10 Mart 2019 Pazar

MAĞARA




Yengeç ayağını ısırınca, Herkül, Davut’un kelebeği gibi titredi. Dağ nergisleri kaplamıştı ormanı, bataklığa düşmüş bir ceylanın çığlıkları yankılanıyordu. Yağmurlu zamanlar gibi kokusunu yayıyordu sümbül. Ah Belinda ne güzelsin, çamurdan çıkan  gılyanus balığı bana gülüyordu. Bir primat olan bizler; doğanın ilkeleri uyarınca ölüme gitmekte olan varlığın evrimini, bilgi üretimi yoluyla ödünleme, durdurma, belki de geri çevirme girişimi veya serüveni içinde bulunuyoruz. Elektrikli denize uzaklardan bakan ruhlar, parlak, temiz porselen tabakta toplanıyor ve iğne bacaklı bir kuleks onlara yas tutuyor. “Örümcek İmparator Sarayı’nda örer ağını / Kubbelerinde söyler baykuş Efrasiyab’ın şarkılarını.”
Balkıyan gözler, Sibirya’da Popigay kraterini görüyor. Yüzyılın başında çingene asıllı Gülistan, zurna eşliğinde Değirmenci düetini -tek başına- söylüyordu. Yahşi hayvanlar uluyordu. İşte akrep, güz rengiyle yeşilimsi zarlar ve çiçekler arasındaki o gölün derinliklerinde büyüdü ey güzelim çocuklar. “Geceleyin pencere kuzgunlar için açık kalır
Öyle ki: 'Uykuda bir şeyler sürünerek içeri girer
ve oda sarı gözlerle dolar.'   

Norveçli Knut Odegard bu dizeleri yazarken, ekose gömleğine bakıyor ve tungsten flaman gökyüzünün donmuş cesediyle, bir dairenin başlangıç ve son noktasının aynı olduğunu Herakleitos’a söyleyerek, pürtüklü sarı kayaların üzerinden zar gibi ince bir suyun, ağdalı, sümüksü bir yatakta, döne döne akışını gözlüyordu.
“Yeryüzünde her şey tanıdık, yorgun bırakılmış.
Ta ötelerde ağlamak gibi bir ninni
Zaman kendi üstüne dürülmüş, geniş
sonrasız bir boşlukta yüzüyor.
Olmadık kederler yapışkan sarı bir rüzgar gibi
insan bedenini yalıyor.”

A.E’den duydum, çalılık gizemle ağlıyor, ilahi bir kuşun kanadından düşen inciler, hayaletimsi polimer formlarla dolu gözlerimde, acıların tortulaştığı bir su gibi uyuyor. Lezbiyenlerin sevişmelerindeki ilahiyle, leğen kemiğinin iri kara örümcekleri, o güzelim kuşları avlayıp parçalıyordu. Yaratan, yaratılandı. “İsteksizlik çağlarının soğukkanlı edasını taşır bir kaplan” (Nuno Judice)  Kız mı, erkek mi derken bir Gal kavalının derin sesi eşliğinde, Teokritos’un idillerini okuyor, ipek beyazı kokusunda manolyayla bir yaz gecesi vals yapıyorduk. Yaban güllerinin arasında yarasa, arılar, Parankima dörtlüsü, Kuiper kuşağı, Aboriginler, teorik bir ivme sonucu, hac dönüşü Gadir-i Humm’da konuşan peygamberin ağzından dinledik bu öyküyü, hiç bir şey anlatmayacağım, hiç bir şey anlamayacaksınız, yalnızca avunacaksınız, elipsoid kalçaları olan kadınların, ayakları yılan başı gibiydi, yazıtlar, güncenin eylemsizliğine, istençsizliğine bahane işlevi görüyordu, yapıt ve felsefi meditasyon henüz ortalarda yoktu, böyle bir çağda iri taşlarla süslenmiş, şifon ve jorjet transparan giysiler, kaşmir trapez trikolar, payet kumaşlar, torus biçimli bir evrende ve karşı evrende, orada evrenin derinliklerinde işlenen bir cinayet gibi, asık suratlı hayvanları sıralamışlardı salona, inanın, milenyum uykusundaki Ephesus, Kuşhan prensleri ve Stingray nebulası gülüyordu.
“Karla kaplı yirmi dağda
Tek kımıldayan şey
Kara tavuğun gözüydü.”

Wallace Stevens işte onu gördü, Norfolk ardükelerini geziyorduk, ağaçlar altın sarısına bürünmüş peri kızlarına dönünce güz geliyordu, yaratık duvarın arkasından vurur gibi pençeleriyle durmadan tırmalıyor, ellerimi görüyor, gözlerime dokunuyordu ve gene; "Uzaklardan gelen parlak ruhlar, porselen tabaklar aralarında, uzun bacaklı bir sivrisinek duruyor ortalarında” Tekrar çal Sam dedim. Burnuma düşen yağmur damlaları, soğuk ıslak bir ürpertiyle snapslar yaparak beynime varacakken, dilenen kadını görüyordum. Bir dağ aslanının karşısında, kimi uygar organlar ve yüreklerin metalleriyle.
Belki yaşamımızın anlamını şu olayda bulabiliriz. Byron’un 1823’te İngiltere’den gelip, Yunanistan’a uğrayarak Türkler’e karşı savaşması gibi, Lev Tolstoy’un, Yasnaya Polyana’yı terkedip, karlı bir kış günü Astapovo tren istasyonunda ölümünü beklerken, onu bir o kadarda isteyişi gibi, İsa’nın Eboli’de durup bir türlü gitmeyişi gibi, Çin evinin çapaçul kusuntusu içinde Rimpap-Roma balçık, servi boylu, lale yanaklı, keman kaşlı, kement saçlı bakireler, evrenin anatında (anüsünde) debeleniyoruz. “Her gün kendimizden bir parçayı yaşam yolunda bırakıyoruz. Çevremizde her şey yok oluyor, yüzler, ailelerimiz, arkadaşlar, kuşaklar sessizce geçip gidiyorlar, dünya bizden kaçıyor, yanılsamalar sona eriyor, her şeyin yok oluşuna tanık oluyor ve bu kadarla da kalmıyoruz, kendi kendimizi yitiriyoruz.” Kebûd-mavi, Al - Mahmiyya, Tsargorad) -Rus-İstanbul-Antoniya. Erkekler var olsun, kadınlar yok olsun psikolojisiyle sünnetler. Bir çok olasılık var, bacalardan çıktığı gözlenen siyah duman, aslında katı parçacıklardan oluşuyor, çatlaklardan fışkıran akışkan içersinde çözünmüş halde bulunan ve 2 derecedeki soğuk deniz suyuyla karşılaştıklarında anında kristalleşen metal sülfitlerden. Bazıları ekstra ışığın arkasında bu parçacıkların oluşumu ve parçalanışı olduğuna inanıyor. Koni, piramit, prizma, silindir, küp, dut.
Sana boşluğun egemen olduğu bir karşı evrenden ve evrim sonucu yalnızca beyinlerin kaldığı bir ülkeden söz edeceğim: Burada beyinler uçuyor, yürüyor, koşuyor, düşünüp, konuşuyor. İsterse kendi kendini yok edip, isterse çoğalabiliyor, burada susadık ve buz parçalarını kırarak su kurusu yedik. Kaf ve Lut. “Gülüp şakalaşan bir küme kız; bir atın tırıs giden nal seslerini duyuyor Bir gönülçelen, Korent gelenekleri, Peloponnes görenekleri ve Sart’daki gül kokularını bilmeli, mürle ovmalı kollarını, Kuş adamlar ülkesinde su  yeşili  bir kopuz ve şehrûde bakarak ve P. Auster derki ‘Yaşam, geçmişle yetinilmeyecek kadar ilginç.'      

Şimdi şöyle anlatayım: Cadının biri yavru bir fare yakalıyor ve diyor ki ne dilersen dile benden... Yavru fare beni bir prenses yap diyor. Cadı yavru fareyi bir prenses gibi büyütüyor, yaşını alıp boyunu atıp, erinip serpilince diyor ki: Evlenme çağına geldin artık yavrucuğum, güzeller güzelim söyle bakayım seni kiminle evlendireyim. Prenses de cadıya diyor ki; güzelliğimi, eşsizliğimi görüyorsun, bir prenses en iyisine, en güçlüsüne layık değil mi, öyleyse en güçlüsü kimse onu isterim diyor. Cadı düşünüp taşınıyor ve en güçlüsü güneş yavrucuğum, öyleyse ona gidelim diyor ve durumu güneşe anlatıyor. Güneş heyhat diyor, bir bulut bile benden daha güçlü, önüme geçti mi her şey kararıyor dahası  ben bile yok oluyorum, en güçlü bulut diyor ve buluta gidiyorlar, bulut ağlamaya başlıyor, olur mu diyor, en güçlü rüzgar, bir esti mi, ben sanki ruh gibi dağılıp yok oluyorum, siz ona gidin diyor, cadıyla prensesimiz hemen rüzgara gidiyorlar, rüzgar, hemen de boyun eğip, boşuna gelmişsiniz en güçlüsü dağ, ne kadar güçlü essem de yerinden oynatamıyorum, dağın yanında bir hiçim ben diyor. Sonunda dağa gidiyorlar, dağ sonsuz bir üzünçle uzaklara bakıyor, en güçlü kim biliyor musunuz, en güçlü, en güçlü fare diyor! Bakın bağrımı deşiyor, göğsümü eşip parçalıyor da, hiç bir şey yapamıyorum diyor ve cadı en sonunda bir fareyle evlendiriyor prensesi, çünkü en güçlü fare çıkıyor.
Kış sonuna doğru, o erimez ve tükenmez kar tabakaları altından bir tür sarışın ve beyaz çiçekler, çiğdemler fırlar. Cansız, kokusuz, su gibi yumuşak, yarı çiçek, yarı kar, zavallı çiğdemler... Çocuklar bunları toplar ve bir dala dizerek, maniler beyitler okuyup evleri dolaşır, zahire toplarlar. Bu bahara tapınma, kutsama ve kutlama demektir... Karanlık gecelerde balık ve kadın benimdir. Gebe at gibi şehirler, gazyağı için telgraf çekiyorlar, mavi yağmurlar altında.
Soğuk Satürn göğünde, cinsel açlık çeken nar gazelleri ve ayvalar gördük, karanlık bulutların içine doğduk, otların dudakları elektrikle üzerimize kapanınca, Nuh’a sarılıyorduk, köknar dolu koruluklarda, kuğuların sırtına binerek, mavi süsen çiçeğinin içlerine doğru yol alıyorduk. Cima yapıyorduk, en kararlı çelikten yaptığımız kılıçlar aramıza giremiyor, geminin dokusu hafifçe titriyordu. Uzak bir yerde, bilinmeyen bir gezegende,  bir yaşam varsa kendini göstermek ister ama insan bilinmeyeni ya kutsar ya küçümser.
“Görüntünün çağdaş bir sanat yapıtıyla karıştırılması işten bile değil.” Ön planda hafifçe eğilip bükülebilen slip balonlardan oluşmuş bir orman, arkada balık istifi yerleştirilmiş kürelerden oluşmuş ve giderek ufukta belirsizleşen bir yaban sığırı sürüsü duruyor. Bunların üzerini ise, incelikle işlenmiş mısır koçanı, şişe fırçaları, rozet ve çitler süslüyor. Ne var ki, bu görüntü düşler alemini simgeleyen bir görüntü değil. Tümü de gerçek yaşamın, bizlere hiç de uzak olmayan bir dünyanın parçası olan bu görüntüler ağzımızdaki mikropların elektronik mikroskoptan bize yansıyan görüntüleridir.
Seni kancık seni, çaput-kaput dolu evlerde, uyku gibi ılık bir yel yapraklara, dallara, pencerelere çarpıyor, öğle sıcağı sinmiş kapılara, aralıklara, o güzel avluda uyuyor sesin. Tavşanların art ayakları üzerinde durmayı sevmeleri ne ki bilirsiniz küçük çocuklarda bir tavşanı cezaya kaldırır gibi tahtanın önünde pençelerini, usluca duvara dayayıp saatlerce dururlar, bir axolotl içinde diri diri gömüldüğüme, umursamaz bir durağanlıkla zaman ve uzamı ortadan kaldırmak, madeni bir uyuşuklukla, axolotların göz kapakları yoktur, zarımsı, tülümsü bir iç gizemle, arkasını güneşe veren Atlanta türü bir kelebeğin titreşen kanatlarıyla yerde dev bir gölge yaratarak kendisine saldıran kediyi korkutup kaçırması, öbür dünyayı dile getirmemize neden, böyle bir dünyanın var olması,. Saka burcuna giren güneş gibidir. Şaka. Sittei sevirin evveli. Şevval ayı. Bevarih rüzgarları. Safer ayı. Hut (balık burcu). Berdalâcuz’un evveli, Cevza (İkizler burcuna) giren güneş. Kuğu fırtınası. Hüsun fırtınası. Güneşin Hamel (Koç) burcuna girmesi. Güneşin Sevr (Boğa) burcuna girmesi. Zilhicce. Feryadı andelip’de (Zilhicce içinde) Mayıs’taki Kukulya fırtınası. Erbain’in evvelinde. Sebiyeldanın (en uzun gecelerin) evvelinde. Şeratan (Yengeç) burcu. Koç katımı fırtınası. Güneşin Eset (Aslan) burcuna girmesi.
Rebiülahır ayı. Sümbül (Başak) burcu. Güneşin Kavs (Yay) burcuna girmesi. Mizan (Terazi) burcu. Güneşin Cedi (Oğlak) burcuna girmesi. Kışta birden evlerin damlarına, ışıksız pencerelerine binlerce ak serpantin saçıldı. Dilek-Merkür, Çoban-Venüs, Yer-Dünya, Savaş-Mars, Uğur-Jüpiter, Kuşak-Satürn, Gökhan-Uranüs, Denizhan-Neptün, Karahan-Plüton dedi.
Seyyid Mahmut Hayrani bir aslanın sırtına binmiş, bir yılanı da kamçı olarak eline almıştı. Balık ve bisiklet. Etrüsk fresklerinde ağlayan küçük at. Pamir’deki kayalarda büyüyen ot. Kozmik dedektörler, Mozart, yapıtında kornolara çok sayıda tiz ses yazmış, bir galat gibi vahşiler, Cebrail’in kanatları. “Elektronik bir keşiş yüksek ve kayalık bir tepede canı sıkılmış bir atın üstünde oturuyordu. Makine, kaba dokunmuş keşiş bağlığının, altından, kendisine sorun yaratan vadiye gözünü bile kırpmadan dikkatle bakıyordu”  Heraion kralı Kersopleptes ve köpekte kralda aynı iştahla acıkır diyen Montaigne. Ada tavşanları. “Ars longa, vita brevis” ‘Sanat uzun, yaşam kısa’ Kimberlit minerali, mulenruj ve gökteki ayla, Smetana ve Stravinski, yer mantosu, gülmek ağlamak bitti çocuğum, Ankebut ve örümcek, karbondioksit, amonyak, helyum, metan, Cezayir’de yetişkinleri ceza olsun diye, çocukları da kurtulsunlar diye öldürüyoruz, susuz olivin gibi, bebekler yanmakta olan ekmek fırınlarına atıldılar, diri diri. Allahümme salli.
Tırnak makası, ruj, tencere, ütü, kepi, havlu, sutyen, külot, bluz, etek, çorap, mandal, tost makinesi, bigudi, bornoz, mayo, jilet, çamaşır ipi, şemsiye, pabuç, ayakkabı boyası, terlik, ayna, roje, fondöten, gecelik, elbezi, omo, tabak, sanayağı, buzluk, çivi, makas, tokyo, jartiyer, kerpeten, raptiye, (kontrol kalemi) tornavida, sabahlık, jöle, kına, sırt çantası, sünger, tava, eldiven, atlet, tişort, sandalye, saç tokası, çarşaf, battaniye, sabun, şampuan, masa bezi, tuzluk, sürahi, suluk, sandalet, masa, yastık, minder, örtü, krem, nevresim, fırça, pike, seccade ve resulüekrem kapıdan çıkar gider.
Karıncalardan üstünüz, onların gen haritalarını çıkarıp, ticari, ekonomik, sentetik veya etik bir takım araştırmalar yapıyoruz. Şu anda sizinde gen haritanızı çıkarmak için bir köşede çalışanlar var, etiniz ve aklınız için, o sizden ve SS’den üstün! Kefken burnuna kadar gelip, Girit boğasını gören, Gericault’un resimlerini seven, “Ağlama bebeğim ağlama, tanrı kurşun deliklerini şekerle dolduracak diyen, Schuman ve Clara’ya gelip giden, lemur, tenrek ve fossaları merak eden İtalyan köylüsü İgnazio Silone’un romanı Fontamara’da evrendeki hiyerarşi şöyle açıklanır: Her şeyin başında tanrı vardır, göklerin sahibi, bunu herkes bilir. Sonra prensin nöbetçileri gelir, sonra prensin bekçilerinin köpekleri gelir, sonra hiç kimse, sonra gene hiç kimse...  Sonra  yoksul köylüler ve hepsi bu kadar.  Hepsi bu kadar.

Sokak kenarında durmuş,
Güller satıyorsun...
- Güzelim
Arap mısın?
-Yezidi...
Çalı dibinde boynu bükük
Menekşe gibi
Utangaçsın
Ve utangaçlık
Nasıl da yakışıyor sana...
Söyle siyah gözlüm
Arap mısın?
- Yezidi...” 

(Ana Kalandadze’nin şiiri.)
Feldispat, plajioklas, kuvars gibi, dünyadan şu sayılanlarda gelip geçti: Andirililer, Ekirekliler, Pullular, Küzneliler, Mineyikliler, Saracıklılar, Kopinikliler, Hürenekliler, Paşikliler, Vahşenliler, Zalbarlılar, Hünülüler, Pağnikliler ve bunların tümüne Ağınlılar denirdi.
Sevişen yılanları kinle ayıran Thebaili Teiresias, bu iç güdüsel gaddarlığını bir takım sofu adamların koroyla söylediği şu şiirle mırıldanır, Jorge’yi sever ve tanırdı:

“Manuel Flores ölecek
Bu para gibi geçerli:
ölmek bir alışkanlıktır
çoğunun iyi bildiği

Yinede acı veriyor
elveda demek hayata
şimdi bunca bilinen şey
tatlı ve sağlam bunca

Bakıyorum şafak vakti
elimdeki damarlara
bakarmışım gibi ilk kez
gördüğüm bir yabancıya”

Gün olur bir mermi gelir
Anısı unutulmanın
Büyücü Merlin demişti
Ölmesi vardır doğmanın

Sabrederseniz bu öykü iyi bitecek! ve  herhalde iyi şeyler anlatacağım, elbette bir öykü bu, Ulm’lu bir terzi 1811’ de uçmak istemiş ama alaylı bakışlar altında Tuna’ya düşmüş. Terzi, Felix Mendelssonn’u dinlermiş ama diyelim terzi, Mendelssonn doğmadan ölsün, o zamanda Mozart’ı dinlermiş diyelim, gene olmasın şu veya bu nedenle, diyelim terzi sağırmış Beethoven gibi, ama ne gam, siz klasik müzik dinlemezliğinizi kanıtlayacaksınız terzinin, sorun değil, sorun sizin ne dinlediğinizde, bunu niye kanıtlamıyorsunuz ve boyun büküyorsunuz.
Terzi, Tuna’ya düştü ve uçmak isterken düştüğü ırmakta boğularak öldü diyelim, ölürken Kaffaljidhma yıldızını görsün göklerde, çünkü bugünkü aydınlatma böyle sürerse bir kaç yıl sonra Ay’da dolaşan bir aylak, büyük kentlerimizi çıplak gözle görebilecektir, işte bunun gibi terzi düşerken Pompa yıldızlar grubunu gördü. Gövdenin bir sanat yapıtı olduğunu ileri süren Attika gibi terzide insana tapıyor ve yücelmek istiyordu. Su uslu, hayvan tüylüdür diyordu. Ve akşamüstleri -uçuş aygıtının- kanatlarını yapmaya çalışırken, çevresindeki dostlarına: “Bilir misiniz Lord Krisna’nın (Bhagavat Gita) ezgileri göl sularına mistik ve gizemle yayılır. Onun ağzı; ben kendim kurbanım, adağım ve iyiliğim, kutsal içitim mihrabın üstünde harlayan ateşim: Om hecesiyim, Vedaların kendisiyim... Bu aslında Brahma’dır... Pushkar budur işte...” derdi. Ve ürkütücü bir geometriden söz ederdi. Epir kralı Pirus’un 'Herakle' utkusu gibi, yaşamda tüm utkuların, bir yitiriş, bir yenilgi olduğunu kabul ederdi terzi. Hem de korkunç bir yitiriş, zamana ve uzama karşı.
...............................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................Okumayı başarırsanız, bu küçücük sütunda o kadar güzel bir öykü var ki. Karşı evren duvarının bilincinde olmadan aşabilen bu dünyalılar son derece gelişmiş, neredeyse tümüyle sanal, algılanamaz, sonsuz güzellikte bir geometriyle karşılaştılar. Kandinsky ya da Klimt resimleri gibi şaşmaz bir biçem, derin bir harmony, erişilmez bir çakışım ve renk bitimsizliği vardı bu yeni evrende. Dil zorlanıyordu, kısa bir süre sonra aslında evrenlerin iç içe ve katlı olduğu anlaşıldı, bulunduğumuz evrenin en ilkel kordalı biçim olduğu, kendini yok etme yanlışına uğramadan, bir süre daha dayanabilirse, orta evren modeline geçiş yapabileceği anlaşıldı. Amorf yapısı, göreceliliği, ilkel başlangıçların çokluğu, onun hem bir bebek ve savunmasız, hem de vahşi ve ilkel bir evren olduğunun kanıtı oldu. Ama o güne dek tüm evrenlerde yaşanmayan bir şey oldu ve karşı evren duvarını bilisizce aşan bu dünyalılar, geri geçiş sürecinde olanların ayrımına vardılar ve kendi tarihleri boyunca yinelenen en ilkel şey yine gerçekleşti, durumun farkına varmak ve sonsuz güzellik ve güce sahip karşı evrene fütursuzca savaş açmak. Tarih yinelendi. Hilal ve salip, kafir ve müslim uzayda karşı karşıya geleceklerdi, elbette sonuç belliydi ama yaşamın doğası gereği savaş herkese zarar verirdi, yenenler, yenilenler her zaman küçük bir ayrıntıydı, yaşayan canlının, bir ters tepkime, bir kabına sığamama ve yaşama kadar yok olma güdüsünün de varlığından kaynaklanıyordu savaş.  Yok olma güdüsü bir istenç, ana rahmine geri dönüş özlemi, sonsuz erinç, sonsuz barış duygusu veriyordu. Ama bir sapınç yoluyla gerçekleşecekti bu. Ve bilinen savaşlardan olmayacaktı ama imgelemlerinde gene de bir savaştı. Örneğin (ilk kez dünyalı) -dizgi yanlışı var- en gelişmiş gezegen olduğu için tümüne yalnızca dünyalılar denilen ilkin evrendeki en gelişmiş uygarlık dünya gezegeniydi ve karşı evrendekilere göre o denli ilkel saldırı araçlarına sahiplerdi ki gülünç bile sayılamazdı. En gelişmiş aygıtları ışık hızında giden bir elektronik toptu. Karşı evren yani Quovadisliler (Dünyalılar bu adı takmışlardı) gidilmesi olanaksız olan yer için espriyle; Nereye? Anlamını taşıyordu bu söz., başka adları da vardı, Erebos (mitolojide öbür dünya)  yada Atopya (olur olmaz yer gibi-yarı sanal) ise ışık hızı gibi maddi yada görünür, tutulur (silahları) araçları çoktan geride bırakmışlar yada uzaydaki kırık (kırılım) gelişim teorisine göre belki de hiç kullanmamışlardı . Onların tüm araçları sanaldı, ışık hızı gibi, varolan, dünyevi, elle tutulur hiç bir şeyi kullanmazlar ve belki de tanımazlardı bile. Onların silahları karşı tarafın bilincini, tüm ekinsel görgüsünü kendilerine tutsak olmayı sağlayacak bir çiple, bir imgelemle donatmak ve bunu görünmeyen, bilinmeyen, tutulmayan bir çiple (şey) sağlamaktı, bu sonsuz hareket yeteneğiydi işte, sanal varlıklarla, zavallı gerçek varlıkları tutsak etmek ve onlara acı çektirmek. Gerçek bir canlıyı yenmek, ona acı çektirmek, hatta bölüp parçalayıp, amorf hale getirmek öyle kolaydı ki gerçek yenilginin cismen varolmak olduğunu hiç bir zaman anlayamayacaklardı, keşke yok olsalardı, ama imgelemlerinde yokluk, biçim değiştirmek gibi ölümlü bir kavramdan öteye geçemiyordu.
Gülliver’in  devlere karşı savaşı işte böyle başladı. Hilal ve Salip, Haçlılar ve Anadollular (Ortadoğu) karşı karşıya geldiler! Dünyalılar öyle komikti ki teneke silahları ve roketleriyle, çığırışlar içinde sözde karşı evren duvarına pusulalarla, koordinatlarla, yürüyen, uçan elektronik kotlamalarla, aynı anda iki yerde bulunabilen füzyonik varlıklarla karşı evren duvarına açıldılar, kendilerinin binlerce yıl önce kolezyumlarda aslanlarla, stadiumlarda atletli adamlarla boğuşmalarına ne denli benzediklerinin ayırdın da olamazlardı elbette. Dünyalılar, dünya gezegeni dışında onlar kadar uygar olmasa da tek tek, birbirlerinden ilginç üstünlükleri olan 20 kadar uygarlığın bileşik gezegenler bloğuyla hücuma geçmişlerdi, gencil savaş içgüdüsünü taşıyarak. Zavallılar Allah! Allah! Allah! diye hücum edecekler, kavrayamayacakları (algılayamayacakları) bir tür yenilgi aldıklarında ise dar bilinçlerinin koridorlarına gene bilincinde bile olmadan: Allah, Allah... Allah, Allah... diyerek döneceklerdi. Bu 20 kadar dünyalı gezegenin adları ve birbirine göre kozmikomik üstünlükleri şunlardı: Bölgelerde vardı önce Kasr el-Bukari, Larbaa, Ayn Defla, Suhan ve Tlemsen uzay yuvarlarından, dünya dilinde kotlamalardı bunlar, başkent dünyaydı. Total adları da dünyalılardı zaten. İşte bunların ilki Auvalılardı, dünyalılara göre tek üstünlükleri soluk almayışlarıydı, ciğerleri yoktu, çok uzun yaşayabilirler, isterlerse kendilerini yok edebilirlerdi. Tüm vücutları bir soluma aracı görevi gördüğü için, görünür bir soluma işlevi yapan organları yoktu, dünyalılar onlara alayla soluksuzlar derdi. Zavijava (yıldız) ülkesindekiler, bunlar tam gezegende değil, dünyalılara göre yanıp kavrulabilecekleri bir yıldızda yaşarlardı. Dünyalılar bunları çok ilginç bulup severlerdi, akkor bir ateş topu gibi görünen vücutları aynı zamanda saydamdı. (aslında bu çağlarda ölüm kavramının pek çok türevleri, uygarlıklarında sonsuz biçimlerinin varlığı anlaşılmıştı, kendi algı ve bilgi dünyasında olup biten varlık yokluk kavgaları ve ölümlü dönüşüm sonucu ortaya çıkan uygarlıklar herkesin algıladığı dünyanın dar bir  çerçevenin süslediği küçücük bir aynadan başka bir şey olmadığını anlamışlardı, hatta gelişim sonucu birbirine benzeyen uygarlıkların eski otantik biçimlerine dönmeye çalıştıkları yada o hallerini türlü biçimlerde korumaya çalıştıkları gözleniyordu), kucaklaşırken saydam ve geçirgen doku yapıları nedeniyle birden arkanızda belirerek görülmemiş komikliklere yol açarlar ama çok sevilirlerdi.   Unukalhallıların, gözleri yoktu ama o kadar gelişmiş duyu organları vardı ki koku ve sesle çok uzakları görüp algılayabiliyorlardı, gözün gerekliliği savı bir yana, örneğin bir tanı yarışmasında Unukalhallı birini geçebilmek olanaksızdı. Gözün dışında korkunç bir duyum ve algılama gücü geliştirmişler, bunu belki de gözlerinin olmayışı sayesinde başarmışlardı. Kitalphalılar ise; kitap sözcüğünü andıran bu gezegendekilerin çoğu organları yoktu ama gözleri vardı, hemen hiç hareket etmeyerek yaşıyorlar, her şeyi diğer bir şeyle karşılaştırıp aradan olabildiğince sıyrılarak bir tür sanal yaşam yaratmışlardı, ne yazık ki Kitalphalıların pek az seveni vardı. Eriiflilerin pek bir becerisi yoktu, daha çok bir kanguruyu andırırlardı. Gene de kimsenin yapmak istemediği işleri basitleştirip, hızla yaparak, sempati topluyorlardı, en önemli üstünlükleri, bazı işlerin mekanize yada elektronize edildiğinde daha da güçleşebileceğinin onlar sayesinde anlaşılması olmuştu. Zosmalılar ise, kapalı dünyalarında kimselere muhtaç olmadan öyle güzel bir koloni kurmuşlar ve yaşıyorlardı ki onların dünyalıların imgelemine kazandırdığı düşünce belki de en önemlisiydi, içgüdü ve hırslardan arındırılmış bir varlık, belki gereksizliği azaltacağı için hareketsiz görünebilirdi ama hareketin yani kinetik enerjinin % 80-90 boşa olduğunu kanıtlayan testler Zosmalıların modelleri uygulandığında anlaşılıvermişti. Zosmalılar, dünyalıların  “Her şey boş” sözcüğünü ciddiyetle düşünmelerine neden olmuştu.
Nusakanlılar, dünyalılara göre, son derece aksi yaratıklardı, her şeyin ve her olumun tam aksini yaparak yaşıyorlardı, pek de çözülemeyen bu davranışları hala bir inceleme ve araştırma konusuydu, en basit biçimin bile  çok özel nedeni olabileceği bulgulandığı için dünyalılar Nusakanlıları anlamaya çalışıyorlardı. Kimbilir, Nusakanlılar çok özel bir yöntemle yalnız kendilerinin geliştirdiği bir formülle karşılıklılık ilkesini ehilleştirip, etikleştirerek güzel bir yaşam modeli üretmiş olabilirlerdi. Kornephorosluların vücudu, ne uzunca, ne yuvarlak, ne silindirik, ne piramidaldı, kübikti, üçgensi ve dörtgensiydi, dünyalılar, hiçbir zaman geçmişlerini kayda geçirmeyen bu yaratıkların gizlerini çözebilmek için  uğraşıyorlardı, boşlukta en az yeri yuvarlak cisimler işgal eder biçimindeki savın gözden geçirilmesi gerekiyordu, belki de bilinmeyen doğruk  bir  nedenle,  her şeyi  ve  kendisi  üçgensi  bu  canlılar kendi yararlarına bir gelişim sağlamışlardı.  

Sarinliler, dünyadaki zehirli sarin gazına atıf olarak bu adı almışlardı, dokunmaya karşıydılar ve vücutları zehirliydi ama en ilginç gelişimde onlardaydı, hiçbir yere, hiç bir şeye bağlı olmadan yaşıyor, vücutlarının sahip olduğu artık enerjiyi eksik olan başka bir enerjiye dönüştürerek uzun süre mutasyona uğramadan yaşayabiliyorlardı. Bir enerji kaynağına gereksinim duymadan kendi beslek bir yaşamdı bu, dünyalılar bunlara öyle imreniyorlardı ki üstün olduklarını kendi aralarında dile getiriyor, ama düşmanlık gibi üstünlük kavramını doğuracak eşdeğer pek çok kavramdan habersiz, barışçıl ve yalnızca kendine karşı kendini savunan Sarinlilere bunu söyleyemiyorlardı. Zehirli gazda kendi beslek oldukları için oluşmuş bir endikasyondu belki de. (Ama tüm bu yetenekler gene de karşı dünyalılardan üstün olmaya yetmeyecekti!)

Bu arada El Nathlılar vardı, en korkunç değişim ve benzemezlik bunlardaydı, El Nathlıların boyun ve başları yoktu, baştaki tüm işlevler oraya buraya yayılmıştı, beyin iki göğsün arasında, kulak kalçanın yanlarında, tek gözleri de bir çıkıntı olarak karınlarının ortasında bulunuyordu, en yabansı gezegen ve dünya onlarınkiydi. Sonra Tejatlılar, Sulafat, Menkalinan, Eltanin ve Thuban birliği vardı. Bunların bütün özellikleri aynıydı ve insanlardan farklı olarak -fazladan- 3 duyuları daha vardı., düşünce okuma, sevinç ve acı duyma istekleri... Bunlar sevinç ve acıyı dış dünyadan gelen etkilerle değil, kendi vücutlarında ürettikleri etkileşimlerle yaşıyor ve bir besin ya da ter gibi vücutlarında üretiyorlardı. Yine pek özellikli bulunmayıp, dünya ile birlik olan, Alfirk, Yildun, Errai, Pherkad, Zaurak, Canopus, Mimosa, Regor, Suhais, Naos, Furud, Nihal ve Fomalhautlular vardı, hepsinin bir diğerinden farklı özellikleri vardı, bunların arasında en ilginci Nihallilerde, yalnızca dişi insanlar vardı ve kendi kendilerini dölleyerek çoğalabiliyor ve bir tür klonlama olan bu halde birbirinin aynı insanlara yol açıyordu. Ve kendisinin gençliği ve yaşlılığı bir arada yaşayan pek çok insan vardı ve güzellik kavramı yoktu. Belki bilinmeyen, irili ufaklı binlerce uygarlık olabilirdi, el değmemiş gezegenler, gezegenin mantosu altında yaşayan yatayyaşarlar, çekimlerarası boşlukta, sentetik olarak oluşturulmuş koloniler ve daha niceleri ama bütün bunlar karşı evrenin ulaştığı varoluş biçimlerinin çok altında ve ilkeldi, bu ilkellik yetersizlik anlamında olamazdı, karşı evrene karşı koyabilecek bir denge bir yücelim aracı kesinlikle olmalıydı ama sonlu boşlukta kendini göstermeyen yada görülemeyen bir güç daha vardı belki, o güç o üstün varlık özleniyor, gözleniyor, bekleniyordu ama ortalarda yoktu. Belki tanrıydı o. Bu dünyalıların tanrısı ve karşı evrene güç dengesi oluşturabilecek bir sihirli güç, bir büyü ama bir türlü ortaya çıkmıyor ve bulunup görünmüyordu.
“Tüylü eşek arıları vızıldıyor, akıp giden çayda, geçmişteki canlıların fosili gibi parıldayan taşlar soluk parıltılarla sanki kıpırdıyordu, dağın başındaki, siyah, garip  ağacın en tepesindeki dalda, kara bir kuş tuhaf bir çınlamayla ötüyor, gökte Sadalmelik yıldızı sarı bir parıltıyla göz kırparken, güneş, bulutların sisiyle renkler içinde yeşil bir cennetin, kızıl-turuncu meyvesi gibi yavaşça batıyordu. Kadınsa, tunç üçgenli, (()) gümüş aynasına bakarak büyülü bir sofrada yer alıyormuşçasına oyalanıyordu. Huysuz Ksantippe ile ellisinde evlenen Sokrates, Koçgiri, Nasturi, Raçkotan Kekukela isyanları, “Dişi kısrak mumla dolu” Çin gülü, mavi kantaronlar, soğukta buzdan kuşlar, “çalılıklarda kara tavuklar havalanıyor, sinmiş oldukları yerden, parıldayan kara gözlerle ürkek ürkek kendisine bakıyorlardı. At kuyruğu gibi çenesinden sarkan sakalıyla, kendi cesedini sırtlamış Yunan tanrısı geliyor, Seikilos’un Mezar Yazıtı (dünyanın ilk yazılı müzik örneği) kır otları ve kır fidanlarını coşkuyla sallıyordu. ” Domuzlar sırt üstü yatmayınca gökyüzünü göremez mi?  NU NINDA-AN EZZATTENI WATARMA EKUTTENI. Hrozny’nin elinde başlangıçta  yalnızca Sümer dilinden bildiği NINDA ‘ekmek’ vardı. Bu Hint-Avrupa kökenli bir sözcüktü. Ekmek, yemek yemeyi çağrıştırıyordu. Hrozny’nin aklına eski Almanca’daki “ezzan” gelmişti. Eski Doğu metinlerinde ekmek ve suyun birlikte geçtiği kalıp cümlelerinin sık görülmesi tümcede su sözcüğünün olabileceğini düşündürüyordu. WATAR, İngilizce ‘water’ ve Almanca ‘wasser’ sözcüklerini anımsatıyordu. EKU’da Latince su demek olan “agua”nın benzeri ve içmekle ilgili olmalıydı. NU ise İngilizce “now”, şimdi! Bundan sonrası parçaları birleştirmeye kalıyordu. ŞİMDİ EKMEK YİYECEK SU İÇECEKSİNİZ.
“Hz Ali, çocuklarına öldüğü zaman eve yüzü örtülü bir yabancı geleceğini söyler. Cenazesi o yabancıya sorgusuz sualsiz teslim edilmelidir. Ev halkı bu vasiyete uyar. Ancak oğullardan biri dayanamaz, bu yabancının yüzünü görmek ister. Yabancının yüz örtüsünü, peçeyi açar. Karşısındaki Hz. Ali’dir!.. Sular üzerinde tüylerini kabartan tavus kuşu ve su yılanlarının gürültüsü, kaplanla tay arası korkunç bir melez olan bir yontu, bir hayvandır.
Ne zalim bir kaplan nede tay bozuntusu. Suare, fuaye, çiftleşmek için renkli tüylerini açarak çırpınan kuşlar. Saparna otları, Bohemya kralı, çamların iğne yapraklarıyla karışmış gevrek-titrek ve kekremsi meyveleri avurtlarına doğru tutup (çiğnedi), Ravendiye çiçeğini kokladı, ölümden sonraki yaşamda, yaşamdan sonraki ölümde. Osmanlı fahişelerinden biride Atlı Ases’ti. İlk yarasalar yeşil ve titrek uçardı. Asık suratlı gergedan kuşu, friz, figür, fresk. “2210 yıl önce 60 gemi yapımı için kullanılan odun, Etna yanardağının eteklerinden kesilerek Sirakuza’ya indirilip işlendi. Tahta gövdesi zırhla kaplanan savaş gemisinde üç güverte vardı: Güvertelerden birinde mozaiklerle İlyada destanı canlandırıldı, üst güvertede bir gymnasium yoluna akik taşı döşeli bir Venüs tapınağı ve bir asma bahçe vardı. Kaptan köprüsünde (köşkünde) Arkhimedes’in eliyle yaptığı bir su saati, mermer bir banyo ve yirmi atlık özel bir ahır. Bu gemi 4000 tonluktu, uzun menzilli mancınıkları ve beş metrelik oklar atabilen fırlatma rampaları vardı, Romalıların saldırılarına 3 yıl dayanmış Sirakuza, içbükey aynalarla Roma gemileri yakılmış. Tamam biliyorsun.

“Bakmasını bildiğimi sanıyorum
Bildiğim bir şeyse bu baktığım”

Saç pürçeği, pike, pena, pörçük öykü.

(KİTAP)
Oku
Kitap ağaç
Kitap kuştur

Oku
Ağaçtır kitap
Kanatlıdır kuş gibi

Oku
Ağaç gibi yeşil
Barışçıl
Kuşlar gibi kanatlı
Özgür oluruz.

Bu şiirin Sultan Cem’e 28.3.1998 Cumartesi  saat 23.45 te Yenidoğan’da indiği söylenir.
“Bir süre umutsuzluk içinde dolaştılar derken bir ormana daldılar, altın dal arıyorlardı , o sırada Afrodit’in iki güvercini onlara yol gösterir gibi alçaktan yavaş yavaş uçuyorlardı. Troialı kahramanlar güvercinleri izleyerek yürüdüler. Avernus gölünün kenarına vardılar. Gölün simsiyah ve kokmuş suyunun kenarında bulunan bir mağaradan yeraltına inilebileceğini Sibyl onlara söylemişti. Ama önce altın dalı bulmaları gerekiyordu. Güvercinler hala yol gösteriyordu. Biraz sonra güvercinler aşağı süzüldüler, dalları göz kamaştırarak parlayan bir ağacın varlığını Troialı yiğitlere gösterdiler. Altın dallı ağacı bulunca çok sevindiler” ve nedendir bilinmez mağaranın derinlerinde Hermaaan! diye bağırdılar.  Ve gece tanrıçası Hekate onlara kara kehribar renginde, simsiyah dört öküz muştuladı.
Komik, kozmik ve konik bir evren. Vostok gölünün eskil canlıları. Berlin halifeleri, buz tutmuş Peipus gölü, Pelion dağı.
Skaia (Truva) kapılarına varınca durduk. Peygamber elmaları, elmaslarla süslü, mineli aynalar. Üstü koyun derisiyle kaplı iskemleye oturdu Odysseus. Kadın yüzlü birer akbaba olan harpyler.

“Çegam, azlü beled, nefyü ebed oldun ise Baki,
Bilürsünki mülk-ü cihan Süleyman’a değil baki
Şeha, azlimde ispat-ı tehevvür eyledin amma,
Buna çerh-i gaddar derler, ne sen baki, ne ben baki.”

Yapay zeka ürünü;

“Helene büyüleyici konik bölmede
                                        kendini gözetliyor
ama o
Bill’i mest eden bir hayalden başka
                              bir şey değil. Bill’in bilincinde
bir ayna var, içinde maalesef Helene’in
                                             göründüğü bir küre
                                              Bill onu
seyrederken
Helen ruhunu arzuyla süslüyor ve Bill’in
                                   büyüleyici aşka dair
                                                            düşüncelerini
genişletiyor.
Böyle işte onların yansımaları.”

Mikroskop görülerini çizen Kandinsky
Bakterilerin ve mikropların ressamı.
Ekin tarlasındaki ekinleri eğmeden hızla koşan İphiklos gibi.
Tarla fareleri.
Bugün Elis’teki Alphoios ırmağına bir tahta çanak atılsa, o çanak Messina’daki Arethusa kaynağından çıkar. Mehtaplı gecelerde, orman perilerinin çevresinde dans ettikleri güzel meşeyi ara yaşamınca, bir ok gibi uçacaksın, gölgelerde oturmayacaksın, su başlarında durmayacaksın, kendini uykuya kaptırmayacaksın. Amsterdam’da bir gorilin işlettiği bar. “Bıçağını çekerek tam çocuğun kalbine saplayacağı sırada yavrucak gülümseyerek kollarını bıçağa doğru uzattığından bu hal adama dokunmuş ve çocuğu öldürmesi için öteki arkadaşına vermiş, oda çocuğun masumiyetinden ona kıyamamış böylece çocuk kurtulmuştu.”
Leda! diye bağırdım, heykelle yattım, toprak yuttum, at parçaladım, lemur ölüsünün başıma bela olan hayaliyle avundum. Heykeltraş Perillos gibi Phalaris boğasıyla çiftleştim. İskityalı Abaris, hiç yemek yemeden yaşar Apollon’un attığı altın bir oka biner, dünyayı dolaşırdı. Bellorophon ve Pegasus. Attika baharları gibi. Kerguelen adalarında sevgili us, çılgın aydınlık. Güneşin gölgeleri, örümceğin kanadıyla çiftleşiyordu. Tanrıların balından yemek isterken saksağana çevrilen Keleos gibi.
“Eperos’a gidince söyleyin tanrı Pan öldü.”
Orpheus öteki alemin kapısına geldi, lirini çalmaya başladı, yer altında güneş görmeden sürüklenen zayıf gölgeler ve hayaller Orpheus’un lirinin sihirli sesini işitince görkemli bir kalabalık halinde ona doğru koştular. Gecenin sessiz kuşları gibi onu dinliyorlardı. Eriny’lere saç vazifesi gören yılanlar lirinin sesini duyunca ıslık çalmaktan vazgeçtiler. Hypnos’un çevresinde rüyalar çeşitli renkte kelebekler halinde uçuşuyordu. İris içeri girince yoluna engel olan rüyaları eliyle uzaklaştırdı. Cüceler kekliklerin üzerine binerek turnalara saldırıyordu. “ölü at, yılan yumurtaları, balkonlarda kaplanlar, ney çalan aynacı, bakır soluk, başsız kaplumbağalar.
Sonra;
“Ursula kümülatif bir interatsın sen
bense hayatın adamı
Senin olmak zorunluluk oldu
Afro’nun doğduğu Kitera adası
“Yoklu dağın büyümesi
Aşk, tanrının kırbacı
Hariş adalarının bulunduğu yerde
Üç el avcı taburu gibi”
Altın tüylü koçlar, Erdelli Macarlar.

Cennetteki Reyyan kapısı gibi, Amererresül. Ey Muaz ibadet et dedi: fal oklarıyla uyutulan nekirler gibi. Dârekutni’den bir söz. Alizeler, yani ticaret rüzgarları. Gerges kuşu, öküz başı gibi parıldayan altın. Simurg. Bağ evinde, söz, sazdan avdan açıldı, parabol, hiperbol, morula, koful, kadife solucanları, ejakulat yani meni.
Güneş gözlerimi oyuyor
iki yıldız göz boşluklarımı kızıl tüyleriyle okşuyor.” Görkül ama edilgen cengaver. Antakya katırı beyaz bir gülün üzerinde yürüdü. Yaşam doyumsuzluk ve sıkıntıyla dolu bir çeşit ölüm. Işıktan atlas içindeki şövalye dört ayaklı ve altın tüylüydü. Bazen Allah (c.c)’ın  iyiliğine benzeyen bir mehtap doğardı. Tanrının erdemleri gibi parlar. Mizah ustası Jules Renard ve Aurore Dupin yani George Sand’sa bu işe şaşardı. 16 yaşındaki bir erkek çocuğun karnından, yıllardır taşıdığı ikizinin cenini ameliyatla çıkarıldı. Lübnan’da bir genç, önceki yaşamında kendisini öldürdüğünü söylediği babasını öldürdü. Bu evrende sıçrayan bir fare, havlayan başka bir köpek yok mu? Marvin dolabı, gözlerin irisi, mavi elips. Menalaos teoremi. Moskova’nın kurucusu Suzdal prensi. Delgoruki ve peşindeki altın ordular, molluska, bakkam odunu, İskariyotlu Yehuda, Grappelli her gün keman kutusunu açıp karıncalar üşüşmüş mü diye bakarmış. Monografik anlatımlar. Polen, Duşanbe, Maltız, Malta, Matta. Taşla ezmedikçe, gazla yakmadıkça, külünü rüzgarda savurmadıkça. Klotho, mitolojide kader tanrıçasıdır, insanların yaşam ipliğini büker. İslav kaderi gibi yakıcı karlı ıhlamur ağaçları papa VII. Gregorius, Germen imparatoru IV. Heinrich’i aforoz eder. İmparatorun Kanossa sarayının kapısındaki umutsuz bekleyişine, “Kanossa kapısında beklemek gibi” denir. ABD’de bir kadının vücudundaki larvalara büyüyüp sineğe dönüşerek derisinden çıktı. Etsil makine. İmparator pelerinli Caracalla’yla, Kelkit çayını geçtik. Syrinks -panflüt- çalıyordu. Burundan başlayarak alveollere dek uzanan solunum yollarının büyülü çevreni. Farinks= yutak. Okyanus dibindeki sülfit bacaları. Güneşin manyetik alanı, gökadalar, salyangozlar, parmak izi, mamut dişi, fil ayağı, domuzların penisi, örümcek gözü, eşek arısı, keçi boynuzu.
“Eadem mutato resurgo”
“Kendimin aynısı olarak canlanacağım.”
Hac yolunda kılavuzluk eden Kutup yıldızı. Baştan çıkarıcının günlüğü. Tanrının elini nasıl tanıyabiliriz ki. Rierzi operası. Suzanna’yı gözetleyen yaşlılar. Atomik soykırımlar. Kerç boğazı. Azak denizi. Apolinaire’ın şiiri bozunarak:
“Şimdi kalabalıkta yürüyorsunuz / ve böğüren oto sürüleri kuşatıyor sizi / ve yaşam kavrıyor boğazınızdan
Başatan çıkarmadan, tiksinti, sadakatten, aforoz, putperestlikten, Arabistan buhuru gibi. Aşk ve dinin tüm gamları. Harran sülünleri, Tanrının bütün delikleri. Kildanya boğaları.
“D’altri diluvi una colomba ascolto”
(Başka tufanlardan bir kumru duyuyorum.)
Tam olarak neyi bilebilirim ki... Giuseppe Ungaretti. Domuzların önüne saçılan inciler. Teorik ivmeler. Harran sülünleri. Kefernahum’da bir sonet yada Japon tankası gibi. Aşkın madrigalleri.
“Şiir ölümsüzlüğü değil, yeniden dirilmeyi arzular” Gölgesi Ahit sandığının üzerine düştü. Devinim usu, us devinimi sınırlar. Pöh. Musa’nın Sanhedrim’deki levhası. Ürdün ırmağının kıyısı. Yasemin şişesi. Tüm uçarlara ağ ören kanatsız örümceği biliyorum. Yağmur suyu. Hz Ali’nin oğuldan kızı Sukeyne. Kureyş aristokrasisi. Medine. Zamanı yok etmek için yazdın. Mecdelli Meryem’in büyülenişi. Arabistanlı Hiksos kendi çöllerinin tek tanrısını getirdiğinde Mısır’ın sonu geldi, Astarte 7 bakire Suriye kıyılarından gelince, Helen toz olup çöktü. Kral kuşu, Savaşçı kuşu, kağıt kuşu, ayna, duvar saati ve masa. Bozkırlardaki geçitler, ormanların gizi, küpün dibinde aranan istavroz, manastırdan sıvışan rahipler, tüyleri balık pulundan kuşlar, kırkılmış saçlar, güney düzlüğündeki ışıklar, hırıltılı sesiyle parsın ağzında böğüren dişi geyik, ak köpek, kirpi, atlara dizginlik kayış, arpa lapası, yaban öküzünün titreşen eti. Tanrı mı o doğru söyle, tanrı olsa biner miydi markaba-merkaddeye, korkunç kılıklarıyla süvari kümeleri, süprüntü, karanlığa gömülen gece kuşları, urlu, budaklı ağaç gövdeleri, kurt inleri, uçan kementler, bulanık bakan kır bekçileri, kuzgunlar, biçimsizce suya atlayan Habeş çocukları, su kıyısındaki anıt höyüğü, mutluluk meyvesini Keşmir’de bir ağaçtan koparmayı umanlar, Lombardiyalı masallar, ifritler, kaplanın kafatası, mavi urbalı periler süzülerek gökten iner meşelere konup balıkçıllar gibi şarkı söyleyerek gümüş iğlerini çevirirlerdi. Ovayı kaplayan sis atları yarı beline dek örtüyor, ordu yandan bakılınca yüzen bir hayalete dönüşüyordu, gecede ilerleyen ordular siyah ve dikenli bir tırtıla benziyordu. İpek tüylü kaplan sürüleri, ağaç kovuklarındaki yaban arısı yuvaları. Özgürlüğe uçan şahin gibi ses çıkarıyordu. Abdera’da Nestos ırmağında yıkanan Klazomentililer. Klozetler. Perseus, Medusa’yı kılıcıyla kafasını keserek öldürüp ardından kesik başını düşmanlarına tutarak taşa çevirdi.

“Aşk bizi birleştirdi artık kim ayırabilir ki
Ölüm aldı bizi, artık kim döndürebilir ki.”

Kadisha vadisi. Açmış Haseki küpeleri, Apollon kuşu, mavi şeytan balıkları, Atinalılar, Trajan veya Marcus Aurelius’un zamanındaki Romalılar, Suriye, onbeşinci varoluşun bağlarından kurtulanlar, saatin kurtuluşu, Çin kuyruk sallayan kuşu, kitap okuyan köpekler, şiir okuyan kediler, roman yazan romantik tavşanlar. Floransalı resim tüccarları, avcılar, tufeyli  İsrail ovalarında, Erythrai’den gözsüz bir sabah serinliğinde koca Poseidon’un üç çatallı mızrağıyla gerçek bir sırtlan gibi korudu. Şam’da süpürülmüş tepelerde varsıl ve eliaçık bir şeyh gördüm, valinin kızının eline burçağın dikeni saplanmıştı, Çiçero’yu alaşağı eden Katilina, sıvı penetrant gibi, Jadeit minerali, güneşsi eşek, akbaba, kartal, arı, kutup biti, tepede ayaklı çamlar, elektronik fırtınalar, boğazı kesilerek öldürülen ceylanlar, titanyumdan avcılar, uranyumdan ağlayanlar, evrenin inflation dönemi, Zilkade’nin soğuk günü, Hamel burcuna giren güneş. Ölümün gölgesindeki yaşam sedir ağaçlarının altında oturuyor. Hegira gibi, yani Muhammed’in Medine’ye uçuşu gibi. Melihha’dan akik taşı, Amanos’dan sedir, Mağan’dan bakır, Lübnan’dan servi. Fantazmagori, ilerde tilki inleri, dallarda kuş yuvaları, ölüler, körler, Yahuda. Travnik karargahında Ömer Paşa için çalınan polka, Henry William West’in, Ömer Paşa polkası gibi, Benim bilmediğimi bildiğimi biliyor. Modern çağın postülatları ve coğrafyaları, proletaryaları. İnsan sömürülüyor, aldatılıyor, telegüdümlü bir yaşam, övüngen, Marx haklı, edepsiz. Zanzibar’la Darüsselam arası ne kadar.
Kambriyen dönemi canlıları sağırdı. Ve dünyaya tam bir sessizlik egemendi. Evrenin derinliğinde yalnızca bir Bach fügü dinleniyordu. Berlioz ve manik depresif semptomlarda var mıydı. Tüyler ürperten Horowitz müziği gibi odalarda Elham oku, Kiev’de bir kiralık evde polovec dansı yap, mazurka dinle. Durgun gecede. Borodin’in Polovec dansı gibi, bu anlatılanları kuşlar dinlese, sonuç böyle olmazdı, bu kitap kapatılmazdı, iyi bir Stravinski, pulcinela bale suiti seslendirişi gibi. Azize Therese, doğada görebileceğimiz her şeyden daha parlak, daha aydınlık şeyler gördüğünden söz etmiş. “Rahibe Maria, geçmişte Fransa’nın Atlantik kıyılarında kapandığı bir manastırda her gece çırılçıplak soyunup yatağa giriyor, gözlerini kapatıp Kutsal Ruh’un gelmesini ve bakireliğini almasını bekliyordu. Bu bekleyiş 33 yıl sürdü. Kutsal Ruh’tan umudu kesince, kendini bir akşam üstü Bretagne kayalıkları üzerinde genç bir çobana teslim etmişti, atını eyerleyen bir Faslı’ya. Peçevi tarihi ilk kahvenin açılışını şöyle anlatır, 1554 yılında Halepli Hakem ve Suriyeli Şems adında iki şahıs, Tahtakale’de birer kabir dükkanı açıp kahve-füruşluğa başladılar. Keyfe müptela bazı yaranı safa, hususiyle okur yazar makulesinden nice zürefa toplanır oldu. Yirmişer, otuzar yerde meclis durur oldu. Kimi kitap okur, kimi tavla ve satrançla meşgul olur, kimi nevgüfte gazeller getirip marifetten bahis olunurdu.” Babil talmudları, atlı fatihler, Atilla, Cengiz, Timurlenk...
Ernest Henley’in, Invictus adlı insan direncini anlatan şiiri;
‘Kapı ne kadar dar olsada
Kaderimin efendisi benim
Cezam ne kadar ağır olsada
Ruhumun kaptanı benim’
Oklahama’da 168 kişiyi öldürüp, Indiana’da idam edilen Timothy Mc Veigh‘in ölümünden önce okuduğu şiir. ‘Biraz sonra soluk almıyordu artık. Yaşamdan ölüme geçmişti. 2 Temmuz 1904’tü. Küçük sarkaçlı saat sabahın üçünü gösteriyordu. Siyah kanatlı bir gece kelebeği pencereden içeri girmiş, yanan lambaya çarpıyordu deli deli. Sonunda kuşların cıvıltıları ve yaprakların hışırtıları arasında gün ışıdı.. Hiç bir insan sesi duyulmuyordu., günlük yaşamın çalkantısı yoktu, yalnız güzellik, dinginlik ve ölümün büyüklüğü vardı.
Rüzgar kiremitleri uçuruyordu, karanlık yolda yürüyordum, bir çeşmenin önüne vardığımı son anda farkettim, küçük ahırına eğildiğimde, küçük, tuhaf pırıltıların göz kırpar gibi ışıldadıklarını gördüm. Konuşup, gülüyor, bağrışıp, çağrışıyorlardı. Beni farkedince Zeus’larını görmüş gibi donakaldılar. Işıltılar birden çekilerek gözden kayboldular.  Neden sonra hayal gördüğümü sandım...
“ Ölüme sürüklenmiş cesetlerin üzerine basarak yaşıyoruz. Bu nedenle bu dünyada yaşıyor olmaktan bir mutluluk duyamıyorum  Baudelaire’e nerede yaşamak isterdin demişler, her yerde, dünyada olmasında demiş. Şimdi intihar anını düşünüyorum ölenin, yada intihar süsü verildiği anı. Garez ve kinle hemcinslerini baygın halde ipe çekenler, boğanları. Kendimi katil gibi hissediyorum. Belki bir matematik problemi çözüp mutlu olacak, belki atı kapaklanan bir adamı-kahramanı düşünüp ziyade üzüntü duyacak, belki buluş yapacak, belki bir kitap yazacaktı. Aylak aylak gezecekti belki de. Kendimi katil gibi hissediyorum, bu topraklarda yaşıyorum, olanlardan bende sorumluyum, oluşumlara katkı hakkım var, katılmayan görünümüm beni kurtarmaz.” Ben kendi şapkamın altında mutluyum desem de bir suçum var. Yürekleri ışık dolu insanlar ölüyor, öldürülüyor ve yalnızca izliyorsun. Ve yazık ki yaşıyorsun.”
“İlk baharda güneşin ışıkları dünyaya yaklaştığında, lekesiz kuğuların uçurduğu yıldızlı şarı (iki tekerlekli harp arabası) ile gelir, Delos adasında annesinin kendisini doğurduğu palmiyenin altına inerdi. Europa, Suriyeli genç ve güzel bir kızdı. Boğada bir tatlılık, tanımı güç, hoş bir uysallık vardı. Rengi göz okşayıcı altın sarısı idi. Alnının ortası biçimli bir ak benekle süslüydü, gözleri sakin denizler gibi maviydi. Çok düzgün boynuzları alnının üzerinde bir hilal gibi kıvrılmıştı. Boğa güzel Europa’yı görür görmez diz çöktü, yere yattı, tatlı tatlı böğürdü ve kızın ayaklarını yalamaya başladı, öyle ki kız sırtına binip onu okşamakta sakınca görmedi. Hayvan kızın tatlı ağırlığını sırtında hissedince, süratle kalktı ve denize doğru koştu, Europa’nın arkadaşları, boğanın dalgaları yardığını ve denizde kumlu bir ovada koşuyormuş gibi gözden yittiğini gördüler. Suriyeli güzel kız, boğanın boynuzunu tutarken, diğer eliyle saçlarını göz önünden itmeye çalışıyordu. Zeus -boğa- yükünü bir çınarın gölgesine indirdi ve yaprakların esintisinde acımasızca ona sahip oldu.
Girit’i bekleyen tunç vücutlu dev Talos bir yabancı görünce hemen ateşin içine girer, kızıl kor haline gelir, sonra koşar yabancıyı diri diri yakardı. Artemis’in alnında asma dalları, omuzlarında geyik derisi vardı. Av köpekleri göklerde havlardı. Afrodit’in kumruları gibi elinde Girit lalesi tutan Kyknos (Ares’in vahşi oğlu) su kenarındaki taş oyuklara eğilerek, su perisi arardı.
Bir çobandan kaçarken sık otlar arasında gizlenen bir yılanı göremedi, üstüne bastı, yılan Eurydike’ yi ısırınca güzel kadın çok yaşamadı öldü. Fundalıkta uyuyan satyrler, Lesna pınarından su içen kır perileri, sedef kabuğundan borusuyla kuş vücutlu, kadın başlı sirenler ağladı.
Attika’nın  baharları gibi, toprağın altı, ölümün hüküm sürdüğü elem diyarı gibidir. Epir’de çok derin Akheruse mağarasından Hades’e girilirdi. Kokytos ıstıraplar ırmağı, vahşi kuzey yeli, cehennemin soluk renkli çayırları, çirişotlarıyla kaplıdır, yalçın kayalardan, donmuş su birikintilerinden kaynayan katran göllerinden ve korkunç rüzgarlarla çalkanan gölcüklerden, geçen ırmaktı Akheron.
Alev selleri günahkarların gözyaşından doğan Kokytos’un inleyen feryatları, insana bulantı veren iğrenç kokulu Styks’ın vahşi gürültüleri. Dudakları suya yaklaşınca Tantalos’un su ondan kaçıyordu ve dudakları çatlıyordu. Kayaların arasında, panterlerin dolaştığı bir yere altınsı yağmur, yılandan çelenk vardı.
Duvarlarda kerpiçten yapılma sığır kafaları asılıydı. Stentor bağırdı mı herkes duyardı, elli kişilik sesi vardı. Kaplanları yönlendiren Bassareuslar, Kekroplar, yılan saçlar...
Eşşak’tan (dağ geçidi) geçerek Aclun’a vardık, canavarın başı menekşe renginde ve bir maden gibi parlaktı, hayvan binlerce halkalar halinde kıvrıla kıvrıla ve benekli derisini sürükleyerek ilerledi. Julia kümeleri ve frakteller, Attis’in çiçekleri, balıktan su kuşları, kuştan gök balıkları. Medusa’nın başını parlak kalkanın ortasına koymak üzere Athena’ya armağan etti. Pelion dağının fundalıklı yamaçlarında armağan olarak hiç acı çekmeden uyur gibi öldüler. Irmak tanrıları Beykoz’un havarisi gibiydiler. Gölgelerin şafağında yılanların çenesi gibi her şeyi unutturan Lethe ırmağı.
“OCAK 1887’de Almanya’nın Meschede kentinde dünyaya gelen Macke, 26 Eylül 1914’te I.Dünya savaşı sırasında Fransa’da Marne savaşında vurularak yaşamını yitirdi. Ressamdı. Uzun bir paranoya geçiriyorum, kaotikleşen ve hiçleşen, değersiz söz dizilerine kanmayın. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi gibi asıl anlatmak istediğim öykü aşağıdadır. Zamphir’in panflüt konseri gibi kırda kuş kovalama, canın sıkılıyorsa okuma, zamanını alanı boğazla, yada teyze kızınla plaja git ve bu...
...
(Mağara)
Kırları dolaşalım. Orada küçük bir tepe var. Batı alnacında küçük bir ören yeri, höyük gibi. Elinden tutuyorum kuşumun, arkalarda ise başıboş bir mezarlık. Gizem dolu, tuhaf çiçeklerin mezarlığı. Taşlardaki ürpertici, acı dolu yazıları okuyalım. Elele tutuşuyoruz kuşumla, mezarlığın ürkütücü sessizliğinde, yılan çıyan dolu otların arasında ilerliyoruz. Issız kır yollarındaymış gibi dolanıyor, yapraksız, kelağaçlardan meyveler koparıyor, yerlerdeki küflü armutları, yağmur birikintilerinde yıkıyor, karıncaların ince uzun bir yola düzülüşüne tanık oluyoruz. Doğanın kara treni diyor kuşum gülümsüyorum. Armudun tepesinde bir saksağan çılgınca bir ötüşle uçup gidiyor. Armudun dibine yarı baygın, açık ağzıyla bir yılan düşüyor. Karıncalar, anızların arasından, taşların dibinden, evlerin önünden, minik yığınların üzerinden, tümsekleri aşarak, gülünç anlamsız bir yolu izleyerek, kabartılmış bir toprak yığınının içine girip çıkıyor, ince siyah belli yüzlerce  minicik deve katarı. Bir tahıl çubuğu alıyor, kabarmış tümseğin deliğinden içeri sokalım diyorum, işlerine karışıp, sevinçlerini bozmayalım diyor kuşum, yinede kaşla göz arasında, buğday çubuğu yuvaya sokuyor, karıncaların düşüşlerine, umarsız çabalayışlarına bakıyoruz, az sonra merakla çekiyoruz çubuğu, çeker çekmezde korkuyla fırlatıyoruz, o kadar iri bir karınca çubuğa tutunmuş ki... Düşen karınca, şaşkın, oraya buraya koşuyor, bir anlam veremeyip bizde kaçışıyoruz. Armudun tepesindeki saksağan yuvasından sesler geliyor. Örenlerin uzağından, hafif meyilli  yolun kıyısından mezarlığa kadar yürüyoruz. Sıcak sanki garip bir ses çıkarıyor, gökyüzünden, yeryüzünü kapsayan bir uyanışın sesi. Güneşin, ışığın, göklerden ayet ayet yeryüzüne inişinin sesi, bir halenin, doğumun müjdecisinin, pul pul dökülüşünün sesi bu... Yalnız değiliz. Mezarlığa giriyoruz. İn cin yok. Güneşin sesiyle yukarılara tırmanıyoruz. Vahşi taç yaprakları, dirençli, çılgın soluklarıyla, ölümün bahçesinde çiçekler, sanki yaşamla yarışıyor ve sonsuza dek yaşayacağız diye haykırıyor, süsenlerin mor-turkuvaz yapraklarında, kupa gibi yapraklarında, metalsi yeşile bulanmış, ürkütücü beneklerle süslü, mor üstü yeşil benek, iri kara ayaklı, kaplan suretli böcekler, dünyaları çiçeğin odun soymuk borusu gibi erkekcil organıymışcasına, kapanmışlar, dokunduğunuzda hiç umursamadan çiçeğin ortayındaki ani yer değişikliğinden başka bir şey yapmıyorlar, renklerin bu görkül dünyasında bu çiçek onların evreniymişçesine bize sırtını dönüyorlar. Taze mezarların kabarık toprakla dolu üzerinde, bir çubuk ve küçük bir tahta var, ölene ilişkin ne bir iz var, nede bir ad. Uzaklardan pantolonunun baldır bölümü üçgensi, omzunda küreği, bir mezar bedevisi yanımızdan soran gözlerle, sessiz geçip gidiyor, bizim işsiz güçsüz, mezarlığın boş kalfaları olduğumuzu anlıyor. Kırmızı karanfille süslü bir mezar taşının lahtinde oturuyoruz. Doğum;1928 Ölüm:1996 Kezban Yıldız.  Öğretmen Emeklisi. Annemiz, yazıyor. Yürüyerek ortadaki at kestanesinin  yanına varıp yaslanıyoruz. Dallar ölü sessizlikte, yumuşak bir yelle sallanıyorlar Gölgedeyiz, ağacın gövdesine yaslanan, iri tuhaf hayvan, kendine pek benzemeyen yavrusuyla, çatısı altıgen, elipsoid yolcudan bir kaplumbağa yavaş yavaş geliyor taşların arasından, yalnız bir kervan, çulu sırtında garip bir derviş. Öyle bilge, öyle ağırbaşlı ve öyle kendisiyle ki ağacın çevrenine girince, bu toprak boşluğun geldiği yerlerin dışında bir boşluğa açıldığını hemen anlıyor, bir boşluk ve bir ayrımsılık olacağını hemen seziyor ve biraz daha bu boşlukta yol aldıktan sonra başını kaldırıp bize bakıyor ve yolu kestirimden geçmeyi düşünerek sola kıvrılıyor, aynı ağırbaşlılıkla yüzyılların ve yaratılmışlığın tüm ağırlığını sırtında taşırmışçasına yavaş yavaş otların arasından taşların kabirlerin içine doğru yitip gidiyor. Evrende  bir kaplumbağadan daha yüce olduğumuza kim inanabilir ki. Tanrı indinde böyle bir şeyin güvencesi ne olabilir ki...  Geçip giden bulut silsilesinden, 3-4 damla yağmur düşüyor, sonra gene güneş, sanki her şey otomatiğe bağlanmış, bir gezegen ve tanrının tüm hünerlerini gösterdiği topraklar ve onun üzerindeki canlılar... Sanki savaşlar, öldürümler, ölümler bile bir usun denenmesi gibi,  delicesine bir çılgınlık.
Mezarlığın ortasındaki ağacı bırakarak ayrık otlarının, dikenlerin, acımıkların arasından, yukarıya çıkıyoruz, artarda üç mezar var ve üçü de bir anıt gibi ölenlerin resimleri var. 3 erkek, 51, 36 ve 29 yaşında, Ahmet Türk, Halis Öz, Hamit Taşçı herhalde trafik kazasında ölmüşler ki çalıştıkları özel kurum bu küçük anıt mezarları yaptırmış onlara, bir zaman önce anneleri, babaları, çocukları, eşleriyle akşamları gülerek yatıp, sabahlara çıkan bu atarca göğüsler, şimdi tüm zamanlarını yan yana geçiriyorlar, bilmeden, görmeden, duymadan... Belki bilmediğimiz bir şey vardır diye teselli ediyorum kendimi, ama ne önemi olabilir ki canlılık gitmiş, ten çürümüş, yürek pörsümüş, kafatasındaki görkemli beyaz küre toz olup dağılmış, gözlerindeki ışıkta, yerini karanlık ve sonsuz bir karadeliğe bırakmış, dişleri var çiğnemez, ağzı var gülmez, burnu var koklamaz, çiçek uzatsanız almaz. Bir çeşit taş. Toz olup gidecek, neden geldiği hiç sorulmayacak, neden gittiği hiç bilinmeyecek. Lagos balığı biçemindeki ciğerler yok olmuş, yakut sürahiyi andıran mide uçmuş, dalaklar, böbrekler, safra keseleri, ne işe yarardı ki, diyaframı neden vardı ki...
Tazecik bir mezar var ki taşı üstüne uzatılmış, dikilmemiş bile, iki satır yazı var üstünde, biricik yavrum hep bizimlesin. Yanına gidilmez, yatılmaz, koklanmaz, azarlanmaz, horlanmaz, öpülmez, yenilmez, içilmez bir küçük beden, kapıdan girmeye çalışmış ama daha eşikte ezilmiş, ayaklar altına alınmış, ölüm nedeni nedir, ne olur ve ne değişir ki. Artık kuşlara bakamayacak, okula gidemeyecek, bir işe giremeyecek, yalnızlığın tadına varamayacak, kapı kapı iş aramayacak. Öldü işte. Kimi iyi oldu, çile çekmeyecek kurtuldu diyecek, ana baba acısını hep içinde taşıyacak, kardeşleri silik bir anı gibi gölgeli anımsayacak, yaşamın hay huyu içinde defterden silinecek bir küçük, defne kokan masum, yavaşçık bir cisim... Zembereği, birden boşalmış minik bir çalar saat. Yürüyen, konuşan, şakalar yapan küçücük yeşil bir dal. Artık bunlarda olamayacak. Herkesten önce toprağa karışacak, kemikleri henüz tam oluşmamıştı bile, başı bile jelimsi yumuşacıktı henüz, sanki toprağa başkaldırıp, başkalaşmaya çalışmış, tam ergenlik çağına, tam işte ‘eccehomo’ denilecekken, denilmesine 3-5 yıl, 3-5 ay kalmışken, son zil çalmış ve bitiş düdüğüyle cehennem ırmağına ansızın atılıvermişti. Onu kim anacak, onunda yaşadığı, yaşamaya çalıştığı, ayak uydurmaya hazırlandığı, -iyiden, kötüden yana- boyuna bocaladığı iki yana sallanıp durduğunun ve bizlere benzeyemeden çekip gittiğini kimler söyleyecek, kimler anacak, bizler yaşayacağız ve çaresiz ölümü hak ettiğimizi düşüneceğiz, ya o, onun gidişi hepimizin gidişi, kalanlar gidenlerin serin serviler altında yattığını düşünürken hiç anlamazlar ki, o serin serviden, yattığını düşündüğü minicik yavru güleç gülen gözleriyle bizlere bakıyordu...
Mezarlığın, genç, yaşlı konuklarının arasından tahtalarla ayrılmış bölümüne gelip, oradan taşlı yola çıkıyoruz, uzaklarda, denizde beyaz bir yelkenli tek başına gidiyor. Ölümüne giden, bir Odysseus bir 'Hiçkimse mi'  acaba, giderek gözden yitiyor. Adalara yakın, gözden uzak kıyılarda kayboluyor. Daha uzaktan bir vapur burun veriyor, yaklaştıkça büyüyen, bir yatay koni, denizin üstünde şaşılacak bir biçimde duruyor ve kayarak geliyor. Geliyor evet. (Ve kimbilir kaçıncı kez!..)

“Burda gömülüyüm ben, minik Urbicus, Bassus’un
yası; soyumu, adımı büyük Roma’dan aldım.
Üç yaşımı doldurmadan altı ay önce, üç tanrıça
acımadan kestiler kader ipliğimi.
Güzelliğim, peltek dilim, küçük yaşım neye yaradı?
Bu yazıyı okuyan yolcu, göz yaşını
esirgeme bu mezardan! Dilerim senin sevdiğin
Öteki dünyaya Nestor’dan yaşlı göçsün!”

diye bir şarkının mırıltısı  duyuluyor öğle sıcağında...
Taşlı yoldan aşağıdaki ana yola çıkıyoruz, terkedilmiş fabrika binalarının arasından, havlayan köpeklere el sallayıp geçerek, tarlalardan, yıkık yapıların arasından bir höyüğe yaklaşıyoruz, küçük bodur ağaçlar, çayırlar, tek tük gelincik yeşilin ortasında, ölümsüz nazlı bir güzellik tanrıçasının göğsüne, kumrularına armağan, öylece titriyor inip giden güneşte. Yandan hafif eğimli yamacı geçerek, iri taşların arasından höyüğün güneye ve denize bakan karanlık girişine geliyoruz, kimsenin girmeyi düşünmediği, karanlık bölmesinde sarhoşların kimsesizlerin ateş yakıp ısındığı bu mağaranın, ancak zorlanarak girilebilecek labirent gibi arka duvarını aşarak boşluğun sürüp sürmediğine bakacağız, gündüz duvarlar bir göz aldanması biçiminde oda görüntüsü veriyor halbuki tam bu tarafta açıktaki boşluktan dönülürse yine öndeki odaya çıkılıyor ama taş duvarın çok dar boşluğundan yine el uzaklığında bir duvar gözüktüğü için kimse tam bir dönüş yaparak bu labirentimsi boşluğun sürüp sürmediğini bilmiyor, bir cesareti de gerektiriyor belki ama öncelikle istekle ilgili bir düşünce bu...
Kuşuma bekle deyip, yapayalnız taş kapıları dönüyorum, geçilmez aralıklardan görüngülerin yok olduğu taş duvarların  iç bükey sonulluğuna kanmayarak, bir kalıp tuğla aralığındaki boşluktan, gene duvarlar arasında kalmış dörtgen duvarların, sanki bilerek bırakılmış  boşluklarından aynı içiçeliklerin en son merkezindeki boşluğa geçiyorum ama bana mı öyle geliyor, yoksa gerçekten öylemi  bilemiyorum -doğruları doğrulamak gerekir- kulağıma Afrika senası, yada Hint ragasına benzer seslerle karışık bir müzik geliyor, bu müzik Japon kıvraklığına dönüşür gibi oluyor ve bir Kafkas ritmine ardılıp, pare pare uzaklaşarak tam kulağımın dibinden süzülüp gidiyor. Ne müziğin kaynağı belli, nede onu çalan bir şeyler var, korkmaya başlamasam eğlendiğimi düşüneceğim ama bu düşüncem diğerine izin vermeyecek denli baskın. 
Düşüyorum, önümü görmeden ve birden önümde kara, derin bir boşluk açılıyor, çok uzaklarda belli belirsiz sarkıt ve dikitlerin arasından sola dönüş yapan bu dehlizin parlak siyahının aydınlattığı gölgelerin arasına, gözlerim tam alışırken  o uzaktaki sarkıt ve dikitlerden garip bir canlı, canlı formunda bir av hayvanının postunu kalçasına sarmış bir ilk çağ insanı sanki karanlık dehlizde ayakları üzerinde uçarmış gibi kayıp dönerek kayboluyor, asla geriye dönemeyeceğimi, bu oyunda geriye dönülemeyeceğini anladığım için korkular içinde yürüyüşümü sürdürüyorum ve dehşetle görüyorum ki yerlerde korkunç bir siyahlık içinde ki bir ayna yüzeyinden başka bir şey değil, adımlarınızı attığınızda aşağıda gölgemsi, ürkünç, siyah bir adam da adımını atıyor, siz durunca oda duruyor, geriye baktığınızda oda bakıyor, siz ona baktığınızda oda size bakıyor, hiç bir zaman bu kadar korktuğumu, korkabileceğimi düşünmedim ve en önemlisi ben başka biriyim artık. Aşağıdaki ben değilim, beni bu denli ürküten korkutan biri nasıl ben olabilir ki, kendime dokunuyorum, ben ben miyim diye, ben belki de benim ama kendime o denli uzağım ki birden öyle soğumuşum ki benden, keşke ben ben olmasaydım diye düşünüyorum. Aşağıdaki ve yukarıdaki benle çaresiz yürüyorum Asıl zararlı olabilecek benin, aşağıdaki mi yoksa yukarıdaki mi olabileceğini düşünürken -bence yukarıdaki ben daha tehlikeli, aşağıdaki beni yineleyen bir ben, yukarıdaki ben boğazımı sıkmadıkça aşağıdaki onu yapamayacağına göre - ne garip kendimden  ilk kez bu kadar şüpheleniyorum ve gölgem, sanal görüntüm gerçeğimden daha az tehlikeli- buna inanıyorum, ben bana gölgemden ve suretimden daha çok düşmanım, düşman olabilirim ve daha tehlikeliyim ne tuhaf- işte tüm bunları düşünürken, cro-magnon insanın dev silüeti, bir mamut gibi birden karşıma çıkıyor, korku duvarlarını yıkıyor ve dilsiz bir makak gibi taş kesiliyorum, yürüyen, yürümeye kurgulanmış bir robotek  ve ama makine düzeninde hareket eden bir insan ne demekse, çok çok tuhaf bir şey oluyor bu arada, cro-magnonun silüetinin içinden geçiyorum,  dev bir insan ama sanal, alttaki gölgesinin mi gerçek olduğuna bakmaya cesaret etmek istiyorum ve aşağıya bakıyorum, ama aşağıdaki gerçekte olsa ayna yüzeyinin arkasına geçemeyeceğine göre bunu anlamam olanaksız, üstelik ayna yüzeyinde yürüdüğüme göre alttakinin gerçek olma olasılığı zayıf ama usum karma karışık iki sanal görüntü nasıl olabilir diye düşünürken birden eşikten düşmek gibi bir hale benzer, karanlıkta sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi düşerek dipsiz uçurumlara doğru uçmaya başlıyorum, aynanın biteceğini insan nasıl anlayabilir ki ayna olsa olsa aşağıya doğru kıvrılıyormuştur ama uçurum duvarında yürüyemeyeceğime göre düşüyorum, uçar gibi düşüyorum sonsuz karanlıkta, cehennem kavramı geliyor usuma, gülme cesaretini de buluyorum kendimde ve Hades diyorum, Hades’e gidiyorum, ölüler tanrısına ve onun yurtluğu karanlıklar ülkesine, Asfodel çayırlarına, korkunun eşiğini geride bırakmış bir ölümlü olarak yine gülüyorum ve sesimi duyabildiğim için kendimi hala güvencede sayıyorum, çünkü ortam benim sesimin geçerli olduğu bir yer, benim sesime yer var, demek ki bende varım burada ve yaşıyorum diye düşünüyor ve seviniyorum ama gülemiyorum, yaşıyorsam demek ki hala ölebilirim ve benim için bir ölüm tehlikesi hala var. Yaşadığım için korkuyorum ve bir kez daha korkularım için kendimden utanıyorum, ah şu yaşamak olmasaydı, yaşamadan, şu başıma gelenleri yaşayabilseydim, keşke yaşamadan yaşayabilseydim. Yaşamanın bir yük olduğunu duyumsuyor ve yorgunluk hissediyorum. Kozmik olduğunu düşündüğüm uçurum sanki bitmeyecek gibi derken, kendimi sisli kapalı bir tünel, sanki iki yanını ağaçların kararttığı  bir su yolunda yürüyor buluyorum, oysa az önce aşağılara doğru uçuyordum, yoksa bir başka ben mi var bende diye huzursuzlanıyorum, birbirinin yerine geçebilen, anında yar değiştirebilen iki ayrı ben, benlerden biri uçuyor ve tünelimsi çayda yürüyen diğer benin yerine, canı isteyince geçebiliyor, çayda yürüyende belki canı isterse uçuşu sürdürecek, ne olduğumu anlayıp algılayamadan yalnızca yaşıyorum, belki bunların hiçbirini anlayamayacağım. Sonuçta, bir üst ben daha ortaya çıkacak belki ve bu üçüncüsü diğer iki beni battal edip silecek ve onların geçici bir sanrı olduğunu anlatacak bilemiyorum, kendimi bilemiyorum, ben kaç taneyim kaç tane ben var, tek miyim, iki miyim, ikiysem beni yönetip, çekip çeviren bir ben daha var mı, içiçe benlerden mi bileşiğim, yoksa bir başı yada bir sonu var mı benlerin, yoksa ben diye bir şey yokta, bambaşka bir şeyin ben diye sunulan durumu muyuz, basit görüntüleri miyiz, bir şerit  gibi geçiyor ve ona bakarak benler uyduruyoruz ve sahne sahibi, asıl yaratıcı bir ben mi var, asıl ben o mu, film geçip giden şerit değil, ben hiç bir hükmü olmayan bir oyundan bileşen öylesine sunulabilirlikler mi, ben sandığımızın herhangi bir değeri yok mu, üstte yönlendirip, hareket ettiren asıl benin görece oyuncakları, hükümsüz, sanal eylemlerinden bütüncül cismani görüntüleri miyiz.
Derken çay yolunun, böğürtlenli, kuş üzümlü, küçük şeytan çanaklarının, sarı otların doldurduğu killi topraklarının arasından akıp giden çocukluğumun yolu olduğunu  görüyorum, sanımı görüntülüyorum ve gerçekten uzaklaşıyorum, çay yolu görüngüsünün usuma yansımasının, asıl gerçekle çakışması için dileklerde bulunuyorum, kendi kendime gerçeği, nasıl gerçekten algılayabilirim onu düşünüyorum., algıladığım gerçek, o zaman çay yolu çocukluğumun yolu, ama henüz otlara dokunup, kuş üzümlerini koparmayı düşünmedim, ya gerçek değillerse, bu gerçeği bozmaya korkuyorum, çünkü işime geliyor, eğer çocukluğumun çay yolunda gidiyorsam güvence içinde duyuyorum kendimi ve bu gerçeği değiştirmek işime gelmiyor, ama kuş üzümlerini koparamazsam ya elim tünelin tavanına değerek, duyumlarımın bir yanılgı, bir algı bozukluğu, sanal bir görnek yada bir görünç ise, işte bu kararsızlık içinde çocukluğumun çay yolu sanısının olabildiğince sürmesine karar veriyorum ve ne yazık ki sanal olsa bile algılarım sanal algı içinde gerçek bir gerçeklikle duruyor ve akıp giden sarı çay içinde altın bir para, bana bakan yüzü bir mecidiye gibi eski hattat yazısıyla işlenmiş bir tuğra bulunan göz alıcı, metalik bir şeyi almak için eğiliyorum. Eğiliyorsam bütün bunlar neden gerçek olmasın diye düşünüyorum, eğildiğimi anlıyorum, biliyorum, o zaman gerçek olması gerekir, ben şu anda buradayım, yaşıyorum, bir parayı almak için eğiliyorum ve bütün bunlar bir sanrının  yada sanal bir anın parçaları, tanrım ben neyim, neredeyim ve gerçekliğim ne kadar,  gerçekliğim gerçek mi, suya elimi sokuyorum -gerçekten sokuyorum- ve inanılmaz bir şey oluyor, para kaçıyor, (para benden kaçıyor), bu kez, oraya, öbür yana elimi sokuyorum, para gene kaçıyor, gene sokuyorum, gene kaçıyor, gene derken, kedinin fare, köpeğin kelebekle oynayışı gibi parayı geçmiş zamanda fosiller gibi parlayan taşların arasından kapabilmek için parayla sanki ışık hızında bir köşe kapmaca oyununa başlıyorum, para sola kaçıyor ben kovalıyorum, ben soldan kovalıyorum, o sağa kaçıyor, derken sarı bulanık renkteki suya tüm gücümle ve ağırlığımla kapaklanarak düşüyorum.
Uyandığımda, sırtımı tünelin duvarına yaslanmış yorgun buluyorum ve birden irkilerek oturduğum yerde zıplıyorum,  çünkü yanımda aynı benim gibi yaslanmış, bir iskelet duruyor, onun benim gibi bu çılgınlığa girişmiş bir yitik insan olduğunu (‘ben’ olduğumu) düşünüyorum. Ve onda kendi sonumu gördüğümü kabul ediyorum. Ve inanılmaz bir şey daha oluyor, bu durumda, gerçeğin içinde bulunduğum durumun  olmaması  gerektiğini  düşünerek  ayrıca  umutlanıyorum.  Hem  iskelet  hem  böyle  bir    şeyin      
-durumumun- gerçek olamayacağını düşünerek seviniyorum. Açıkcası inanılmaz dediğim şey iskeletin konuşması, iskelet hiç korkma diyor, gülüyorum, cesaretle ve yalnız bunu söyleyebildiğin için asıl korkmam gereken şeyin bu olması gerektiğini söylüyorum ve ona kestirmeden iskeletler yerine -ölüler konuşmaz- diyorum. İskelet yanılıyorsun diyor, gelişmeler ve modern çağlar her şeyin, herkesin konuşabileceği, herkesin her şeyi yapabileceği, her şeyinde herkese dönüşebileceği üzerinedir; bunun böyle olmasını istemez miydin diyor. Böyle olmasını isterdim ama bu sanal algılama anının, bu özlemlerin dışavurumundan başka bir şey sayılamayacağını söylüyorum, bu kez iskelet gülüyor, o denli gerçek dışı şeyleri algılamak istersiniz, gerçek dışı gerçek olunca da bir türlü kabullenmez, kabul etmek istemezsiniz, öyleyse isteme diyor ve ama düşlemek gerçeğe dönüşme anından başka bir şey değildir. Düşlemek gerçekleştirmenin en gelişmiş biçimidir. Ona beden verip maddeleştirmek ise en ilkel kordalı haline dönmektir ki düşlemenin tırnağı olamayacağı gibi eline su bile dökemez diyerek kızgınlığını belli edercesine yüzü kızarıyor. Göz boşlukları yanıp sönen iskeleti tekmelersem acaba filmlerde izlediğim gibi toz haline getirebilir miyim diye düşünüyorum ve hızla ayağa kalktığım sırada  iskelet birden yok olup beni düş kırıklığına uğratıyor ve içinde bulunduğum andan sinirim bozularak neredeyse ağlamaklı olacakken dehlizin tavan kısmında beliren iskelet usumu boşuna yormamamı söyleyerek, gerçek andır. O, an diyor, biraz önceki gerçekle şimdiki gerçek elbette farklı biraz sonrada daha başka bir gerçeklik içinde yaşayacaksın diyor ve anın hangi gerçeğin içinde ise gerçeğinde o anın efendisi olacağını söyleyerek, birinin diğerinden üstün olan bir gerçeğin var olamayacağını söyleyerek, düşünde hazine bulan bir dilencinin, gerçek diye nitelediğimiz hazineye sahip olamadıkça, bir hazineye sahip olamayacağını kabul ettiğimiz sürece gerçeğin değil, gerçek diye nitelenen hazinenin gerçek sayılarak, bir nesnenin tabulaştırılıp, tanrılaştırılarak gerçekleri örtbas etmede ve yanıltıp yok etmeden başka bir şeyde kullanılamayacağını ileri sürerek, orada gerçek diye bir şey yoktur, yalnız gerçek diye nitelenen ve hazineden başka bir şey (Burada rüyasında hazine bulan bir dilencinin hazine bulmasının gerçekten sayılmaması, gerçeğin gücünün, paranın gücüyle yer değiştirmesinden ileri gelmektedir. O zaman burada bir gerçeklikten değil, paranın gücünün ışığı eğen bir şey gibi gerçeği eğdiğinden söz edebiliriz ancak.) olmayan nesne ve sonuçta gerçeğin (çok çok küçük bir birimi var) yok sayılacak denli, yalancı bir sanıdan başka bir şey olmayacaktır dedi. Ve düşünde hazine bulan bir dilencinin başına geleni gerçek saymadıkça, gerçeği bulamayacağımız gibi ona hiç bir zaman kavuşamayacak üstelik gerçeği düpedüz engelleyerek ona ulaşma yollarını da kapatmış olacaksınız dedi. Gerçek özgürdür. Gerçeğe özgürlüğünü vermedikçe düşlerinde hazine bulan dilencinin hazinesi olduğunu varsaymayarak, gerçeği yanıltıyor ve sanal olanı gerçeğin yanına koyarak kendinizi -körlemekte- ısrar ediyorsunuz ve gerçek sizin (kodlayamayacağınız) belirleyemeyeceğiniz denli güçlü ve kendisidir. Sizler için bir gerçekten değil olsa olsa adına gerçek dediğiniz bir gerçellikten -varsayımdan- sözedilebilir dedi. Son olarak iskelete: Sen gerçek misin dedim. Soruma bu denli üzüleceğini bilseydim hiç sormazdım: En az senin kadar diyemeden toz olup gitti  iskelet. 
Mağara, labirent, gerçek, sanal, derken birden yine karanlık içinde kaldığımı düşündüm, düşündüm çünkü, karanlık içinde kaldığımızı düşünmüştüm (düşünüyordum).
Bir ayna vardı, mağara olağan bir doğallıkla uzanıyor ama karanlıkta kendimi görüyordum, elimi uzatınca oda uzatıyor, bağırınca oda bağırıyor, sola dönünce oda dönüyor, geriye doğru adım atınca oda hemen oracıkta beliriyordu. Manyetik, metalik bir zırhın bir duvarın içindeydim sanki, kimbilir, belki de başka dünyalardan gelenlerin becerisi usa sığmaz bir hüneridir bu.  Binlerce yıllık metafizik, garip, kozmik, cismik, sanal bir oluşumdu belki de.
En sonunda kendini gösteren böcekleri de görmüştüm, karanlıkta ışıklı gibi büyük bir doğallıkla görünüyor ama hiç parlamıyorlardı, bu nasıl olabilirdi ki gecede gündüz gözüyle görünebilen binlerce hayvan ve fark edildiklerini anlayınca da usulca uzaklaşıp, solup giderek küçülen ve sonunda yok olan binlerce canlı. Hangi şeyi gerçek yada gerçek dışı kabul edip sayacaktık ki sonunda gerçeğinde, gerçeğin bir parçası olduğunu kabul ederek uyudum, uyuyabildim. Düşümde bir kaknus uçarak bana yaklaşıyordu, uzun rengarenk kuyruklu, kanatları boyundan büyük, kertenkele-timsah karışımı bir başı olan, testere dişli, binbir renge sahip, ürkünç, gizemli bir kuş. İçinde yaşayarak yaşadığım- döndüğüm, dönüp-durduğum minik Utarit’ede tutunmaya çalışıyorum bir yandan ama kuş beni gagasıyla alıp boynunun üzerine bırakıyor, yürüyerek sırtına biniyor binbir gece masallarındaki gibi uçuyoruz. Sonsuz gün ve geceler boyu denecek uzaklıkta bir zaman süresince gidiyoruz ve devasa bir sarayın duvarları üzerine konarak, ben yere indiğimde prenses Semiramis beliriyor sarayın avlusunda, avlu sonsuz güzellikte çiçeklerin olduğu bir bahçe, prensesin boynunda ziynet eşyası gibi asılı duran mücevheratın, ışıkta renk ve yön değiştiren bir bukalemun olduğunu görüyorum, bukalemun -bana- bakıp düşünüyor gibi yaparak şaşırtıyor, egzotik bir ülkeye indiğimizi anlayıp prensesin kolyesine uzaktan hayranlıkla bakıyoruz, bukalemun birden yere inerek bir dinozor gibi büyüyor ve ardından gelinmesini emredercesine bize bakıyor ve sarayın mahzenlerinde gene karanlıkların içine dolandığımız an bukalemun kayboluyor ve kertenkele kraliçesi de önümüzden jet hızıyla uçarak akıp gidiyor.  Bir uçurum başına varıyoruz ve karanlık mavi bir disk, bir galaksi gibi dönen korkunç, büyük bir bahçeye açılıyoruz. O denli büyük ki bir dağın doruğundan aşağıdaki ovaya Roma’ya bakan Hanibal gibiyim. 
Sonra anlıyoruz ki Asfodel yani cehennem burasıdır. Cehennem bekçisine Kerberos’a geçerli para vererek cehenneme adım atıyoruz.
Cehenneme kaç kişi girip çıkmış ki cehennemlikler, Dante, Odysseus, Orpheus, Eurydike, Deli Dumrul vb. Cehennem dediysek öbür dünya, öte dünya, ahiret yani. Niçin cehennem diyorum. Çünkü öte dünyada yalnız cehennem var, bir yok oluş... İşte Odyssueus, daha önce gelip gitmişliğin erdemli ağırbaşlılığıyla dolaşıyor. Zavallı Odysseus’u kimse tanımıyor, eski dünyada ne kadar şanlı olduğunu bilse nasılda mutlu olurdu. Bütün ölmüşler, gölgeler halinde dolaşıyor, dikkatimi çeken bir şey var, cehennemde hiç kadın yok, bu bizim için tam bir şaşırtı. Yaklaşıp karanlıkta kendi çocuğunu boğan Gazneli Mahmut’a soruyoruz, kadınlar nerede diye, hiç bir şey anlamamış gibi yüzümüze bakıyor. Kendi çocuklarını öldüren krallar, satrapların, kadın deyince anladıkları hiç bir şey yok, unutmak anımsamamak bir  sonsuzluğa dönüşmüş. Sürekli hareket halinde korkunç bir devinim.  Erkeklerden oluşmuş bir koca dünya kadın yok , çocuk diye bir şey yok Sonsuza dek diğer yarısından uzakta ve onları bilmeyen bir yarı topluluk,. Platon’dan, Kazanova’ya, Utnapiştum’dan Liberace’ye dek uzanan bir kartal burunlular kalabalığı...

Öykü burada kalmış. Ben bu öyküyü diğer bazı öyküler gibi okurken kaldığım İskenderpaşa'daki pansiyonda buldum. Cezayirli bir çocuk benim yazına olan ilgimi bilir, öyküler yazacağından sözederdii ama Türkçesi bu kadar olur mu bilemem.  Sonuçta bulanıklık yaratmak iyi değil sanırım bu öyküyü Cezayirli yazdı. Adını çok severdim Faruk Talu. Gizemli ve sempatik bir isim. Ne olursa olsun, bu öykü onun üzerine kalıyor..Öykü burada kesilmiş, aşağıdakileri kim eklemiş o bile belli değil. Yalnız sayfa sırasına göre tümü boş en son sayfada tek bir tümce var. Bomboş kağıtta tek bir tümce var. “Una vitaris de(l) sol ambroisia la revocoult”. latince bir yazıya benziyor ama araştırmama karşın çözemedim. Şapolyo’nun hiyeroglifteki iki ‘A’ dan Kleopatra’yı çözüşü gibi bir arkadaşım özel çalışmalardan sonra -ne demekse- şu yazıyı verdi elime:
“Mağaranın kapısından, bir girenler, bir de girmeyenler vardır.”

Masal /
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde bir cadı vadrmış. Cadı çok kötüymüş. Cadı bir gün sihir yapmış. Dünyadaki herkesi yüz günlük uykuya daldırmış İnsanlara kötü olmaları için sihir yapmış. Yüz günlük uykudan sonra insanlar kötüleşmeye başlamış Almanyalı bilim adamı Albert Ainstein niye herkesin kötü olduğunu araştırmış. Araştırmalarında cadının yaptığı ortaya çıkmış Ainstein hemen dünyaya haber vermiş Albert Ainstein dünyaya şöyle söylemiş İngiltere’de herkes kötü demiş Ainstein birde bunun İngiltere’de bir cadının yaptığını söylemiş. Cadıyı bulana para ver demiş. Herkes cadıyı bulmaya çalışmış Bir insan cadının yerini bulmuş Ainstein’e söylemiş Ainstein adama parayı vermiş Ainstein hemen cadının yerine gitmiş. Cadı Ainsteini görüp yakalanacağını anlayınca kaçmaya başlamış. Ainstein tam yakalarken cadı onu bıçakla öldürmüş. Ainstein Amerikada ölmüş. Yıldırım insanı yıldırım ölüsü olmuş.

“Silinmeyen bir yıldız duruyor orada / Ezgilerin, acıların, eşsiz notalarla / dile getirildiği yerde /
Vaatlerin usta vaizlerin elinde / vuslatlarla birleştiği / o yaban ellerde, o vahşi köşelerde / İmgelerin ağladığı, sevilerin gözyaşı döktüğü / incilerin tükenip, solukların verildiği o yerde./ Narsis’ki kendine bakardı / hayranlık dolu kösnüyle / Su ise gümüş yansımanın verdiği sahiplikle / övünür, erinirdi. / Çok uzak ve en kuzeydeki pencerelerden birinde / -güneşle yazılıdır- /  mutlanların en sonsuzu, en doyumsuzu / kozmik bir dönüştür ki / sevebilmek, -bakabilmek kendimize- / o ne büyük bir mutlan
/ ne büyük bir kurtuluş...”         

Pansiyonda kalırken acemi olduğumuz için hep saçma denilebilecek konulara kafa yorar bazende yaptıklarımızı beğenir herşeyi; şiiri, öyküyü, masalı tek bir şeyde yaratmaya çalışır, olmayanın peşine düşerdik ama görünen o ki kolay değilmiş!.. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder