19 Ağustos 2018 Pazar

YALTIRIK










Sönüşe, yok oluşa meyil vermiş. Bu doğru ama şu anlamda söz konusu olabilir, yal, hayvan yemi, küspe, tatsız tuzsuz anlamında kullanılıyor yerel dilde, yal tek başına -yansıyan- ışık anlamında olabilir ama, ikinci anlamı hayvan yemi olduğu için yaltırık'ın ikinci anlamından türetilmiş bir sözcük olması daha kuvvetli, yal, yalım, yalaz gibi sözcüklerden, yaltırık gibi bir sözcüğe dönüşüm zor, çünkü tırık genelde olumsuz bir ek, argoda zottirik, kıytırık gibi. Burada yaltırık olumsuz bir önerme sözcük olarak, yaltırık derdi köylüler ama onu güvenilmez, yalpalayan, hem sağa hem sola meyilli gibi, kararsız veya ağır kaçsa da iki yüzlü gibi algılardım anlam olarak.

Sonuçta yaltırık olumsuz bir anlam içeren sözcük, büyük olasılıkla, ama tatsız tuzsuz, kararsız veya güvenilmez kadar, ışık anlamında yanıp sönen, sönmeye yüz tutmuş veya sönmek üzere gibi anlamlara da gelebilir. İkisi de yakın anlamlı, ışıktan yoksun, yararsız, güvenilmez ya da yalpalayan anlamında...

Anlam birliği var, sözün içerdiği, yüklendiği anlam bakımından, her iki halde de olumsuz sonekli bir sözcük. Yerel dilde yanar döner diye bir kavram var, gene güvenilmez, sözünde durmaz anlamında, bir o yana, bir bu yana olabilir anlamında, yanar sönerden evrilmiştir belki, yaltırıkta aynı anlamda, tadı tuzu yoktur, rengi seçilmez, belirsizdir gibi, yal gerçekten tatsızdır ve bir hüküm vermek zordur tadı tuzu konusunda, bu da şu demek, ne olduğu, ne içerdiği, düşündüğü bilinemez deyimine evriliyor artık sözcük.

Köylüler ışkırlak gibi derdi, gerçek anlamını bilmiyorum, ama parlayan, ışıldar anlamında algılardım. Işık yayan anlamındadır belki. Saçını kökten kestiren birinin başı için, parladığından dolayı ışkırlak gibi derlerdi, parıltılı giysisi olan içinde bu sözcük kullanılırdı.

Türkçe çok kullanışlı, üremeye yatkın ve kadim bir dil. Bakın suni, yapay demek, ne kadar güzel ve derin bir anlam içeriyor ve ne kadar ustaca üretilmiş.

Türkçe yetersiz bir dil diye büyütüldük biz, şimdi bu anlayışın nedenini düşünüyorum, çünkü bir ülke geri kalırken, o geri kalıştan rant sağlayan ve o geri kalışın tersine bir dönüşle yol değiştirmesinden korkanlar ve ülke geri kalış yolculuğunda, sömürü çarkını kendi sınıfı ya da grubuna yönlendirenler öne sürüyor bunu. Bunlar seçkinler, aydınlar oluyor doğallıkla, alt sınıf grupları olacak değil ya, gerekirse sosyalizmi biz getiririz mantığı bu demek oluyor, yani ne olacağına biz karar veririz demek, bu da geri kalmış ülkede Türkçe yetersiz, bizden adam olmaz ve en önemlisi Türk sıfatını kullanmak ırkçılıktır gibi yaklaşımların versiyonlarıdır. Bu bir paradokstur ama, çünkü buna karşı çıkarsanız cumhuriyete karşı çıkmış olursunuz, çünkü cumhuriyet basınıyla, görsel medyasıyla, kolejleri, dernek ve fasonist -kur tak sat- üretmeden tüketmeyi ve emeksiz kazancı körükleyen sömürgelere uygun mantığıyla külliyen onların elindedir. Nazım vatan haini, çıplak kabloyu eliyle tutan da Kemal Sunal filmlerinin hayranı bir canlı kurbandır artık. Kazada ölen, hapse giren, inşaattan düşüp cennete gidenlerin tümü de kader kurbanıdır. Düzen sürsün diye arada bir af çıkar ve Allah'tan önce affedenler çıkar sizi ve sırtınızda sıvazlanır tabi!..

Sonuçta, İngiliz, Fransız, Alman sözcüğünü, ağzının salyasıyla, yarı kırma, yarı İngiliz aksanı bir Türkçeyle savuranlar ve Shakespeare, Goethe, Rilke veya Rimbaud, Sartre diyerek, kibir dolu bir ahmaklıkla afra tafra yapanlar, sonuçta kültür hegemonyasının bilinçli ya da bilinçsiz ahmaklığına soyunup, Yunus'u dindar, Nazım'ı komünist diye -gerçekte köylü, işçiden yana!- diye görmezlikten gelen sözde yurtseverler, sonuçta gizil bir ayak oyunlarının mimarlarıdırlar. Geçmişinize küfretmek, atalarınızı reddetmek ve el kapılarında dilenmek kaderinizdir artık.

Bu düzenin çarkçıbaşı olanlar, ülkenin geri kalmasıyla yücelmiş, semirmiş ve en ufak bir değişiklikte, canını verecek, ülkeyi feda edecek kadar yaltırıklaşmış, yanar döner! sinir krizi geçirip, ortalığı ateşe verecek kadar -delirium transı geçirip, Truva Atı olmaya teşne olmuş, maskeli beşlerdir artık ne yazık ki...

Sömürü için önce batının kültürü ululanacak ki, bütün yabancı mallar içeri girsin, saç bakım deodorantı, Brigitte marka epilasyon kremi bile Çölemerik'de boy göstersin, yurttaşlarım bakın benim (boğazımı sıkan) kemerim bile Pierre Cardin!.. Ye iç yan gel yat, kış uykusuna yatan ayı gibi ol, ne fark eder ki!.. El yapar sen bakarsın değil ha, ilk kullanan sen olursun iphonu, 500 tl lik zamazingoyu 5000 tl ye alırsın ve dolar aya çıkarken kemiklerini bile sıyıracak kadar soyulursun o başka, taciz tecavüz, terör ve şiddet, vatan millet edebiyatı arşı alaya çıksın o bize yeterde artar bile inanın, yüz yıldır başka ne var ki şu ülke de!..

Utanmayı yitiren bir toplum, atına bile Napolyon, kızına bile Elizabeth adını verecek kadar şaşırır böylece ve Bayburtlu Zihni'de Rolly Royce'a biner artık öyle mi, işte batı kültürüne karşı çıkmanın özü bu, yoksa onun malları ve dolarlarıyla daha çok yüzyıllar geçireceksiniz ve çocuğunuz anne demeden önce Lady Gaga demesini öğrenecek ve ama yerli üretimi rantabl değil, kalitesiz gibi burun kıvırmalarla, don lastiğini bile dışardan edinecek artık.

O yiyecek içecek, yan gelip yatacak ama efendisini görünce temenna çakıp hazır ola geçecek. Köleler daha mutlu bu dünyada inanın!.. Bilmiyor ki aşağılık bir oyunun tasmalı maymunu olmak, parası pul olmuş bir ülkenin canlı kuklası, gönüllü palyaçosu olmak yolunda, kurbanlık bir koyun gibi mezbahaya koşturuyor!.. Vatansız Yurtseverler Kumpanyası'dır bu senaryonun adı.

Her kavram gözden geçirilebilir dünyada, yurtseverim der insan belki ama gerçek görünmeyebilir, sezilmeyebilir. Nazım yurtsever değil bir haindi bu ülkede, daha kimler bu duruma düştü bir gözden geçirin, öyleyse o kavram ne hallere düşmüş varın siz düşünün. Nazım'ın Avrupa'yı, Batıyı eleştiren bir nolu sanatçı olduğunu da unutmayın. Nazım baştan sona batının emperyal ve barbar yüzünü göstermeye adamıştır kendini, ona sahip çıkanlar bugün bile batının kuyrukçusu, dolar tapınakçısı birlik beraberlikçiler!..

Örneğin, batılı bir şarkıcının abartılarak, konser bileti yüksek bir bedelle satılıyor ve bu bir alışkanlığa dönüşüyorsa, türkünüz küçümsenir, şarkınız horlanır hatta edebiyatınız hiçlenir ki uyduruk bir batılı şarkıcının konserine bir aylık meblağınızı yatırma alışkanlığı sürebilsin. Basın bunu körükler ve bizim basın öteden beri Türki cinsiyetini yitirmiştir.

Bu takım elbette Türkçeyi küçümseyecek, Bosphorus sözcüğünün bile İngilizce olduğunu ilan edecek, Drakula-Vampir öykülerinin Evliya Çelebi'nin verdiği bilgilerle bir Osmanlı-Türk kültürünün ürünü olduğunu bildiği halde Bram Stoker'in romanıyla dünyanın bu kavram ve kültürle tanıştığını söyleyecek, tiyatronun anavatanında perdeyi Shakespeare'le açıp kapatacak kadar kimliğini ve kişiliğini yitirecek, benliğini kaybedecek ve en acısı bunu bile isteye hatta gerekirse, halkın birbirine düşmesine bile göz yumarak sürdürecektir.

Bu ülkenin diline, kültürüne sahip çıkarak, kültür emperyalizminin kıskacından kurtulması ve içerdeki işbirlikçi ve kültürümüzü aşağılayan yerli misyoner ve batı kültürünün gönüllü kültür elçilerinden ve tasmalı zihindaşlarından kurtulması gerekir.

Çünkü kültürümüz yalnızca dışardan alıyor, tıpkı sınai ürünler ve tüm temel gereksinimleri ithal ettiğimiz gibi, ama dışarıya hiç bir şeyi pazarlayamıyor, iletemiyoruz. Bu da bizi bir tür sömürge yapıyor.

Ülkemizin her alanda kendi ayakları üstünde durması ve ulusal kimliğini dünya arenasına yansıtabilmesi için bir kültür devrimine gereksinimi var.

Klasik batı müziğinin -yorumcusu- bunlar sanatçı da değil, salt piyano çalan insanlar yetiştirip, Shakespeare sergileyerek dünya arenasında saygınlığa kavuşacağımızı sananların hali pür melali ortada, gümrüklerde donlarına kadar aranıyorlar. Gerektiğinde aşağılanıyorlar, çünkü onların kültürünün birebir taklitçisi, özenti dolu maymunlar olduğunu biliyorlar.

Ama dünyanın karşısına; Evliya Çelebi operası, dünyada felsefeyle şiirin sentezini ilk başaran Yunus'un dizeleri ve Nazım'la, Yaşar Kemal'le, Nuri Bilge Ceylan sinemasıyla, antik çağın en zengin kalıntılarıyla dolu müzeler ve Türkçemizin bilimsel, edebi ve astrolojik, altın bir dil gibi parıldayan tüm yapıtlarıyla ve öz benimizle yoğrulmuş tüm ürünlerimizle, Mustafa Erdoğan'ın -değeri bilinmiyor- Anadolu Ateşi gibi özümüzden fışkıran folkloruyla, dans ve oyunlarıyla çıkarsak, eski çağlardaki güç ve saygınlığımıza kavuşabiliriz. Dünyanın kültür ihraç eden ülkelerinden biri olabiliriz. Önceleri olduğu gibi.

Ama başkalarının yapıtlarını yüceltip, kendi toprağımızı küçümser ve sırtımızı çevirirsek daha çok zamanlar, sağda solda, gümrük geçişlerinde ve göç ettiğimiz el kapılarında küçümsenmekten kurtulamayız.

Çünkü başkasına benzemeye çalışırsanız, bunu becerip becermediğinize onlar karar verir, ama kendiniz olmaya çalışırsanız, buna ancak siz karar verebilirsiniz!..

Çağımızda biz, bu toprağın insanları, esaret altında; dili, dini, kültürü dizginlenmiş bir toplumun çocuklarıyız ne yazık ki...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder