Yengeç ayağını ısırınca, Herkül,
Davut’un kelebeği gibi titredi. Dağ nergisleri kaplamıştı ormanı, bataklığa
düşmüş bir ceylanın çığlıkları yankılanıyordu. Yağmurlu zamanlar gibi kokusunu
yayıyordu sümbül. Ah Belinda ne güzelsin, çamurdan çıkan gılyanus balığı bana gülüyordu. Bir primat
olan bizler; doğanın ilkeleri uyarınca ölüme gitmekte olan varlığın evrimini,
bilgi üretimi yoluyla ödünleme, durdurma, belki de geri çevirme girişimi veya
serüveni içinde bulunuyoruz. Elektrikli denize uzaklardan bakan ruhlar, parlak,
temiz porselen tabakta toplanıyor ve iğne bacaklı bir kuleks onlara yas
tutuyor. “Örümcek
İmparator Sarayı’nda örer ağını / Kubbelerinde söyler baykuş Efrasiyab’ın
şarkılarını.”
Balkıyan gözler, Sibirya’da
Popigay kraterini görüyor. Yüzyılın başında çingene asıllı Gülistan, zurna
eşliğinde Değirmenci düetini -tek başına- söylüyordu. Yahşi hayvanlar uluyordu.
İşte akrep, güz rengiyle yeşilimsi zarlar ve çiçekler arasındaki o gölün
derinliklerinde büyüdü ey güzelim çocuklar. “Geceleyin pencere kuzgunlar için
açık kalır
Öyle ki: 'Uykuda bir şeyler sürünerek içeri girer
ve oda sarı gözlerle dolar.'
Norveçli Knut Odegard bu dizeleri
yazarken, ekose gömleğine bakıyor ve tungsten flaman gökyüzünün donmuş
cesediyle, bir dairenin başlangıç ve son noktasının aynı olduğunu Herakleitos’a
söyleyerek, pürtüklü sarı kayaların üzerinden zar gibi ince bir suyun, ağdalı, sümüksü
bir yatakta, döne döne akışını gözlüyordu.
“Yeryüzünde her şey tanıdık, yorgun
bırakılmış.
Ta ötelerde ağlamak gibi bir ninni
Zaman kendi üstüne dürülmüş, geniş
sonrasız bir boşlukta yüzüyor.
Olmadık kederler yapışkan sarı bir rüzgar
gibi
insan bedenini yalıyor.”
A.E’den duydum, çalılık gizemle
ağlıyor, ilahi bir kuşun kanadından düşen inciler, hayaletimsi polimer
formlarla dolu gözlerimde, acıların tortulaştığı bir su gibi uyuyor.
Lezbiyenlerin sevişmelerindeki ilahiyle, leğen kemiğinin iri kara örümcekleri,
o güzelim kuşları avlayıp parçalıyordu. Yaratan, yaratılandı. “İsteksizlik
çağlarının soğukkanlı edasını taşır bir kaplan” (Nuno Judice) Kız mı, erkek mi derken bir Gal kavalının
derin sesi eşliğinde, Teokritos’un idillerini okuyor, ipek beyazı kokusunda
manolyayla bir yaz gecesi vals yapıyorduk. Yaban güllerinin arasında yarasa,
arılar, Parankima dörtlüsü, Kuiper kuşağı, Aboriginler, teorik bir ivme sonucu,
hac dönüşü Gadir-i Humm’da konuşan peygamberin ağzından dinledik bu öyküyü, hiç
bir şey anlatmayacağım, hiç bir şey anlamayacaksınız, yalnızca avunacaksınız,
elipsoid kalçaları olan kadınların, ayakları yılan başı gibiydi, yazıtlar,
güncenin eylemsizliğine, istençsizliğine bahane işlevi görüyordu, yapıt ve
felsefi meditasyon henüz ortalarda yoktu, böyle bir çağda iri taşlarla
süslenmiş, şifon ve jorjet transparan giysiler, kaşmir trapez trikolar, payet
kumaşlar, torus biçimli bir evrende ve karşı evrende, orada evrenin
derinliklerinde işlenen bir cinayet gibi, asık suratlı hayvanları sıralamışlardı
salona, inanın, milenyum uykusundaki Ephesus, Kuşhan prensleri ve Stingray
nebulası gülüyordu.
“Karla kaplı yirmi dağda
Tek kımıldayan şey
Kara tavuğun gözüydü.”
Wallace Stevens işte onu gördü,
Norfolk ardükelerini geziyorduk, ağaçlar altın sarısına bürünmüş peri kızlarına
dönünce güz geliyordu, yaratık duvarın arkasından vurur gibi pençeleriyle
durmadan tırmalıyor, ellerimi görüyor, gözlerime dokunuyordu ve gene;
"Uzaklardan gelen parlak ruhlar, porselen tabaklar aralarında, uzun
bacaklı bir sivrisinek duruyor ortalarında” Tekrar çal Sam dedim. Burnuma düşen
yağmur damlaları, soğuk ıslak bir ürpertiyle snapslar yaparak beynime
varacakken, dilenen kadını görüyordum. Bir dağ aslanının karşısında, kimi uygar
organlar ve yüreklerin metalleriyle.
Belki yaşamımızın anlamını şu
olayda bulabiliriz. Byron’un 1823’te İngiltere’den gelip, Yunanistan’a
uğrayarak Türkler’e karşı savaşması gibi, Lev Tolstoy’un, Yasnaya Polyana’yı
terkedip, karlı bir kış günü Astapovo tren istasyonunda ölümünü beklerken, onu
bir o kadarda isteyişi gibi, İsa’nın Eboli’de durup bir türlü gitmeyişi gibi,
Çin evinin çapaçul kusuntusu içinde Rimpap-Roma balçık, servi boylu, lale
yanaklı, keman kaşlı, kement saçlı bakireler, evrenin anatında (anüsünde)
debeleniyoruz. “Her gün kendimizden bir parçayı yaşam yolunda bırakıyoruz.
Çevremizde her şey yok oluyor, yüzler, ailelerimiz, arkadaşlar, kuşaklar
sessizce geçip gidiyorlar, dünya bizden kaçıyor, yanılsamalar sona eriyor, her
şeyin yok oluşuna tanık oluyor ve bu kadarla da kalmıyoruz, kendi kendimizi
yitiriyoruz.” Kebûd-mavi, Al - Mahmiyya, Tsargorad) -Rus-İstanbul-Antoniya.
Erkekler var olsun, kadınlar yok olsun psikolojisiyle sünnetler. Bir çok
olasılık var, bacalardan çıktığı gözlenen siyah duman, aslında katı
parçacıklardan oluşuyor, çatlaklardan fışkıran akışkan içersinde çözünmüş halde
bulunan ve 2 derecedeki soğuk deniz suyuyla karşılaştıklarında anında
kristalleşen metal sülfitlerden. Bazıları ekstra ışığın arkasında bu
parçacıkların oluşumu ve parçalanışı olduğuna inanıyor. Koni, piramit, prizma,
silindir, küp, dut.
Sana boşluğun egemen olduğu bir
karşı evrenden ve evrim sonucu yalnızca beyinlerin kaldığı bir ülkeden söz
edeceğim: Burada beyinler uçuyor, yürüyor, koşuyor, düşünüp, konuşuyor. İsterse
kendi kendini yok edip, isterse çoğalabiliyor, burada susadık ve buz
parçalarını kırarak su kurusu yedik. Kaf ve Lut. “Gülüp şakalaşan bir küme kız;
bir atın tırıs giden nal seslerini duyuyor Bir gönülçelen, Korent gelenekleri,
Peloponnes görenekleri ve Sart’daki gül kokularını bilmeli, mürle ovmalı
kollarını, Kuş adamlar ülkesinde su
yeşili bir kopuz ve şehrûde
bakarak ve P. Auster derki ‘Yaşam, geçmişle yetinilmeyecek kadar ilginç.'
Şimdi şöyle anlatayım: Cadının
biri yavru bir fare yakalıyor ve diyor ki ne dilersen dile benden... Yavru fare
beni bir prenses yap diyor. Cadı yavru fareyi bir prenses gibi büyütüyor,
yaşını alıp boyunu atıp, erinip serpilince diyor ki: Evlenme çağına geldin
artık yavrucuğum, güzeller güzelim söyle bakayım seni kiminle evlendireyim.
Prenses de cadıya diyor ki; güzelliğimi, eşsizliğimi görüyorsun, bir prenses en
iyisine, en güçlüsüne layık değil mi, öyleyse en güçlüsü kimse onu isterim
diyor. Cadı düşünüp taşınıyor ve en güçlüsü güneş yavrucuğum, öyleyse ona
gidelim diyor ve durumu güneşe anlatıyor. Güneş heyhat diyor, bir bulut bile
benden daha güçlü, önüme geçti mi her şey kararıyor dahası ben bile yok oluyorum, en güçlü bulut diyor
ve buluta gidiyorlar, bulut ağlamaya başlıyor, olur mu diyor, en güçlü rüzgar,
bir esti mi, ben sanki ruh gibi dağılıp yok oluyorum, siz ona gidin diyor,
cadıyla prensesimiz hemen rüzgara gidiyorlar, rüzgar, hemen de boyun eğip,
boşuna gelmişsiniz en güçlüsü dağ, ne kadar güçlü essem de yerinden
oynatamıyorum, dağın yanında bir hiçim ben diyor. Sonunda dağa gidiyorlar, dağ
sonsuz bir üzünçle uzaklara bakıyor, en güçlü kim biliyor musunuz, en güçlü, en
güçlü fare diyor! Bakın bağrımı deşiyor, göğsümü eşip parçalıyor da, hiç bir
şey yapamıyorum diyor ve cadı en sonunda bir fareyle evlendiriyor prensesi,
çünkü en güçlü fare çıkıyor.
Kış sonuna doğru, o erimez ve
tükenmez kar tabakaları altından bir tür sarışın ve beyaz çiçekler, çiğdemler
fırlar. Cansız, kokusuz, su gibi yumuşak, yarı çiçek, yarı kar, zavallı
çiğdemler... Çocuklar bunları toplar ve bir dala dizerek, maniler beyitler
okuyup evleri dolaşır, zahire toplarlar. Bu bahara tapınma, kutsama ve kutlama
demektir... Karanlık gecelerde balık ve kadın benimdir. Gebe at gibi şehirler,
gazyağı için telgraf çekiyorlar, mavi yağmurlar altında.
Soğuk Satürn göğünde, cinsel
açlık çeken nar gazelleri ve ayvalar gördük, karanlık bulutların içine doğduk,
otların dudakları elektrikle üzerimize kapanınca, Nuh’a sarılıyorduk, köknar
dolu koruluklarda, kuğuların sırtına binerek, mavi süsen çiçeğinin içlerine
doğru yol alıyorduk. Cima yapıyorduk, en kararlı çelikten yaptığımız kılıçlar
aramıza giremiyor, geminin dokusu hafifçe titriyordu. Uzak bir yerde,
bilinmeyen bir gezegende, bir yaşam
varsa kendini göstermek ister ama insan bilinmeyeni ya kutsar ya küçümser.
“Görüntünün çağdaş bir sanat
yapıtıyla karıştırılması işten bile değil.” Ön planda hafifçe eğilip
bükülebilen slip balonlardan oluşmuş bir orman, arkada balık istifi
yerleştirilmiş kürelerden oluşmuş ve giderek ufukta belirsizleşen bir yaban
sığırı sürüsü duruyor. Bunların üzerini ise, incelikle işlenmiş mısır koçanı,
şişe fırçaları, rozet ve çitler süslüyor. Ne var ki, bu görüntü düşler alemini
simgeleyen bir görüntü değil. Tümü de gerçek yaşamın, bizlere hiç de uzak
olmayan bir dünyanın parçası olan bu görüntüler ağzımızdaki mikropların
elektronik mikroskoptan bize yansıyan görüntüleridir.
Seni kancık seni, çaput-kaput
dolu evlerde, uyku gibi ılık bir yel yapraklara, dallara, pencerelere çarpıyor,
öğle sıcağı sinmiş kapılara, aralıklara, o güzel avluda uyuyor sesin.
Tavşanların art ayakları üzerinde durmayı sevmeleri ne ki bilirsiniz küçük
çocuklarda bir tavşanı cezaya kaldırır gibi tahtanın önünde pençelerini, usluca
duvara dayayıp saatlerce dururlar, bir axolotl içinde diri diri gömüldüğüme,
umursamaz bir durağanlıkla zaman ve uzamı ortadan kaldırmak, madeni bir
uyuşuklukla, axolotların göz kapakları yoktur, zarımsı, tülümsü bir iç gizemle,
arkasını güneşe veren Atlanta türü bir kelebeğin titreşen kanatlarıyla yerde
dev bir gölge yaratarak kendisine saldıran kediyi korkutup kaçırması, öbür
dünyayı dile getirmemize neden, böyle bir dünyanın var olması,. Saka burcuna
giren güneş gibidir. Şaka. Sittei sevirin evveli. Şevval ayı. Bevarih
rüzgarları. Safer ayı. Hut (balık burcu). Berdalâcuz’un evveli, Cevza (İkizler
burcuna) giren güneş. Kuğu fırtınası. Hüsun fırtınası. Güneşin Hamel (Koç)
burcuna girmesi. Güneşin Sevr (Boğa) burcuna girmesi. Zilhicce. Feryadı
andelip’de (Zilhicce içinde) Mayıs’taki Kukulya fırtınası. Erbain’in evvelinde.
Sebiyeldanın (en uzun gecelerin) evvelinde. Şeratan (Yengeç) burcu. Koç katımı
fırtınası. Güneşin Eset (Aslan) burcuna girmesi.
Rebiülahır ayı. Sümbül (Başak)
burcu. Güneşin Kavs (Yay) burcuna girmesi. Mizan (Terazi) burcu. Güneşin Cedi
(Oğlak) burcuna girmesi. Kışta birden evlerin damlarına, ışıksız pencerelerine
binlerce ak serpantin saçıldı. Dilek-Merkür, Çoban-Venüs, Yer-Dünya,
Savaş-Mars, Uğur-Jüpiter, Kuşak-Satürn, Gökhan-Uranüs, Denizhan-Neptün,
Karahan-Plüton dedi.
Seyyid Mahmut Hayrani bir aslanın
sırtına binmiş, bir yılanı da kamçı olarak eline almıştı. Balık ve bisiklet.
Etrüsk fresklerinde ağlayan küçük at. Pamir’deki kayalarda büyüyen ot. Kozmik
dedektörler, Mozart, yapıtında kornolara çok sayıda tiz ses yazmış, bir galat
gibi vahşiler, Cebrail’in kanatları. “Elektronik bir keşiş yüksek ve kayalık
bir tepede canı sıkılmış bir atın üstünde oturuyordu. Makine, kaba dokunmuş
keşiş bağlığının, altından, kendisine sorun yaratan vadiye gözünü bile
kırpmadan dikkatle bakıyordu” Heraion
kralı Kersopleptes ve köpekte kralda aynı iştahla acıkır diyen Montaigne. Ada
tavşanları. “Ars longa, vita brevis” ‘Sanat uzun, yaşam kısa’ Kimberlit
minerali, mulenruj ve gökteki ayla, Smetana ve Stravinski, yer mantosu, gülmek
ağlamak bitti çocuğum, Ankebut ve örümcek, karbondioksit, amonyak, helyum,
metan, Cezayir’de yetişkinleri ceza olsun diye, çocukları da kurtulsunlar diye
öldürüyoruz, susuz olivin gibi, bebekler yanmakta olan ekmek fırınlarına
atıldılar, diri diri. Allahümme salli.
Tırnak makası, ruj, tencere, ütü,
kepi, havlu, sutyen, külot, bluz, etek, çorap, mandal, tost makinesi, bigudi,
bornoz, mayo, jilet, çamaşır ipi, şemsiye, pabuç, ayakkabı boyası, terlik,
ayna, roje, fondöten, gecelik, elbezi, omo, tabak, sanayağı, buzluk, çivi,
makas, tokyo, jartiyer, kerpeten, raptiye, (kontrol kalemi) tornavida, sabahlık,
jöle, kına, sırt çantası, sünger, tava, eldiven, atlet, tişort, sandalye, saç
tokası, çarşaf, battaniye, sabun, şampuan, masa bezi, tuzluk, sürahi, suluk,
sandalet, masa, yastık, minder, örtü, krem, nevresim, fırça, pike, seccade ve
resulüekrem kapıdan çıkar gider.
Karıncalardan üstünüz, onların
gen haritalarını çıkarıp, ticari, ekonomik, sentetik veya etik bir takım
araştırmalar yapıyoruz. Şu anda sizinde gen haritanızı çıkarmak için bir köşede
çalışanlar var, etiniz ve aklınız için, o sizden ve SS’den üstün! Kefken
burnuna kadar gelip, Girit boğasını gören, Gericault’un resimlerini seven,
“Ağlama bebeğim ağlama, tanrı kurşun deliklerini şekerle dolduracak diyen,
Schuman ve Clara’ya gelip giden, lemur, tenrek ve fossaları merak eden İtalyan
köylüsü İgnazio Silone’un romanı Fontamara’da evrendeki hiyerarşi şöyle
açıklanır: Her şeyin başında tanrı vardır, göklerin sahibi, bunu herkes bilir.
Sonra prensin nöbetçileri gelir, sonra prensin bekçilerinin köpekleri gelir,
sonra hiç kimse, sonra gene hiç kimse...
Sonra yoksul köylüler ve hepsi bu
kadar. Hepsi bu kadar.
“Sokak kenarında durmuş,
Güller satıyorsun...
- Güzelim
Arap mısın?
-Yezidi...
Çalı dibinde boynu bükük
Menekşe gibi
Utangaçsın
Ve utangaçlık
Nasıl da yakışıyor sana...
Söyle siyah gözlüm
Arap mısın?
- Yezidi...”
(Ana Kalandadze’nin şiiri.)
Feldispat, plajioklas, kuvars
gibi, dünyadan şu sayılanlarda gelip geçti: Andirililer, Ekirekliler, Pullular,
Küzneliler, Mineyikliler, Saracıklılar, Kopinikliler, Hürenekliler, Paşikliler,
Vahşenliler, Zalbarlılar, Hünülüler, Pağnikliler ve bunların tümüne Ağınlılar
denirdi.
Sevişen yılanları kinle ayıran
Thebaili Teiresias, bu iç güdüsel gaddarlığını bir takım sofu adamların koroyla
söylediği şu şiirle mırıldanır, Jorge’yi sever ve tanırdı:
“Manuel Flores ölecek
Bu para gibi geçerli:
ölmek bir alışkanlıktır
çoğunun iyi bildiği
Yinede acı veriyor
elveda demek hayata
şimdi bunca bilinen şey
tatlı ve sağlam bunca
Bakıyorum şafak vakti
elimdeki damarlara
bakarmışım gibi ilk kez
gördüğüm bir yabancıya”
Gün olur bir mermi gelir
Anısı unutulmanın
Büyücü Merlin demişti
Ölmesi vardır doğmanın
Sabrederseniz bu öykü iyi
bitecek! ve herhalde iyi şeyler
anlatacağım, elbette bir öykü bu, Ulm’lu bir terzi 1811’ de uçmak istemiş ama
alaylı bakışlar altında Tuna’ya düşmüş. Terzi, Felix Mendelssonn’u dinlermiş
ama diyelim terzi, Mendelssonn doğmadan ölsün, o zamanda Mozart’ı dinlermiş
diyelim, gene olmasın şu veya bu nedenle, diyelim terzi sağırmış Beethoven
gibi, ama ne gam, siz klasik müzik dinlemezliğinizi kanıtlayacaksınız terzinin,
sorun değil, sorun sizin ne dinlediğinizde, bunu niye kanıtlamıyorsunuz ve
boyun büküyorsunuz.
Terzi, Tuna’ya düştü ve uçmak
isterken düştüğü ırmakta boğularak öldü diyelim, ölürken Kaffaljidhma yıldızını
görsün göklerde, çünkü bugünkü aydınlatma böyle sürerse bir kaç yıl sonra Ay’da
dolaşan bir aylak, büyük kentlerimizi çıplak gözle görebilecektir, işte bunun
gibi terzi düşerken Pompa yıldızlar grubunu gördü. Gövdenin bir sanat yapıtı
olduğunu ileri süren Attika gibi terzide insana tapıyor ve yücelmek istiyordu.
Su uslu, hayvan tüylüdür diyordu. Ve akşamüstleri -uçuş aygıtının- kanatlarını
yapmaya çalışırken, çevresindeki dostlarına: “Bilir misiniz Lord Krisna’nın
(Bhagavat Gita) ezgileri göl sularına mistik ve gizemle yayılır. Onun ağzı; ben
kendim kurbanım, adağım ve iyiliğim, kutsal içitim mihrabın üstünde harlayan
ateşim: Om hecesiyim, Vedaların kendisiyim... Bu aslında Brahma’dır... Pushkar
budur işte...” derdi. Ve ürkütücü bir geometriden söz ederdi. Epir kralı
Pirus’un 'Herakle' utkusu gibi, yaşamda tüm utkuların, bir yitiriş, bir yenilgi
olduğunu kabul ederdi terzi. Hem de korkunç bir yitiriş, zamana ve uzama karşı.
...............................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................Okumayı
başarırsanız, bu küçücük sütunda o kadar güzel bir öykü var ki. Karşı evren
duvarının bilincinde olmadan aşabilen bu dünyalılar son derece gelişmiş,
neredeyse tümüyle sanal, algılanamaz, sonsuz güzellikte bir geometriyle
karşılaştılar. Kandinsky ya da Klimt resimleri gibi şaşmaz bir biçem, derin bir
harmony, erişilmez bir çakışım ve renk bitimsizliği vardı bu yeni evrende. Dil
zorlanıyordu, kısa bir süre sonra aslında evrenlerin iç içe ve katlı olduğu
anlaşıldı, bulunduğumuz evrenin en ilkel kordalı biçim olduğu, kendini yok etme
yanlışına uğramadan, bir süre daha dayanabilirse, orta evren modeline geçiş
yapabileceği anlaşıldı. Amorf yapısı, göreceliliği, ilkel başlangıçların
çokluğu, onun hem bir bebek ve savunmasız, hem de vahşi ve ilkel bir evren
olduğunun kanıtı oldu. Ama o güne dek tüm evrenlerde yaşanmayan bir şey oldu ve
karşı evren duvarını bilisizce aşan bu dünyalılar, geri geçiş sürecinde
olanların ayrımına vardılar ve kendi tarihleri boyunca yinelenen en ilkel şey
yine gerçekleşti, durumun farkına varmak ve sonsuz güzellik ve güce sahip karşı
evrene fütursuzca savaş açmak. Tarih yinelendi. Hilal ve salip, kafir ve müslim
uzayda karşı karşıya geleceklerdi, elbette sonuç belliydi ama yaşamın doğası
gereği savaş herkese zarar verirdi, yenenler, yenilenler her zaman küçük bir
ayrıntıydı, yaşayan canlının, bir ters tepkime, bir kabına sığamama ve yaşama
kadar yok olma güdüsünün de varlığından kaynaklanıyordu savaş. Yok olma güdüsü bir istenç, ana rahmine geri
dönüş özlemi, sonsuz erinç, sonsuz barış duygusu veriyordu. Ama bir sapınç
yoluyla gerçekleşecekti bu. Ve bilinen savaşlardan olmayacaktı ama
imgelemlerinde gene de bir savaştı. Örneğin (ilk kez dünyalı) -dizgi yanlışı
var- en gelişmiş gezegen olduğu için tümüne yalnızca dünyalılar denilen ilkin
evrendeki en gelişmiş uygarlık dünya gezegeniydi ve karşı evrendekilere göre o
denli ilkel saldırı araçlarına sahiplerdi ki gülünç bile sayılamazdı. En
gelişmiş aygıtları ışık hızında giden bir elektronik toptu. Karşı evren yani
Quovadisliler (Dünyalılar bu adı takmışlardı) gidilmesi olanaksız olan yer için
espriyle; Nereye? Anlamını taşıyordu bu söz., başka adları da vardı, Erebos
(mitolojide öbür dünya) yada Atopya
(olur olmaz yer gibi-yarı sanal) ise ışık hızı gibi maddi yada görünür, tutulur
(silahları) araçları çoktan geride bırakmışlar yada uzaydaki kırık (kırılım)
gelişim teorisine göre belki de hiç kullanmamışlardı . Onların tüm araçları
sanaldı, ışık hızı gibi, varolan, dünyevi, elle tutulur hiç bir şeyi
kullanmazlar ve belki de tanımazlardı bile. Onların silahları karşı tarafın
bilincini, tüm ekinsel görgüsünü kendilerine tutsak olmayı sağlayacak bir
çiple, bir imgelemle donatmak ve bunu görünmeyen, bilinmeyen, tutulmayan bir
çiple (şey) sağlamaktı, bu sonsuz hareket yeteneğiydi işte, sanal varlıklarla,
zavallı gerçek varlıkları tutsak etmek ve onlara acı çektirmek. Gerçek bir
canlıyı yenmek, ona acı çektirmek, hatta bölüp parçalayıp, amorf hale getirmek
öyle kolaydı ki gerçek yenilginin cismen varolmak olduğunu hiç bir zaman
anlayamayacaklardı, keşke yok olsalardı, ama imgelemlerinde yokluk, biçim
değiştirmek gibi ölümlü bir kavramdan öteye geçemiyordu.
Gülliver’in devlere karşı savaşı işte böyle başladı.
Hilal ve Salip, Haçlılar ve Anadollular (Ortadoğu) karşı karşıya geldiler!
Dünyalılar öyle komikti ki teneke silahları ve roketleriyle, çığırışlar içinde
sözde karşı evren duvarına pusulalarla, koordinatlarla, yürüyen, uçan
elektronik kotlamalarla, aynı anda iki yerde bulunabilen füzyonik varlıklarla
karşı evren duvarına açıldılar, kendilerinin binlerce yıl önce kolezyumlarda
aslanlarla, stadiumlarda atletli adamlarla boğuşmalarına ne denli
benzediklerinin ayırdın da olamazlardı elbette. Dünyalılar, dünya gezegeni
dışında onlar kadar uygar olmasa da tek tek, birbirlerinden ilginç üstünlükleri
olan 20 kadar uygarlığın bileşik gezegenler bloğuyla hücuma geçmişlerdi, gencil
savaş içgüdüsünü taşıyarak. Zavallılar Allah! Allah! Allah! diye hücum
edecekler, kavrayamayacakları (algılayamayacakları) bir tür yenilgi
aldıklarında ise dar bilinçlerinin koridorlarına gene bilincinde bile olmadan:
Allah, Allah... Allah, Allah... diyerek döneceklerdi. Bu 20 kadar dünyalı
gezegenin adları ve birbirine göre kozmikomik üstünlükleri şunlardı: Bölgelerde
vardı önce Kasr el-Bukari, Larbaa, Ayn Defla, Suhan ve Tlemsen uzay
yuvarlarından, dünya dilinde kotlamalardı bunlar, başkent dünyaydı. Total
adları da dünyalılardı zaten. İşte bunların ilki Auvalılardı, dünyalılara göre
tek üstünlükleri soluk almayışlarıydı, ciğerleri yoktu, çok uzun
yaşayabilirler, isterlerse kendilerini yok edebilirlerdi. Tüm vücutları bir
soluma aracı görevi gördüğü için, görünür bir soluma işlevi yapan organları
yoktu, dünyalılar onlara alayla soluksuzlar derdi. Zavijava (yıldız)
ülkesindekiler, bunlar tam gezegende değil, dünyalılara göre yanıp
kavrulabilecekleri bir yıldızda yaşarlardı. Dünyalılar bunları çok ilginç bulup
severlerdi, akkor bir ateş topu gibi görünen vücutları aynı zamanda saydamdı.
(aslında bu çağlarda ölüm kavramının pek çok türevleri, uygarlıklarında sonsuz
biçimlerinin varlığı anlaşılmıştı, kendi algı ve bilgi dünyasında olup biten
varlık yokluk kavgaları ve ölümlü dönüşüm sonucu ortaya çıkan uygarlıklar
herkesin algıladığı dünyanın dar bir
çerçevenin süslediği küçücük bir aynadan başka bir şey olmadığını
anlamışlardı, hatta gelişim sonucu birbirine benzeyen uygarlıkların eski
otantik biçimlerine dönmeye çalıştıkları yada o hallerini türlü biçimlerde
korumaya çalıştıkları gözleniyordu), kucaklaşırken saydam ve geçirgen doku
yapıları nedeniyle birden arkanızda belirerek görülmemiş komikliklere yol
açarlar ama çok sevilirlerdi.
Unukalhallıların, gözleri yoktu ama o kadar gelişmiş duyu organları
vardı ki koku ve sesle çok uzakları görüp algılayabiliyorlardı, gözün
gerekliliği savı bir yana, örneğin bir tanı yarışmasında Unukalhallı birini
geçebilmek olanaksızdı. Gözün dışında korkunç bir duyum ve algılama gücü
geliştirmişler, bunu belki de gözlerinin olmayışı sayesinde başarmışlardı.
Kitalphalılar ise; kitap sözcüğünü andıran bu gezegendekilerin çoğu organları
yoktu ama gözleri vardı, hemen hiç hareket etmeyerek yaşıyorlar, her şeyi diğer
bir şeyle karşılaştırıp aradan olabildiğince sıyrılarak bir tür sanal yaşam
yaratmışlardı, ne yazık ki Kitalphalıların pek az seveni vardı. Eriiflilerin
pek bir becerisi yoktu, daha çok bir kanguruyu andırırlardı. Gene de kimsenin
yapmak istemediği işleri basitleştirip, hızla yaparak, sempati topluyorlardı,
en önemli üstünlükleri, bazı işlerin mekanize yada elektronize edildiğinde daha
da güçleşebileceğinin onlar sayesinde anlaşılması olmuştu. Zosmalılar ise,
kapalı dünyalarında kimselere muhtaç olmadan öyle güzel bir koloni kurmuşlar ve
yaşıyorlardı ki onların dünyalıların imgelemine kazandırdığı düşünce belki de
en önemlisiydi, içgüdü ve hırslardan arındırılmış bir varlık, belki gereksizliği
azaltacağı için hareketsiz görünebilirdi ama hareketin yani kinetik enerjinin %
80-90 boşa olduğunu kanıtlayan testler Zosmalıların modelleri uygulandığında
anlaşılıvermişti. Zosmalılar, dünyalıların
“Her şey boş” sözcüğünü ciddiyetle düşünmelerine neden olmuştu.
Nusakanlılar, dünyalılara göre,
son derece aksi yaratıklardı, her şeyin ve her olumun tam aksini yaparak
yaşıyorlardı, pek de çözülemeyen bu davranışları hala bir inceleme ve araştırma
konusuydu, en basit biçimin bile çok
özel nedeni olabileceği bulgulandığı için dünyalılar Nusakanlıları anlamaya
çalışıyorlardı. Kimbilir, Nusakanlılar çok özel bir yöntemle yalnız
kendilerinin geliştirdiği bir formülle karşılıklılık ilkesini ehilleştirip,
etikleştirerek güzel bir yaşam modeli üretmiş olabilirlerdi. Kornephorosluların
vücudu, ne uzunca, ne yuvarlak, ne silindirik, ne piramidaldı, kübikti, üçgensi
ve dörtgensiydi, dünyalılar, hiçbir zaman geçmişlerini kayda geçirmeyen bu
yaratıkların gizlerini çözebilmek için
uğraşıyorlardı, boşlukta en az yeri yuvarlak cisimler işgal eder
biçimindeki savın gözden geçirilmesi gerekiyordu, belki de bilinmeyen
doğruk bir nedenle,
her şeyi ve kendisi
üçgensi bu canlılar kendi yararlarına bir gelişim
sağlamışlardı.
Sarinliler, dünyadaki zehirli
sarin gazına atıf olarak bu adı almışlardı, dokunmaya karşıydılar ve vücutları
zehirliydi ama en ilginç gelişimde onlardaydı, hiçbir yere, hiç bir şeye bağlı
olmadan yaşıyor, vücutlarının sahip olduğu artık enerjiyi eksik olan başka bir
enerjiye dönüştürerek uzun süre mutasyona uğramadan yaşayabiliyorlardı. Bir
enerji kaynağına gereksinim duymadan kendi beslek bir yaşamdı bu, dünyalılar
bunlara öyle imreniyorlardı ki üstün olduklarını kendi aralarında dile
getiriyor, ama düşmanlık gibi üstünlük kavramını doğuracak eşdeğer pek çok
kavramdan habersiz, barışçıl ve yalnızca kendine karşı kendini savunan
Sarinlilere bunu söyleyemiyorlardı. Zehirli gazda kendi beslek oldukları için
oluşmuş bir endikasyondu belki de. (Ama tüm bu yetenekler gene de karşı
dünyalılardan üstün olmaya yetmeyecekti!)
Bu arada El Nathlılar vardı, en
korkunç değişim ve benzemezlik bunlardaydı, El Nathlıların boyun ve başları
yoktu, baştaki tüm işlevler oraya buraya yayılmıştı, beyin iki göğsün arasında,
kulak kalçanın yanlarında, tek gözleri de bir çıkıntı olarak karınlarının
ortasında bulunuyordu, en yabansı gezegen ve dünya onlarınkiydi. Sonra
Tejatlılar, Sulafat, Menkalinan, Eltanin ve Thuban birliği vardı. Bunların
bütün özellikleri aynıydı ve insanlardan farklı olarak -fazladan- 3 duyuları daha
vardı., düşünce okuma, sevinç ve acı duyma istekleri... Bunlar sevinç ve acıyı
dış dünyadan gelen etkilerle değil, kendi vücutlarında ürettikleri
etkileşimlerle yaşıyor ve bir besin ya da ter gibi vücutlarında üretiyorlardı.
Yine pek özellikli bulunmayıp, dünya ile birlik olan, Alfirk, Yildun, Errai,
Pherkad, Zaurak, Canopus, Mimosa, Regor, Suhais, Naos, Furud, Nihal ve
Fomalhautlular vardı, hepsinin bir diğerinden farklı özellikleri vardı,
bunların arasında en ilginci Nihallilerde, yalnızca dişi insanlar vardı ve
kendi kendilerini dölleyerek çoğalabiliyor ve bir tür klonlama olan bu halde
birbirinin aynı insanlara yol açıyordu. Ve kendisinin gençliği ve yaşlılığı bir
arada yaşayan pek çok insan vardı ve güzellik kavramı yoktu. Belki bilinmeyen,
irili ufaklı binlerce uygarlık olabilirdi, el değmemiş gezegenler, gezegenin
mantosu altında yaşayan yatayyaşarlar, çekimlerarası boşlukta, sentetik olarak
oluşturulmuş koloniler ve daha niceleri ama bütün bunlar karşı evrenin ulaştığı
varoluş biçimlerinin çok altında ve ilkeldi, bu ilkellik yetersizlik anlamında
olamazdı, karşı evrene karşı koyabilecek bir denge bir yücelim aracı kesinlikle
olmalıydı ama sonlu boşlukta kendini göstermeyen yada görülemeyen bir güç daha
vardı belki, o güç o üstün varlık özleniyor, gözleniyor, bekleniyordu ama
ortalarda yoktu. Belki tanrıydı o. Bu dünyalıların tanrısı ve karşı evrene güç
dengesi oluşturabilecek bir sihirli güç, bir büyü ama bir türlü ortaya çıkmıyor
ve bulunup görünmüyordu.
“Tüylü eşek arıları vızıldıyor,
akıp giden çayda, geçmişteki canlıların fosili gibi parıldayan taşlar soluk
parıltılarla sanki kıpırdıyordu, dağın başındaki, siyah, garip ağacın en tepesindeki dalda, kara bir kuş
tuhaf bir çınlamayla ötüyor, gökte Sadalmelik yıldızı sarı bir parıltıyla göz
kırparken, güneş, bulutların sisiyle renkler içinde yeşil bir cennetin,
kızıl-turuncu meyvesi gibi yavaşça batıyordu. Kadınsa, tunç üçgenli, (()) gümüş
aynasına bakarak büyülü bir sofrada yer alıyormuşçasına oyalanıyordu. Huysuz
Ksantippe ile ellisinde evlenen Sokrates, Koçgiri, Nasturi, Raçkotan Kekukela
isyanları, “Dişi kısrak mumla dolu” Çin gülü, mavi kantaronlar, soğukta buzdan
kuşlar, “çalılıklarda kara tavuklar havalanıyor, sinmiş oldukları yerden,
parıldayan kara gözlerle ürkek ürkek kendisine bakıyorlardı. At kuyruğu gibi
çenesinden sarkan sakalıyla, kendi cesedini sırtlamış Yunan tanrısı geliyor,
Seikilos’un Mezar Yazıtı (dünyanın ilk yazılı müzik örneği) kır otları ve kır
fidanlarını coşkuyla sallıyordu. ” Domuzlar sırt üstü yatmayınca gökyüzünü
göremez mi? NU NINDA-AN EZZATTENI
WATARMA EKUTTENI. Hrozny’nin elinde başlangıçta
yalnızca Sümer dilinden bildiği NINDA ‘ekmek’ vardı. Bu Hint-Avrupa
kökenli bir sözcüktü. Ekmek, yemek yemeyi çağrıştırıyordu. Hrozny’nin aklına
eski Almanca’daki “ezzan” gelmişti. Eski Doğu metinlerinde ekmek ve suyun
birlikte geçtiği kalıp cümlelerinin sık görülmesi tümcede su sözcüğünün
olabileceğini düşündürüyordu. WATAR, İngilizce ‘water’ ve Almanca ‘wasser’
sözcüklerini anımsatıyordu. EKU’da Latince su demek olan “agua”nın benzeri ve
içmekle ilgili olmalıydı. NU ise İngilizce “now”, şimdi! Bundan sonrası
parçaları birleştirmeye kalıyordu. ŞİMDİ EKMEK YİYECEK SU İÇECEKSİNİZ.
“Hz Ali, çocuklarına öldüğü zaman
eve yüzü örtülü bir yabancı geleceğini söyler. Cenazesi o yabancıya sorgusuz
sualsiz teslim edilmelidir. Ev halkı bu vasiyete uyar. Ancak oğullardan biri
dayanamaz, bu yabancının yüzünü görmek ister. Yabancının yüz örtüsünü, peçeyi
açar. Karşısındaki Hz. Ali’dir!.. Sular üzerinde tüylerini kabartan tavus kuşu
ve su yılanlarının gürültüsü, kaplanla tay arası korkunç bir melez olan bir
yontu, bir hayvandır.
Ne zalim bir kaplan nede tay
bozuntusu. Suare, fuaye, çiftleşmek için renkli tüylerini açarak çırpınan
kuşlar. Saparna otları, Bohemya kralı, çamların iğne yapraklarıyla karışmış
gevrek-titrek ve kekremsi meyveleri avurtlarına doğru tutup (çiğnedi),
Ravendiye çiçeğini kokladı, ölümden sonraki yaşamda, yaşamdan sonraki ölümde.
Osmanlı fahişelerinden biride Atlı Ases’ti. İlk yarasalar yeşil ve titrek
uçardı. Asık suratlı gergedan kuşu, friz, figür, fresk. “2210 yıl önce 60 gemi
yapımı için kullanılan odun, Etna yanardağının eteklerinden kesilerek
Sirakuza’ya indirilip işlendi. Tahta gövdesi zırhla kaplanan savaş gemisinde üç
güverte vardı: Güvertelerden birinde mozaiklerle İlyada destanı canlandırıldı,
üst güvertede bir gymnasium yoluna akik taşı döşeli bir Venüs tapınağı ve bir
asma bahçe vardı. Kaptan köprüsünde (köşkünde) Arkhimedes’in eliyle yaptığı bir
su saati, mermer bir banyo ve yirmi atlık özel bir ahır. Bu gemi 4000 tonluktu,
uzun menzilli mancınıkları ve beş metrelik oklar atabilen fırlatma rampaları
vardı, Romalıların saldırılarına 3 yıl dayanmış Sirakuza, içbükey aynalarla
Roma gemileri yakılmış. Tamam biliyorsun.
“Bakmasını bildiğimi sanıyorum
Bildiğim bir şeyse bu baktığım”
Saç pürçeği, pike, pena, pörçük
öykü.
(KİTAP)
Oku
Kitap ağaç
Kitap kuştur
Oku
Ağaçtır kitap
Kanatlıdır kuş gibi
Oku
Ağaç gibi yeşil
Barışçıl
Kuşlar gibi kanatlı
Özgür oluruz.
Bu şiirin Sultan Cem’e 28.3.1998
Cumartesi saat 23.45 te Yenidoğan’da
indiği söylenir.
“Bir süre umutsuzluk içinde
dolaştılar derken bir ormana daldılar, altın dal arıyorlardı , o sırada
Afrodit’in iki güvercini onlara yol gösterir gibi alçaktan yavaş yavaş
uçuyorlardı. Troialı kahramanlar güvercinleri izleyerek yürüdüler. Avernus
gölünün kenarına vardılar. Gölün simsiyah ve kokmuş suyunun kenarında bulunan
bir mağaradan yeraltına inilebileceğini Sibyl onlara söylemişti. Ama önce altın
dalı bulmaları gerekiyordu. Güvercinler hala yol gösteriyordu. Biraz sonra
güvercinler aşağı süzüldüler, dalları göz kamaştırarak parlayan bir ağacın
varlığını Troialı yiğitlere gösterdiler. Altın dallı ağacı bulunca çok
sevindiler” ve nedendir bilinmez mağaranın derinlerinde Hermaaan! diye
bağırdılar. Ve gece tanrıçası Hekate
onlara kara kehribar renginde, simsiyah dört öküz muştuladı.
Komik, kozmik ve konik bir evren.
Vostok gölünün eskil canlıları. Berlin halifeleri, buz tutmuş Peipus gölü,
Pelion dağı.
Skaia (Truva) kapılarına varınca
durduk. Peygamber elmaları, elmaslarla süslü, mineli aynalar. Üstü koyun
derisiyle kaplı iskemleye oturdu Odysseus. Kadın yüzlü birer akbaba olan
harpyler.
“Çegam, azlü beled, nefyü ebed oldun ise
Baki,
Bilürsünki mülk-ü cihan Süleyman’a değil baki
Şeha, azlimde ispat-ı tehevvür eyledin amma,
Buna çerh-i gaddar derler, ne sen baki, ne
ben baki.”
Yapay zeka ürünü;
“Helene büyüleyici konik bölmede
kendini
gözetliyor
ama o
Bill’i mest eden bir hayalden başka
bir şey değil.
Bill’in bilincinde
bir ayna var, içinde maalesef Helene’in
göründüğü bir küre
Bill onu
seyrederken
Helen ruhunu arzuyla süslüyor ve Bill’in
büyüleyici
aşka dair
düşüncelerini
genişletiyor.
Böyle işte onların yansımaları.”
Mikroskop görülerini çizen
Kandinsky
Bakterilerin ve mikropların
ressamı.
Ekin tarlasındaki ekinleri
eğmeden hızla koşan İphiklos gibi.
Tarla fareleri.
Bugün Elis’teki Alphoios ırmağına
bir tahta çanak atılsa, o çanak Messina’daki Arethusa kaynağından çıkar.
Mehtaplı gecelerde, orman perilerinin çevresinde dans ettikleri güzel meşeyi
ara yaşamınca, bir ok gibi uçacaksın, gölgelerde oturmayacaksın, su başlarında
durmayacaksın, kendini uykuya kaptırmayacaksın. Amsterdam’da bir gorilin
işlettiği bar. “Bıçağını çekerek tam çocuğun kalbine saplayacağı sırada
yavrucak gülümseyerek kollarını bıçağa doğru uzattığından bu hal adama dokunmuş
ve çocuğu öldürmesi için öteki arkadaşına vermiş, oda çocuğun masumiyetinden
ona kıyamamış böylece çocuk kurtulmuştu.”
Leda! diye bağırdım, heykelle
yattım, toprak yuttum, at parçaladım, lemur ölüsünün başıma bela olan hayaliyle
avundum. Heykeltraş Perillos gibi Phalaris boğasıyla çiftleştim. İskityalı
Abaris, hiç yemek yemeden yaşar Apollon’un attığı altın bir oka biner, dünyayı
dolaşırdı. Bellorophon ve Pegasus. Attika baharları gibi. Kerguelen adalarında
sevgili us, çılgın aydınlık. Güneşin gölgeleri, örümceğin kanadıyla
çiftleşiyordu. Tanrıların balından yemek isterken saksağana çevrilen Keleos
gibi.
“Eperos’a gidince söyleyin tanrı
Pan öldü.”
Orpheus öteki alemin kapısına
geldi, lirini çalmaya başladı, yer altında güneş görmeden sürüklenen zayıf
gölgeler ve hayaller Orpheus’un lirinin sihirli sesini işitince görkemli bir
kalabalık halinde ona doğru koştular. Gecenin sessiz kuşları gibi onu
dinliyorlardı. Eriny’lere saç vazifesi gören yılanlar lirinin sesini duyunca
ıslık çalmaktan vazgeçtiler. Hypnos’un çevresinde rüyalar çeşitli renkte
kelebekler halinde uçuşuyordu. İris içeri girince yoluna engel olan rüyaları
eliyle uzaklaştırdı. Cüceler kekliklerin üzerine binerek turnalara
saldırıyordu. “ölü at, yılan yumurtaları, balkonlarda kaplanlar, ney çalan
aynacı, bakır soluk, başsız kaplumbağalar.
Sonra;
“Ursula kümülatif bir interatsın sen
bense hayatın adamı
Senin olmak zorunluluk oldu
Afro’nun doğduğu Kitera adası
“Yoklu dağın büyümesi
Aşk, tanrının kırbacı
Hariş adalarının bulunduğu yerde
Üç el avcı taburu gibi”
Altın tüylü koçlar, Erdelli
Macarlar.
Cennetteki Reyyan kapısı gibi,
Amererresül. Ey Muaz ibadet et dedi: fal oklarıyla uyutulan nekirler gibi.
Dârekutni’den bir söz. Alizeler, yani ticaret rüzgarları. Gerges kuşu, öküz
başı gibi parıldayan altın. Simurg. Bağ evinde, söz, sazdan avdan açıldı,
parabol, hiperbol, morula, koful, kadife solucanları, ejakulat yani meni.
“Güneş gözlerimi oyuyor
iki yıldız göz boşluklarımı kızıl tüyleriyle
okşuyor.” Görkül ama edilgen cengaver. Antakya katırı beyaz bir
gülün üzerinde yürüdü. Yaşam doyumsuzluk ve sıkıntıyla dolu bir çeşit ölüm.
Işıktan atlas içindeki şövalye dört ayaklı ve altın tüylüydü. Bazen Allah
(c.c)’ın iyiliğine benzeyen bir mehtap
doğardı. Tanrının erdemleri gibi parlar. Mizah ustası Jules Renard ve Aurore
Dupin yani George Sand’sa bu işe şaşardı. 16 yaşındaki bir erkek çocuğun
karnından, yıllardır taşıdığı ikizinin cenini ameliyatla çıkarıldı. Lübnan’da
bir genç, önceki yaşamında kendisini öldürdüğünü söylediği babasını öldürdü. Bu
evrende sıçrayan bir fare, havlayan başka bir köpek yok mu? Marvin dolabı,
gözlerin irisi, mavi elips. Menalaos teoremi. Moskova’nın kurucusu Suzdal
prensi. Delgoruki ve peşindeki altın ordular, molluska, bakkam odunu,
İskariyotlu Yehuda, Grappelli her gün keman kutusunu açıp karıncalar üşüşmüş mü
diye bakarmış. Monografik anlatımlar. Polen, Duşanbe, Maltız, Malta, Matta.
Taşla ezmedikçe, gazla yakmadıkça, külünü rüzgarda savurmadıkça. Klotho,
mitolojide kader tanrıçasıdır, insanların yaşam ipliğini büker. İslav kaderi
gibi yakıcı karlı ıhlamur ağaçları papa VII. Gregorius, Germen imparatoru IV.
Heinrich’i aforoz eder. İmparatorun Kanossa sarayının kapısındaki umutsuz
bekleyişine, “Kanossa kapısında beklemek gibi” denir. ABD’de bir kadının
vücudundaki larvalara büyüyüp sineğe dönüşerek derisinden çıktı. Etsil makine.
İmparator pelerinli Caracalla’yla, Kelkit çayını geçtik. Syrinks -panflüt-
çalıyordu. Burundan başlayarak alveollere dek uzanan solunum yollarının büyülü
çevreni. Farinks= yutak. Okyanus dibindeki sülfit bacaları. Güneşin manyetik
alanı, gökadalar, salyangozlar, parmak izi, mamut dişi, fil ayağı, domuzların
penisi, örümcek gözü, eşek arısı, keçi boynuzu.
“Eadem mutato resurgo”
“Kendimin aynısı olarak
canlanacağım.”
Hac yolunda kılavuzluk eden Kutup
yıldızı. Baştan çıkarıcının günlüğü. Tanrının elini nasıl tanıyabiliriz ki.
Rierzi operası. Suzanna’yı gözetleyen yaşlılar. Atomik soykırımlar. Kerç
boğazı. Azak denizi. Apolinaire’ın şiiri bozunarak:
“Şimdi kalabalıkta yürüyorsunuz / ve böğüren
oto sürüleri kuşatıyor sizi / ve yaşam kavrıyor boğazınızdan”
Başatan çıkarmadan, tiksinti,
sadakatten, aforoz, putperestlikten, Arabistan buhuru gibi. Aşk ve dinin tüm
gamları. Harran sülünleri, Tanrının bütün delikleri. Kildanya boğaları.
“D’altri diluvi una colomba ascolto”
(Başka tufanlardan bir kumru
duyuyorum.)
Tam olarak neyi bilebilirim ki...
Giuseppe Ungaretti. Domuzların önüne saçılan inciler. Teorik ivmeler. Harran
sülünleri. Kefernahum’da bir sonet yada Japon tankası gibi. Aşkın madrigalleri.
“Şiir ölümsüzlüğü değil, yeniden
dirilmeyi arzular” Gölgesi Ahit sandığının üzerine düştü. Devinim usu, us
devinimi sınırlar. Pöh. Musa’nın Sanhedrim’deki levhası. Ürdün ırmağının
kıyısı. Yasemin şişesi. Tüm uçarlara ağ ören kanatsız örümceği biliyorum.
Yağmur suyu. Hz Ali’nin oğuldan kızı Sukeyne. Kureyş aristokrasisi. Medine.
Zamanı yok etmek için yazdın. Mecdelli Meryem’in büyülenişi. Arabistanlı Hiksos
kendi çöllerinin tek tanrısını getirdiğinde Mısır’ın sonu geldi, Astarte 7
bakire Suriye kıyılarından gelince, Helen toz olup çöktü. Kral kuşu, Savaşçı
kuşu, kağıt kuşu, ayna, duvar saati ve masa. Bozkırlardaki geçitler, ormanların
gizi, küpün dibinde aranan istavroz, manastırdan sıvışan rahipler, tüyleri
balık pulundan kuşlar, kırkılmış saçlar, güney düzlüğündeki ışıklar, hırıltılı
sesiyle parsın ağzında böğüren dişi geyik, ak köpek, kirpi, atlara dizginlik
kayış, arpa lapası, yaban öküzünün titreşen eti. Tanrı mı o doğru söyle, tanrı
olsa biner miydi markaba-merkaddeye, korkunç kılıklarıyla süvari kümeleri,
süprüntü, karanlığa gömülen gece kuşları, urlu, budaklı ağaç gövdeleri, kurt
inleri, uçan kementler, bulanık bakan kır bekçileri, kuzgunlar, biçimsizce suya
atlayan Habeş çocukları, su kıyısındaki anıt höyüğü, mutluluk meyvesini
Keşmir’de bir ağaçtan koparmayı umanlar, Lombardiyalı masallar, ifritler,
kaplanın kafatası, mavi urbalı periler süzülerek gökten iner meşelere konup
balıkçıllar gibi şarkı söyleyerek gümüş iğlerini çevirirlerdi. Ovayı kaplayan
sis atları yarı beline dek örtüyor, ordu yandan bakılınca yüzen bir hayalete
dönüşüyordu, gecede ilerleyen ordular siyah ve dikenli bir tırtıla benziyordu.
İpek tüylü kaplan sürüleri, ağaç kovuklarındaki yaban arısı yuvaları. Özgürlüğe
uçan şahin gibi ses çıkarıyordu. Abdera’da Nestos ırmağında yıkanan
Klazomentililer. Klozetler. Perseus, Medusa’yı kılıcıyla kafasını keserek
öldürüp ardından kesik başını düşmanlarına tutarak taşa çevirdi.
“Aşk bizi birleştirdi artık kim ayırabilir ki
Ölüm aldı bizi, artık kim döndürebilir ki.”
Kadisha vadisi. Açmış Haseki
küpeleri, Apollon kuşu, mavi şeytan balıkları, Atinalılar, Trajan veya Marcus
Aurelius’un zamanındaki Romalılar, Suriye, onbeşinci varoluşun bağlarından
kurtulanlar, saatin kurtuluşu, Çin kuyruk sallayan kuşu, kitap okuyan köpekler,
şiir okuyan kediler, roman yazan romantik tavşanlar. Floransalı resim
tüccarları, avcılar, tufeyli İsrail
ovalarında, Erythrai’den gözsüz bir sabah serinliğinde koca Poseidon’un üç
çatallı mızrağıyla gerçek bir sırtlan gibi korudu. Şam’da süpürülmüş tepelerde
varsıl ve eliaçık bir şeyh gördüm, valinin kızının eline burçağın dikeni
saplanmıştı, Çiçero’yu alaşağı eden Katilina, sıvı penetrant gibi, Jadeit
minerali, güneşsi eşek, akbaba, kartal, arı, kutup biti, tepede ayaklı çamlar,
elektronik fırtınalar, boğazı kesilerek öldürülen ceylanlar, titanyumdan
avcılar, uranyumdan ağlayanlar, evrenin inflation dönemi, Zilkade’nin soğuk
günü, Hamel burcuna giren güneş. Ölümün gölgesindeki yaşam sedir ağaçlarının
altında oturuyor. Hegira gibi, yani Muhammed’in Medine’ye uçuşu gibi.
Melihha’dan akik taşı, Amanos’dan sedir, Mağan’dan bakır, Lübnan’dan servi.
Fantazmagori, ilerde tilki inleri, dallarda kuş yuvaları, ölüler, körler,
Yahuda. Travnik karargahında Ömer Paşa için çalınan polka, Henry William
West’in, Ömer Paşa polkası gibi, Benim bilmediğimi bildiğimi biliyor. Modern
çağın postülatları ve coğrafyaları, proletaryaları. İnsan sömürülüyor,
aldatılıyor, telegüdümlü bir yaşam, övüngen, Marx haklı, edepsiz. Zanzibar’la Darüsselam arası ne
kadar.
Kambriyen dönemi canlıları
sağırdı. Ve dünyaya tam bir sessizlik egemendi. Evrenin derinliğinde yalnızca
bir Bach fügü dinleniyordu. Berlioz ve manik depresif semptomlarda var mıydı.
Tüyler ürperten Horowitz müziği gibi odalarda Elham oku, Kiev’de bir kiralık
evde polovec dansı yap, mazurka dinle. Durgun gecede. Borodin’in Polovec dansı
gibi, bu anlatılanları kuşlar dinlese, sonuç böyle olmazdı, bu kitap
kapatılmazdı, iyi bir Stravinski, pulcinela bale suiti seslendirişi gibi. Azize
Therese, doğada görebileceğimiz her şeyden daha parlak, daha aydınlık şeyler
gördüğünden söz etmiş. “Rahibe Maria, geçmişte Fransa’nın Atlantik kıyılarında
kapandığı bir manastırda her gece çırılçıplak soyunup yatağa giriyor, gözlerini
kapatıp Kutsal Ruh’un gelmesini ve bakireliğini almasını bekliyordu. Bu
bekleyiş 33 yıl sürdü. Kutsal Ruh’tan umudu kesince, kendini bir akşam üstü
Bretagne kayalıkları üzerinde genç bir çobana teslim etmişti, atını eyerleyen
bir Faslı’ya. Peçevi tarihi ilk kahvenin açılışını şöyle anlatır, 1554 yılında
Halepli Hakem ve Suriyeli Şems adında iki şahıs, Tahtakale’de birer kabir
dükkanı açıp kahve-füruşluğa başladılar. Keyfe müptela bazı yaranı safa,
hususiyle okur yazar makulesinden nice zürefa toplanır oldu. Yirmişer, otuzar
yerde meclis durur oldu. Kimi kitap okur, kimi tavla ve satrançla meşgul olur,
kimi nevgüfte gazeller getirip marifetten bahis olunurdu.” Babil talmudları,
atlı fatihler, Atilla, Cengiz, Timurlenk...
Ernest Henley’in, Invictus adlı insan direncini anlatan şiiri;
‘Kapı ne kadar dar olsada
Kaderimin efendisi benim
Cezam ne kadar ağır olsada
Ruhumun kaptanı benim’
Oklahama’da 168 kişiyi öldürüp,
Indiana’da idam edilen Timothy Mc Veigh‘in ölümünden önce okuduğu şiir. ‘Biraz
sonra soluk almıyordu artık. Yaşamdan ölüme geçmişti. 2 Temmuz 1904’tü. Küçük
sarkaçlı saat sabahın üçünü gösteriyordu. Siyah kanatlı bir gece kelebeği
pencereden içeri girmiş, yanan lambaya çarpıyordu deli deli. Sonunda kuşların
cıvıltıları ve yaprakların hışırtıları arasında gün ışıdı.. Hiç bir insan sesi
duyulmuyordu., günlük yaşamın çalkantısı yoktu, yalnız güzellik, dinginlik ve
ölümün büyüklüğü vardı.
Rüzgar kiremitleri uçuruyordu,
karanlık yolda yürüyordum, bir çeşmenin önüne vardığımı son anda farkettim,
küçük ahırına eğildiğimde, küçük, tuhaf pırıltıların göz kırpar gibi
ışıldadıklarını gördüm. Konuşup, gülüyor, bağrışıp, çağrışıyorlardı. Beni
farkedince Zeus’larını görmüş gibi donakaldılar. Işıltılar birden çekilerek
gözden kayboldular. Neden sonra hayal
gördüğümü sandım...
“ Ölüme sürüklenmiş cesetlerin
üzerine basarak yaşıyoruz. Bu nedenle bu dünyada yaşıyor olmaktan bir mutluluk
duyamıyorum Baudelaire’e nerede yaşamak
isterdin demişler, her yerde, dünyada olmasında demiş. Şimdi intihar anını
düşünüyorum ölenin, yada intihar süsü verildiği anı. Garez ve kinle
hemcinslerini baygın halde ipe çekenler, boğanları. Kendimi katil gibi
hissediyorum. Belki bir matematik problemi çözüp mutlu olacak, belki atı
kapaklanan bir adamı-kahramanı düşünüp ziyade üzüntü duyacak, belki buluş
yapacak, belki bir kitap yazacaktı. Aylak aylak gezecekti belki de. Kendimi
katil gibi hissediyorum, bu topraklarda yaşıyorum, olanlardan bende sorumluyum,
oluşumlara katkı hakkım var, katılmayan görünümüm beni kurtarmaz.” Ben kendi
şapkamın altında mutluyum desem de bir suçum var. Yürekleri ışık dolu insanlar
ölüyor, öldürülüyor ve yalnızca izliyorsun. Ve yazık ki yaşıyorsun.”
“İlk baharda güneşin ışıkları
dünyaya yaklaştığında, lekesiz kuğuların uçurduğu yıldızlı şarı (iki tekerlekli
harp arabası) ile gelir, Delos adasında annesinin kendisini doğurduğu
palmiyenin altına inerdi. Europa, Suriyeli genç ve güzel bir kızdı. Boğada bir
tatlılık, tanımı güç, hoş bir uysallık vardı. Rengi göz okşayıcı altın sarısı
idi. Alnının ortası biçimli bir ak benekle süslüydü, gözleri sakin denizler
gibi maviydi. Çok düzgün boynuzları alnının üzerinde bir hilal gibi
kıvrılmıştı. Boğa güzel Europa’yı görür görmez diz çöktü, yere yattı, tatlı
tatlı böğürdü ve kızın ayaklarını yalamaya başladı, öyle ki kız sırtına binip
onu okşamakta sakınca görmedi. Hayvan kızın tatlı ağırlığını sırtında
hissedince, süratle kalktı ve denize doğru koştu, Europa’nın arkadaşları,
boğanın dalgaları yardığını ve denizde kumlu bir ovada koşuyormuş gibi gözden
yittiğini gördüler. Suriyeli güzel kız, boğanın boynuzunu tutarken, diğer
eliyle saçlarını göz önünden itmeye çalışıyordu. Zeus -boğa- yükünü bir çınarın
gölgesine indirdi ve yaprakların esintisinde acımasızca ona sahip oldu.
Girit’i bekleyen tunç vücutlu dev
Talos bir yabancı görünce hemen ateşin içine girer, kızıl kor haline gelir,
sonra koşar yabancıyı diri diri yakardı. Artemis’in alnında asma dalları,
omuzlarında geyik derisi vardı. Av köpekleri göklerde havlardı. Afrodit’in
kumruları gibi elinde Girit lalesi tutan Kyknos (Ares’in vahşi oğlu) su
kenarındaki taş oyuklara eğilerek, su perisi arardı.
Bir çobandan kaçarken sık otlar
arasında gizlenen bir yılanı göremedi, üstüne bastı, yılan Eurydike’ yi
ısırınca güzel kadın çok yaşamadı öldü. Fundalıkta uyuyan satyrler, Lesna
pınarından su içen kır perileri, sedef kabuğundan borusuyla kuş vücutlu, kadın
başlı sirenler ağladı.
Attika’nın baharları gibi, toprağın altı, ölümün hüküm
sürdüğü elem diyarı gibidir. Epir’de çok derin Akheruse mağarasından Hades’e
girilirdi. Kokytos ıstıraplar ırmağı, vahşi kuzey yeli, cehennemin soluk renkli
çayırları, çirişotlarıyla kaplıdır, yalçın kayalardan, donmuş su
birikintilerinden kaynayan katran göllerinden ve korkunç rüzgarlarla çalkanan
gölcüklerden, geçen ırmaktı Akheron.
Alev selleri günahkarların
gözyaşından doğan Kokytos’un inleyen feryatları, insana bulantı veren iğrenç
kokulu Styks’ın vahşi gürültüleri. Dudakları suya yaklaşınca Tantalos’un su
ondan kaçıyordu ve dudakları çatlıyordu. Kayaların arasında, panterlerin
dolaştığı bir yere altınsı yağmur, yılandan çelenk vardı.
Duvarlarda kerpiçten yapılma
sığır kafaları asılıydı. Stentor bağırdı mı herkes duyardı, elli kişilik sesi
vardı. Kaplanları yönlendiren Bassareuslar, Kekroplar, yılan saçlar...
Eşşak’tan (dağ geçidi) geçerek
Aclun’a vardık, canavarın başı menekşe renginde ve bir maden gibi parlaktı,
hayvan binlerce halkalar halinde kıvrıla kıvrıla ve benekli derisini
sürükleyerek ilerledi. Julia kümeleri ve frakteller, Attis’in çiçekleri,
balıktan su kuşları, kuştan gök balıkları. Medusa’nın başını parlak kalkanın
ortasına koymak üzere Athena’ya armağan etti. Pelion dağının fundalıklı
yamaçlarında armağan olarak hiç acı çekmeden uyur gibi öldüler. Irmak tanrıları
Beykoz’un havarisi gibiydiler. Gölgelerin şafağında yılanların çenesi gibi her
şeyi unutturan Lethe ırmağı.
“OCAK 1887’de Almanya’nın
Meschede kentinde dünyaya gelen Macke, 26 Eylül 1914’te I.Dünya savaşı
sırasında Fransa’da Marne savaşında vurularak yaşamını yitirdi. Ressamdı. Uzun
bir paranoya geçiriyorum, kaotikleşen ve hiçleşen, değersiz söz dizilerine
kanmayın. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi gibi asıl anlatmak istediğim öykü
aşağıdadır. Zamphir’in panflüt konseri gibi kırda kuş kovalama, canın
sıkılıyorsa okuma, zamanını alanı boğazla, yada teyze kızınla plaja git ve
bu...
...
(Mağara)
Kırları dolaşalım. Orada küçük
bir tepe var. Batı alnacında küçük bir ören yeri, höyük gibi. Elinden tutuyorum
kuşumun, arkalarda ise başıboş bir mezarlık. Gizem dolu, tuhaf çiçeklerin
mezarlığı. Taşlardaki ürpertici, acı dolu yazıları okuyalım. Elele tutuşuyoruz
kuşumla, mezarlığın ürkütücü sessizliğinde, yılan çıyan dolu otların arasında
ilerliyoruz. Issız kır yollarındaymış gibi dolanıyor, yapraksız, kelağaçlardan
meyveler koparıyor, yerlerdeki küflü armutları, yağmur birikintilerinde
yıkıyor, karıncaların ince uzun bir yola düzülüşüne tanık oluyoruz. Doğanın
kara treni diyor kuşum gülümsüyorum. Armudun tepesinde bir saksağan çılgınca
bir ötüşle uçup gidiyor. Armudun dibine yarı baygın, açık ağzıyla bir yılan
düşüyor. Karıncalar, anızların arasından, taşların dibinden, evlerin önünden,
minik yığınların üzerinden, tümsekleri aşarak, gülünç anlamsız bir yolu
izleyerek, kabartılmış bir toprak yığınının içine girip çıkıyor, ince siyah
belli yüzlerce minicik deve katarı. Bir
tahıl çubuğu alıyor, kabarmış tümseğin deliğinden içeri sokalım diyorum,
işlerine karışıp, sevinçlerini bozmayalım diyor kuşum, yinede kaşla göz
arasında, buğday çubuğu yuvaya sokuyor, karıncaların düşüşlerine, umarsız
çabalayışlarına bakıyoruz, az sonra merakla çekiyoruz çubuğu, çeker çekmezde
korkuyla fırlatıyoruz, o kadar iri bir karınca çubuğa tutunmuş ki... Düşen
karınca, şaşkın, oraya buraya koşuyor, bir anlam veremeyip bizde kaçışıyoruz.
Armudun tepesindeki saksağan yuvasından sesler geliyor. Örenlerin uzağından,
hafif meyilli yolun kıyısından mezarlığa
kadar yürüyoruz. Sıcak sanki garip bir ses çıkarıyor, gökyüzünden, yeryüzünü kapsayan
bir uyanışın sesi. Güneşin, ışığın, göklerden ayet ayet yeryüzüne inişinin
sesi, bir halenin, doğumun müjdecisinin, pul pul dökülüşünün sesi bu... Yalnız
değiliz. Mezarlığa giriyoruz. İn cin yok. Güneşin sesiyle yukarılara
tırmanıyoruz. Vahşi taç yaprakları, dirençli, çılgın soluklarıyla, ölümün
bahçesinde çiçekler, sanki yaşamla yarışıyor ve sonsuza dek yaşayacağız diye
haykırıyor, süsenlerin mor-turkuvaz yapraklarında, kupa gibi yapraklarında,
metalsi yeşile bulanmış, ürkütücü beneklerle süslü, mor üstü yeşil benek, iri
kara ayaklı, kaplan suretli böcekler, dünyaları çiçeğin odun soymuk borusu gibi
erkekcil organıymışcasına, kapanmışlar, dokunduğunuzda hiç umursamadan çiçeğin
ortayındaki ani yer değişikliğinden başka bir şey yapmıyorlar, renklerin bu
görkül dünyasında bu çiçek onların evreniymişçesine bize sırtını dönüyorlar.
Taze mezarların kabarık toprakla dolu üzerinde, bir çubuk ve küçük bir tahta
var, ölene ilişkin ne bir iz var, nede bir ad. Uzaklardan pantolonunun baldır
bölümü üçgensi, omzunda küreği, bir mezar bedevisi yanımızdan soran gözlerle,
sessiz geçip gidiyor, bizim işsiz güçsüz, mezarlığın boş kalfaları olduğumuzu
anlıyor. Kırmızı karanfille süslü bir mezar taşının lahtinde oturuyoruz.
Doğum;1928 Ölüm:1996 Kezban Yıldız.
Öğretmen Emeklisi. Annemiz, yazıyor. Yürüyerek ortadaki at
kestanesinin yanına varıp yaslanıyoruz.
Dallar ölü sessizlikte, yumuşak bir yelle sallanıyorlar Gölgedeyiz, ağacın
gövdesine yaslanan, iri tuhaf hayvan, kendine pek benzemeyen yavrusuyla, çatısı
altıgen, elipsoid yolcudan bir kaplumbağa yavaş yavaş geliyor taşların
arasından, yalnız bir kervan, çulu sırtında garip bir derviş. Öyle bilge, öyle
ağırbaşlı ve öyle kendisiyle ki ağacın çevrenine girince, bu toprak boşluğun
geldiği yerlerin dışında bir boşluğa açıldığını hemen anlıyor, bir boşluk ve
bir ayrımsılık olacağını hemen seziyor ve biraz daha bu boşlukta yol aldıktan
sonra başını kaldırıp bize bakıyor ve yolu kestirimden geçmeyi düşünerek sola
kıvrılıyor, aynı ağırbaşlılıkla yüzyılların ve yaratılmışlığın tüm ağırlığını
sırtında taşırmışçasına yavaş yavaş otların arasından taşların kabirlerin içine
doğru yitip gidiyor. Evrende bir
kaplumbağadan daha yüce olduğumuza kim inanabilir ki. Tanrı indinde böyle bir
şeyin güvencesi ne olabilir ki... Geçip
giden bulut silsilesinden, 3-4 damla yağmur düşüyor, sonra gene güneş, sanki
her şey otomatiğe bağlanmış, bir gezegen ve tanrının tüm hünerlerini gösterdiği
topraklar ve onun üzerindeki canlılar... Sanki savaşlar, öldürümler, ölümler
bile bir usun denenmesi gibi, delicesine
bir çılgınlık.
Mezarlığın ortasındaki ağacı
bırakarak ayrık otlarının, dikenlerin, acımıkların arasından, yukarıya
çıkıyoruz, artarda üç mezar var ve üçü de bir anıt gibi ölenlerin resimleri
var. 3 erkek, 51, 36 ve 29 yaşında, Ahmet Türk, Halis Öz, Hamit Taşçı herhalde
trafik kazasında ölmüşler ki çalıştıkları özel kurum bu küçük anıt mezarları
yaptırmış onlara, bir zaman önce anneleri, babaları, çocukları, eşleriyle
akşamları gülerek yatıp, sabahlara çıkan bu atarca göğüsler, şimdi tüm zamanlarını
yan yana geçiriyorlar, bilmeden, görmeden, duymadan... Belki bilmediğimiz bir
şey vardır diye teselli ediyorum kendimi, ama ne önemi olabilir ki canlılık
gitmiş, ten çürümüş, yürek pörsümüş, kafatasındaki görkemli beyaz küre toz olup
dağılmış, gözlerindeki ışıkta, yerini karanlık ve sonsuz bir karadeliğe
bırakmış, dişleri var çiğnemez, ağzı var gülmez, burnu var koklamaz, çiçek
uzatsanız almaz. Bir çeşit taş. Toz olup gidecek, neden geldiği hiç
sorulmayacak, neden gittiği hiç bilinmeyecek. Lagos balığı biçemindeki ciğerler
yok olmuş, yakut sürahiyi andıran mide uçmuş, dalaklar, böbrekler, safra
keseleri, ne işe yarardı ki, diyaframı neden vardı ki...
Tazecik bir mezar var ki taşı
üstüne uzatılmış, dikilmemiş bile, iki satır yazı var üstünde, biricik yavrum
hep bizimlesin. Yanına gidilmez, yatılmaz, koklanmaz, azarlanmaz, horlanmaz,
öpülmez, yenilmez, içilmez bir küçük beden, kapıdan girmeye çalışmış ama daha
eşikte ezilmiş, ayaklar altına alınmış, ölüm nedeni nedir, ne olur ve ne
değişir ki. Artık kuşlara bakamayacak, okula gidemeyecek, bir işe giremeyecek,
yalnızlığın tadına varamayacak, kapı kapı iş aramayacak. Öldü işte. Kimi iyi
oldu, çile çekmeyecek kurtuldu diyecek, ana baba acısını hep içinde taşıyacak,
kardeşleri silik bir anı gibi gölgeli anımsayacak, yaşamın hay huyu içinde
defterden silinecek bir küçük, defne kokan masum, yavaşçık bir cisim...
Zembereği, birden boşalmış minik bir çalar saat. Yürüyen, konuşan, şakalar
yapan küçücük yeşil bir dal. Artık bunlarda olamayacak. Herkesten önce toprağa
karışacak, kemikleri henüz tam oluşmamıştı bile, başı bile jelimsi yumuşacıktı
henüz, sanki toprağa başkaldırıp, başkalaşmaya çalışmış, tam ergenlik çağına,
tam işte ‘eccehomo’ denilecekken, denilmesine 3-5 yıl, 3-5 ay kalmışken, son
zil çalmış ve bitiş düdüğüyle cehennem ırmağına ansızın atılıvermişti. Onu kim
anacak, onunda yaşadığı, yaşamaya çalıştığı, ayak uydurmaya hazırlandığı,
-iyiden, kötüden yana- boyuna bocaladığı iki yana sallanıp durduğunun ve
bizlere benzeyemeden çekip gittiğini kimler söyleyecek, kimler anacak, bizler
yaşayacağız ve çaresiz ölümü hak ettiğimizi düşüneceğiz, ya o, onun gidişi
hepimizin gidişi, kalanlar gidenlerin serin serviler altında yattığını
düşünürken hiç anlamazlar ki, o serin serviden, yattığını düşündüğü minicik
yavru güleç gülen gözleriyle bizlere bakıyordu...
Mezarlığın, genç, yaşlı
konuklarının arasından tahtalarla ayrılmış bölümüne gelip, oradan taşlı yola
çıkıyoruz, uzaklarda, denizde beyaz bir yelkenli tek başına gidiyor. Ölümüne
giden, bir Odysseus bir 'Hiçkimse mi' acaba,
giderek gözden yitiyor. Adalara yakın, gözden uzak kıyılarda kayboluyor. Daha
uzaktan bir vapur burun veriyor, yaklaştıkça büyüyen, bir yatay koni, denizin
üstünde şaşılacak bir biçimde duruyor ve kayarak geliyor. Geliyor evet. (Ve
kimbilir kaçıncı kez!..)
“Burda gömülüyüm ben, minik Urbicus,
Bassus’un
yası; soyumu, adımı büyük Roma’dan aldım.
Üç yaşımı doldurmadan altı ay önce, üç
tanrıça
acımadan kestiler kader ipliğimi.
Güzelliğim, peltek dilim, küçük yaşım neye
yaradı?
Bu yazıyı okuyan yolcu, göz yaşını
esirgeme bu mezardan! Dilerim senin sevdiğin
Öteki dünyaya Nestor’dan yaşlı göçsün!”
diye bir şarkının mırıltısı duyuluyor öğle sıcağında...
Taşlı yoldan aşağıdaki ana yola
çıkıyoruz, terkedilmiş fabrika binalarının arasından, havlayan köpeklere el
sallayıp geçerek, tarlalardan, yıkık yapıların arasından bir höyüğe
yaklaşıyoruz, küçük bodur ağaçlar, çayırlar, tek tük gelincik yeşilin
ortasında, ölümsüz nazlı bir güzellik tanrıçasının göğsüne, kumrularına
armağan, öylece titriyor inip giden güneşte. Yandan hafif eğimli yamacı
geçerek, iri taşların arasından höyüğün güneye ve denize bakan karanlık
girişine geliyoruz, kimsenin girmeyi düşünmediği, karanlık bölmesinde
sarhoşların kimsesizlerin ateş yakıp ısındığı bu mağaranın, ancak zorlanarak
girilebilecek labirent gibi arka duvarını aşarak boşluğun sürüp sürmediğine
bakacağız, gündüz duvarlar bir göz aldanması biçiminde oda görüntüsü veriyor
halbuki tam bu tarafta açıktaki boşluktan dönülürse yine öndeki odaya çıkılıyor
ama taş duvarın çok dar boşluğundan yine el uzaklığında bir duvar gözüktüğü
için kimse tam bir dönüş yaparak bu labirentimsi boşluğun sürüp sürmediğini
bilmiyor, bir cesareti de gerektiriyor belki ama öncelikle istekle ilgili bir
düşünce bu...
Kuşuma bekle deyip, yapayalnız
taş kapıları dönüyorum, geçilmez aralıklardan görüngülerin yok olduğu taş
duvarların iç bükey sonulluğuna
kanmayarak, bir kalıp tuğla aralığındaki boşluktan, gene duvarlar arasında
kalmış dörtgen duvarların, sanki bilerek bırakılmış boşluklarından aynı içiçeliklerin en son
merkezindeki boşluğa geçiyorum ama bana mı öyle geliyor, yoksa gerçekten
öylemi bilemiyorum -doğruları doğrulamak
gerekir- kulağıma Afrika senası, yada Hint ragasına benzer seslerle karışık bir
müzik geliyor, bu müzik Japon kıvraklığına dönüşür gibi oluyor ve bir Kafkas
ritmine ardılıp, pare pare uzaklaşarak tam kulağımın dibinden süzülüp gidiyor.
Ne müziğin kaynağı belli, nede onu çalan bir şeyler var, korkmaya başlamasam
eğlendiğimi düşüneceğim ama bu düşüncem diğerine izin vermeyecek denli baskın.
Düşüyorum, önümü görmeden ve
birden önümde kara, derin bir boşluk açılıyor, çok uzaklarda belli belirsiz
sarkıt ve dikitlerin arasından sola dönüş yapan bu dehlizin parlak siyahının
aydınlattığı gölgelerin arasına, gözlerim tam alışırken o uzaktaki sarkıt ve dikitlerden garip bir
canlı, canlı formunda bir av hayvanının postunu kalçasına sarmış bir ilk çağ
insanı sanki karanlık dehlizde ayakları üzerinde uçarmış gibi kayıp dönerek
kayboluyor, asla geriye dönemeyeceğimi, bu oyunda geriye dönülemeyeceğini
anladığım için korkular içinde yürüyüşümü sürdürüyorum ve dehşetle görüyorum ki
yerlerde korkunç bir siyahlık içinde ki bir ayna yüzeyinden başka bir şey
değil, adımlarınızı attığınızda aşağıda gölgemsi, ürkünç, siyah bir adam da
adımını atıyor, siz durunca oda duruyor, geriye baktığınızda oda bakıyor, siz
ona baktığınızda oda size bakıyor, hiç bir zaman bu kadar korktuğumu,
korkabileceğimi düşünmedim ve en önemlisi ben başka biriyim artık. Aşağıdaki
ben değilim, beni bu denli ürküten korkutan biri nasıl ben olabilir ki, kendime
dokunuyorum, ben ben miyim diye, ben belki de benim ama kendime o denli uzağım
ki birden öyle soğumuşum ki benden, keşke ben ben olmasaydım diye düşünüyorum.
Aşağıdaki ve yukarıdaki benle çaresiz yürüyorum Asıl zararlı olabilecek benin,
aşağıdaki mi yoksa yukarıdaki mi olabileceğini düşünürken -bence yukarıdaki ben
daha tehlikeli, aşağıdaki beni yineleyen bir ben, yukarıdaki ben boğazımı
sıkmadıkça aşağıdaki onu yapamayacağına göre - ne garip kendimden ilk kez bu kadar şüpheleniyorum ve gölgem,
sanal görüntüm gerçeğimden daha az tehlikeli- buna inanıyorum, ben bana
gölgemden ve suretimden daha çok düşmanım, düşman olabilirim ve daha
tehlikeliyim ne tuhaf- işte tüm bunları düşünürken, cro-magnon insanın dev
silüeti, bir mamut gibi birden karşıma çıkıyor, korku duvarlarını yıkıyor ve
dilsiz bir makak gibi taş kesiliyorum, yürüyen, yürümeye kurgulanmış bir
robotek ve ama makine düzeninde hareket
eden bir insan ne demekse, çok çok tuhaf bir şey oluyor bu arada, cro-magnonun
silüetinin içinden geçiyorum, dev bir
insan ama sanal, alttaki gölgesinin mi gerçek olduğuna bakmaya cesaret etmek
istiyorum ve aşağıya bakıyorum, ama aşağıdaki gerçekte olsa ayna yüzeyinin
arkasına geçemeyeceğine göre bunu anlamam olanaksız, üstelik ayna yüzeyinde
yürüdüğüme göre alttakinin gerçek olma olasılığı zayıf ama usum karma karışık
iki sanal görüntü nasıl olabilir diye düşünürken birden eşikten düşmek gibi bir
hale benzer, karanlıkta sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi düşerek dipsiz
uçurumlara doğru uçmaya başlıyorum, aynanın biteceğini insan nasıl anlayabilir
ki ayna olsa olsa aşağıya doğru kıvrılıyormuştur ama uçurum duvarında
yürüyemeyeceğime göre düşüyorum, uçar gibi düşüyorum sonsuz karanlıkta,
cehennem kavramı geliyor usuma, gülme cesaretini de buluyorum kendimde ve Hades
diyorum, Hades’e gidiyorum, ölüler tanrısına ve onun yurtluğu karanlıklar
ülkesine, Asfodel çayırlarına, korkunun eşiğini geride bırakmış bir ölümlü
olarak yine gülüyorum ve sesimi duyabildiğim için kendimi hala güvencede
sayıyorum, çünkü ortam benim sesimin geçerli olduğu bir yer, benim sesime yer
var, demek ki bende varım burada ve yaşıyorum diye düşünüyor ve seviniyorum ama
gülemiyorum, yaşıyorsam demek ki hala ölebilirim ve benim için bir ölüm
tehlikesi hala var. Yaşadığım için korkuyorum ve bir kez daha korkularım için
kendimden utanıyorum, ah şu yaşamak olmasaydı, yaşamadan, şu başıma gelenleri
yaşayabilseydim, keşke yaşamadan yaşayabilseydim. Yaşamanın bir yük olduğunu
duyumsuyor ve yorgunluk hissediyorum. Kozmik olduğunu düşündüğüm uçurum sanki
bitmeyecek gibi derken, kendimi sisli kapalı bir tünel, sanki iki yanını
ağaçların kararttığı bir su yolunda
yürüyor buluyorum, oysa az önce aşağılara doğru uçuyordum, yoksa bir başka ben
mi var bende diye huzursuzlanıyorum, birbirinin yerine geçebilen, anında yar
değiştirebilen iki ayrı ben, benlerden biri uçuyor ve tünelimsi çayda yürüyen
diğer benin yerine, canı isteyince geçebiliyor, çayda yürüyende belki canı
isterse uçuşu sürdürecek, ne olduğumu anlayıp algılayamadan yalnızca yaşıyorum,
belki bunların hiçbirini anlayamayacağım. Sonuçta, bir üst ben daha ortaya
çıkacak belki ve bu üçüncüsü diğer iki beni battal edip silecek ve onların
geçici bir sanrı olduğunu anlatacak bilemiyorum, kendimi bilemiyorum, ben kaç
taneyim kaç tane ben var, tek miyim, iki miyim, ikiysem beni yönetip, çekip
çeviren bir ben daha var mı, içiçe benlerden mi bileşiğim, yoksa bir başı yada
bir sonu var mı benlerin, yoksa ben diye bir şey yokta, bambaşka bir şeyin ben
diye sunulan durumu muyuz, basit görüntüleri miyiz, bir şerit gibi geçiyor ve ona bakarak benler
uyduruyoruz ve sahne sahibi, asıl yaratıcı bir ben mi var, asıl ben o mu, film
geçip giden şerit değil, ben hiç bir hükmü olmayan bir oyundan bileşen öylesine
sunulabilirlikler mi, ben sandığımızın herhangi bir değeri yok mu, üstte
yönlendirip, hareket ettiren asıl benin görece oyuncakları, hükümsüz, sanal
eylemlerinden bütüncül cismani görüntüleri miyiz.
Derken çay yolunun, böğürtlenli,
kuş üzümlü, küçük şeytan çanaklarının, sarı otların doldurduğu killi topraklarının
arasından akıp giden çocukluğumun yolu olduğunu
görüyorum, sanımı görüntülüyorum ve gerçekten uzaklaşıyorum, çay yolu
görüngüsünün usuma yansımasının, asıl gerçekle çakışması için dileklerde
bulunuyorum, kendi kendime gerçeği, nasıl gerçekten algılayabilirim onu
düşünüyorum., algıladığım gerçek, o zaman çay yolu çocukluğumun yolu, ama henüz
otlara dokunup, kuş üzümlerini koparmayı düşünmedim, ya gerçek değillerse, bu
gerçeği bozmaya korkuyorum, çünkü işime geliyor, eğer çocukluğumun çay yolunda
gidiyorsam güvence içinde duyuyorum kendimi ve bu gerçeği değiştirmek işime
gelmiyor, ama kuş üzümlerini koparamazsam ya elim tünelin tavanına değerek,
duyumlarımın bir yanılgı, bir algı bozukluğu, sanal bir görnek yada bir görünç
ise, işte bu kararsızlık içinde çocukluğumun çay yolu sanısının olabildiğince
sürmesine karar veriyorum ve ne yazık ki sanal olsa bile algılarım sanal algı
içinde gerçek bir gerçeklikle duruyor ve akıp giden sarı çay içinde altın bir
para, bana bakan yüzü bir mecidiye gibi eski hattat yazısıyla işlenmiş bir
tuğra bulunan göz alıcı, metalik bir şeyi almak için eğiliyorum. Eğiliyorsam
bütün bunlar neden gerçek olmasın diye düşünüyorum, eğildiğimi anlıyorum,
biliyorum, o zaman gerçek olması gerekir, ben şu anda buradayım, yaşıyorum, bir
parayı almak için eğiliyorum ve bütün bunlar bir sanrının yada sanal bir anın parçaları, tanrım ben
neyim, neredeyim ve gerçekliğim ne kadar,
gerçekliğim gerçek mi, suya elimi sokuyorum -gerçekten sokuyorum- ve
inanılmaz bir şey oluyor, para kaçıyor, (para benden kaçıyor), bu kez, oraya,
öbür yana elimi sokuyorum, para gene kaçıyor, gene sokuyorum, gene kaçıyor,
gene derken, kedinin fare, köpeğin kelebekle oynayışı gibi parayı geçmiş
zamanda fosiller gibi parlayan taşların arasından kapabilmek için parayla sanki
ışık hızında bir köşe kapmaca oyununa başlıyorum, para sola kaçıyor ben
kovalıyorum, ben soldan kovalıyorum, o sağa kaçıyor, derken sarı bulanık
renkteki suya tüm gücümle ve ağırlığımla kapaklanarak düşüyorum.
Uyandığımda, sırtımı tünelin duvarına
yaslanmış yorgun buluyorum ve birden irkilerek oturduğum yerde zıplıyorum, çünkü yanımda aynı benim gibi yaslanmış, bir
iskelet duruyor, onun benim gibi bu çılgınlığa girişmiş bir yitik insan
olduğunu (‘ben’ olduğumu) düşünüyorum. Ve onda kendi sonumu gördüğümü kabul
ediyorum. Ve inanılmaz bir şey daha oluyor, bu durumda, gerçeğin içinde
bulunduğum durumun olmaması gerektiğini
düşünerek ayrıca umutlanıyorum. Hem
iskelet hem böyle
bir şeyin
-durumumun- gerçek olamayacağını
düşünerek seviniyorum. Açıkcası inanılmaz dediğim şey iskeletin konuşması,
iskelet hiç korkma diyor, gülüyorum, cesaretle ve yalnız bunu söyleyebildiğin
için asıl korkmam gereken şeyin bu olması gerektiğini söylüyorum ve ona
kestirmeden iskeletler yerine -ölüler konuşmaz- diyorum. İskelet yanılıyorsun
diyor, gelişmeler ve modern çağlar her şeyin, herkesin konuşabileceği, herkesin
her şeyi yapabileceği, her şeyinde herkese dönüşebileceği üzerinedir; bunun
böyle olmasını istemez miydin diyor. Böyle olmasını isterdim ama bu sanal
algılama anının, bu özlemlerin dışavurumundan başka bir şey sayılamayacağını
söylüyorum, bu kez iskelet gülüyor, o denli gerçek dışı şeyleri algılamak
istersiniz, gerçek dışı gerçek olunca da bir türlü kabullenmez, kabul etmek
istemezsiniz, öyleyse isteme diyor ve ama düşlemek gerçeğe dönüşme anından
başka bir şey değildir. Düşlemek gerçekleştirmenin en gelişmiş biçimidir. Ona
beden verip maddeleştirmek ise en ilkel kordalı haline dönmektir ki düşlemenin
tırnağı olamayacağı gibi eline su bile dökemez diyerek kızgınlığını belli
edercesine yüzü kızarıyor. Göz boşlukları yanıp sönen iskeleti tekmelersem
acaba filmlerde izlediğim gibi toz haline getirebilir miyim diye düşünüyorum ve
hızla ayağa kalktığım sırada iskelet
birden yok olup beni düş kırıklığına uğratıyor ve içinde bulunduğum andan
sinirim bozularak neredeyse ağlamaklı olacakken dehlizin tavan kısmında beliren
iskelet usumu boşuna yormamamı söyleyerek, gerçek andır. O, an diyor, biraz
önceki gerçekle şimdiki gerçek elbette farklı biraz sonrada daha başka bir
gerçeklik içinde yaşayacaksın diyor ve anın hangi gerçeğin içinde ise
gerçeğinde o anın efendisi olacağını söyleyerek, birinin diğerinden üstün olan
bir gerçeğin var olamayacağını söyleyerek, düşünde hazine bulan bir dilencinin,
gerçek diye nitelediğimiz hazineye sahip olamadıkça, bir hazineye sahip
olamayacağını kabul ettiğimiz sürece gerçeğin değil, gerçek diye nitelenen
hazinenin gerçek sayılarak, bir nesnenin tabulaştırılıp, tanrılaştırılarak
gerçekleri örtbas etmede ve yanıltıp yok etmeden başka bir şeyde
kullanılamayacağını ileri sürerek, orada gerçek diye bir şey yoktur, yalnız
gerçek diye nitelenen ve hazineden başka bir şey (Burada rüyasında hazine bulan
bir dilencinin hazine bulmasının gerçekten sayılmaması, gerçeğin gücünün, paranın
gücüyle yer değiştirmesinden ileri gelmektedir. O zaman burada bir gerçeklikten
değil, paranın gücünün ışığı eğen bir şey gibi gerçeği eğdiğinden söz
edebiliriz ancak.) olmayan nesne ve sonuçta gerçeğin (çok çok küçük bir birimi
var) yok sayılacak denli, yalancı bir sanıdan başka bir şey olmayacaktır dedi.
Ve düşünde hazine bulan bir dilencinin başına geleni gerçek saymadıkça, gerçeği
bulamayacağımız gibi ona hiç bir zaman kavuşamayacak üstelik gerçeği düpedüz
engelleyerek ona ulaşma yollarını da kapatmış olacaksınız dedi. Gerçek
özgürdür. Gerçeğe özgürlüğünü vermedikçe düşlerinde hazine bulan dilencinin
hazinesi olduğunu varsaymayarak, gerçeği yanıltıyor ve sanal olanı gerçeğin
yanına koyarak kendinizi -körlemekte- ısrar ediyorsunuz ve gerçek sizin (kodlayamayacağınız)
belirleyemeyeceğiniz denli güçlü ve kendisidir. Sizler için bir gerçekten değil
olsa olsa adına gerçek dediğiniz bir gerçellikten -varsayımdan- sözedilebilir
dedi. Son olarak iskelete: Sen gerçek misin dedim. Soruma bu denli üzüleceğini
bilseydim hiç sormazdım: En az senin kadar diyemeden toz olup gitti iskelet.
Mağara, labirent, gerçek, sanal,
derken birden yine karanlık içinde kaldığımı düşündüm, düşündüm çünkü, karanlık
içinde kaldığımızı düşünmüştüm (düşünüyordum).
Bir ayna vardı, mağara olağan bir
doğallıkla uzanıyor ama karanlıkta kendimi görüyordum, elimi uzatınca oda
uzatıyor, bağırınca oda bağırıyor, sola dönünce oda dönüyor, geriye doğru adım
atınca oda hemen oracıkta beliriyordu. Manyetik, metalik bir zırhın bir duvarın
içindeydim sanki, kimbilir, belki de başka dünyalardan gelenlerin becerisi usa
sığmaz bir hüneridir bu. Binlerce yıllık
metafizik, garip, kozmik, cismik, sanal bir oluşumdu belki de.
En sonunda kendini gösteren
böcekleri de görmüştüm, karanlıkta ışıklı gibi büyük bir doğallıkla görünüyor
ama hiç parlamıyorlardı, bu nasıl olabilirdi ki gecede gündüz gözüyle
görünebilen binlerce hayvan ve fark edildiklerini anlayınca da usulca
uzaklaşıp, solup giderek küçülen ve sonunda yok olan binlerce canlı. Hangi şeyi
gerçek yada gerçek dışı kabul edip sayacaktık ki sonunda gerçeğinde, gerçeğin
bir parçası olduğunu kabul ederek uyudum, uyuyabildim. Düşümde bir kaknus
uçarak bana yaklaşıyordu, uzun rengarenk kuyruklu, kanatları boyundan büyük,
kertenkele-timsah karışımı bir başı olan, testere dişli, binbir renge sahip,
ürkünç, gizemli bir kuş. İçinde yaşayarak yaşadığım- döndüğüm, dönüp-durduğum
minik Utarit’ede tutunmaya çalışıyorum bir yandan ama kuş beni gagasıyla alıp
boynunun üzerine bırakıyor, yürüyerek sırtına biniyor binbir gece
masallarındaki gibi uçuyoruz. Sonsuz gün ve geceler boyu denecek uzaklıkta bir
zaman süresince gidiyoruz ve devasa bir sarayın duvarları üzerine konarak, ben
yere indiğimde prenses Semiramis beliriyor sarayın avlusunda, avlu sonsuz
güzellikte çiçeklerin olduğu bir bahçe, prensesin boynunda ziynet eşyası gibi
asılı duran mücevheratın, ışıkta renk ve yön değiştiren bir bukalemun olduğunu
görüyorum, bukalemun -bana- bakıp düşünüyor gibi yaparak şaşırtıyor, egzotik
bir ülkeye indiğimizi anlayıp prensesin kolyesine uzaktan hayranlıkla
bakıyoruz, bukalemun birden yere inerek bir dinozor gibi büyüyor ve ardından
gelinmesini emredercesine bize bakıyor ve sarayın mahzenlerinde gene
karanlıkların içine dolandığımız an bukalemun kayboluyor ve kertenkele kraliçesi
de önümüzden jet hızıyla uçarak akıp gidiyor.
Bir uçurum başına varıyoruz ve karanlık mavi bir disk, bir galaksi gibi
dönen korkunç, büyük bir bahçeye açılıyoruz. O denli büyük ki bir dağın
doruğundan aşağıdaki ovaya Roma’ya bakan Hanibal gibiyim.
Sonra anlıyoruz ki Asfodel yani
cehennem burasıdır. Cehennem bekçisine Kerberos’a geçerli para vererek
cehenneme adım atıyoruz.
Cehenneme kaç kişi girip çıkmış
ki cehennemlikler, Dante, Odysseus, Orpheus, Eurydike, Deli Dumrul vb. Cehennem
dediysek öbür dünya, öte dünya, ahiret yani. Niçin cehennem diyorum. Çünkü öte
dünyada yalnız cehennem var, bir yok oluş... İşte Odyssueus, daha önce gelip
gitmişliğin erdemli ağırbaşlılığıyla dolaşıyor. Zavallı Odysseus’u kimse
tanımıyor, eski dünyada ne kadar şanlı olduğunu bilse nasılda mutlu olurdu.
Bütün ölmüşler, gölgeler halinde dolaşıyor, dikkatimi çeken bir şey var,
cehennemde hiç kadın yok, bu bizim için tam bir şaşırtı. Yaklaşıp karanlıkta
kendi çocuğunu boğan Gazneli Mahmut’a soruyoruz, kadınlar nerede diye, hiç bir
şey anlamamış gibi yüzümüze bakıyor. Kendi çocuklarını öldüren krallar,
satrapların, kadın deyince anladıkları hiç bir şey yok, unutmak anımsamamak
bir sonsuzluğa dönüşmüş. Sürekli hareket
halinde korkunç bir devinim. Erkeklerden
oluşmuş bir koca dünya kadın yok , çocuk diye bir şey yok Sonsuza dek diğer
yarısından uzakta ve onları bilmeyen bir yarı topluluk,. Platon’dan,
Kazanova’ya, Utnapiştum’dan Liberace’ye dek uzanan bir kartal burunlular
kalabalığı...
Öykü burada kalmış. Ben bu öyküyü
diğer bazı öyküler gibi okurken kaldığım İskenderpaşa'daki pansiyonda buldum.
Cezayirli bir çocuk benim yazına olan ilgimi bilir, öyküler yazacağından
sözederdii ama Türkçesi bu kadar olur mu bilemem. Sonuçta bulanıklık yaratmak iyi değil sanırım
bu öyküyü Cezayirli yazdı. Adını çok severdim Faruk Talu. Gizemli ve sempatik
bir isim. Ne olursa olsun, bu öykü onun üzerine kalıyor..Öykü burada kesilmiş,
aşağıdakileri kim eklemiş o bile belli değil. Yalnız sayfa sırasına göre tümü
boş en son sayfada tek bir tümce var. Bomboş kağıtta tek bir tümce var. “Una
vitaris de(l) sol ambroisia la revocoult”. latince bir yazıya benziyor ama
araştırmama karşın çözemedim. Şapolyo’nun hiyeroglifteki iki ‘A’ dan
Kleopatra’yı çözüşü gibi bir arkadaşım özel çalışmalardan sonra -ne demekse- şu
yazıyı verdi elime:
“Mağaranın kapısından, bir
girenler, bir de girmeyenler vardır.”
Masal /
Bir varmış, bir yokmuş evvel
zaman içinde bir cadı vadrmış. Cadı çok kötüymüş. Cadı bir gün sihir yapmış.
Dünyadaki herkesi yüz günlük uykuya daldırmış İnsanlara kötü olmaları için
sihir yapmış. Yüz günlük uykudan sonra insanlar kötüleşmeye başlamış Almanyalı
bilim adamı Albert Ainstein niye herkesin kötü olduğunu araştırmış.
Araştırmalarında cadının yaptığı ortaya çıkmış Ainstein hemen dünyaya haber vermiş
Albert Ainstein dünyaya şöyle söylemiş İngiltere’de herkes kötü demiş Ainstein
birde bunun İngiltere’de bir cadının yaptığını söylemiş. Cadıyı bulana para ver
demiş. Herkes cadıyı bulmaya çalışmış Bir insan cadının yerini bulmuş
Ainstein’e söylemiş Ainstein adama parayı vermiş Ainstein hemen cadının yerine
gitmiş. Cadı Ainsteini görüp yakalanacağını anlayınca kaçmaya başlamış.
Ainstein tam yakalarken cadı onu bıçakla öldürmüş. Ainstein Amerikada ölmüş.
Yıldırım insanı yıldırım ölüsü olmuş.
“Silinmeyen bir yıldız duruyor orada /
Ezgilerin, acıların, eşsiz notalarla / dile getirildiği yerde /
Vaatlerin usta vaizlerin elinde / vuslatlarla
birleştiği / o yaban ellerde, o vahşi köşelerde / İmgelerin ağladığı, sevilerin
gözyaşı döktüğü / incilerin tükenip, solukların verildiği o yerde./ Narsis’ki
kendine bakardı / hayranlık dolu kösnüyle / Su ise gümüş yansımanın verdiği
sahiplikle / övünür, erinirdi. / Çok uzak ve en kuzeydeki pencerelerden birinde
/ -güneşle yazılıdır- / mutlanların en
sonsuzu, en doyumsuzu / kozmik bir dönüştür ki / sevebilmek, -bakabilmek
kendimize- / o ne büyük bir mutlan
/ ne büyük bir kurtuluş...”
Pansiyonda kalırken acemi
olduğumuz için hep saçma denilebilecek konulara kafa yorar bazende
yaptıklarımızı beğenir herşeyi; şiiri, öyküyü, masalı tek bir şeyde yaratmaya
çalışır, olmayanın peşine düşerdik ama görünen o ki kolay değilmiş!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder