Siz bu dizimleri okuyalıdan
bu yana bin yıl geçti. Artık öğrenilmesi gereken şeyler bir çip sayesinde
belleğimize kaydediliyor ve her konuda engin bir bilgiye sahip olabiliyoruz.
İstersek onu geliştirerek aktarabiliyoruz. Düşünce, çiplerin aktarılması gibi anlık
bir şey artık. Kimse mutluluk peşinde değil, ütopya peşinde değil, eğer bir
mutsuzluk söz konusuysa bu kişinin kendi bileceği bir iş. Ölüm ve öldürüm yok,
ama gariptir ötenazi diye bir hakkı kullanma özgürlüğü ve yetisi her zaman var.
Bu saklı bir hak. Beyin ölümüyse olanaksız, beyin algılar ve bilgiler yumağı,
bütün bunlar yerleştirilen çiplerin sayısına bağlı olduğu için, beyin işlevsel
yönü değişen aracı bir kuruma, bir ‘olguya’ indirgenmiş. Çipler verilen
komutlarla, bir düşüncenin gelişimi hakkında yüzlerce alternatif sunabiliyor ve
siz birini belirliyorsunuz, isterseniz harmanlıyor, isterseniz ayıklıyorsunuz,
hepsi bir belleğe kayıtlı olduğu için, son konumunuzda çiplerde saklı.
Kısacası, altın tini gözle görülemeyecek küçük çiplerden oluşmuş, gerekirse yer
değiştirebilen uzaysıl varlıklarız.
Böylesine gelişmişken, yakın geçmişte,
yinede önüne geçemeyeceğimiz büyük bir tehlike atlattık, aydan büyük bir
asteroidin çarpması tehlikesi, ne denli gelişmiş olursanız olun, her zaman baş
edemeyeceğiniz bir sorun ortaya çıkabiliyor, sorunlar gelişmişlikle oranlı bir
şey. Aydan büyük dedim, işte bu çok uzaktan gelen denetimsiz taşın çarpmasını
önlemek için, en kaba yöntemi kullanabildik ancak, ayın yörüngesiyle oynayıp
önce asteroidin ona çarpmasını gerçekleştirdik, ardından ayla dünyanın
neredeyse sıfır açıyla çarpışarak -teğet sürtünmeyle- kaynaşmasını sağladık.
Ayın koordinatlarını yakından bilmemiz buna nedendir.
Güney tacı yönünden, hilal
görünümlü ayın, dünyaya dokunmasını sağladıktan sonra, bizim için -hızlandırılmış
zamanda- tam iki yüz güneş yılı boyunca biçim almalarını bekledik, yuvasından
fırlamış asteroit ve eriyen ayla, dünya neredeyse iki kat büyüdü, okyanusların
ve kıtasal fay kırıklarının bitişip birleşmesi, dünyanın çalı horozu biçiminden
küreye dönüşebilmesi için geçen süre, inanılmaz derecede uzun geldi bize de.
Neyse ki dünyanın bir uydusu yok artık, mehtap, yakamoz, aya serenat gibi
kavramlarda bitti. Ayın korkunç sürtünmesinden dolayı, ötenazi dışında zorunlu
ölümleri, kaç bin yıldan beri ilk kez yaşadık, ama çiplerini teslim edip, bir
anlamda tinsel varlığını sürdürmek isteyenlere olanak tanındıysa da, çarpışmada
yitip, kaybolanlara yapılabilecek hiç bir şey yok artık. Bir gün çipleri
bulunsa bile, yok olmayı neredeyse, kendileri istediği için, galaksi dışı
elektronik çöp istasyonlarına gönderilebilirler, ama orada örgütlenerek, yeni
biçimlere dönüşüp, bir ‘Topia’da oluşturabilirler. Bu onların bileceği bir iş.
Biliniyor ki yaşam son derece
sıradanlaştı, basit bir çip kimliğimiz oldu ve bütün bunların bir önemi de
kalmadı. Söylemek istediğim atalarımızın şunu hiç bir zaman düşünememiş
olmaları, onlar yüzyıllarca düşlerin ve ütopyaların erişilmez olduğunu
sandılar, oysa öyle değil, gerçekler her şeyden daha şaşırtıcı. Ayla dünyanın
kaynaştırılabilmesi belki bir düş, ama gerçekleşmesi düşten öte değil mi. Zaman
bize şunu öğretti, düşlerin düşüncelerin çok ötesinde, daha ulaşılmaz olan bir
şey var, o da ‘gerçek’ gerçeğin salt kendisi.
Büyük bir asteroitin çarpmasından
korunmak ve uzayda kütlesel varlığını kararlı elementlerle kozmik kabullenirlik
ölçeğine uygun kılabilmek için, değişen uzay koşullarında ay ve dünyayı
kaynaştırmış olmak ve sonraları soğuyan Merkür’ün yörüngesini ay yörüngesine
çekerek, dünyanın uydusunu da Merkür yapmaya ne dersiniz. Doğal kitlelerde ayla
ilgili soyçekimsel yurtsamaları önledik, radikal biçimcilik bitti. Bunlar
bugün, hepsi gerçek ve gündemden düşmüş, sıradan bilimsel yapıntılar. Bunları
düşleyebilirsiniz evet ama bizim ulaşılmaz sandığımız, hep gerçeğin buyruğunda
olan, onun ardından koşan şeylermiş, biz bunu anladık.
Diyeceğim, size düşleme olanağı veren;
gerçekler... Gerçeği izleyerek düşler kuruyoruz, öyleyse gerçek düşten her
zaman daha düşsel sayılmaz mı... Düş ve düşünce gerçeğin bir parçası, en tez
akışlı düşünce görünmez bir gerçeğin boyunduruğunda ve en olağanüstü ve
erişilmez olanda, gerçeğin bir öz olan kendisi. Gerçek sonrası, ancak onun
kılavuzluğunda olanaklar evrenine yelken açıyor. Şu ki, dünyanın kendisi,
dünyayı düşlemekten, daha düşsel.
...
VII-A yılında sfenks biçiminde bir
gezegen bulunmuştu, Sagittarius’un yakınında, dış dünyaya tümüyle kapalı,
granit yüzey kabuğunun birkaç bin kulaç altında, zaman kavramı olmaksızın
yaşamını sürdüren garip bir uygarlık, bir kolonileri var. Söylediklerine göre
mikro sonsuzlukta bir gerçek olduğu için, bu sfenksin içinde kendi evrenlerinin
gizine varmaya, üç milyon yıldır (zamanı gölge kavram biçiminde kullanıyorlar)
çabalayıp, uğraştıkları halde, hala sonsuz küçüğe -yolculuk yapıyorlar-
ulaşamamışlar ve sfenksin dışından bizler içeri girince, makro uzaylıların
gizinin bir önemi yokmuş gibi, bizi oldukça kaba saba ve ilkel bularak önem
vermemişlerdi. Bütün bunlar sfenks biçiminde basit bir gezegenden ötürü
başımıza geldi. Gerçeğin şaşırtıcılığı sürmüyor mu sizce ve düşleri yönlendiren
sayısız gerçeklerde... Belirtelim ki sfenks gezegeninde yumuşak, ıslıksı bir
rüzgarın varlığından başka hiç bir şey duyulmuyor.
Bunun yanında vahşi gerçeklerde var,
Zigot adlı yıldızsıda tek egemen olan deniz köpekleri, insanlara ve diğer
canlılara sürekli saldırarak etlerini lime lime edebiliyor, ölçülemeyen bir
fazda yaşadıkları için ancak görüntüyle iletişim kurabiliyorsunuz, tümüyle
sanal yaşıyorlar, bizim açımızdan varlar mı yoklar mı belli değil, ama bir yer
var ve deniz köpekleri, diğer tüm canlılara saldırarak delik deşik ediyor ve bu
yeri bir türlü bulamıyorsunuz. Belki ironik bir salınım, bir tür alaysama
içindeyiz.
Bir de her şeyin, hiç bir şey sayıldığı
yerler var, sürekli üretiliyor ve sürekli tüketiliyorsunuz, yaşamak diye bir
kavram yok, bilincin önemi yok, nasıl bir gerçeklikse, değer yargılarınızın hiç
biri onlarda yok, robotik termitler gibi, gelen bir şeyler yapıyor, örneğin bir
yapıya tuğla benzeri bir şeyi koyup gidiyor. Yerine yenisi geliyor, oda ona
benzer bir şey yapıp gidiyor, sonsuzca yinelenen bir varoluş ve yok oluş
öyküsü, üstelik geliyor ve bir işi gerçekleştirerek kayıp gidiyor. Niçin
geliyor, niçin gidiyor, basit bir tuğlayı niçin koyuyor, bilmenin olanağı yok.
Bir kompütür oyunu, sonsuz bir kulvarda giden, bir yarış otomobili gibi, ufukta
yitenlerin yerine yenileri geliyor ve neden böyle, neden değil bilen yok.
Bir de ilkel gezegenler var, dünyamızın
ilk zamanları gibi moloz ve selintilerle sürüklenen küçük çaylar, bilisizce
yürüyen koelakantlar ve gözleri henüz açılmamış -kör- adam balıkları. Bunlara
pek bir anlam veremiyoruz, derken gezegenin gerçekte başka bir uygarlığın basit
bir aquariumu olduğunu anlıyorsunuz, üstelik çöl gecelerinde yüzleri aya dönük
uyuyan, sarnıçların çürümüş sularından içerek, çok uzaklarda boru biçiminde
roketler deneyen gülünç gruplarda cabası. Bunların ‘Bir Girit subayının
tüfengiyle yaralanalı üç ay olmuştu’ diye başlayan can sıkıcı öyküleri bile
var, ayrıca ölüleri için türkü ile yas tutuyorlar. Mars adında tanrıları da
var. Bir keresinde, algılanabilir jestler ama anlaşılmaz bir paradigmayla
konuşurken, üç boyutlu ekranda, uzaktan şöyle bir görebilmiştim.
Güneşin alevli kalbine de indik,
oradaki uygarlık tüm zamanları barındırdığı için, hala kavrayabilmiş değiliz,
yinede ayrılırken, güneşin soğuk ışıkları altında yayını geren, titan giysili
Arion görüntüsünü hiç bir zaman unutamayacağım. Cennet bize tanrının utkusu
gibi gelir, ama yıldızlardan püsküren alevlere bakarak, cehenneminde aşağı
kalmadığını anlayabiliriz. Güneşte yayını geren mitik kahramanı gören,
sistemdeki bir komşumuzun, besleyici çözeltiler içinde dolanan, mercana benzer
beyni, üç yüz on yıl önceki Xantil
kuşatmasından beri ilk kez böylesine sararmıştı. Çünkü düşleri gerçeklere hep
yenik düşüyor ve hep yenik düşecekti.
Size gerçeklerin us dışılığına ilişkin
söyleyebileceğim son şey şu: Bin yıl bir metal denizinde gittikten sonra, -bir
şey merak etmeksizin- aramıza katılan müzisyenimiz Motzart, operatik, neşeli
yapıtı ‘Sihirli Flüt’ün notalarına çalışırken, birden derinlerden flüte benzer
ürkütücü bir korno sesi gelmeye başladı, ancak gölgesini seçebildiğimiz, bir
uzay aracının basamaklarından inen, siyahlar giymiş bir yabancı, görkül ama
kavranabilir bir fonetikle, Motzart’a bir Cenaze Müziği, ‘Requıem’ ısmarladı.
Bu garip durumun yarattığı humma ve
çılgınlıkla, adam hepimizde bir azrail etkisi uyandırdı ve giderek hepimiz için
bir Ölüm Marşı yazılması saatinin geldiğine inanmaya başladık. Durumumuz ya
yetisi olan bir yaratığın korkularına, ya da tanrısal varlıkla (gerçekte
evrenin kendisi olan bizlerin) erinç dolu kucaklaşmalarına dönüşecekti.
Metal denizinde, son süratte fren yapan
aksların gıcırtısı, beklenmedik bir biçimde hız düşüren araçların gürültüsüne
benzer sesler çıkarmaya başlayan Neoplan’ımız, bin bir güçlükle, uzun
uğraşlardan sonra durabildiğinde, denizin neredeyse ucunda (tamtamına
diyebilirim), sanki bulamaç
dolu bir çanağın
keskin kenarında kalakalmıştık. Uçsuz bucaksız evrenin
kıyısına ve artık sonsuz boşluğun sonuna gelmiştik. Büyü bozulacaktı. Önceleri
sakınarak, sonra kolaylıkla, daha sonra da alışkanlıkla elimizi boşluğa doğru
uzattığımızda, tuhaf, tanımlanamayacak türden bir perdenin var olduğunu
sezinleyebildik. Ürpertici olanıysa: (Bu yazıtın bundan sonrasını sanırım onlar
eklemişlerdir). Perde aynı zamanda bir aynaydı, ne var ki bilinebilen aynaların
belki de en şaşırtıcı ve ürkütücü olanı: Bakarken tuhaf bir çarpınçla insan
kendini aynanın içinden; aynanın dışındaki kendisine bakar buluyordu! Gerçek,
düşle yer değiştiriyordu. Siz aynadaki, aynadaki siz oluyordunuz. (Bu ne demek
şimdi anlayacağız!..)
Keşke evrenin sonuna hiç gelmeseydik. Artık varolma, yok
olma gibi oyunlar, sorularla dolu tüm şakalar bitti. 'Gerçellik Hakkı'nı Einsteinvari biçimde yitirdik. Bir Etiyopya inancına göre, maymunlar çalışmak
zorunda kalmamak için konuşmazlarmış. Böylece gerekirlik paradoksu da elimizden
alınmış oldu. Garip bir bulantıda, ne ölümcül, ne dirimcil bir duyumun altında,
bizlere fısıltıyla, bir armağanmış gibi söylenen son bir şey daha vardı:
‘Yaratanın tutsaklığından kurtulmuş bulunuyorsunuz...’
Kimileri bunu kendi
dillerine şöyle çevirmişlerdir: ‘Artık; kendi kendinizin esiri değilsiniz!..’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder