I
Defne yapraklarının arasında mavi tulumuyla bir
Kyklop gözetlerdi Artemis’i... Sivri kulaklı, maskeli satirlerin, inci bilekli,
altın parmaklı, saçları lâdin topuzu nymphalara, günün olur olmaz saatinde
üşüşerek birleştiği, türlü
acayipliklerin yurduydu koruluk...
Tepeye çıkınca, çok uzaklardaki Arşipel’i, hemen bu yakada Argonotlar
denizini, aşağıdaysa Leander’in aşkının bir gece boğularak ölülere karıştığı,
anaforlu Buzağı Geçidi’ni görebilirdiniz. Sultan Hamit’in sarayını, boğazkesen
burçlarını ve ötelerde, güneş yılının 1974’ünde, çelik putrellerle şol geçidi
kesecek olan, ‘Hudutsuz ve Allahsız’ Akheron Köprüsü’nü de.
Ey bu cihandan gelip geçmiş sevgililer, ey saçları
rüzgarlara yaprak olmuş güzeller, varlık dediğimiz şey soğumuş bir plazmaymış
sonuçta, ama dünya dediğimiz şu Bizantion yuvasında gerçekten yaşadığını
duyumsadığı tek yer işte bu koruluktu Artemis’in... Yukarıda, ağaçlar
arasındaki ıhlamur evinde, Kur’an’ım dediği ‘İnsan Manzaraları’nı okur, kimi
zaman Hemingway’i anar ve belki de toprak çektiği için; Pavlos’a, Yunus’a dalar
giderdi.
Ben onun yanında kimdim?.. Kendini başkasında arayan
biri mi, ışık görünce pervane olan deli mi, lavtasıyla gönülçelen bir Orphee
mi, gölge mi?..
Neyse, ama onun koruluktaki tek erosu olan ben,
şimdi anıların gözyaşıyla kendini harap eden şu bahtsız kulunuzdu. Yaşarken
benimde ağzıma bir parmak bal çalmış, benimde yüzümün gülmesini hoş karşılamış,
bende sevmiştim, her sevenin yüreğini şahmaran pençeleriyle bölük pörçük eden,
o delişmen Artemis’i...
Korulukta, ayın kargışlanmış yeryüzünden, sisler
içinde geçişine dek kalır, gökte yıldızların ayinine kapılarak, Sakurai’nin
cismini arar, karanlık basınca da Berenis’in saçlarını tarardık. Yaşamlarımıza
ilişkin, tümüyle gerçek binlerce öykü anlatabilirdik birbirimize.
Yaşam, bir kez göz kırpan bir gökpar, deniz
aslanları gibi renkçil bir illüzyon ve kulakların yalnız bir kez duyabildiği
eşsiz bir serenattı belki de. Bizde, kendimizce bir özgürlük, ikicil bir mutlan
içinde yaşıyor, düşlerin ireminde anlatıyor, anlatıyorduk. Korulukta geçen
yıllar boyunca, öyle mutlan içindeydik ki, gözlerin sevgisinde, bir an bile en
ufak bir değişiklik olmamıştı. O geçen zamanlarda tek bir im vardı aramızda,
her şeyi, her acıyı, her kalp kırıklığını önleyen, her derde deva bir çift söz;
Korsika dilinden kalma bir deyim: Şob amşunok!.. bu sözlerin
gereksizleşebileceğini ima eden bir parolaydı, akan suları durduran, sihirli
bir Beckett sözcüğüydü sanki!..
Yaşamın, vulva benzeri bir boşluk içinde yüzüp
gittiğini, adı güzel hiç bir yerden gelmediğini, adı güzel hiç bir yere
gitmeyeceğini, tek gerçek tansığın yaşadığımız anı algılamaya tutsak, ona
yazgılı ve Casimir etkisiyle birbirine düğümlenmiş, ölümlü birer can olduğumuzu
düşünüyorduk.
Çağlar önce, Akdeniz’i dolaşan korsanlar, Malta
kıyılarına gelince; ‘İşte Barbaros’un mağaraları!’ diye çığlık atar, nice
sessiz koyağa da; ‘Hey bakın! burası Kızıl Sakal'ın gözetleme yeri!’ diye
bağırırlarmış. Bizde o küçücük korulukta, örümcek yuvaları, kelebek kozaları ve
tüysü, minicik larvaları gördükçe delicesine haykırır ve Artemis’in, yaratan ve
yaratmış olan pelvisine girdikçe, Andromeda’dan öte, disk perçemli adaların,
yeryüzündeki bir örneğini bulmuş gibi, çığlık çığlığa birbirimize sarılırdık.
Öyle ki dudaklarına bile bir galaksi tünerdi Artemis’in, her öpüşte evrendeki
tozanların birbirine karıştığı anı yaşar, kendimizi sonsuz barış ve sonsuz
mutluluğa kavuşmuş sanırdık.
Sabahın tanında koruya girer, Büyük Ayı’nın
ürpertici parlaklığında, ertesi sabaha dek kalır, zaman kavramını yitirmiş iki
kozmik yolcu gibi kucaklaşıp, koruluğun görkül karanlığında, birilerinin süt
yolundan çıkıp gelerek bizi sonsuza dek böyle kalabileceğimiz bir planet
aquarium’a götürmesini beklerdik.
II
Kutsal koruluğa, şubatın karlı bir gününde gene
gitmiştik, ta Tigrano Kerta’dan bu koruluğu görmeye gelmiş bir Medli ve umarsız
aşıkların alınyazılarını gönüllerine göre okuyan Romen bir çingeneyle konuştuk
bol bol... Yine o gün boğazdan geçen her devasa gemiyi, eski Sovyetlerin
masalsı gücüne yoran ve ‘Pravda kadar büyük!’ diyerek, mutlulukla izleyen bilge
görünümlü bir emeklinin düş kırıklığına da tanık olduk. Devasa geminin Panama
bandıralı bir petrol platformu olduğunu yazıyordu gazeteler.
Karlı bir şubat gününde, mart ayının ilk güneşli
pazarında buluşmak üzere ayrılmıştık korudan. Alacakaranlıkta bastıran kara,
tepelerde yakalanarak aşağı inerken, neredeyse yolumuzu yitiriyorduk. Ağaçları
beyaz bir deniz gibi örten kar, rüzgarla yeni bir esime yol açıyor, gökte
uçuşanla, ağaçlardan dökülen kar tozanları, dar yolda kıvrımlı hortumlara
dönüşerek uzuyor ve gözden ırak kıyılarda, kuru ot birikintilerine savrulup,
yığılıyor ve anlık bir hayalet gibi aniden yiterek tozan olup gidiyordu.
Kışın bu Süphansı havasında, ağaçların uçları
rüzgarda eğilip doğruluyor ve bu coşkuya katılan bir alakarga, keskin
ıslıklarla, bütün bu olan bitene kucak açarak, delicesine uçup kalkıyor, puslu
havada, kar yuğumlarıyla sarmaşarak dalgalanan ötüşü, mekanik bir oyuncağın
bitip tükenmez çınlamaları gibi tüm koruda yankılanıyordu.
Kararan havayla birlikte Antonioni filmlerindeki
sanrılar gibi, birden bir meczup çıktı önümüze, mitik bir Robenson, yitik bir
heimatlos gibi fırlayıp, yoğun kar fırtınasında düşselleşip silindi ve korunun
içlerindeki mağarasına doğru, acıklı bir şarkı, Wagneryen bir senfoni
eşliğindeymiş gibi yokoldu gitti.
III
Bu gün koruya her zamankinden daha geç geldik.
Nedeni, Artemis’in bir yanının hep küskün kalışına neden olan, kardeşi
Diana’nın genç yaştaki ölümünden dolayı, Karacaahmet mezarlığına uğramamız.
Diana mitolojiye göre, ok torbası, yayı, geyik ve tazılarıyla bir av tanrıçası.
Bizim Dianamız ise yüreklerin avcısıydı. O, bugünden tam yirmibiryıl yıl önce
(sularla sevişme vaktinde) bedeninden dökülen suların, kristal aynalara
dönüşerek, ay tanrıçası Selene’yi bile kıskandıran güzelliğiyle -hem de
gelinlik giydiği günün ilk gecesinde!- sanayi çağının tuzaklarına düşüp, metan
gazıyla zehirlenmiş ve talihinin güzellik aynasını kırarak, bir daha gelmemek
üzere, yaşamın karşı kıyısına geçip gitmişti. İşte biz onun toprağına yüz
sürüp, genç ve doyumsuz bedenini kutsayarak, lale ve rüzgarlara karışmış bu
körpe vücudu, acılarla dopdolu, bir kez daha yadettik.
Artemis, onun mezar taşına sarılarak, bir zamanlar
teninden dökülürken, hayranlığını gizleyemeyen billur damlalarıyla yazgısını
paylaşırcasına, bir demet gözyaşı bıraktı ona, ağladı, ağladı, ağladı...
Bende Artemis’e sarılarak, bu çırpınmalar, bu
yakarılar, boşuna, boşuna dedim. O körpecik bedenleri, o güzelim insanları geri
getiremezsin. O da bana, canları seviyorsan, sevgiye inanıyorsan, gencecik
yaşında ölenlerin tadamadığı güzelliklerden, bir parçada onların tatmasını
istiyorsan, ruhları erinç içinde kalsın istiyorsan, ne olur, ne olur gel de
birazcık sevişelim. O kumru gençliğine doyamadı, sevişmelere doyamadı diye
ağlayışlarını sürdürünce, iki mezar taşının arasında, bedenlerini terketmiş,
evrenin derinliklerine çekilmiş, tüm canlıların kromozomlarına işlemiş, o
gençlik filizini, sırf mutlanlı kılabilmek için, oracıkta usul usul, kalp kalbe
doyasıya seviştik.
Mezarların biri, zifaf gecesi ölen Diana’ya, diğeri
de ömrünü Odysseus gibi denizlerde tüketmiş bir uzak yol kaptanına aitti...
Dudaklarımızı kanatarak mezarlıktan ayrılırken, bir mezar taşındaki yazı ilgimi
çekti; Mehmet Kaplan. D.1928-Ö.!976. Ruhuna Fatiha. -Yedi Kişinin Katili-. Son
yazı, fatihanın altına kara kalemle çarpık çurpuk yazılmış, mezarın
diğerlerinden bir farkı yoksa da, bambaşka bir etki bıraktı bende, Artemis’te
baştan aşağı ürperdi. Yaşadığımız melankoli bir trajediye dönüşürken,
çocukluğumda ölümcül bir kavganın ortasında; ‘Birbirinizi ne öldürürsünüz,
biraz sabredin zaten öleceksiniz’ diye haykıran Börtü Baba düştü usuma! İşin
ilginç yanı, Börtü Baba o olaydan üç ay sonra kendisi de bir öldürüme kurban
gitmiş, yalnız yaşadığı barakasında delik deşik edilmişti.
O gün, ne mezarlıkta, ne koruda gözyaşlarından
kurtulamadık. Birbirinden uçsuz bucaksız denecek kadar uzakta yaşayan, benzer
duaların, geleneklerin, benzer törelerin girdabında boğulan, benzer
alışkanlıkların sarmalında, aynı zamanı tüketip, aynı tepkilerin, aynı
başıbozuklukların, aynı yaşamların potasında bunalan, aynı acıları göğüsleyip,
aynı dertlerle boğuşan milyonlarca insanın, pervasız bir boşuboşunalıkta
tükenip gitmesi ve her birimizin bu geminin içinde yüzüyor olması, alabildiğine
kederlendirmişti bizi. O karanlık günün sabahına yakın, uzaklarda denizin
ipiltilerle esriyen salınışında, ışıltılarla dolu pırıltısında, ağlamaktan
gözleri kan çanağına dönen Artemis, çantasından özenle katlanmış bir kağıt
çıkardı, hıçkırıklara boğularak, bir şiir okumak istediğini söyledi.
Sevinebileceğimiz hiç bir şeyin olmadığı bu dünyada bir şiirin olmasına
şaşırmak isterdik. Hiç bir duygu belirtisi taşımadan, kuru bir ağaç dalı,
tükenen, yitip giden bir girdabın son
fısıltısı gibi, yavaşça o şiiri okudu...
“Burada,
zamanın çarkına
yok
edebileceği hiç bir şey vermeyen
bu kayayla
denizden, gökyakutla elmastan
oluşan madeni
manzarada:
burada, tek
lekesi senin kendi gölgen olan
ve ölümün
tohumunu yalnız senin teninin
taşıdığı o her
şeye egemen ışıkta;
burada, belki
yalnız bir an için
putlar gözden
yitecek; belki de bir kez daha
bakabileceksin
kendi gerçek yüzüne çakan
bir şimşeğin aydınlığında;
nice maskenin
ardına gizlenen o yüze,
zorunluklarla,
boyunduruklarla çarpılmış,
senin
aldattığın, herkesin zorbalıkla
kandırarak senden çaldığı.
Böylece
arınarak bir toprak testi gibi
ya da çıplak
bir kemik gibi etinden sıyrılarak
bir an için
kurtulacak özündeki kil
hayatın ve ölümün amansız baskılarından.”
IV
Bugün koruya tam kırkıncı gelişimiz. Bu dünyada yurt
diye bir şey varsa, bizim yurtluğumuzda burası. Bugün o denli çok konuştuk o
denli çok konuştuk ki, hatta kendimize tuhaf öyküler bile uydurduk. Hiç
bekletmeden benim başladığım onun bitirdiği öyküyü sizlere anlatmak isterdim.
Ama şöyle söylemenizi istemezdim: Zamanımızı boş yere çaldı!..
Ben ne bir Kazanova’yım, nede oyalayıcı Köchel
numaralarım var, değerli vakitlerinizi alıyorsam ancak bağışlayın diyebilirim.
Düşlerimde istiridye kabuğundan çıkan ‘Kara Venüs’üm olsun isterdim, olmadı!
Yengeçleri tuzağa düşürerek sevişen örümceklere öykünmek isterdim olmadı!
Ölmeye geldik diye salya sümük bağırarak, ölüme övgü düzen kalabalıklara
karışmak isterdim olmadı! İçimdeki vahşeti doyurmak için, Kitera’da tenine
kavuştuktan sonra, boğarak öldürdüğüm genç kızın cesedini -orman-köpeklerine yedirmek isterdim- olmadı!
Orakla biçtiğim ekinleri, yağmur yediği halde saf tüccarlara yutturmak isterdim
olmadı! Bir Hiksoslu gibi çirkin olup, kimseler dikkat etmediği için, en
görkemli yaşamı sürmek isterdim olmadı! Sitenin hatırlı yöneticilerine
yaslanıp, değerli kağıt basarak, ahaliyi kandırmak isterdim olmadı!
Ekbatan’da, at üstünde çadırları dolaşarak, gizlice
orduya kolera bulaştırmak isterdim, olmadı! Darius’un kısrağı gibi, sarayın
taht kavgalarına karışmak isterdim olmadı! Selevkoslu biri olarak, Erbil’de
edindiğim her türlü ahlaksızlık ve kandırıcılığımın şanı Mengücekler’e dek
yayılsın isterdim olmadı! Kargamışlı salaklara gönül evleri açarak, Keraitli
ortağımla kısa yoldan varsıllığa ermek isterdim olmadı! Eriha’daki toprak evde
Talha’yla sevişirken Vezüv gibi yanıp yıkılmak isterdim olmadı! Lebbeyk ben
beceriksiz biriyim! Çolak değilim ama bir baltaya sap olamadığımdan yazıyorum.
Benim gibi olmayasınız diye, dünya dururken Ros Algethi’ye sapmayasınız diye,
size yalvarıyorum...
Neyse, dünya benim gibi iğrenç ve ilenç dolu,
kirini, kârını yüzünden saklayabilen ahmakların başıboş dolanı yeri ve
ahlaksızlara Eden Bahçesi olduğu için, pek mutsuzda sayılmam. Bakın, bu dünyada
en yakın yoldaşlarımın yaptıklarına birer örnek vereyim...
Bir komşum vardı, hiç yoktan para kazanmak
istiyordu. Ahalinin (halkın-onun bunun) sırtından, körden, topaldan yani.
Gönülçelen bulamıyor ama, melun ve ahlaksız biri olduğumu biliyordu. Normal
insanların kusa kusa ölebileceği gizleri çok iyi saklayabileceğimi de... Bir
gün pervane gibi nasıl para basabileceğini sordu! (Benim param, her zaman
vardır, lâkabım Kirli Harry’dir, kirli, argoda para anlamınadır, yani ben ‘Para
Harry’yim!) İstanköy’le, Marsilya arasında, ıssız kır yollarından, uygun bir
kasabaya yürür adım uzaklıkta bir kır lokantası aç dedim ona! Öyle ki, kasaba
lokantanın hemen dışında, lokantada kasabanın hemen içinde denilebilmeli.
Yayaların dışında gelen, geceleyen, salt çorba içen olabilmeli. Sözlerimin
ardından ne geleceğini anlamış gibi birden gözleri parladı! Ben sürdürdüm, işte
bu yalnız gelenlere, tuvalet yolunda bir tuzak kurup, mahzene düşürerek
öldüreceksin (Bir düğmeye basarak, yolcu birden yedi metre aşağıdaki beton
zemine çakılıyordu.), gerisini anladınız, arkadaşım tam yirmi yıl, ‘günlük’
taze et yedirdi insanlara, inanılmaz paralar kazandı, çeşit çeşit etli yemekler
pişiriyordu, enfes servisinin -ve yemek konusundaki büyük şöhretinin kurbanı
olarak- kucak dolusu sevgi sunan kalabalıklar arasında, yirmi yıl sonra
yakalandı! Son kurbanının alyansı, karısının rosto tabağından çıkınca (alyansın
içindeki ‘Bethenay’a yazısı ele vermişti), insanların bu lokantada yirmi yıldır
insan eti yediğinin kanıtı oldu, ama dostum Delaunay (biz dostları ona kısaca,
Dolunay derdik!) yirmi yıl olağanüstü
kazanmış, olağanüstüde harcamıştı. Tanrı herkese onun gibi bir yaşam nasip
etsin. Olaylar, teknik bir öldürüm sayıldığı için, mahkeme uzun sürmüş,
yargılama konusunda ülke ikiye bölünmüş ve hatta sonuçta yaptığını ‘kamu
hizmeti’ diye savunanlar bile görülmüştü. Hapiste (çılgın bir) mutluluk içinde
ve ağzı kulaklarında öldüğünde altmışbir yaşındaydı. Şimdi herkes gibi iki
kulaç mezarı var, yaptıkları yanına kâr kaldı.
Tüylerinizi sevecek olan diğer arkadaşım Jean Claude
Rommand’dır! Bir utanç meselesi yüzünden 22’lik bir Long Rifle’la (Bunun
anlamını hiç bir zaman merak etmedim!) önce karısı ve iki çocuğunu, ardından
anne ve babasını öldürmüştü. (Utanç meselesi hemen anlayacağınız gibi parayla
ilgili bir konu, dünyada her şeyin para olduğunu biliyorsunuz, gizleyip,
söylemiyorsunuz o başka!)
Yargılanırken: Karımı, kendisine yalan söylediğimi
(Aslında doktor diye biliyormuş, oysa bir kalpazandı) öğrenmemesi için,
çocuklarımı, analarının katili olduğumu bilmemeleri için, annemi ve babamı ise
bir caniye yaşam verdiklerini anlamamaları için öldürdüm dedi. Ülkenin dört bir
yanından kutlama telgrafları aldı, ama yetkililer bunu kendisinden ve
kamuoyundan saklamıştır. Oysa kutlayanlar kamuoyunun ta kendisiydi. Yetkili
demek, binbir surat olmayı becerebilmek demektir. Onların tanrısı Judas’tır.
Üçüncü arkadaşım ise dünya çapında biridir, ilk kez
burada açıklıyorum: I. Paylaşım Savaşı’nda Arşidük Ferdinand’a suikast
yapılabilmesi için gereken ön temizlikte, verilen bir ziyafetin, tüm ilgili ve
bilgililerinin yemeğine büyük bir ustalıkla arsenik karıştırmış, önemli dört
kişinin ölümüne, yedi kişinin de el ve ayakları tutmaz olduğu için, politik
kariyerlerinin sona ermesine neden olmuştur. Ne var ki yirmibin dinara
anlaştığı bu işte en önemli üç kişi kurtulduğu için gene de parayı alamamış ve
ayrıca görevinden olmuştur. Aramızdaki tek başarısız budur, bir vantrilog
olduğu için, sonradan sefih insanların katına düşüp, sirklerde kazandığı üç beş
kuruşla, derbeder bir yaşam sürmüş ve hepimizden de hakaret görmüştür.
Son gördüğümde, reankarnasyona inandığını, bir daha
ki gelişinde hata yapmayacağını ileri sürerek, kompleksle ezilip büzülmüşse de,
pragmatist, makyavelist gibi paravanların ardına sığınarak konuşan bizler ona;
Gavril, önceki gelişinde de söylemiştin bunu! diyerek yüz vermemişizdir. Biz
ruha inanmayız!..
V
Yengecin yan yan yürümesinin, yerçekimiyle bir
ilgisi var mıdır, yada bir gökadanın dönüş biçimiyle, yoksa her şeyin atası olan
tözün geometrik ölçemle benzeştiği, yada kalıtçısı olduğu, uzayın bir çeşit
lineer doku olduğu ve saydam elementlerle ilgili bilgiler, dinitrojen monoksit
dediğimiz güldürücü gazlar filân, frakteller veya hekzametilen tetraminin
atomik bağlarının spiral oluşu, Vlademir’in, Pamir tepesinde adı bulunuşu,
karın bölgesi ve kalça kemiğindeki lipidlerin artışı, hydraların, su aygırı
gibi gülüşü ya da at kafasına benzeyen başı, uzayarak hortum biçimini almış
burnu, küçük ağzı, birbirinden bağımsız hareket eden gözleri, kemik plakalarla
kaplı vücudu, kavrayıcı kuyruğu, yüzgeçlerinin oluşu ve embriyolarını dişilerin
değil erkeklerinin taşıyışı, bu su hayvanının öteki özelliklerini gölgede
bırakır vb.
Hurî’nin dişlerinden saçılan ışığı görünce
Gabriel’in bayılması gibi, Tihâme kadınlarının dokuz yaşında hayız gördüklerini
işittimse de, bir Mutezile tepkisiyle ben gene de başka şeyler anlatayım:
Iason’un küçük düşürdüğü Medea, nişanlısının terkettiği Lucia, Pollion’un
reddettiği Norma, Henry’nin idam ettiği Anna, Alfredo’nun aldattığı Viola,
kıskanç Tosca, üç oktav kapsayabilen bir dramatik coloratura, Bel Canto’dan,
Wagner’e tüm yapıtları seslendirebilen bir diva-primadonna, hatta ve yani sunu:
Eski yalılar yıkılmadan, korular yakılmadan, bahçeler satılmadan, feraceler
atılmadan, altın şal dökülmeden... Eldivenler solmadan, atlas mintan kalmadan,
kayık suya dalmadan... Kablettarihe karışmadan, aşıklar buluşmadan, hanendeler
küsüşmeden, sazendeler çekişmeden, çukur gamze gülüşmeden... Mehtaplar
tükenmeden, ahu gözler kapanmadan, taze ruhlar kocalmadan... Çeşmeler
kurumadan, kitabeler çürümeden, çerağ mumlar erimeden... Servi boylar
devrilmeden, evliyalar görülmeden, şol rüyalar yorulmadan, ilahiler durulmadan,
deli gönül kırılmadan... Rabbimin adıyla: Boğaziçi güzeldi!..
Güzeldi ama: “Zaman zaman geceleri beliren, boğazın
denize uzanmış, suyu çırpıntılı ve tenha, sessiz yalı rıhtımlarında, bir
balıkçıl kuşu, zarif, ince bacakları üzerinde hareketsiz durup, uzun uzun
baktığı karanlıklara, ara sıra seslenir, kime, neye seslendiği ve ne düşündüğü
bilinmezdi.”
Bilinmezdi ama: ‘Hemadanlı varsıl bir tüccar, bir
akşam evine döndüğünde, birde bakmış, eşikte ölüm kendisini bekliyor, hemen
dönüp, hanlara, hamamlara, kervanlara karışmış. Tam üç gün üç gece
durup-durmaksızın kaçmış, çöller aşmış, yollar geçmiş, nice kehkeşanlarda
durmayıp, Kum kentinden, Isfahan’a ulaşmış ki, artık ölüm peşimi bırakmış,
ardımdan düşmüştür diyerek, bir handa dinlenip yorgunluğunu atacak olmuş ki,
tam eşikten adımını attığı anda, gene karşısına çıkmış Azrail ve kulağına
eğilerek demiş ki; ‘Üç gün önce, bu saatte, tam burada buluşacağımızı
söyleyecektim, ama fırsat tanımadın!’. Bunun gibi, bizi bekleyen sondan hiç bir
zaman kaçamayız dostlarım!..
VI
Artemis öldü!.. İnsan yaşamadan nasıl ölür?
‘Hypatia’yı arabasıyla evine döndüğünü gördükleri gün, sürükleyerek dışarı
çıkarıp, Caesaerum adlı kiliseye götürdüler. Orada çırılçıplak soyup, istiridye
kabuklarıyla saçlarından topuklarına dek, derisini yüzüp, etini kemiğinden
sıyırarak, rektumunu parçaladılar. Can verici organlarını Anebus’a yedirip,
‘bakışsız bir kedi karaya da’ ciğerini verdiler. Kemiklerini de Cinaron denilen
yere götürüp yaktılar.
“Onyedi Mart’da tipi başladı, çadırda dertop olmuş
yatarlarken, Oates ağır ağır dikildi ve ben dışarı çıkacağım, uzun sürebilir
dedi. Ardından topallayarak, sonsuz beyazlığa çıktığında, onu bir daha gören
olmadı.”
Köpek balığı derisinden giysisiyle Evita ve karınca
yiyenle dolaşan Salvador Dali’la kadar çılgın olmadığımız için bu bulantıya ve
bulanıklığa son veriyorum! Pisagor’un eşek teoremi denli kısa olmasa da,
konuşan bir hayvan olarak, andolsun ki, Artemis'le kurgulayıp, bir daha araya
girmeden size aktaracağım öykü şudur:
“Galep, dünyadan ayrılalı sekiz Deneb yılı olmuştu,
bu sürede hep uzayın içlerinde gitmiş, Hale Bopp’u geçmiş, Vega’nın dışından aşağıya kayarak,
kaotik bir çember çizip ivmeye uğrayarak Vortilis’e ulaşmıştı. Dönüşte, kozmik
rüzgarların, hız değiştiren, ışığı bile eğen tuzağına düşünce, bilinen
dünyalardan da güzel, uyumlu ve hep aranan sonsuzluğu yakalamış Nazkon
gezegenine düşmüş, daha doğrusu denetsiz biçimde inmek zorunda kalmıştı.
Bu karbon kuşağı, dünya benzeri gezegende, bizim
kavramımızla tam ikiyüzkırküç yıl yalnız ve küskün bir yaşam sürdü Galep.
Nazkonlular mutsuzluğu tanıdı, yaşlanıp ölmek istiyor, ama daha önce yıpranma
payı dahil tam binkırksekiz yıllık ölümsüzlük sigortasına sahip olduğu için (ve
bu galaktik ve manyetik ortamlarda geçerli bir sözleşme olduğundan) ömrünü
uzatabiliyor ama kısaltamıyordu. Ayrıca kısaltmak hem olanaksız (neredeyse
cansızdılar!), hem de bir suçtu, (işlenmesi
olanaksız bir suç!) geriye dönüp tarihi tümüyle değiştirmek gibi!..
Nazkon’da ise, -karşılıklı olmasa bile- evrensel uyum yasaları geçerliydi ve
Galep’e bir şey yapmaz, yapamazlardı.
Ama, (G) galakların birinde bu oluyormuş, hatta
zamanı (tarihi) bile geçmişe dönük değiştirebiliyorlarmış. Onların yakınması
çok farklı, geçmişi değiştiriyoruz ama silemiyoruz diyorlar. Dolayısıyla ayrı
ayrı pek çok geçmişe sahiplermiş. Eğer geçmişin akışını değiştirirken, kozmik
sigorta atacak olursa, bir karmaşa, bir kaos ortamı doğuyor, geçmişi günümüze
iliştirecek bağ kopmuş olacağından, doğal statüko bozularak anarşi
doğuyormuş...
Ayrıca ölüleri konuşturabiliyorlarmış, ölenin sanal
kopyaları saklanarak, bin yıl sonra bile olaylar karşısında, ne yapıp, nasıl
davranacağı dijital bir aynada aynen gösterilip, sınanarak bu yolla çözümde
üretebiliyorlarmış.
Dünyadakiler, Galep’in Nazkon’da olduğunu biliyor
ama geri getirmenin hem yararsız ve hem de bir insan için harcanacak zaman
diliminin çokluğu karşısında (prezantabl) olmadığını düşünerek, Galep’in
Nazkon’da yaşamasına (kalmasına) göz yummuşlar, hatta Dr. Kevork’un sanal
öldürüm törenine katılarak bir mezar bile yapmışlardı.
Galep’in yalnızlığı ise Nazkonlular’la uyuşamayışından
ileri geliyordu. Dünyada da böyleydi Galep, bu yolculuğa da elverişli
psikolojisi ile uzaysı yalnızlığa kolay uyum sağlayacağından dolayı seçilmişti.
Yıldızlararası Donkişot yalnızlıktan sıkılmıyor ve kalabalığı da sevmiyordu.
Ama Nazkon bambaşkaydı, burada yalnızlıktan sıkılmaya başlamıştı, yalnızlığın
kareleri, küpleri ne yazık ki Galep’in çözülmesine yetmişti.
Bir gün Nazkon’un ünlü kenti Suncity’deki, kenar
mahallelerden Moonburg’da bulunan, pek meşhur barlara gitmeye karar verdi.
Bildiğimiz bardı bunlar, müzik, dans ve eğlence. Moonburg, Nazkon’un eğlencede
omuriliği sayılırdı.
Galep, yıllardan sonra kendisini kemirmeye başlayan
depresyonu ertelemeye çalışıyor, yalnızlığın kübik katlarına direniyor, ama
başaramıyor, hatta dünyayı özlüyordu. O akşam oturduğu barda, sesi bin desibele
çıkan, sahneye sırtını dönerek, “Yaratılmışlar Akvaryumu” denilen
-dinlendirici- kristal küreyi izleyip, sanal görüntüsüyle birlikte, uzun süre
gitar çalan bir şarkıcının üzünçlü sesini dinledi. Üzünçlü ama metalik bir
sesti bu. Müzik bittiğinde ara koridorlardan geçerek uzaklaşan, sesi ve
görünümü mekanik bu şarkıcıyı, birden daha önce görmüş olduğu sanısına
kapılarak, lenfatarı titremeye başladı! Yüzey basıncının giderek arttığını
görüyordu, eğer yüz şekeli aşarsa, yirmi yıl geçici ölüme girebilirdi. Durumumu
kurtarırım düşüncesiyle, şarkıcı
tam sağdaki aynanın önünden geçerken,
otomat bir biçimde, ‘Jose!’ diye
haykırdı.
Ölenlerin, evrenin sınırlı boşluğunda, başka
gezegenlerde yaşamlarını sürdürdüklerini, ama ilk ölümün, sonraki yaşamla
paralel zaman diliminde (birebir) görülebilirliğinin, görecelik kuramının
değişebilirlik oranına (bir olasılık olarak) eşit olduğuna ilişkin öyküler
duymuş, (görecelik kuramı zıt eğrisel değil, düzgün doğrusal değişikliğe uğruyordu
- zıt eğrisel değişikliğe, düzgün doğrusal yoldan varılacağı ileri sürülüyor.
Kimi teorilerinde zıt eğrisel yoldan düzgün doğrusallığı bulacağı vb.) bu
tansığın, tansıktan da öte olanaksızlığın -var olduğunu- dünyada
kanıtlamışlardı. Görecelik kuramı ilerleyen zamanda kendisini yalanlayan,
(lineer) bir tür varoluş kuramına
(hipoteze) dönüşmüştü.
Evet, Jose! diye haykırmıştı!.. İşte o an Jose,
başka dünyalardan sesleniliyormuşçasına,
şaşırarak, siyah gözlükleriyle yan tarafa, Galep’e doğru baktı (Galep aslında
Jose’nin, Detroit’li sıradan bir hayranıydı, Alp kuşağı turnesinde, bir
vesileyle (bu pop şarkıcısını) Paris’ten, İstanbul’a “Miklagard” dek
izlemişti), ama olanaksızlığın olanaklılığına pek inanmadığı için, hiç bir şey
duymamış gibi geçip giderken, Galep, kara gözlükleriyle aslında âma olan
şarkıcının ardından, kutupsu, çelik soğukluğunda bir sesle; Feliciano!!! dedi ve öylece kaldı.
İşte Artemis’le bütün gün bozup düzelterek,
1970’lerin âma şarkıcısı, pek sevilen Amerikalı Jose Feliciano’yu
yadettiğimiz kısacık öykü bu.
VII
Canım Artemis’im hep anlatırım, hep anlatırsın.
Saint Exupery, Küçük Prens’te, kahramanına, bir dostunun mektup içinde bir kuzu
çizmesini ister. Küçük Prens her defasında kuzuya bir kusur bulur, bu durumdan
usanan dostu, en sonunda bir kutu çizerek, aradığın kuzu bu kutunun içinde der.
Küçük Prens, aradığı kuzuyu sonunda bulduğunu ve çok mutlu olduğunu yazar.
Bende, Artemis’in onca sevişmelerimize karşın gizemine eremedim. Bir uydu gibi
yıllarca onun yörüngesinde dolaştım, gerçekte ne aradığımı bir türlü bilemedim.
Venüs Tepesi’ni -güleradım- arşınlayarak, kutsal Zeus Tapınağı’na bir gün olsun
giremedim.
O gün öyle istenç dolu, öyle coşkulu, yatağından
taşan, tepelerden çağlayıp, derelerden süzülen, öyle deli dolu bir akarsuyduk
ki, sevişmelerin en sonsuz, en uykulu anlarında bile bedenlerimiz birbirinden
ayrılmıyor, Nepal kabartmaları gibi dolanıyor, ayrılmak istedikçe birleşiyor,
birleştikçe karışıyor, tek bir vücut oluyorduk. Böyle bir anda, altında
seviştiğimiz köknar ağacının ta uç dallarından, -esen rüzgarla- bir femür
kemiği düşmesin mi! Belki de, yüzyıllar önce ağacın dallarında, koruda
sevişenlerin bir parçasıydı bu kemik. Bu kemik belki de gezegenin keçi ayaklı
Pan zamanlarında, boğazda tuhaf kemik yapısıyla kırlangıç balıklarının yüzdüğü,
yuttuğu yalvacı karnında unutan gözleri görmez Yunus (cankurtaran!) balıklarını
izleyen birinindir. O zamanlar sırtlardaki koruları gözleyerek boğazı geçen
argonotlar kol gezerdi dünyada. Kemikte bir de yazı vardı, Latince “habis habem
corps austrum” ‘deli dünya, tatlı hayat!’ demekmiş. Öteki sevenin kemiğine,
beriki sevilenin yazdığına bakılırsa, yaşamında mutlu olabilmiş, acılardan uzak
birisiymiş. Ama yazan belki de muzip bir
tiyatro oyuncusu, yada küçük çaplı, serseri bir tacirdir. Kimbilir...
VIII
“Herkes şairdir çünkü rüya görür”.
Bugün Artemis’le, Che’den, vanadyum ve tungsten
yuvalarından, kalker plakaları ve suyun kimyasından, Hitit yemeği, Nesa dili ve
Daniel peygamberden ve rüyalardan sözettik. Yehova şahidi bir komşumuz vardı.
Daniel’e neredeyse tapıyordu, bu yalvacın kehanetine göre; ilk dünya savaşının
üzerinden bir insan ömrü geçtiğinde ‘Mehdi gelecek!’ tüm insanlığı
kurtaracaktı, yine bu komşumuza göre o tarih 1914’ün üstüne eklenecek bir yüz
yıl olabilirdi. En geç 2014. Ellidokuz yaşındaki komşum üzünçle sen görürsün
ama ben göremem diyordu! Ona, Daniel’e inanmayanlar ne olacak dedim, onlarda
kurtulacak ama bir “inançsız” olarak dedi. Daniel kültüründen tümüyle habersiz
bir eskimo için oldukça ağır bir suçlama deyince, bilmeyenler günahsızdır dedi.
2014’te mehdi gelmezse bence, Daniel’de günahsız! demek isterdim ama, birden
‘Hepimizin bir kurtuluşa gereksinimi var’
demişim... Koruda; tüyler,
dışkılar, şahinler, kırlar, ışık ve taşla, aşklar, geceler ve suçlar üzerine
konuşmayı sürdürdük. Pisidya ve Milavanda’da geçen acıklı bir sevda öyküsü
anlattım, savaş arabalarının tarihsel gelişimi, Kastilya çeşmelerinin mimarisi
üzerine konuşurken, Artemis sözümü keserek, ima dolu bir sesle, birde ‘Ivır
Zıvır Tarihi!’ var diyerek, belki de sırf kadın olmanın getirdiği
yaralarla, kendine kıyan genç bir
yazarın veda mektubundan satırlar okudu bana ve sık sık yaptığı gibi yine
ağladı, sırf ağlayan birine dayanamadığım için bende ağladım...
“Bir şeyler yapmak, ama ne? İnsanlar ne yapıyorlar?
Yaşıyorlar. Yaşamak için çalışıyorlar. Çalışabilmek, para kazanabilmek için
boğuşuyorlar. Bir yer edindiklerinde, en azından edindikleri konumu
koruyabilmek için savaşıyorlar; yalan söyleyerek “siyasal ilişkilerini uyumlu”
tutarak, daha, hep daha fazla kurallara uyarak, deneyim edinerek, hata
yapmayarak...
Sonunda ne oluyor? Belki bir ev, bir iki çocuk, dost
mu, düşman mı bilinmez bir iki tanış edinerek, boş zamanlarında insanları daha
iyi değerlendirebilmek ve ahkâm kesmek için kitap okuyup, film izleyerek...
Ve bir gün ölüm geliyor. “İyi insandı” deniyor. “İyi
yaşadı”, çocuk yetiştirdi, ailesine baktı, iyide çalıştı. Sıra onun
çocuklarında artık. Kurallardan nefret ediyorum. Öncelikle doğanın yasalarını
anlamıyorum zaten, insanlarınkini hiç anlamamam çok doğal. Yaşamak için bir
başka canlının ölmesi gerekliliği bana korkunç geliyor. Amaçsız bir boğuşmaya
kapılmış gidiyoruz. Doğa yasaları acımasız, insanlar doğadan örnek almışlar.
Doğanın yasalarından daha acımasız insanın yasaları. Daha incelmiş ama daha
acımasız. Hayvanlar yaptıklarını ahlak kaygısıyla yapmıyorlar, yaptıklarına
akılcı neden aramıyorlar, birbirlerini öyle gerektiği için öldürüyorlar;
canları öyle istediği için, yada doğru olan bu olduğu için değil.
Yargılamıyorlar, pişman olmuyorlar.”
Daha başka şeylerde var diye ekledim:
“Yaşamın soylu değerlerinin, bağımsızlığımızın (...)
bir avuç bağnazın ve ideologun çılgınlığına kurban edildiği dönemlerde, içinde
yaşadığı zamanın etkisiyle insanlığını yitirmek istemeyen insanoğlu için bütün
sorunlar, tek bir soruda odaklaşır: Nasıl özgür kalabilirim? Bu çılgınlık ve
vahşet ortamında, bütün tehditlere karşın düşüncemin, hiç bir şey pahasına feda
edilemeyecek berraklığını, yüreğimin insancıllığını nasıl koruyabilirim?
Devletin, dinin yada politikanın irademe aykırı olarak bana yönelttikleri o
tiranca isteklerden nasıl kaçınabilirim? Sözlerimde ve eylemlerimde, benliğimin
en derin noktasındaki ben, hangi sınırlara kadar gitmemi istiyorsa, ancak oraya
kadar gitmeyi nasıl başarabilirim? Benliğimin bu tek ve biricik parselini
yerleşik düzene, dışarıdan dikte edilen ölçülere uymaktan nasıl koruyabilirim?”
.Evet, Aktium savaşında askerler dirisi yada ölüsü
aranan Cassius’un ölüsünü bulunca komutana bağırırlar, ‘Cassius burada!’
Komutan, ölüye yaklaşır ve derki: “Bir zamanlar Cassius’tu ama artık
değil!..” Koruda karıncalar, bir Ağustos
böceğini yuvalarına çekiyor, kertenkele güneşlendiği taşın üzerinde göğsü inip
kalkarken, iki sevgili yanına yaklaşınca, iç organları andıran, dışa fırlamış
ağaç köklerinin arasında yitip gidiyordu. Sedir ağacının gölgesinde kalmış bir
defnenin, iri yaprağı esen yelle koparak, salına, kıvrıla iniyor ve kendini
toprağın kollarına bırakarak yeni yaşamına başlıyordu. Artemis onu eline aldı
ve kitabının arasına koyarak yeni bir yolculuk daha başlattı. Bir kaplumbağa
otların arasında göğe dönük, ayaklarını oynatıyor, ikindi güneşinin uzak
vadilerde, kavakların arasından hayalsi biçimde süzülerek battığı yerde, bir
İshak kuşu çınlayarak ötüyor, sakız ağaçlarının tepesinde bir başka kuş
nedendir bilinmez, bu ötüşe karşılık vererek, giderek kararan bu endüstri kentinin son soluklarına, bu durdurulamayan,
gemi azıya almış vahşete, belki de ağıtlar yakıyordu. Uzaklarda bir kilise
çanının sesi kubbelerde parçalanarak dağılıyor, Ayasofya’dan, Eyüp’ten,
Sultanahmet’ten bir karanfil kokusu gibi dağılan Bilali sesleri betonarme
şehrin çatlakları arasına, melül bir vaat, eskil bir panzehir gibi yayılıyordu.
Artemis’im, benim biricik sevgilim, sonunda o
korulukta öldürüldü. Çaresiz katastrofların içinde kaldım, ölümcül, karanlık
dolambaçların içine daldım. Firavunun konuğu Nabukodnesor gibi labirentlerden
kurtuldumsa da ey yarab, Artemis’ten ayrı kalmak Şehriyar’dan da beter kör etti
beni.
KATASTROF
I
(Andolsunki, İstanbul şehri değil, İstanbul
zehridir! “Tedavi gören ve bir türlü iyileşmek bilmeyen tanrının bir
alyuvarının üzerindeyiz.” J. Cocteau. Eskiden gözyaşları vardı, sevgiliye
yakarmak vardı, tatsız, renksiz, kokusuz bir sıvıcıl oldu insanlık.) Ve
Cabub’da ve Nubya denizinde doyasıya oyalandıktan milyarlarca yıl sonra, bizim
samanyolumuz boş uzayda, en yakın komşuları bile görülemeyecek denli uzakta,
kendisini yapayalnız bulacak ve sonunda da yıldızlar basitçe gözlerini
kapatarak, bir gümbürtüyle değilse de, fısıltıların en cılızıyla haykırarak
evren tükenip gidecektir.
Denizcilerin en son 1854’de gördüğü bir ahtapot türü
vardır ki başı tümüyle inek başı gibidir. Bu boynuzlu ahtapotun uzun
kollarından tutulup ters çevrildiğinde, insanlarınkine benzer bir penisi olduğu
görülmüştür. İşin ilginç yanı ahtapotta penisin müslümanlarda olduğu gibi
sünnetli oluşudur. Denizciler, Herman Melville ve Jules Verne’in yazılarında,
bilerek bu hayvandan söz etmediğini belirtmişlerdir. Bu hayvan avlanarak havaya
kaldırıldığında, kulaklar, mırıltıyla karışık bir pişmanlık şarkısı
duyarlarmış.
Ayrıca deniz leoparı ve kutup eşeği de varmış.
Süleyman’ın mesellerindeki fahişe balinaların yumurtlayıp, masadan düşerek
kırılan fincanın zıplayıp bir araya geleceği günler yakınmış, keratinleşme, kitinleşme,
kalbur, kendir, biz ben-i İsrail’den beri bile, “Saul vurdu binleri, Davut’da
onbinleri” sloganıyla yaşamaya alışmışız. Ölmeye gelmişiz dünyaya, öpüşlerin
tarla kuşu, “mürle ovdum uyluklarımı, yirmibirindeydim, İnebahtı’nın bahtsız
amirali Mehmet Şirokko idim, mekanik ve mihanikiydim, doğmakla ölürüz dedim,
papağan plantasyonu, sınai kuşu kırlangıçlar, kundaktaki mısırlar, güneş
karaya, ay denize düşecek, Mısır mitinde, çift cinsiyetli Am-un erselik
ilişkisinden yuttuğu spermi tükürünce yaratılmış dünya, Suriyeli Yunan
büyücüler, Muhammetimizde Sevde’yi kollarına almıştı, oda hurma ağaçlarının
altında doyasıya sevişmiş, oda çölün karanlığına çılgıncasına haykırmıştı huma
kuşu gibi, oda senin gibi faniydi, geceler boyu ağlıyorum, annem öleli beri, eskiden
ben annemin içindeydim, şimdi annem benim içimde, nasıl ağlamam, termodinamiğin
yasaları, görecelik, olasılık kuralları, kuvantum mekaniği, belirsizlik ilkesi,
tüm insanlar bir katilin soyundan gelir diye (kulağıma fısıldayan) Kabil,
matematik çok ilginçtir, birin iki katı iki, birden bir fazla, ikinin iki katı
dört, bir artı iki eşittir üç (dörtten bir eksik) dört üçten bir fazla, dördün
iki katı sekiz, bir artı iki artı dört toplam yedi, sekiz yediden bir fazla,
sekizin iki katı onaltı geride kalan bir artı iki artı dört artı sekiz toplam
onbeş, onaltı onbeşden bir fazla, otuz iki, altmışdört, yüzyirmisekiz,
ikiyüzellialtı, her kat geride kalan katların toplamından bir fazla, sonsuza
dek sürüyor. “o kozmos ine seftis, o haros ine kleptis” ‘dünya yalandır,
azrailse hırsız’ bir Girit deyişi, yılkı atları, yangında ağaçların çıkardığı
ses, bir Urart yontusu, senin için bestelenmiş füg, mavi bir toz parçacığı
tırnağının üzerine kondu, mercan resiflerinin, atollerin simbiotik ilişki kuran
bakteri kolonileriyiz, kutupçul saçlı paraşütler gibiyiz, güneş battı,
perilerin ormanında, kafaların padişahı, devrildi adıgüzel mermer denizinden ve
karanlığın prensi, gecenin firavunu ay, geceye rengini veren ay, F.P korusunun,
(Ujal yakasında) sevişgen tanrıçası Artemis’in iri gözlerinde, kızıl saçlarında
ve mermer yüzünde dolaşarak dünyayı selamladı, nereden geldiği belli olmayan
Babil mührünü kucağına aldı, Amine’de Muhammet’i böyle kucağına alır, Benû-n
Neccâr yurduna giderdi, oradan Mekke’ye giderken her dünyalı gibi Amine’de
birgün ölüvermişti., sonra önümde ayak sesleri duydum, oda yüzügüzel Bilâl idi,
Ebu Talha’nın karısını da gördüm, bana cennette göründü, Mekke müşrikleri,
bizden evvel Yehûd ve Nasara’ya Tevrat ve İncil inzal olunmuştu, Hadramut
ruhunu canlandırmak için, Kindeli şarkıcı kızlar kabileye güzel tambur çalardı,
yüzü simsiyah kesildi, Kinde kabilesi, Ebu’l Ferec’in Kitabu’l Agani’si gibi
Farazdak ve Cerîr gibi ünlülerin şiirleri, Rabbihi’nin El İkdu’l- Ferîdi, Bedir
savaşından sonra kendi aleyhinde şiir yazan Mervan kızı Esma’yı Umayra’ya
öldürtmüştü. Artemis’i öldüren Kyklop’da cinsel ilişkide bulunmuştu, ölüm
sonrası kırmızı karıncalar, ağzından akan sarı sularda gezinmişti.
Sarı gagalı keten kuşu, yuvasını yosunlu kaya ve
taşların arasına, dağ horozu, küçük sık çalılarla, yüksek otların arasına
yapardı, fil adam Proteus sendromuna yakalanmış, istediği biçime bürünen Yunan
tanrısı Proteus, sanat hayranlığından doğan Stendhal sendromu, Mars’ta yaşam
var, Antartikaya inen yabancılar, dünyayı buzullarla kaplı bir gezegen
sanmışlar, Marslılar bizi görememişler, uğursuz gezegeniz biz, göremeyecekler,
ta ki onlar bizi görmek isteyinceye dek, lanetliyiz, ayrıca görmek, bir
Boeing’i bir sinekten küçük algılamaksa,
yada metali filtre gibi süzüyor, moleküler deliklerden geçiyorlarsa, yaşamları
katı madde içinde süren uygarlıklar varsa, bunlar saçma, bunlar saçma...
Umami tadında meyveler vardı koruda, sincap gibi
bütün gün uyuyup, zürafa gibi bütün gece dolaşırdık, Zeus’la, Afro ile
söyleştik, tan ağarınca satyrlerle, nymphalarla seviştik, sabah olunca
saklandık, yalnız geceleri buluştuk, Blow up gibi gece olanlar gündüz
görünmüyordu, güneş yörüngesinde saniyede iki kilometre gidiyor, Pluton
-görünmeyen- sırayı bozuyor, kızıl gezegende gerçekler ölüyor, bizlerde sanal
yaşıyoruz, ilk başlarda dünya, hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve
hidrojensülfitten oluşuyor, laboratuarda böyle bir gaz karışımına dışarıdan
enerji verildiğinde, bir süre sonra kahverengi bir bulamaç elde ediliyor,
dünyanın da böyle bir süreçten geçerek, en dış kabuktan başlayarak, önce sıcak,
kıvamlı bir bulamaç halini aldığı, sonra ağır ağır katılaştığı varsayılıyor,
toprağın anası bu kıvamlı çorba, güneşin sıcağıyla kimyasal evrimini yaşıyor,
“belki de yazmamın nedeni hep çelişkiler içinde çok tanrılı bir evrene inanmam,
her şeye kadir, her şeyi gören, acı çekmeye, kötülüğe ve ölüme izin vermeyen
bir tanrının yükselemediği, çok tanrılı bir evren, bir labirent -bir tanrı
paradoksu- paradoks, Burroughs, uçarı kalpleri tuzağa düşürmek üzere ağını
kurmuş soylu hanımlar, Kambriyen dönemde, biz hayvanlar ortaya çıkıyoruz,
mutant, değişik canlılar, cinsel yaşamımız ve ubrikant, kayganlaştıran
kullanımına ilişkin bilgi veriniz, mukus üzerine, kızıl güllü matador, bronz
haçlı Yunanlı kadın, hangi yaşam gerçek, hangisi sanal, oradakilerin mi,
buradakilerin mi, bizim yaşamımızın basit ve uydurma bir deney olmadığını
nereden bilebiliriz, uygarlık biçimimiz kötü, gerçek beyin okyanuslar, Mars’ın
uyduları Phobos ve Demios neden amorf, dünyanın suları olmasa bizde amorfuz,
gerçek yaşam her ellibin yılda bir evrim geçirmiş, yılan evrim sonucu
ayaklarını yitirmiş, kuşun ön ayakları kanat olmuş, insanda el... Yalnız
kafalarımız mı kalacak, dünya baş ve insan baş, her şey küreden ibaret olacak,
insan antropolojik bir sapma, insan varsa tanrı yok, tanrı varsa insan yok, bir
adam bir kuşu parçalayıp öldürmüş, parçaları bir dağın tepesine koymuş,
çağırınca kuş dirilip gelmiş, Übna’yı Filistin’de yaktırmış, kadın hoşgeldin ölüm, ne yazık ki
başka kurtuluş yolum yok, Muhammet de ‘gülerek öldüren benim’ demiş... Belki
İdikut’tadır ama Katalan keşiş yabani kökleri toplarken, manastırın dar
penceresinden kendini izleyen gölgeye baktı, bir buffalo, gizlice aslanların
avı şarkısını söylüyordu, tinlerin ve solukların gezegeni yavaşça kıpırdıyor,
sayısal diyagramlarda, elektronik us çörküleri yaşlı rahibe uyuyan
dünyalılardan sözediyordu, ayakta kırılan bir camın kayrası duyulduğunda,
Katalan keşişinde usulca yere doğru süzüldüğü görüldü ve ne yazık ki düştü.
Gerçel bir ölümdü bu, leptonlar, muonlar, hadronlar, baryon, mezon ve bozonlar,
fotonlar, beygir çulu, Tethys okyanusu,
‘Tanrı salt yokluktur’ diyen Scottus Eriguena, iyot, tuzun panayırlarda
satılıp kızların çeyiz olarak sakladığı yıllar, kulaksız karıncalar, lemürler,
ben Hâlik doğum günüm yok, Elagalipus yengin gladyatöre köpek ölüsü verir,
Hubble sabiti kırkiki mi dir, (sol el kalbe yakındır) mavi karlar, kaslar,
kuşlar, Litvanya’da pantolon giyen kızlar, kilisede (bahçede) oturan
Kierkegaard, boynunda aşktan teslis taşıyan, molluscalar, kabuklu hayvan, beş
kral kalacak biri İngiltere’de, diğeri iskambil kağıtlarında diyen Faruk, taş
zamanı, peygamberler dönemi, hilal-salip, yüzyıl savaşları, yüzgün savaşları,
birgün savaşları, “tanrının yüreğinde düşlediğimiz, kör tohumların içinde,
uyuyan düşünceden mavi taç, ardıç kuşunun çılgın flütüyle, ormanın ötelerindeki
gölün buzlarını çağıran, yaban arıları, yusufçuklar ve sevinçli kurbağaların
taşıdığı yumuşak ışıkta, yoksul hayvanların gözlerine parıltıyı veren zat,
yazar Louise de Vilmorin’in mezartaşı üzerinde yalnızca şu sözcük varmış,
“İmdat”, Abdülhamit döneminde tahta kurusu sözcüğü yasakmış, tahtı kurusun
sözünü çağrıştırdığı için ve o dönemde bir jurnalci elyazısı tanınır diye
ihbarları sağ ayağıyla yazarmış. Delphoi’de,
Apollon tapınağı girişinde, “yvwotoeocvtov” “Kendini bil” yazarmış, ışık hızını
aşınca, Cherenkov ışıması adında bir parlama varmış, Bitinya kralına satılan
Sezar, Süller köyünde Sezar’ım diyen yabancı...
Gazneli Mahmut, betimlenen suçlu kendi oğluna
benzeyince, gün ışığında belki kıyamam diye karanlıkta yakalayıp elleriyle
boğmuş oğlunu, elektrik içen, ışıkta yüzen canlılar, gerçek yaşam görünmez
olan, biz beyhude ve kaba yaratıklar, hiç bir zaman hiç bir şeyle
karşılaşmayacağız, Fromm’un dediği gibi, yaratmayan kişi yoketmek ister, Rus
çarı, sahte Dimitri ve sadrazam Düzmece Mustafa gibi, Alnitak, Rigel ve Saif
yıldızları, ormanın kedisi su perisi, kıkırdak kentler, Hindistan’da Aşaka
adında bir bitki varmış, neyin dibinde biterse onu sarar sarmalar, kendi
rengine benzetirmiş, aşk adını bu bitkiden alırmış, Yusuf’u alan vezir Katfir
gibi, Ficar çatışmasında onbeş yaşındaki körpe gibi, Laimo Kopion (Boğaz Kesen)
Rumeli Burcu’nun, Fatih’in farikasına benzetilişi, kar kelebeği, Nefertiti,
‘yanımdaki güzel biri’ demekmiş, Suriye çiçekleri, göz kırpan fugu balığı,
civciv fetüsü yiyen Manilalılar, Maniciliği aşağılamak için uydurulan maniyak!
sözcüğü, yediğiniz balı, eşek arısı Urfud ağacından topladı, Türkleri kahır
kadar hiç bir şey neşelendiremezdi, istiridyenin ay başı kanamasıyla,
Makedonyalı İskender’in Erbil zaferi, fetih sabahı hem Konstantin, hem Fatih’in
ayrı dillerde, aynı Allah’a, utkunun kendilerine bağışlanması için yakardıkları
gibi, Lysstrata, orduları bölen demekti, Brockenspekter, yüksek dağlarda
güneşin konumunun dağcının arkasında, daha alçak seviyede kalması nedeniyle,
dağcıların gölgesinin bulutlara düşmesi sonucu oluşan bir olgu, uygun
koşullarda gölgenin çevresinde renkli halkalar görülür, olay adını Almanya’daki
Brocken dağından alıyor, ama, ama işte Çek Jiri Sotola’nın şiiri;
“Işıl ışıl bir
kordon boyu, nazarlık kadınlar,
Gölge,
okyanus, bir mezar-ve biz
Her köşe
başında, trenin hüzünle düdük çalarak
Durup
beklediği her istasyonda
Gözlerimizi
uzaktaki yeşil yıldıza dikeriz-
Aynıyız hepimiz,
ama
kimse
bilmiyor, evet,
Bilmiyor
kimse,”
Hublon ve melek otu görmüş gibiyiz, doğal kornonun
fanfarları, papağan tüneğine dönmüş gibi, ölülerin güldüğü Müküs’te,
Baudelaire’e nerede yaşamak istediği sorulunca, her yerde ama dünyanın dışında
olsunda demiş, ağlama varlık bir tür plazma, korunun tepesinde nereden estiği
belli olmayan bir caz müziğinin tınısı yayılırdı kulaklara, dinler, dinler ve
dinlerdik ve gökte foton yelkenlileriyle
gezerdik, Pompei’de varsıl evlerde, ‘Cave canem’ ‘Köpekten sakınınız’ yazardı,
nazar duası, iftar duası, sofra duası, kudûr duası, nikah duası, hacet duası,
yağmur duası, mercan duası vardı, Szymanovski’nin tarantellası gibi, ‘Yangın,
tavus kuşunun kuyruğu üstündeki bir güldür’ derdi Verlaine, ‘Yaylı bir tütün
tanesidir pire’ bense, titanyum kaplı bir zambak gibi gezinirdim onun diri
göğüslerinde, soğum-kış, dirim-bahar, verim-yaz, döküm-sonbahardır derdi,
bilincinin eteklerinde, aşk, fiziki bir çarpım tablosuymuş gibi, dili dilime
değdi, hızla ağzıma girdi cinsiyet değiştirmek ister gibi, kendinden çıkıp
kurtulmak ister gibi, ağzımdan dolaşıp çıkan öteki dilleri anımsadım,
yükseklerdeki alıcı kuş, aşağıdaki kertenkelenin kambriyen etiyle beslenmeyi
düşlüyor, sonsuza dek sürecek bir cansızlığın solgun yüzünü içimde görüyordum,
“kumulların başladığı yerde kayalık bir sahilin eteklerinden belki de elli
metre uzakta, gümüş grisi bir kavis, dört bir yana kum ve toz olukları saçarak
çölden çıktı, daha yukarı çıktı, avını arayan dev bir ağıza dönüştü, bu
kenarları ay ışığında parıldayan yuvarlak ve karanlık bir delikti, ağız Paul ve
Jessica’nın tıkıştığı dar çatlağa doğru kıvrıldı, tarçın burun deliklerini
yaktı, kristal dişlerde ay ışığı ışıldadı, koskoca ağız sola mekik dokuyordu” ,
Samuel’in kutsal kitabıydı, yüzüğünü denize atıp suyla evlenmek isteyen kız
gibi, yaşam bahtsız, insanda, insanın kurdu idi., kitap ‘İnsan Ölüyor’ diye
başlayacak idi, ezel, ebed, temmetdi.
KATASTROF
II
O gün sıkılmasın diye öykü ve eklenti dolu meseller anlatayım sana dedim, saçmalayacağımı biliyordu ama saçmalamak bizim için değerli bir şeydi. Anakreon şarkıların Roma öpücüğü gibi. ‘Hacer taşı beyazmış ve Adem Peygamber bu taşı vaktiyle Ebu Kubeys dağına yerleştirmiş. Mecit ahalisinden bir şeyh o taşı çalarak, Müleyke diye göğsü güzel bir kadına armağan etmiş. İki hanımlı İbrahim, şeyhin peşine düşmüş, hırsızı bir yerde yakaladığında, refikelerinin sayısı bilinmeyen şeyhi, İshak’ın oğlu Evas’a teslim etmiş, Evas, İsmail kızı Nebayot’un kızkardeşi Mahalat’ıda eş alırken taşı ona armağan etmiş. Yakup, iki cariyesi ve onbir çocuğuyla Yabbok geçidine girerken düşünde taşı görmüş. Samuel’in kitabında yazdığına göre, Yakup düşlediğini elde edebilen biriymiş. Mahalat, bir anda kucağından uçup giden taş-ı cevheri yitirince, onu saklayıp uğrularla işbirliği yapmakla, onlara satmakla suçlanmış. Talmud’da başkaca anlatılırsa da, gerçekte olay böyleymiş. Medyalılar ve fahiş kadınla evlenmeye alışkın Plaklar, bu taşı ellerine geçirmeyi çok istemişlerse de bir türlü başaramamışlardır. Kızaran bir gökyüzünde, hilalsi, yatağan gibi parıldayan ayın önünde, bir yıldız belirdiğinde, kanlı savaş alanında, yere düşen bu hilale gözlerini diken Fatih, tebaamın bayrağı bundan böyle bu ola dediğinde, Yakup’da bin yıllar öncesinden bunu düşleyebilirmiş. Yakup’un düşlerinden birinde şöyle bir sözde varmış; ‘Sen benim yeşil renkli El-Hazrami hırkamla üstünü ört, o zaman Kureyşliler sana dokunmaz’ ama bu sözün hangi düşsel görüntünün kaynağı olduğu hakkında bir ortak düşünce ne yazık ki yoktur. Yakup, Yemâme’de Kur’an’ı belleyen hafızların şehit düşeceğini, Sa’d, Neml ve Sebe surelerinde neler yazacağını da düşlerinde görmüş biridir. Nurani ve latif varlıklara ilişkin ilk düşü de Yakup görmüştür.
O gün sıkılmasın diye öykü ve eklenti dolu meseller anlatayım sana dedim, saçmalayacağımı biliyordu ama saçmalamak bizim için değerli bir şeydi. Anakreon şarkıların Roma öpücüğü gibi. ‘Hacer taşı beyazmış ve Adem Peygamber bu taşı vaktiyle Ebu Kubeys dağına yerleştirmiş. Mecit ahalisinden bir şeyh o taşı çalarak, Müleyke diye göğsü güzel bir kadına armağan etmiş. İki hanımlı İbrahim, şeyhin peşine düşmüş, hırsızı bir yerde yakaladığında, refikelerinin sayısı bilinmeyen şeyhi, İshak’ın oğlu Evas’a teslim etmiş, Evas, İsmail kızı Nebayot’un kızkardeşi Mahalat’ıda eş alırken taşı ona armağan etmiş. Yakup, iki cariyesi ve onbir çocuğuyla Yabbok geçidine girerken düşünde taşı görmüş. Samuel’in kitabında yazdığına göre, Yakup düşlediğini elde edebilen biriymiş. Mahalat, bir anda kucağından uçup giden taş-ı cevheri yitirince, onu saklayıp uğrularla işbirliği yapmakla, onlara satmakla suçlanmış. Talmud’da başkaca anlatılırsa da, gerçekte olay böyleymiş. Medyalılar ve fahiş kadınla evlenmeye alışkın Plaklar, bu taşı ellerine geçirmeyi çok istemişlerse de bir türlü başaramamışlardır. Kızaran bir gökyüzünde, hilalsi, yatağan gibi parıldayan ayın önünde, bir yıldız belirdiğinde, kanlı savaş alanında, yere düşen bu hilale gözlerini diken Fatih, tebaamın bayrağı bundan böyle bu ola dediğinde, Yakup’da bin yıllar öncesinden bunu düşleyebilirmiş. Yakup’un düşlerinden birinde şöyle bir sözde varmış; ‘Sen benim yeşil renkli El-Hazrami hırkamla üstünü ört, o zaman Kureyşliler sana dokunmaz’ ama bu sözün hangi düşsel görüntünün kaynağı olduğu hakkında bir ortak düşünce ne yazık ki yoktur. Yakup, Yemâme’de Kur’an’ı belleyen hafızların şehit düşeceğini, Sa’d, Neml ve Sebe surelerinde neler yazacağını da düşlerinde görmüş biridir. Nurani ve latif varlıklara ilişkin ilk düşü de Yakup görmüştür.
Mahalat’ı nasıl affetmişlerdir. Mahalat taşı
çaldırdığında, bizim size bir kıssasını anlatacağımız şöyle bir öykü dile
getirmiştir ki, onun içtenliğine ve taşa bağlılığına gölge düşürmeyeceği
bununla anlaşılmıştır. Oda şudur; ‘Bahira’nın ömrü her geçen gün biraz daha
azalıyor, günnük reçinesiymişçesine akıp giden zamanda, son peygambere yetişemeden,
bu dünyadan göçüp gideceği korkusunu, kara, derin bir kuyu gibi onun içine
salıyordu. Miladi 582 yılının bir ikindi vakti, güneşin yalımında Arabistan’a
doğru akıp duran Suriye ovasına boş gözlerle bakarken, birden oturduğu yerden
fırladı. Başını kaldırarak, gözleriyle gökyüzünü taradı. Deminden beri
kıvrılarak yol alan bir kervanın üstünde, adeta kervanı izleyen, kısrak kuyruğu
gibi küçük, ince bir bulut gördü. Gökte başkaca bir bulut yoktu. Kervan geceyi
geçirmek için harap bir manastırın bulunduğu tepede, büyük bir ağacın altında
mola verdi. Kervanla beraber bulut durdu ve solarak birden yok oldu. Ağacın
dalları rüzgarda dalgalanır gibi eğilip doğruldular. Kervandakilerden yalnızca
biri, bu ağacın dallarının gölgesi altına düştü.
Bahira yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle
manastıra doğru yürüdü. Merdivenleri çıkarak büyük bir ziyafet hazırlanmasını
emrettikten sonra, kervan başına haber göndererek herkesi yemeğe davet etti.
Ziyafet sofrasında çölün lütuflarıyla karınlarını doyuran yolcuları teker teker
inceleyen Bahira, davetliler arasında kutsal kitapların tanımına uyan kimseyi
seçemedi. Yanıldım diye düşünürken, ağacın altında develerin yanında kimsenin
kalıp kalmadığını sordu. Evet dediler, oniki yaşında bir çocuk kaldı, Bahira
onun hemen çağırılmasını buyurunca az sonra eşikte beliren çocuğu gördü ve
tepeden tırnağa ürperdi, bütün vücudunu bir titreme aldı, haykırmak, bağırmak
çağırmak istedi çölün karanlığına doğru...’ (ve tenindeki beni görerek, bir
serap gibi, işte gelecek olan son peygamber bu! dedi).
Mahalat, bu öyküden dolayı affedilmek istemiyordu, o
kendine inanıyor ve taşı çaldırmadığını biliyordu ve mazlumun bedduasından
kaçının diyordu. Buna karşın bir gün gerçek anlaşıldığında kalabalıklarda şöyle
bir dalgalanma oldu ve her nasılsa Mahalat hiç ilgisi olmadığı halde, giderek
büyüyen baskıların hücumuna uğradı ve korkunç biçimde bunaldı olaylardan, bir
suç işlenmiş ve giderek çoğalan bir halka gibi üzerine doğru salınmıştı. Ne
yapmıştı ki? Nil’de, bir gece kaçabilmek için, öküz işkembesinden tulumlar
üzerinde yüzen, iki sal ördürdü ve bir gece çocuklarıyla birlikte, Habeşistan
iline kaçtı. Yanına silah olarak yalnızca efendimizin Seyf-i Nebevî’si gibi
uzun bir pala almıştı. Habeş topraklarına çıktıkları zaman taşlık bir yere geldiler
ve çocuklardan birinin ayağı aksayarak -Kabe putlarının en büyüğü Hubel gibi-
düşerek yüzüstü kapaklandı. Gecenin karanlığında, kibirli hükümdara, saçı
sakalı ak birinin, atının ayaklarına kapanarak, kendisiyle görüşmek istediğini
söylediğinde, hükümdar ne istiyorsun bre sakallı diye onu küçümseyince, yaşlı
adamın, hükümdarın kulağına eğilerek -Ben Azrail’im! dediği gibi, kaçmak
Mahalat’ı ölümden kurtarmadı. Habeşistan’da aç gözlü bir yerli onu anlaşılmaz
bir tartışmadan dolayı mızrağıyla delik deşik ettiğinde otuzaltı yaşındaydı.
Mekke tüccarlarının, Medine’ye mal satmaya
gittiklerinde tüccarlardan birinin pek meşhur bir koyunu varmış ve kendisinden
habersiz Medine’ye giden çoban tüccarı (Muhammet S.A.V.) pazar yerinde ta
Mekke’den gelerek bulduğu gibi Mahalat’ın geride kalan tek çocuğu Habeş ilinde
annesini tam bulduğu gün, onun mezarıyla karşılaşmıştı.
Bütün öyküler acıklıdır. Yaşam Janus’tur. Kısa süren
mutluluk ve yaşamımıza sarmaşık gibi dolanmış acılar... Tarih Musa peygamberin
bile iki olduğunu yazar. Biri soylu olmayan Samira kabilesinden olmakla
kendisine Samiri lakabı vereni, ikincisi de annenin kalbine düşen ilhamla bir
sandık içinde Nil’e bırakılıp firavunun sarayında büyüyen Hz. Musa’dır.
Birincisi soylu olmadığı için kavmini altın buzağıya taptırandır. Bir çöl
şehrinde bir günün gecesi yolumu yitirmiştim, bir türbenin kenarından geçerken
bana yitirdiğim yolumu yeniden gösteren nur yüzlü insana ki, adının Abdüllatif
Geylani olduğunu söylemişti, ertesi gün, hanemden çıkıp şükranlarımı sunmak için
o türbeye vardığımda, türbenin girişinde, burada Abdüllatif Geylani yatmaktadır
talikini görünce, hayretimi gizleyememiş ve şaşkınlığım ömrümce sürmüş, ahrete
dek bu hali açıklayıcı bir yanıt bulamamıştım. Bu mübarek gecede son kelamım
şudur: ‘Dünyada yalnızca karanlıklar vardır’.
Şanlı bir hükümdar önünde libasları ve zümrüt taşlı kalkanlarıyla nice cengaver gösteriş üzere kavgaya
tutuşurlar ve içlerinden biride varmış ki hiç yenilmezmiş. Günün birinde çok ve
çok süslü, libası göz alıcı, altın miğferli, kalkanı yakuttan, bir yiğit alana
çıktığında, anda yenilmez cengaveri bir titreme ve ardından humma dolu bir
dehşet ve sonu gelmez seyrimeler aldığında, tüm izleyenlerin gözleri önünde bu
aslan vücutlu cengaver yenilivermiş. Çünkü bu yeni ve en yenilmez olanı yenen,
renklerle bezeli, tunç derili, kırmızı bilekli yiğidin adı da; meğer ‘Aşk’ imiş
(berhüdarım) efendim!..
KATASTROF
III
Tanrı iyi bir heykeltraş değil. Yapıt ufak bir
darbede dökülüp dağılıyor, dokular kaynamıyor, lifler atıyor...
Tüylü kılıçtan balıklar gibi, yirmi derecelik hava
akımında yaşasak, şehirleri yıkasak, berzah alemi bühtanıyla. (Kutup serçeleri,
budist rahibin gölgesine işese, Aden bahçeleri, iş merkezi olsa, insanlar en
çok, sanayi insanları, doğa insanları, inanç insanları diye ayrılsa, herkes
istediği gibi yaşasa, sanayi insanları metal ceket giyse, doğa insanları çıplak
gezse, iman insanları kader dese...
Perili köşkte, ondört numarada desem. Samiriye’yi bilsem. Yer mantosuna gülsem,
faylardan kayarak İran’a gitsem, tellür elementiyle sevişsem, firavun
Psamtrik’in (Psambetik?) çocukları gibi ‘becos’ desem; Frigya dilinde ekmek
demiş olsam, gözlere materyalist, marksist gözüksem, doku iplikçiklerine
ayrılsam, ölmesem, yine birleşsem. Fâtır Suresi mezar yaşamı ile ilgiliydi, Ümmi-i
Seleme, aileyi infâk için, vade ile arpa alırdı, Tihâme kadınları (isterik
olurdu) da arzu doluydu. Hatice’nin, Hıristiyan amcazadesi Varaka, Hicaz’ın
zengin vahalarını alınca, saçaklı kadifenin altında kendileriyle yattım dedi.
Zûhruf otuziki, Nahl yetmişbeş oldu. Marid’lerden birinin bir kadınla evlendiği
dedikodusu yayıldı, erkeklik duygusu olmayan
Muhannes’in çirkin denecek kadar şişman bir kadına bakması ayıplandı.
Jfk olayı nedeniyle Ayşe ile küsüşmesi, Mıstah’ı kör etmesi, Safvan’ı savaşa
göndermesi, Müselman kadınlara karşı şiir yazan Ka’b İbn-i Eşref’i feci şekilde
öldürtmesi, Allah yarın size Taif’in kapısını açarsa, size gereken Gaylân’ın
kızını tutsak etmektir demesi dikkat çekti. Sakif halkı kadınlarının giyiminden
dolayı putlarının kırılmasını Mugira’ya emrettiğinde, Safvan bin Muattal
Sulemr, Lihyan oğullarına karşı giriştiği Usfan savaşından dönerken devenin
arkasına Safiyye’yi bindirir. Cüveyriye, el-Muraysi gazasında tutsak olup
güzelliğiyle Muhammet’e eş tutulduğunda, Safiyye, Hayber tutsağı olup
(Muhammet) o tutsakları gözden geçirirken bu kadının üzerine hırkasını atarak
haremine almıştır. Mariya, İskenderiye sahibi Mukavkis tarafından armağan
edilmiş köle olup, cariyedir. Ahzâp suresi, Benî Kureyza kavmi, Ebû Nuaym’ın
Hilye’sinden gelme Mücahid’in sözlerini nakleden Buhari’ye göre o (Muhammet),
fakat Tanrı bana Kefiti verdi, Herise yememi diledi, El Huvayla’da kiminle
evlenmeni düşünürsün deyince, Esma’nın güzelliğinin methini Numan’dan duymuştu
ki, ‘ o’ dedi. Ama kendine hakim olup iki ayağını “izhir” otlarının arasına
sokar ki orada bulunan zehirli akrep yahut yılan musallat olsun diye, madem ki
ayaklarının ucuna debagatte kullanılan karez ağacının yaprakları döküldü, Ümmi
hâni ile evlenmeyi istedi, Ban’il Nazır adındaki yahudi kabilesi Safiye’ye
karşı Kinâne’nin kız kardeşini verdi, oda Kâ’ab’ın kızı Müleyke’nin babasını
öldürüp sonrada koynuna aldı, yanlarında el değmemiş deve kuşu yumurtası
renginde ceylan gözlü dilberler vardı. Kâ’ab’ı ve Mervan kızı Esma’yı böyle
öldürtmüştü. İbn-i Ebî Sufre ve Kurtubî’nin görüşleri sümbül yataklar, kehribar
boyunlu kızlar, safranlar, kefurlarla ilgiliydi ve Kurazî Rifâa adında birisi,
üç talâk ile karısı Temime’yi boşar. Ne varki Abdurrahman İbn Zubeyr’in erliği
şu libas saçağı gibi ayrıktır. İlligün ve Nâim cenneti yeşil yastıklar ve
hurmalıklarla, Zuhruf suresiyle tasarlar, kadınlarsa isyankar ve küfrândırlar.
Kulağında küpe olan kızanlar, sedefteki inci gibi parlar, Tebük seferinde,
Muhammet’in alnındaki beneğin Amine’den geçtiğini anlar. Ben-i Mustalik
gazasında kaçarken düşen Cüveyriyye, İskenderiyeli kıptilerin önderi Mukavkıs
tarafından olup, önderleri Leys
uyruğundan Davud kızı Müleyke ile evlenmiştir. Birinci Akabe biatı onun
el-Akabe’de, (El) Ansar’dan oniki kişiyle buluşmasıyla olmuştur. Buna kadınlar
biatı denir. Kocalara yalan ve bûhtanda bulunmamak konusunda asıl kaynak
Keykâ’ûs b. İskandar b. Kâbûs b. Vaşmgir Unsur al-Ma’ül’nin yayınladığı
kitaptır. Adn, Nâim, Firdevs, İlliyin
yüce cennetler olup, her şey kerem ve kerim olan Allah’ın adıyladır...
IX
Bir gün koruda oturup, ıhlamurların altında
söyleşiyorduk, garip bir adam geldi, fötrlü. Saatlerce oturdu, yalnızca çay
içti, her ne olduysa kalkmaya yakın bir konuşma geçti aramızda, bir fırsatını
bulunca, ne iş yaparsınız dedim: Dışalım-dışsatım deyince, ne gibi yani demişim
farkında olmadan, hiç unutmam boğuk bir sesle: ‘Yoksulları eziyorum ben!’ dedi.
Bir kış günüydü. Bir nisan gecesinde gene korudaydık, gecenin yarısında silik
bulutların arasında, kuzey batı ortayının bir mızrak boyu yukarısında, sol kol
havada, gözün sanal çakışıp, kolun teğet geçtiği noktada, bir kuyruklu yıldız
gördük. Bir azize gibi soluktu, bu nedenle ‘Meryem Kuyruklusu’ demiştik ona.
Puslu gökte; kandil ışığında köy evlerinin tavanında parlayan mısır koçanı gibiydi. Soygazların oluşturduğu kuyruğu, cennet
süpürgesi gibi sarkmış, konik beyazlık bir gelin tacı gibi uzamıştı.
Ayların en mutlusu nisan! Bu aşk yağmurları bize
yağıyor. Öne doğru kayarak, ışık saçan bu püsküllü yaratık, minik cansız bir
mürekkep balığı gibi duruyor ama çevresine de kozmik bir esin yayıyordu.
Bir başka gün, tam gece yarısı, korunun doğu
duvarlarına bakan taş evlerin alnacında oturuyorduk, sırtı güneye yaslı,
bedenini kavisli biçimde uzatmış, gamsız kasavetsiz bir adam belirdi önümüzde;
Artemis olur olmaz herkesle konuşur, sevişirdi. Birden adama laf attı,
varlığımızdan habersiz adam, çekinir gibi olduysa da, çabuk toparlandı ve bizi
duymazdan gelerek, derin bir iç çekişle: 'Sesimizi geleceğe duyuramayız...'
dedi.
Koruya karanlığın gölgesi düşüyor, ürküntü dolu bir
havanın boğucu kokusu içlerimize işliyordu. Adam karanlıkta, dur duraksız,
ağırlıkla içtiği tütünün parlattığı havayı yırtarcasına söze başlayarak,
aşağıda, denize doğru uzanan deltoit tarlaya her yıl bu saatlerde bir ufonun
indiğinden söz etti...
Ufo beklediği anlaşılan bu adamdan ürkmeye
başlamıştık, hiç durmadan serseri bir asteroidin dünyamıza çarpabileceğini,
mikro sonsuzluğa ulaşmaya çabalayan uygarlıkların olduğunu, makro uzayın
gizinin, mikro uzayda saklı olduğunu ve sonsuz olasılıkta evren biçimlerinin
olduğundan söz ederek mırıldandı durdu. Büyük bir köpük üzerinde yüzen küçük
köpüklerden, sihirbaz kutusu, içiçe evrenlerden söz ederek, biz aslında
gereğinden büyük bir evrenin, gereğinden büyük bir parçasıyız dedi. Ve sonuçta hepsi evrenin bir parçası olan
katmanların, herhangi bir katında oturuyoruz -apartman gibi- diyerek,
yedi katlı gök meselinin binlerce yıl öncesinden genlerimize işlemiş, bir
bilişim yongası olduğuyla sözlerini bağladı. Geceden çekinmeye başlamıştık,
içine düştüğümüz güvensizlikle, başımızı yıldızlara çevirmişiz, ne kadarda
çoktular, canhıraş, akçıl bir afyon tarlası gibi zehr içinde parlıyordular.
Adam son olarak, merak; gelecekte ilkel duygulardan
biri olacak, bilinecek hiç bir şey yoktur, yaşamaya bakın diye ağlamaya
başladı. Alınmadıysak da, peki bütün bunlar neden oluyor dediğimizde:
Üzülebilirsiniz ama, ne yazık ki bir şeylere hizmet ediyoruz biz dedi. ‘Hizmet
ettiğimiz şeyse yokluğun varolmaya çalışmaktaki katılığı, ısrarı...’
Yokluk var sayılabileceğine ilişkin inandırıcı bir
kanıt oluşturabilmiş değil, yokluktan yokluğa gidiyoruz, evren kalıcı değil ve
bu durumdan çekiniyor, tanrı, töz gibi kavramlarla kendini var etmeye çabalıyor
(bize karşı mı!) oysa bu kendisinin yadsınmasından başka bir şey değil, aslında
evren kaos demek, bunu aşamıyor, bu gerçekleşse belki o zaman insana da gerek
kalmayacak, insan olmazsa bütün bunların olamayacağı gibi; düşüncede olamaz
deyince, insanın önemi yok, dünyada bir insan, evren düşünüyor ve bir bellek
yumağı, tek karşıtı da kendisi ve en görünür tanrı da; bir aracı, bir yaratan
olarak tekcil olan ışıktır diyerek ağzından hiç eksiltmediği tütününü söndürdü.
Karanlıkta; konuşulanların tam terside düşünülebilir diye söylendimse de
duymadı. Bu tartışmalar telefon tellerine konan kuşların konuşmayı etkileyip
etkilemediğine ilişkin şakalara benziyordu. Gerçekle, görünürdeki anlam
arasında inandırıcı bir illiyet bağı kurulamıyordu.
Tam bu sırada, kentin ışıklarının güz yaprakları
gibi bir bir dökülerek söndüğü bir saatte, bize göre at nalı biçiminde
uzanan tarlanın, atın sağ ön kaburgasına
doğru diyebileceğimiz tarafta, kalkan balığı gibi üzerindeki pütürlü
pulcukların tümünün bir ışık kaynağı olduğu
bir cisim, belli ki bir ufo peydah oldu, tarla aşağıda, tümsek
durumdaymış da biz fark etmemişiz gibi, yerin altından, toprağın içindeki bir
galeriden yükseliyormuş gibi parlamaya başladı, Artemis gibi az kalsın bende
bayılıyor, sanrısal bir dürtüyle nerdeyse küçük dilimi yutuyordum. Yükselti
boyunca, ışıklar saçan, sessiz bir ölüler alayı, bir düğün konvoyu gibi
yaklaştı ufo! donup kalmıştık uğultudan duyamadık, gözler kamaştı göremedik.
Uzansak dokunuruz sanısı verecek denli yakından, cankurtaran düdüğünü andırır bir müzikle,
minyatür bir dünya, tuhaf bir cüceler
ordusu gibi küçüle küçüle yok oldu gitti. Bayılmışız. Sabah uyandığımızda fötrlü adam ayaktaydı, ondan erken
uyansaydık bir şey değişir miydi hala merak ederim. Ufo toprakta ışıksı bir
çizgi bırakıp gitmişti. Duvarın aşağısındaki boşluğa -boş tarlaya- bakayım
derken otların arasında ufoya benzer karton bir oyuncağa takıldı ayağım,
korkuyla bir tepik savurmuşum, oyuncak süzülerek, gece ufonun göründüğü tarlaya
doğru gözden kayboldu. Adam ben yaptım onu dedi. Gördün merak edilecek bir şey
yok, bunu bilmeliyiz diyerek arkada, korunun çıkış kapısının olduğu yere doğru
yürüyerek yitti gitti.
X
Artemis’le yalnızca sevişerek ve yalnızca düşünerek
aylar yıllar geçirmiştik. Gelecek korkusundan uzak yaşıyorduk. Bir gizil
yurtluk, kimselerin bilmediği bir shangry, bir karşı ütopyada zamansızlığa
koşuyorduk. O günde, ağaçların altında defnelerin dibinde seviştik gün boyu,
kalbe yakın sol el; onun tapılası mabedinin kubbelerinde, güneş yapraklardan
çekilip, ağaçlar solgun bir ikindinin içinde, sessiz ve süzgün kalana dek gönül
sürdü. Dudaklarım her uyanışında, umru dutlarının meyvelerinde, sarhoşlukla
gezindi. Dilim ab-ı hayatın pınarından mitolojik hayvanlar gibi su içti.
Güneşin bağrına düşmüş bir beyaz cüce, yörüngesine esir düşmüş bir pulsar gibi
dolandı durdu.
Güzeller güzeli tanrıçanın saçlarından bir mavi taç,
kamerî düşüncenin uyuyan talih kuşu, ormanın yaprakları arasında çağıldayan
flüt, ötüşen kumrular, buzul göllerinin tanında katmerlenip-goncalanan gül,
görklü yaban arıları, sincapların yumuşak ışıkta uyuyuşları, binbir renkte
böcek, uçuşan kelebek ve orman cinslerinin gözlerindeki parıltıyı veren gizil
ecelere tapınarak, renkli minicik bir cin gibi, onun barınaklarında gün boyu
eridim gittim
XI
Ama defne yapraklarının arasında, mavi tulumlu bir
Kyklop gözetlermiş Artemis’i. O, irem dolu günlerin başından beri izlermiş
bizi! Ben Artemis’in kollarından fırsat buldukça, bir Pan gibi koruyu dolaşır,
otların arasında, ağaç diplerinde, örümcek ağlarına, kuş yuvalarına,
sincapların toprakta sakladığı yemişlere dalar giderdim. İşte günün
pusarıklaştığı, çayırların rüzgarlarla dalaştığı o saatte, Kyklop benim Pan
gibi koruda esen havayı soluyup, Artemis’in yanına, genç bir satir-çevik bir
titan gibi dönene dek, dağılan saçlarını örmeye çalışan, durgun bir göl gibi,
yüzünün aksi yapraklara yansıyan, bereket tanrıçasına, kara bir kaplan,
sinsi-korkak bir yılan gibi yaklaşıp, saldırarak onu kirletmiş vede boğmuş
dostlarım...
Gördüğümü anlatmaya dilim varmıyor, gücüm yetmiyor,
yalnızca kanlı ve tüylü bir humma gibi karşımda duruyor. Oysa az önce bana ‘Aşk
bizi birleştirdi, kim ayırabilir ki’
demişti. Şimdi, şu an, onun çırılçıplak bedenine bakıp çığlıklarla ‘Ölüm bizi
ayırdı, kim birleştirebilir ki’ diye haykırdım...
Gerçek olsaydık ölüm olmazdı. Zahiriyiz, çünkü ölüm
var. Yanına vardığımda ağlayamadım bile, dizlerimin üzerine çöktüm, iri, kan
çanağına dönmüş gözlerim afallamış kalakaldım. Otobanlarda arabalar, bilinmeyen
bir zamana doğru akıp gidiyorlardı. İnsanlar, güneşi, ayı, yıldızları, evleri,
arabaları, anneleri, babaları, çocukları günün birinde, ansızın bırakıp
gidiyorlardı. Bilerek ya da bilmeyerek şu veya bu nedenle milyonlarca yaşamı
birbirine düğümleyen bağ, birdenbire kopuyordu. Hiç bir zaman yer almak
istemediğimiz bir kargaşa, umutsuz bir kör dövüşünü andırıyordu yaşam.
Karıncalar, ölünün boynunda telaşla gezinip,
ağzındaki sarı suya yaklaşıyor, orada bir süre durduktan sonra, hızla ölünün
kirpiklerinden geçip, bilinmez bir nedenle, aşağıdaki toprağa doğru kayarak
düşüyorlardı. Ölünün, esmer, kuru yaprak rengindeki bacak aralarına dalıyor,
ıslak vulvanın kenarlarında gezinerek, sanki ilk kez gördükleri bir dünyaya
girip çıkıyorlardı.
Artemis bir yokluktu artık. Onu öylesine bırakarak, kirletip boğan
Kyklop, belki ilerde ağaçların içinde, gölgelerin arasından, kanlı kızıl bir
alev gibi uzaklaşırken, soluğu otları, ağaçları bile titretirken, bana göre
Artemis’in, Artemis’e göre benim, artık olmadığı bir dünyada, biricik sevgilim
sessizce yatıyor ve bir zamanlar coşkuyla kıvranan bedeni, şimdi karıncalara
bile karşı koyamıyordu.
XII
İshak kuşu son bir kez öttü koruda! Artemis’in ölüsü
bu ani çınlama karşısında istençsizce seyridi...
Zaman ne idi?.. Ölüm belki yaşamak, yaşamak, belki
de ölümdü. Sonsuzluğun içinde,
sonsuzluğun bir parçası bütünleşiyor, bir araya gelerek birleşiyor ve sonsuzun
önüne, bir karşı yaşam, bir karşı varlık gibi dikiliyordu. Ve ama çok kısa dayanabildiği, bu bir çeşit ‘ölüm anını’ sürdüremeyerek, hemen aslına, ‘gerçek yaşam’a
dönüyordu. Aslolan yaşam ölüm müydü... Yaşam, onun sonrasında başlıyor olabilir
mi... Yürek duracak, bilinç yitecek, gözler kararacaktı. Atomların,
nötronların, elektronların gizli dünyasında bir sonsuz payda olan töz, gene o
sonsuz paydaya dönecek, ta ki elektronlar, protonlar yeni bir bağıntıyla bu denli
tuhaf, bu denli us dışı, bambaşka bir varlığa dönüşene dek bekleyip duracaktı.
Su canlı değil miydi, taş tembel bir yaratık
sayılmaz mı, biz dünya denen bulamacın, düşünen bir okyanusun simbiotik
partikülleri değil miyiz. Asıl canlı olan ve bilinci dalgalanıp duran okeanos
değil mi! O, onun görkünç plazması, katı ile gaz arasında salınan sıvı belleği
değil mi, biz onun dev atollerine tutunmuş minik parazitler değil miyiz.
İnsan; belleği okyanuslar olan büyük bir taşkürenin
eteklerinde dolanan pire; duruyor, yürüyor, koşuyor, kendi boyunun milyonlarca
katı uzaklıklara sıçrayabiliyor...
Ama aslolan küre, o yoksa, biz de yokuz.
Artemis’in ölüsü bundan böyle düşünen, koşan,
yürüyen, soran bir şey değil, düşünmenin, koşmanın, yürümenin, sormanın ta
kendisi olacaktı. Ne kadar ağlasam, ne kadar sızlansam boşunaydı.
O bir soru değil, bir yanıttı artık...
O an koruda ilahi,
garip bir ses çınladı kulağımda;
“İşte bu
söylediğim bir şarkı ki
bir yerde
söylendi ve şarkı değildi
ki bazıları ve
ben bana baktık
pembe aynanın
içinde
ve
bakışta bana ve paltolara baktı...”
Ve dünya silindi, yokoldu gitti...
...
(Bir Latin masalında yaşlı bir denizci, deniz
kızlarını gördüğünü söylermiş... Birincisi aşktı, bana, gel dedi, ama ikincisi
ben hayalim, hayal olmazsa aşkta olmaz,
asıl bana gelmelisin dedi dermiş. Sonrasındaysa sabır, utku, servet, umut ve
mutluluk ben olmazsam diğeri de olmaz deyip gelmemi istediler... Ama sonuçta
yaşam adında olanı, kendisi olmazsa hiç birinin olamayacağını söyleyince,
çaresiz ona gittiğini belirtir, gözyaşlarıyla da eklermiş: Şimdi anlıyorum ki
en büyük yalancı oymuş, meğer onunda diğerlerinden bir farkı yokmuş.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder