YAZGI
Güneş sistemini oluşturan maddenin
yüzde doksandokuz tam onda dokuzu güneşte bulunuyor. Gezegenlerin kapsantısı
bir tüyden daha hafif. Ama üçüncü gezegene bakıyorum, denizlerde hareket var,
dağ taş tavşan dolu, kent dediğimiz yaşam öbekleri, üç boyutlu metal
cızırtıların egemenliğinde, insanlar tıraş oluyor, işe gidiyor, kravat takıyor,
aybaşı görüp, mastürbasyon yapıyor, daha bir sürü usa sığmaz şeyler, ne ilginç!
İşte bu garip oluşumun parçalarından biri de benim. Anlatacağım şey o denli
ilginç değil ama bu çılgın belirsizlikte yüzen, sıradan bir öykü olarak en
azından var! Yazarıysa belli ki çarpıcı şeylerden sıkılmış olmalı, üstelik
araya, ‘Asıl çarpıcı olan sıradan bile bulamayacağımız öylesineliklerdir’ gibi
bir klişede sıkıştırıyor. İşte o öylesinelik...
Öğrenimini ana kucağından uzakta
sürdüren çoğun gibi, okul çağlarında uzun süre kiralık evlerde, hatta odalarda
kalmıştık. Denizli ili, Kaplanlar mahallesindeki son kiralık evden ayrılırken,
kardeşlerin en küçüğü olduğum için, taşınma işini izlemekle yetiniyordum,
unutulan bir şey var mı diye, son bir kez bakmayı benden istediler, kurt yeniği
tahta merdivenlerin ev boşalınca nasılda kırılgan olduğuna şaşarak, boş odalara
daldım, küçük ve küçüğün küçüğü iki odaya, görevimin bir şeyin unutulmuş
olmasından ziyade, bana biçilen rolün yerine getirilmesi olduğunu bildiğim için,
kaçarcasına son bir kez baktım, giderayak bir de odunluğa, burası oda sayılmasa
bile, hamamlık (yoksullar bunu iyi bilir) sayılabileceği için gene de
bakmıştım. İyi ki bakmışım, o ivedilikle dipte ölü yaprak renginde, eski bir
zarf ilişti gözüme, bir mektup, kardeşlerime hiç söz etmedim bundan, yıllar
sonra okumak üzere şöyle bir açtığımda, düşündüğüm gibi, belki bir özyaşam
öyküsü veya deneme amacıyla yazılmış sayfalar çıktı karşıma, yazan kendisini mi
anlatıyor, anlattığı şeyi yazan kendisi mi, onu bile anlayamadım diyebilirim.
En iyisi okuyalım...
Anadolu coğrafyasının ege
plakasındanım, önemi yoksa bile gene de söyleyeyim, ayrı ayrı bayraklarla
donatılmış bu gezegende, yüz yıl önce Osmanlı’nın yıkılmasıyla ortaya çıkan
ülkelerden, önasyadakinin, orta batısında, Denizli ili, Çal ilçesi, İsabey
köylüğündenim. Tüm insanların yaptığı gibi önce adımı soracağınızı biliyorum,
ben öleli çok oluyor, adımı anımsayamamam doğal sayılmaz ama, ölüler ülkesinde
geçen süre, bellekle ilgili atomların çoktan parçalanmış olmasına yettiği için,
konuşabiliyorsam da, bir adım yok, yinede Sahir olabilir diyorum, ama
kesinleyemiyorum.
Kendimden söz edeceğimi sanmayın,
lütfederseniz, öteki dünyada, -sizin dünyanızda!- geçen bir kaç zaman diliminde
başımdan geçenlerden söz edip alıntılar yapacağım. Bölük pörçük olabilir, bir
ölüye yakışır bu, hem ölülerin ardında kalan, zamanla tüm canlılığını yitiren
solgun sayfalar değil midir. Doğduğum yeri açayım, İsabey kasabası, Demirler
mahallesi, Emirler sokak, No:13. Emir, demir, İsa, onüç, size ne düşündürür
bilemem ama, benim bildiğim her halttan istenirse bir şeyler çıkarılabileceği
üstünedir.
Çocukken gittiğim Kuran kursu dışında,
ergenlik çağında aldığımız okuma yazma eğitiminden ötürü, alfabetik anlamda
okur yazar biriyim. Okuma yazma hocamızın adı Muhammet’di, şişman, ablak
suratlı, esmer, kalın kaşlı bir adamdı, kısa boyuyla hükümranlıktan sıkılmış
Lagaş kralı gibiydi, zaten onun için ‘Hoca’ diyorum.
Yaşamda yapılabilecek her çılgınlığa,
tümüyle uzak bir peyzaj çizen -lingam- (neye yazılmış bu), bu halim selim adam,
günün birinde bir kır gezisinde, okuttuğu çocuklardan Zühre’ye tacizde
bulununca, tüm kasaba şok geçirmiş, Muhammet hocada soluğu başka bir kasabada
almıştı. Uzun süre onun öldürülmesini bekledik, gerçekleşmedi ama, kendimden
biliyorum, onun öldürülmemesi hepimizde kırık bir boşluğun doğmasına yol
açmıştır. Şimdi düşünüyorum da, yaşamda böyle bir olayın cinnet yada masumiyet
değeri bir inci tanesi kadar bile yok, öldürülmesini arzu etmekten dolayı utanç
içindeyim. Ama hep ustan söz ederiz, üstüne basa basa söylüyorum: İnsan usunun
esiridir. Gene de Zühre’nin güzelliği ben dahil herkesi büyülüyormuş ki,
hepimizin tabusuna dokunulması, anlağımızı kızıl bir çanağa çevirmişti. Bu tip
olaylarda doğruyla yanlışı ayıramayıp işin içinden çıkamamak belki de en
geçerli yoldur sanırım.
Neyse, ben yurt savunması adına
yaptığım 20 yaş görevime dek, köyden dışarı çıkmış değildim. 0kur yazar olmama
karşın, yaşadığımız dünyayı, gören gözün çevrelediği dağlar kadar sanıyor,
köyün yaşam kurallarına uygun yaşayıp gidiyordum. Örneğin uyuyordum, camiye,
kahveye girip çıkıyor, zorda kalmadıkça ne pazara, ne mezara uğruyordum.
Hasbelkader yazı yazar, oyun bozar (kahvede), aylak gezerdim. Ekin biçmek ve
kuş avlamak dünyanın hakkını vermek
sayılırdı bizim yurtlukta.
Bir gün
köye yeni bir imam geldi dediler, (karşı dağlardan), bizim cami, toprak damlı,
tek katlı bir yapıydı. Merak edip gittim, normal bir adamdı, ama bu dünyada her
ademin bir düsturu vardır, bu imamda bir gün camide bulunan kitapları (daima
tozları alınır ve özenle yerine konur) ayıklamaya kalktı, o gün gölgede oturmak
için ben de camideydim, çeşitli (Hadis ve Kur’an başta olmak üzere) kitapları
ayıkladıktan sonra, üzerinde Eski Ahit yazılı, minicik harflerle dizili bir
kitap bulduk, imam duygularını gizlediği bir paravanın ardından konuşurcasına,
bunu önceki imam mı bıraktı dedi. Bizde önceki imamın kitaplığa bir gün bile
dokunmadığını, zaten kitapların bir süs olduğunu söyledik, yüzü biraz
dinginleşti ama gözlerindeki anlam değişmedi ve kitabı elime verip bana
güvendiğini söyleyerek, şöyle bir süzdükten sonra, derenin akıntısına bırakmamı
söyledi.
Köyün
aşağısından dere geçerdi, o an içtenlikle aldım. İmam o gün, Angloma, kelebek
dişi, sadalmelik, koyun ve domuz, sulfata ve Kevser gibi laflar ederek sözünü
bitirince (dinler gibi görünürüz), kitabı dereye bırakmak üzere yola koyuldum
ve ilk kez, içine düştüğüm aylaklıktan olsa gerek, kitabı açıp şöyle bir
okuyayım dedim (şimdi içimde bir heves varmış demek ki diyorum), inanın daha ilk
satırlarda bir ilgi, bir merak aldı götürdü beni, bir taşın üzerine oturup
sakin sakin karıştırmaya başladım, sonra Yeni Ahit diye bir bölüm daha olduğu
gözüme çarptı, sonuçta kitabı atmamaya karar verip, bütün kış onu okudum, köyü
çevreleyen dağlardan çıkıp, geçmiş ve geleceğe, anlaşılmaz olan tüm alemlere
geçişim, gelişip değişmeye elverişli bir evrim canlısı gibi, o günlerde
başladı. Kendime değil kitaba şaşırmıştım, Pavlus’un Mektupları, Süleyman’ın
Meselleri bölümlerinden hala beğeniyle
söz ederim. Yalnız burada çarpıcı bir noktaya değinmek isterim; Eski Ahit’teki
yerlerin, İsa’nın oyalandığı yörelerin, Zeytin Dağı’nın , beyaz eşeğin,
değirmenlerin anlatımında inanılmaz biçimde kendi köyümüzü bulmuşumdur. Sanki
Celile, İsabey, Golgata (kafa kemiği demekmiş) bizdeki Araplar Tepesi, Zeytin
Dağı’da Çökilyas’tı. O hırpanilik, o
yoksulluk, o süzgünlükte cabası. 2000 yıl öncesi gelmiş ve ne hikmetse bizim
köye girip bağdaş kurmuştu. İnsanlar kandille aydınlanıyor, zeytinyağlı
fenerlerle hayvan ahırlarına girilip, kelterlerle saman veriliyor, arpalar
serpiliyor, keçi, koyun, düve ve katırlarla iç içe yaşayıp gidiyorduk. 2000
yıldır bu köyde hiç bir şey değişmemiş miydi? Dut ağaçları, kümesler, avlular,
Judaslar, otlar, pıtraklar, şarap evleri, hepsi Tevrat’dan çıkma, hepsi
Musa’nın , Meryem’in günlerini yaşamaktaydı. Üstelik bir tuhaflık daha vardı,
köyün adı da ilginç bir buluşumla İsabey’di. Yarı gülüt düşünürüm, göçerler
kurmuştur bu köyü ama, adının İsabey oluşundan dolayı hep huylanmışımdır. Eski
Ahit’i okumayan bu benzerliği kavrayamaz, dahası bugün bile, elektrik ve
traktör dışında aynı meczupluk sürüp gitmektedir. Köyde İsa bir yerlerde
saklanıyor olmalı, baksanıza elektrikte onun
mucizelerinden biri zaten!.. Musa’da belki bir gün, düşlerin ulu görkemiyle,
elinde asası, Baklan ovası tarafından köye girecek. Gerçekte köyde dolaşırken,
hep bir Selçuklu Oğuzu karşıma çıkar ama, köyün göçük ve mitik yüzünü,
Meandros’un kıvrılarak akıp gidişinde görebilmek için, gene de o kitabı okumak
gerekir diye düşünüyorum. Neyse, ben İsa’nın, Musa’nın buralarda yaşadığını
sanırken bir gün benimle beraber 4 arkadaşı, nüfusa kayıtlı gönüllüler olarak,
iki er ciple önce Çal jandarmasına, oradan da ver elini Antakya’nın
Samandağ’ına askerlik yapmaya gönderdiler. Uğradığım şaşkınlığı bu kez de
saklayamam, trenle geçtiğimiz yerleri hiç bir zaman unutmadım, dünyada binlerce
İsa, Musa ve binlerce İsabey olduğunu o zaman anladım. Bütün köyler, bütün
kasabalar birbirinin aynıydı, üstüne üstlük askerde bile tıpkı bana benzer biri
vardı, sesi, yüzü, her şeyi... Dünyayı anlamaya çalışırken, daha bir kargaşaya
dönüşmesinin önüne geçemiyordum, sürekli kendini yineleyen ve hiç değişmeyen
zemberekli bir oyuncaktı sanki dünya, çevrilerek kuruluyor ve hep aynı şarkıyı
çalıyordu. Tanrıyı -benzetmeme izin verirseniz- vodvil sever bir monark gibi
düşünmeye başladım. Düşünceler genişledikçe, işimin zorlaştığını ayrımsıyordum,
keşke Eski Ahit’i dereye atsaydım, ben “kendi şapkamın altında mutlu” cehaletin
sükunet dolu denizinde bir hoş, yaşayıp gidecek, bilisizliğin verdiği aleni
ukalalıktan nüfusa bile yazılmayarak, yaşamında bir kez bile köyün dışına
çıkmadan, 91 yaşında ölen Syblimiz, Kör Eşebe gibi gamsız, tasasız ölüp
gidecektim.
Büyüyü Tevrat bozdu, ama yıldızlar
arası bir olayda geçen kriket karşılaşması gibi, bütün bunların en ilginci, bir
gün minik radyosuyla dikkat çeken, kırmızı boyalı bir kadillak üzerinde söylev
veren politikacının, sizleri Almanya’ya göndererek işsizliğe çözüm bulacağız
vaadine kanarak, Almanya meseline herkesten önce parmak kaldırmamla oldu.
İçimde kıvılcımlanan coşku ve merakı İsabey’de kimse anlayamayacağı için,
yoksul şayak pantolonumla, Almanya uğruna böyle yürekten atılmama sonraları kim
bilir kimler acımıştır. Köylüler kendi ılımlı dünyalarının dışındaki her devinime,
ölümcül bir tehlikeymiş gibi bakarlar ve gönülsüzlükleri düşman çatlatır.
Evet, bizim lakabımız Azizlerdi. Beş
kardeştik, söylemenin yeri geldi, Eski Ahit’ten dolayı içimdeki pusulayı
şaşırmamın asıl nedeni, İsmail, İbrahim, Zekeriya ve İlyas’ın kardeşlerim
olmasıydı. Üçüncü (ortanca) kardeş olarak (Tanrı, ruhül Kudüs ve İsa gibi!)
adım Nuri de olabilir, ama gene de bir türlü anımsayamıyorum, yalnız Nuri’nin
diğerleriyle uyuşmadığını asla düşünmeyin, o nurlu demekle, tanrıya hepsinden
daha yakındır. İşte tamda bu nedenle, Eski Ahit benim gizemim olmaya
başlamıştı, onda soyağacımı arıyor, köyün adının bile İsabey oluşundan ötürü
imgelemimde anlam denizlerine sürüklenip gidiyordum. Gene de Almanya
Cumhuriyeti’ne gitmek gibi dış dünyadaki olası yazgıma herhangi biçimde karşı
koymadan yaşamımı sürdürüyordum. Düşünceler başka, yaşam başkaydı. Bunu bir tür
kurnazlık gibi kabulleniyor, dış dünyanın olasılıklarına, olabilirliklerine
anında uyum gösterebiliyordum. Bu nedenle imgelemimin, düş denizleri gibi
genişlemesine de ses çıkarmıyordum. Sonuç olarak, Almanya yalnızca lastik
üretilen bir fabrika, yahut ta dört tarafı duvarlarla çevrili bir boşluk
olabilirdi, kim bilir nereye, ne yapmak için çağırıyorlardı bizi. Unutmadan
söyleyeyim, erlik ocağımız Antakya’da, Pavlus’un yurdu çıkmaz mı, artık Eski
Ahit’le bir bağım olabileceğine iyice inanmaya başladım, köyde demir sandıkta
bırakmıştım onu ama, söylemeye çekiniyorsam da, kendimi önemli biri gibi
duyumsuyordum artık, belki bir tür peygamber olabileceğimi düşünmeye başladım,
engin bir bilgiye sahip değildim, merhametli olmak gibi; bir gönencin sınanması
için, tanrım benim gibi yoksullara olanak tanımıyordu, mucizeler göstermek gibi
insanüstü yetilerim olduğunu coşkuyla ileri sürecek havarilerim yoktu, dahası
gelecekte benim için türlü meseller uydurulup uydurulmayacağını da, usumdan
geçirecek kadar cesur olmadığım için ahkam kesemiyordum, yalnız düşlemek gibi
herkese nasip, ama kimsenin kullanmadığı bir koza sahiptim. Konuşuyor,
serbestçe atıp tutuyorum ama, Almanya meseli ortaya çıktıktan sonra işler sarpa
sarmaya başladı, düşlerim gerçeklerle gereğinden çok çatışır oldu. Örneğin
yalvaçlık düşü, olaylar ve olanlar karşısında komik bir hülya gibi sırıtmaya
başladı. Elbette nedenlerini anlatacağım, gidecekleri seçerken, İsa’nın
anasının öldüğü yerlere yakın bir kentte (Smyrna) etimize kemiğimize baktılar,
günler geceler geçti, sakınır olmaya başlamıştım, düşlerim gerçeklerden kaçar
olmuştu.
Dişimi, tırnağımı inceliyor, kafa
çevrenimi ölçüyor, bir kadın gibi kalçalarıma dokunuyorlar, hatta penisimi
tutarak evirip çeviriyorlardı. Çiş yapmak, gözlerin ağını gösteren çemberler
çizmek, yok yere soluk alıp vermek... Bizim köyde beygir alıp satılırken
yapılırdı bunlar! Pes etmedim, gelecekten çok şeyler uman seçilmiş bir insandım
ben, İsa’nın çilesi, Musa’nın acısı da belki böyleydi, hiç ses çıkarmıyordum,
gençliğim bütün bunların üstesinden gelirdi, hem ben... onlar nereden bilsin
ki... Bir işçi topluluğuyla, eskitemediğim umutları taşıyarak Münih’e ayak
bastım, oradan da banliyölerden bir otomobil fabrikasına götürdüler. Gülünç
ama, bizimkilerin şaşaalı diye tanımladığı bir yaşamın içinde, oralarda ne olup
bittiğini pek çok insandan yıllarca ve yıllarca duyduğunuz için anlatmayacağım.
Tam 13 yıl yalnız yaşadım, permanganat suratlı şefime usulen söylediğim merhaba
dışında, ne Türk, ne Alman, ne kadın ne erkek hiç arkadaşım olmadı. Dakik
hareket eden, ayakta yemek yiyen, Titanik gibi tabutta geceleyen yaratıklar
olmuştuk. Tanrının makineleriydik. İsa ile Musa, Hans ile Thomas’a dönüşmüştü.
Kimi gereksinimler, jeton denilen demir pulcuklarla karşılanıyor, konuşmanın
yerini susmak, eylemin yerini durmak alıyordu. Uzun sözün kısası, 13 yıl
kobaylık yaptım. Ta ki bir Alman kızının sabırla ve dirençle ilgilenip, bendeki
derin sessizliğin gizini ölesiye merak edene kadar. (O aralar Çökilyas dağında
bir tavus kuşuyla olan saklambaç düşünü görüyordum sık sık) Alman kızının adı
Eva (Havva demekmiş!) Rosalin’di ve gerçekte bir museviydi. Yavaş yavaş
dostluğumuz ilerliyor, bu gönülsüz çilem bitiyor diye düşünüyordum ama çok
küskündüm, bir daha ne İsa’ya, ne Musa’ya dönmedim, düş kırıklığı beni
katılaştırmış, tenor uykusu gibi her şeye sıçrayıp uyanan birisi olmuştum.
Makinelerin ortasında, Eski Ahit’in insanı hareleyen mistik havasının beni
ahmak yerine koyduğunu düşünmüştüm. Demirin buzla örtülü dünyasıyla, İsa’yı
sevmek arasında ne gibi bir ilgi vardı. Bir gün, üzerimden ölü toprağı kalkar
gibi, İsa’dan Musa’dan, Antakya’dan söz ettim Rosalin’e, hiç unutmam hemen
kentin en yüksek yapısı Reims Katedraline götürdü beni. Orada kızıl
pencerelerin ışığında, çarmıha gerili İsa, düşlerime geri dönmeme yol açtıysa
da, benim köyümün kırık dökük değirmenlerine çok uzak ve Eski Ahit’tende
alabildiğine başkaydı... Rosalin’le geziyor, eğleniyor, düş kırıklığımı ve
yiten peygamberliğimi unutmaya çalışırken en ilginci de sevişiyorduk. Benim
yaşamımdaki ilk kadındı Rosalin, bu nedenle Havvammış gibi tapardım ona.
Bendeki küllenmiş Eski Ahit aşkını sezen Rosalin pek çok kitaplar verdi, artık
dünya gözümde değişmeye başlamıştı. Küskünlüğümü atarak aşkı keşfediyordum, aşk
yaşlı ruhuma gençlik aşılamış, kinetik bir enerjiyle yaşamımı evirip çevirir
olmuştu. Rosalin... gülümdü benim ve
ben ona sık sık güller armağan ediyordum, dahası o sıralar Hölderlin’i okumaya
başladım, inanın içimi bir erinç kapladı, ama delirip ölmüş olması beni çok
üzdü, ben delirip ölmemiştim, ama ya Hölderlin!.. özel nedenlerle hayran
olduğum birini, iç dünyamda taklit etmem, yani onun gibi intihar etme düşüncem,
ama bir türlü becerememem, ruhsal açıdan ezilmeme yol açıyordu. Ardından Genç
Werther’in Acıları’nı okudum, bir intihar daha, ama yaşamımda İsa ve Musa dahil
ortak yönler bulduğum kişilerin çoğun kendini öldürmüş yada öldürülmüş
olmaları, gariptir beni intihardan uzaklaştırdı, farklı olmayı
başarabilmeliydim. Bir gün aniden Rosalin’in küçük kardeşi -elim bir kazada-
ölünce üst üste gelen bu karamsarlıklar ve gönül dostumun acısını alabildiğine
paylaşabilmek için yazdığım şiiri, tüm ailesinin gözleri önünde Rosalin’ime
okudum:
“Mezarımın
üzerinde kuruyacak yeryüzü
Anne,
anneciğim
Unutacaksın
sen beni
Yabani
otlar dalgalanacak üzerimde
Baba,
babacığım
Ne
de sen özleyeceksin beni
Kara
gözlerin yıkanır yaşlar dinince
Abla,
ablacığım!
Artık
acı üzmeyecek seni
Canım
kardeşim
Ancak
sen unutmayacaksın hiç
Var
gücünle yok say beni
Sen
ise durmadan üzüleceksin kardeşim, ölünce
Yanıma
uzanıncaya dek.
Ey
tekmelediğim neşe dolu yollar
Acımasız
çıktınız. Kölemdiniz oysa!
Ya
sen kara toprak
Ayaklarımın
çiğneyip kardığı kara toprak
Mezarımı
örteceksin.
Soğuksun
ölüm, tanrın ve efendin idim
Yıkılır
gövdem yakında toprağa
Eririm
Ruhumsa
gider belki cennete
Belki
bir bilinmeze...”
Bir Çeçen ağıtı gibi dokunaklı
buldukları dizeler, benim büyük bir ders almama yol açtı. Her şey bir yana şunu
anladım, yaşamda asıl acı çekenlere, onlardan çokca üzülürmüş gibi
yaklaşırsanız, size güvenmez ve inanmaz olurlar. İşte bende Rosalin’in acısını
peyderpey paylaşınca, birden uzaklaştı ne yazık ki. Nedenini söyledim ama; belki
yinede kimsenin bilemeyeceği yaşamsal gizleri vardır ayrılıkların. Hiç bir
zaman asıl terk nedenini öğrenemedim, belki acıları paylaşmak değil, onlardan
kurtulmak yada olanları unutmak istiyordu Rosalin, benim mistik yanım, yaşadığı
acı gerçek karşısında komik bir yetersizliğe, yada kişiyi çileden çıkaran bir
teslimiyetçiliğe sürüklemiş olabileceği için, ilgisi aniden bir tiksintiye de
dönmüş olabilir diye düşünüyorum. Rosalin beni terk etti, telefonla ulaşamıyor,
çaldığım kapılardan dönüyor, geçtiği yollarda boşuna bekliyordum, onu bir daha
göremedim. O sıra Titanic’i okudum, Enzensberger’i. Titanic tüm
yaşadıklarımızın, boşunalıklarımızın bir aynasıydı sanki ve son dizesi şöyleydi
“Belirsiz, söylemesi güç, neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorum.” Evet, neden
böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorduk...
Artık anlatamıyorum, ne romantik
Schiller, ne Goethe, nede kara yoksullukçu Walraff teselli oldu bana, bu
anlayışsızlık denizinde, neredeyse Hitler’e sempati duymama ve hatta insanların
şiddete yönelmesini yerinde görmeme neden olan belirtiler oluştu. Fabrikada ise
tek bir slogan vardı: Daha çabuk, daha iyi, daha çok... En kısa zamanda, daha
iyisini, daha çok yapacaktınız... Zaman kazandırır, hem size hem bize deniyordu
ama, kimse zaman nedir diye sormuyordu. Straus ve Wagner dinlemeye başlamış
yaşamdan da umudumu kesmiştim, “Anladım ki zaman bazen 3, bazen de bir
hiçti!..”
Bir gece düşümde bir tavus gördüm, ama
önce kulağıma biri hiç ilgisi yokken, “Şu çarşaflı kadın, 2000 yıl önceki
imparator Septime Severe’in Roma’sında yaşasaydı, sarayın sefahatına karışacak
ve Caracalla’nın babasıyla olan sürtüşmelerini dinleyecekti” dedi.
Düşümde ıssız bir ormanda tavusun
peşinden koşuyordum, renklerin çılgın tanrısının peşinde... Rosalin’in
bıraktığı Direyler Ansiklopedisi’nde kuşu bulduğum zaman onun tavus olduğunu
anladım. Çökilyas dağında dolaşırken, bir uçurumun dibinde, bir uzay kolonisi
gibi yemyeşil parıldayan koruda gördüğüm o tuhaf kuş. Bir mayıs sabahında can
sıkıntısından dağa çıkmıştım, yalnızlığın dolambacında kolan vuruyordum, kuş
sürüleri çığlık atıyor, acayip ötüşlü bir kuşun sesi diğerlerinden ayrılarak
yamaçlarda yankılanıyordu. Dağın etekleri aydınlanıyor, kertenkeleler kayalarda
devinirken, gelincikler kovuklardan başlarını uzatarak güneşi selamlıyorlardı.
Sümbüller, öteye beriye serpilmiş mavi otlar, sarı, tırnaksı çiçekler, minicik
mavil kuşlarla cıvıldaşıyorlardı. Pembemsi şeyler ayaklarıma bulaşırken, uzun,
yay gibi bitkilerin rüzgarda savruluşuna tanık oluyordum. İşte o sıralar
inmiştim, kimselerin sözünü bile etmediği o gizemli koruya, yamaçtan dolanarak
aşağılara sarkmış, düzlüğe kavuşunca da, ardıçların, meşelerin arasında
yürürken görür gibi olmuştum kuyruksaçanı. Ben yürüdükçe, çalıların ardında,
sarmaşıkların içinde rengarenk düşsellikte,
gösterişli bir yaratığın, uçuşup kaçıştığını duyumsar gibi oluyordum.
Salt sessizliğe bürünerek ayak seslerimi kestim ve bir böğürtlenin arkasına
saklandım; beklemeye başladım, ama durumumu sezen tuhaf kuşta, sanki beklemeye
başladı, bu kez sessiz biçimde, büzülerek yürümeye başladım, birbirimize
yaklaştığımızı duyumsuyor, neredeyse karşılaşacağımı umarken, yine birdenbire
yitiveriyordu. Sonunda irili ufaklı taşların yolak yapıp kıvrıla büküle suya
kavuştuğu bir patikada, tuhaf çığlıklar atan, renkcil acayip bir kuşun minik
mahmuzlarıyla sekerek, suyun içine dalıp gittiğini gördüm... Suya eğildim,
birden tepemde Herakles belirmiş gibi, parıldayan suretimden korkuya kapılarak
uyandım ve çevremi kolaçan ederek ıssızlıkta gene yürümeye başladım. Suda,
larva kuyruklusu ve küçük balıklardan başka bir şey görünmüyordu, yinede dalıp
giden kuşun renklerini ve iriliğini düşledikçe yaşamda böyle bir kuşun
olamayacağına karar verdimsede, birden uzakta alacalı bir orman canlısı, binbir
renkli, kuşsu bir yaratığın, yüzerek kıyıya çıktığını görünce gene düş
gördüğümü sandım, düştüğüm ürküyle suya dalan kuşun renklerini tam
algılayabildiğimi söyleyemem, çünkü yüreğim şiddetle çarpıyor, kuşun kuyruğu
büyülü renklerle dolu bir püskül, acayip bir yelpazenin süslediği görklü bir
kavis, utkulu bir çevrim gibi, kekiklerin, buruk kokulu lavantaların, karman
çorman otların arasından süzülerek, havayı yarıp gidiyordu.
Sanki sabah sessizliğinde tanrı benimle
yüz yüze gelmek istemişti. Birden korkmaya başladım ve aylak satirler; orman
cücesi gibi önümü keser, bir nympha, ırmak cini yada su perisi kılığında
karşıma çıkıp, sırtıma biner düşüncesiyle koşmaya başladım ve o hızla korudan
uzaklaştım.
Bayılmışım. Yamacı tırmanıp tepeye
vardığımda hiç ummadığım bir şey oldu, korunun birden gözden yittiğini gördüm,
koru yoktu. Düşümde düş görmüştüm belki de. Ama Rosalin’in ansiklopedisinde
gördüğüm kuşun gerçekten varolduğunu anladığım zaman düşüme duyduğum hayranlık
ve mutlulukla enfes bir pantolon ve bir fötr şapka aldım kendime, ama
kimselerin bilmediği bir gizi vardı şapkanın, kenarında o kuştan olduğuna kesin
gözle baktığım büyüleyici tüy... Bu yalan dünyada gerçekten mutlu olduğum tek
an düşümün gerçeğe dönüştüğü o andı ve
mutlulukların en güzeli; her zaman, en zarif ve küçücük olanıdır.
O yıl sonunda emekli oldum, hem de
günüm dolmamışken, dalgınlığım ve aylar önce frezeye kaptırarak kullanılmaz
hale gelen işaret parmağımı gerekçe göstererek emekli ettiler beni, iyi
düşünmem gerekiyordu, köye, yurduma nasıl dönecektim, ülkeler görmüş, tuhaf
şeyler yaşamış birinin dönüşü de epeyce görkemli olmalıydı.
Bir cip aldım, üstelik ilk elden ve
köyün girişindeki susa yolundan ayrılıp, iki yanı servilerle kaplı yola
girdiğim zaman ahalinin, Midas görmüş gibi şaşkınlığını, tanıyınca da merakın
yoğurduğu bir şüpheyle sessiz gülüşmelerini hiç unutmadım. Yakın çevreme pek
yüz vermediğimi söylemeliyim, çocukları şaşırtıcı oyuncaklarla sevindirip,
yaşlıların ağzına gönülçelen ikramlarla, birer parmak bal çaldım o kadar.
Günler geçiyor, gizli mutsuzluğum
alabildiğine sürüp gidiyordu, melankoliye dönüşen can sıkıntımı geçiştirmek
için, ciple düşlerimin dağı Çökilyas’a çıkıp dolaşmayı tasarladım ve bir sabah
erken, Baklan ovasında bir garip kuş öterken yola çıktığımda, motor
gürültüsünün doğanın sesini bastırdığını ve sabahın sesine karışan tüm
canlıların, çılgın bir koroyla çığırışlarını duyamadığımı söylemeliyim. Cip,
çekiş gücü bitip, dağın yamacında durunca, yürüyerek uçurumun kıyısındaki
koruya, düşlerimin korusuna kavuşmaya karar vermiştim. Yarım saat süren inişli yokuşlu
bir çabadan sonra, yöreye yaklaştım ve korunun bir düş gibi aşağıda uzandığını
gördüm, yamaçtan kayarak aşağılara indim ve düşlerimin peşinde, püfürdeyen
yapraklar arasında, kuşu aramaya başladım, eğer gerçekten görürsem, yaşamımdaki
tüm yalnızlığımın bilinçli ve tanrı katında da seçilmiş olduğuma inanacak,
kutsal bir görevle yükümlü olduğumu kabul edecektim. Korunun içinde koşmaya
başladım, çılgınca koşuyordum, çalılara, otlara, dikenlere; çarparak,
sürtünerek, sıyrılarak; birden devasa bir çukura yuvarlandığımı anımsıyorum.
Uyandığımda, üstüm başım harap olmuş, palas pandıras kalkmaya çalışıyordum ki,
masalların kuşunun, yukarıda, bir gök perisi gibi bana bakıyor olduğunu ve yine
birden yitiverdiğini gözlerimle gördüm. Aceleyle tırmandım, aman allahım, bu
tavustu!.. Evet, kuyruğunu olanca
görkemiyle açmış, gökkuşağından tepeliği ve devasa cüssesiyle bana bakıyordu,
kuyruğunda binlerce im, eflatuni, sarılı, kırmızılı benekler, yalvaçlara özgü
işaretler, us uçuran zarifliklerle gülümsüyordu. Tanrıya en yakın kuş bu
olmalıydı ve sanırım, artık tanrı bana işaretini vermiş bulunuyordu, ama ben
yinede şunu düşünmekten kendimi alamadım, neden insanın yaratılışı, bir
tavusunkinden daha önemli olsundu ki. Bu gezegende belki de biz, tavuslara
eşlik eden canlılardık, bu kozmik şarkı yalnızca tavus için tasarlanmış olamaz
mıydı... Tümüne belki de diyerek bu konuyu kapattım, gene bayılmışım,
uyandığımda tepenin başında, kırık taşların arasında yatıyordum, ılık bir
akışla burnumdan kan sızıyordu, frezenin
ezdiği parmağımla burnumu bastırarak, eteklerden inmeye başladım, düze
geldiğimde, cipin yerinde olmadığını gördüm, yolun aşağılarında, kayaların
dibinde ters dönmüş durumda, pelül perişan buldum onu, ya el frenini çekmeyi
unutmuş, yada buralardan geçen meçhul bir yolcunun, belki bir titan yada bir
kiklopun azizliğine uğramıştı. Yanına vardığımda kimsecikler yoktu, bu ıssız
dağ binlerce yıldan bu yana, doğa dışı bir aletin, koşabilen, dört ayaklı bir
makinenin ölümüne ilk kez tanık oluyordu. Son bir kez okşayıp, ona veda ederek
ayrıldığımda, uzaktan bir kez daha baktım ve içinden nasıl sağ çıkabildiğime
bayağı şaşırdım. Yoksul bir köylünün,
sıska bir eşeği gibi, uçurumdan yuvarlanmış, -deyim yerindeyse- dört ayağı
havada, nalları dikmişti. Kırk yıllık emeğime önce göz yaşı döktüm sonra
nedensizce elimde olmadan güldüm. Güneşin yalımı, yakıcı bir kırbaç gibi
yamaçlarda dolaşırken, yukarılarda beyaz bir bulut, azize gibi süzülerek
aşağıya indi ve gelip tam başımın çevresinde harelenerek taçlandı. Cipe ve
yukarıdaki gökyüzüne bir daha baktım, kendime dokundum, yabansı bir gezegende,
bir konuktum ben, benden başka her şey yakışıyordu bu gezegene. Tavusta, belki
bu gezegende barınamamış, görünmeyen bir yüz, bilinmeyen bir dünyaya kanat
açmış ve ben onu salt imgelemimde canlandırmıştım. Büyük bir üzünçle köye
döndüm. Dünyadan elimi ayağımı çekmem, yemeden içmeden kesilip, erenlere
karışmamda o günlerde oldu. Yaklaşık bir ay sonrada, Budistlerin pek sevdiği
bir incir ağacının dibinde 9876543210'
nuncu soluğumu verdim. Köylüler sıradan bir cenaze töreniyle Araplar tepesine
gömdüler beni. Ve defin biter bitmezde günlük işlerine koyuldular. Ben bedenen
öleli 666 ay, gerçekten ölüp, hiçleneli ise 33333 gün oluyor. Bütün bunlardan
sonra, son sözümü soracak olursanız, üzülerek; ‘Tuhamet su’ -Yaşam boş- diyorum...
...
Bu mektubun aynısını, İstanbul’da
okurken, trafik kazasında ölen Denizli’li teoloji öğrencisi Yakup
Düşgördürücü’nün evinde de buldum. Ölüm nedeniyle tek göz evi boşaltılırken
yerdeki sarı zarfı dedektif öykülerinde olduğu gibi, kimsenin gözüne
çarpmadığından alan olmadı. Her iki zarf da, bende buluştuğunda yazılanların
birbirinin suretiymiş gibi, aynısı olduğunu gördüm. Bazı yerleri okumakta
güçlük çektim, kimi tümce kopuklukları ve bağlantı zayıflıklarını birbirine ulayarak
gidermeye çalıştım. Ayrıca yerde Wagner’e ait bir kaset ve Schiller’den
çevrilmiş bir şiir buldum. Şiirden nefret edenlerin çok olduğunu bildiğim için,
onu buraya alamadım. Ama pek şiir sayılamayacağını düşünerek, kendisinin
olduğunu sandığım bir dörtlüğü buraya aktarıyorum (İnsanlar bir şeyin
kötüsünden hoşnut olurlar, iyi şeyler kavgaya neden olur!) ki kendisiyle ilgili
eksik bir şey kalmasın, bu görevim sayılır...
‘Kimimiz
korkağız, kimimiz kahraman
Bir
zamanın peşinde koşup, ağlayan
Düşler,
bekleyişler, oluşlar derken
Boşlukta
yitip giden bir boşlukta yaşayan...’
Bu sıradan öykünün kahramanı gerçekte
kimdir ve zarf sahipleri birbirini
tanıyor mu bilemem. Mektubu aynısıyla yayımlamama gelince; üçüncü bir kişi
olarak, bende de -bir mektup- var!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder