5 Haziran 2018 Salı

SANAT ve DİL

SANAT VE DİL
Bir süre önce İstanbul Modern Sanat Müzesine gittim, pazartesileri kapalıyız dediler, bu durum güzel sanatlara olan ilgimizin boyutlarına ilişkin ayrımlar sunabilir, müzelere ne denli az uğruyoruz ki kapalı olacağı günün hangisi olduğu bilincinden yoksunuz. Ertesi gün yine gittim, elbette çok beğendim ama gerçek mülk sahipleri hemen oranın bir modern sanat müzesi olmadığını ancak bir 'müze' sayılabileceğini kulağıma fısıldadılar, oysa ben sanat için anlatılan en geçerli fıkranın bir eşeğin kuyruğuyla Dali’nin yaptığı tabloya yapılan anıştırma ve ‘bunu ben de yaparım’ biçiminde bir fütursuzluğun kuşağından biri olarak müze olsun da ne olursa olsun mantığının kurbanı bir kategorinin içine girmeyi çoktan kabullenmiş biriydim. Sanata, güzel sanatlara ilgiyi artırmak kolay ama çok boyutlu bir şey, örneğin sosyal dengeler birbirine yakın olacak; kişisel sorunlar taşıyan insan sanata yönelebilir ama sanatı anlayacak gücü kendinde bulamaz, yani hepimiz şiir yazabiliriz ama şair olabilmemiz koşullara bağlıdır, oysa kendimize bağlı sanırız.
Bunun gibi ilgiyi artırmak için örneğin ilköğretimde bir müze veya antikite dersi konamaz mı, şunu demek istiyorum, ayda bir de olsa bir ders adına örneğin Arkeoloji müzesine zorunlu ziyaret yapılmalı veya ayda bir gün, bir sınıf o günü dışarıda kültürel, sosyal izlenceyle geçirmeli, ama bu servis, para, anlayış ve çeşitli olanaklar isteyen bir şey, oysa biz okullarda henüz ısınma sorununu bile çözebilmiş değiliz, bunun kesin tanıklarından biriyim. Ayrıca görsel ve yazılı basın bu ilgiyi artıracak sıcak tutum içine girmediği için, bizde sanat diğer alanlarda olduğu gibi bireysel atılım ve girişim işiymiş gibi gözüküyor, oysa Rönesans ve reformda görüldüğü gibi sanat bireysel değil toplumsal bir olaydır, köklü geleneğin temellendirmediği bireysel anlayış ve atılım ancak işgören sanatçılar yaratabilir.
Sanatsal bir uğraş o denli büyük değişiklikler yaratır ki insan üzerinde, dünyayı neredeyse 'bir sanatla uğraşan kişiler' ve bir sanatla uğraşmayan kişiler diye ikiye ayırabilirsiniz, bir sanatla uğraşan kişi büyük olasılıkla daha hoş görülüdür bunu hemen gözleyebilirsiniz, şiddete uzaktır ve insanlığın hallerini daha bir olgunlukla algılayabileceği için (tarihi-sosyal, çünkü sanat bir kültür içereni ve yapılanımıdır sonuçta) gerçekte daha donanımlıdır ama yaşadığı dünyaya konumu ve organik yapısı nedeniyle ne yazık ki ters düşer, bu kaçınılmazdır ve bir klişe gibi gelen muhalif sözcüğü gerçekte tam bir karşılık olup; sanat ve sanatçı gerçekten bir karşı duruş sergiler, bunun dışındaki şeyler, örneğin güdümlü üretim sanat olmayıp kültürel tüketim alanına girer ve diğerlerinden kolaylıkla ayırt edilebilir.
Sanat bir yetenek değil eğitim işidir diye düşünelim. Gerçekten de doğrudur, yeteneğin tanımının tam olarak yapılabileceğini sanmıyorum, arzuyla yönelme midir yetenek, birikim midir, tanrısal meleke midir, geliştirilmiş beceri midir... Sözcük olarak yeteneğin varlığına inanmak gerekir ama, kapsadığı alan bakımından yeteneğe inanmak usdışı bir yaklaşım olmaktan öteye geçemez, yetenek olabilirlikler alanının tüketilmesiyle yapılandırılmış bir bileşkedir, ama biz onu göremeyiz, hatta sanatın uğraşanı da onu göremeyebilir, bu nedenle yetenek kısaca mistifize, soyut bir kazanımmış gibi dokunulmazlık zırhına bürünür, oysa Aziz Paul’un yinelediği gibi ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ ve anlaşılmayacak bir şey de olmayacaktır, ama anlayamadığımız (sürgit olmayan) şeyler hep var olacaktır. Bu şeylerin içiçeliğinden kaynaklanır ve anatomik doğa yasaları gibi birbirini izlerler.
Bu açına bağlı olarak, olağanüstü bir şey yoktur dünyada diyebiliriz ta ki anlaşılıncaya kadar! Tansık insanın kendisindedir, dahası kendisidir. Bu bakımdan sanat ya da sanatsal etkinlik ulaşılmaz bir şey değildir ama çeşitli nedenler ve de konumlar sonucu kavranılmaz bir şeymiş gibi sanılabilir, bu kavranılmazlık da giderek ulaşılmazlık içerebilir, 'kavra' diye yerel bir deyim vardır, sıkı tut, ‘sahip ol’ anlamında kullanılır. Sorun dar düzlemde böyle açıklanabilir. Ama geniş düzlemde bu sorun büyür, sanat bir üst yapıdır, ne ki üst yapının biçim verdiği bir şey olmamalıdır, mağara soyluları nasıl varlığını, kimliğini duvara resmettiyse, günümüz anlayışı da, olanı ve olması gerekenin yansısı ve yankısını düşsel düzlemde yaratmayı sürdürecektir. Bu özgürlüktür ve bir formasyona sığdırıldığında sanat olmaktan çıkar. Örneğin dili, kültürü kurcalanan, bir erkin despotize ettiği toplumlar geri kalmakta olan ya da geri kalacak toplumlardır, bu sanatı da, sanatçıyı da sakınımlı dürtülere sürükler. Yine bizde dil sorunu bile çözümlenmiş değildir, dil üzerinde bir konsensüs kurulmamıştır, bunun tartışmasıyla yıllar geçirilmiştir, halen de öyledir.
Bir görüşe göre Osmanlıcadan koparılan toplum yolunu yitirmiştir, diğer görüşe göre ise toplum dilini yeni bulmuştur, doğrusu da budur. Farsça, Arapça ve kırma Türkçeyle oluşturulan bir dil bulamacıdır Osmanlıca ve tarihte böyle bir dil de kalmamıştır, çünkü gene Osmani dille söylersek bu bir dil değil terkiptir (Yunus'un Türkçesi varken Osmanlıca yoktu, I.Mehmet'le imparatorluk sıfatını alan devlet, halife I.Selim'le Osmanlıcayı tümüyle benimsemiş, resmileştirmiştir, öyleyse Osmani dil zamansal, topoğrafik bir gereksinim, yapay bir dönüşümdür), çok uluslu Osmanlının, Balkan, Anadolu, Ortadoğu diyalektleriyle oluşmuş bir karma yapıdır, bir ana ekseni yoktur, eşit ağırlıklı bir kimyasal gibi sonuçta kolayca ayrışmış ve buharlaşarak reaksiyon sona ermiştir. Nasıl Brötonca olmayıp, Galce, İngilizce varsa, Romanofça oluşmayıp, Rusça sağ kalmışsa bu da böyledir. Bu açıdan Cumhuriyetle bir dil devrimi yaşanmamıştır, tam aksine bir karşıdevrim veya bir dokuncaya (müdahale) son verilerek, bu baskı ve yapay zorbalığa son verilmiş, dil doğal yatağına (mecrasına) kavuşarak, gerçek kimliğine ulaşmıştır, bu anlamda karşıdevrim süreci bitmiş, herkes dilini korumuş, ne ki herkesin dili Osmanlıca gibi bir bulamaç, yapay bir kurmaca doğallıkla halkların dili olamamıştır. Ama kimi entelektüellerimiz Osmanlı bürokrasisiyle olan bağları ve üstyapısalcı yaklaşımı ve genlerinden süzülen hegemonik dürtüleri nedeniyle bu dilin toplum ve ülkenin diliymiş gibi; ortadan kaldırıldığını ileri sürecek denli bir açmaza düşebilmişlerdir. Oysa basit bir deneyle gerçek ortaya çıkabilir, Anadolu’nun en uzak bir köşesinde ‘Aşiyan-ı mürg-i dil zülfü perişanındadır’ deseniz kimse size öbür mısrayı söyleyecek bir bilgilenim sergilemez ama ‘Bir garip ölmüş diyeler’ deseniz hemen diğer dizeyi size söyleyecekler, hatta başka örnekler bile vereceklerdir. Saray çevresinde, ya da şehzade sancağında yuvalanmaktan öteye gitmeyen ve bazılarının Türkçe için dediği gibi asıl uydurma dil olan Osmanlıca’nın kültürler arası bağı kopardığını ileri sürmek işte bu nedenle büyük bir aldatmaca ve bu ülkeye karşı yapılmış bir kültürel gecikmeye yol açacak gereksiz bir tartışma olmuştur. Bir ülkede sanat benzer nedenlerle, geri kalıp yozlaşabilir. Osmani anlayış, yüzyıllarca nasıl bir kraliçe ve prensesten yoksun, masalsız, söylencesiz, kurak, tek boyutlu bir ataerkil yapıyla, mimariden, heykelden, resimden uzak ve edebiyatı da salt şiir terennümü, basit bir sözcük oyunu sanarak, katılımcı, var edici değil, yok edici tavrıyla nasıl yüzyıllarını geçirdiyse, dünya renklerini kısır bir döngü içinde, kendi içine kapanarak görmezlikten geldiyse, sonuçta bunun uzantısı olan teknoloji ve bilimden geride kalıp, yıkılıp gittiyse (Şalvarı şaltak Osmanlı, eyeri kaltak Osmanlı, ekende yok, biçende yok, yiyende ortak Osmanlı, deyişi zadeganın değil, halkın deyişidir ne yazık ki...), aynı şey her zaman tarih sahnesinde yinelenebilir.
Dilimize, kültürümüze, sanatımıza katkıda bulunmaya çalışarak, kültürel değerlerimize, müze bahçelerinden gün ortasında yapılan saldırı ve barbarlıklara, onları yok edip, çalıp çırpmaya karşı sürüp giden çabalarımızı tüm bir toplum olarak artırmaya, bireysel ve toplumsal kayıtsızlığımızı hep birlikte ortadan kaldırmaya, fasonistik yapıya karşın sanat ve bilim aşkını yüceltmeye çalışmalıyız. Novalis ‘Şiir insanın doğal dinidir’ demiş. Bunu ‘Sanat toplumun doğal dini olmalıdır’ biçiminde düşünebiliriz ve düşünmeliyiz.
Çünkü, bilim, sanat, teknoloji üçgeni çağımızın varoluş bildirgesidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder