ayrımındadır üzünçlü kral,
Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez,
Geçersizdir anahtarlar,
Haç ötekilerin olur ay tutulurken,
Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.
Şar sözcüğü ilginç, Fransızca da şarlatan var, yani boş yere, yalan dolanla yüksekten atıp tutan, aldatan demek, Türkçeden geçmiş olması gerekir ya da aklın yolu bir, ne diyeyim. Oysa ben Şarlotan diye onu batılı bir kisveye sokmak istemiştim, boşuna çabalamışım. Bizim köyde şarlak vardı, köylüler şarlak derdi, küçücük bir çağlayanımız vardı, onun adı... Diller geçişli ve kökte bir, neredeyse hepimizin ortak yargısı üzere!..
Dil bir tabu değildir bu yüzden, tabulaştırmamak gerekir. Her söylence bir gerçeklikten kaynak alır, Babil Kulesi'nin dillerin ayrıldığı yer olması meseli, doğrudur, tanrı (ulu gerekçe, tartışmasız kabul, insanın hep birlikte karar verdiği ilahi ortaklıklarına, düsturlarına yüklenen şanlı nişane) dillerimizi ayırdı ve sonsuz kardeşlik bitti, cennet ve cehennem türedi ve evrenimiz kozmostan, kaosa evrildi, tanrının canı sıkılmış olabilir belki de sükunetten, şunları birbirine vereyim, düşman eyleyeyim ki, kulübelerinde yıldızlara bakıp durmaktansa, samanyolunda yeni yurtluklar aramak gibi kaygılara sürüklensinler diye düşünmüş olabilir.
Şiddet coşkudur aslında, iyi bir şeydir, enerji ve hız kazandırır, ama şidetin ehlileşip, evcilleşme çağlarına gelemedik daha, evrildikçe o da olacak, nasıl tanrılarımız evrildiyse, yıldırım elektriğe dönüştüyse, bir gün şiddette bulvarlarda tasmasıyla gezdirdiğimiz finomuz gibi! -tüm sadakatiyle bizlere bağlı olacak-, şiddet genlerimizden çıkacak ve pozitif bir enerji, tanrısal bir kuvvet olarak evrene yayılarak, mutluluğumuzun kaynağına dönüşecek.
Şiddette insan gibi, henüz varlığının ilk safhalarını, primitif çağlarını yaşayan bir şey, bir töz, bir soyutlama... Varlık, insanlık deneyim edindikçe, ölümü, aşkın yok ediciliğini, şiddetin buyrultu ve körlük aşılayan yanlarını törpüleyerek evreni gül bahçesine çevirecek, yaratılmışlığın kozasından çıkarak, yaratan safhasına geçecek, güçsüzlüğünü, acizliğini, kölecil edimlerini, zaaflarını tarihin-zamanın gerisinde bırakarak, evrenin akla ve aşka uyarlanmış egemeni olarak, esirgeyen ve bağışlayanla yer değiştirecek...
Tanrı olacak!..
Yoksa bu çabaların hiç bir anlamı olamazdı, bunu tanrı istiyordur kısacası. Eğer tanrı bunu amaçlamamış olsaydı, bize düş gücü, şiddet ve aklın büyüleyiciliğini bağışlamazdı, bağışlayamazdı belki de...
Bunun kanıtı var, her şeyi yaratan tanrılar, yorgun düşünce, bu işleri yapacak bir tanrı yaratalım, tüm işleri o yapsın, biz dinlenip keyif sürelim demişler ve o tanrıyı yaratmışlar, adını da Amilu koymuşlar, ortadoğunun, Mezopotamya'nın, tanrıların cirit attığı toprakların söylencelerine göre...
Kim bu Amilu...
Amele, yani insan!..
Bu topraklara bütün batının, hatta bütün dünyanın göz dikmesi bu yüzden, tanrılarından korkuyorlar ve kendilerinin başına gelebilecek şeylerden kuşkulanıyorlar, batı bu yüzden yadsımacı, yani inkarcıdır, tanrının üvey evladı gibidir, peygamberini bile çarmıha gerdi o ve o Kabil'dir belki de, onun için bu toprakların, tüm ortadoğuyu, antik yapılarıyla, yer altı zenginlikleriyle, kaynakları ve efsaneleriyle, İlyada'sından, Binbir gece masallarına kadar her şeyini yağmalıyordur, doymak bilmez bir açlık ve yüzyıllarca gölgede kalmışlığın hıncıyla... Ortaya koyup, yaratılan bir talan ve yağma uygarlığıdır ama, aynı zamanda bu, tanrının bir sınavıdır onlar için, ne yazık ki görüntü onların modern bir kıromagnon ve vampirik bir siborg olma yolunda ilerlediklerini gösteriyor, ne ki onu ehlileştirecek olan yine Amilu'dur, bu toprağın tanrıları!.. Efsaneler onları bekliyor!..
Aşkta, gerçekte Eşk olup, anlatıldığı üzere saf Türkçe bir sözcük olup bu toprakların kadim efsanelerinden, dünyadaki yeni ve çağımıza atfedilen tüm edebi edimlerin -roman, şiir, öykü- efendisi binbirgece masallarından el alıp, -binbirgecenin kaynağı da Gılgamış'a, Babil satiriklerine uzanır- dünyaya yayılmış bir kavramdır, tüm kültürler gibi!.. Eşki aşk olarak telaffuz eden İstanbul diyalekti olup, fason ve boyunduruk altındaki burjuvazimiz bu tür oyunlara başvurarak ayrıcalık arar kendine, gerçekte kendisini yadsıyordur ama, çünkü burjuvazimiz öylesine fason ve al-satçı bir şoven yapıdadır ki, geceleri düşlerinde,  bu tutumuyla halkı uyutmaktan suçlandığı için, kastanyetli ecinniler çevresinde toplanarak, fantoma (hayalet ağrı) ağrısına tutuluyor mudur bilemem!.. Öyle fason ve uzaktan kumandalı bir burjuvazisi var ki bu toplumun çocukluk hayalim sportif müdür olmak diyebiliyor!.. Filigranlı konuşmak az gelişmişlere mahsus bir yetenektir, sen dağların hayvanların çobanıysan, ben de denizlerin balıkların çobanıyım Mihail!.. Cehaletle bilginin okyanusları bile baş edemez!..
Yazı yani düşlerimizin kayıt altına alınması bu toprakların icadı olup, atomu parçalamaktan daha büyük bir buluştur, atomu parçalamak bir olgu, bir sonuçtur, yanardağın türevidir o,  ama yazı salt bir düşlem,  olmayana ergi ve  yokluktan var etmektir bir neni ve yalnızca tanrının gücü yetebilir ona, öyle ki artık Tanrı'da bu toprakların atalarından başka bir şey değildir. Geldiğimiz yer ise düşündürücüdür!.. Biz bunu hak etmiyoruz demek acizlik belirtisiyse de, insan-lık nankör bir yaratıktır.

Nankörlüğün sonu ise kıyamettir!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder