Kutlu öğlede kumruların öttüğü bir saatti. Silgi
adam yağan yağmurdan korunmak ve sıkıntısını dağıtmak için, sundurmanın altına
girdi. Yağmur suyunun avlu içinde oluşturduğu küçük dereciklere bakıyordu,
uzaktan suyun içinde, kıvrıla kıvrana bir balık geldi ve ilerde çöp
birikintilerinin arasında durdu. Sonrada suyun ağzını kapatarak oradaki göletin
büyüyüp taşmasına ve hep birlikte aşağılara doğru uçmalarına yol açtı.
Adam gözünü karşıya, köyün öte mahallelerine dikti,
sis öbekleriyle dolu mezarlığın içinden hayaletler yükseliyor gibiydi ve
yağmurun tuhaf sessizliğiyle ürpererek, loş avlunun garip hareketsizliğine
dikkatle baktı. Birden korkunun verdiği
cesaretle, su birikintilerinin üzerinden atlaya zıplaya kahve yönüne doğru
koşmaya başladı. Yağmurun altında, alacalı günde, tıpkı kendisine benzer
birinin, ters yönde koşuşturduğunu gördü, merakla geriye döndü ama adam
rüzgarda savrulan dut ağacının dibinden sokak içine dönerek gözden kayboldu,
gizli bir utançla kendisinin tıpatıp bir eşi olabileceği düşüncesinin
olanaksızlığı ve gülünçlüğüyle kalakaldı, ama biliyordu ki yeri geldiğinde,
aynı sanrıyı kendisinin de duyumsadığını söyleyecek pek çok insan tanır bilirdi,
kirpiklerinden süzülen yağmur suyunu eliyle sildi ve delice gözlerle yağmurdan
kaçanları, at üstünde hızla geçen köylüleri izleyerek kahvenin önündeki taş
oturaklardan birinde düşüncelere daldı. Ovayı gözleyerek, doğanın göksel incisi
yağmuru tanımaya, anlamaya çalıştı. Uzaklarda, göklerin içinde kaşalot
biçeminde kara bir bulut, diğer bulutların süratle üzerine doğru gelerek bir
bir yutuyordu. Aynı denizlerdeki gibi diye düşündü, kitaplar denizler
tanrısının o olduğunu yazıyordu, gökte de kaşalot biçemindeki bulut diğerlerini
silip süpürüyordu. Şimdi o taraftan korkunç gök gürültüleri ve kara şimşeklerle
dolu görünmez bir dev yaklaşıyor ve silgi adam doğanın bu görkemli
karabasanında, yaşadığı dünyanın bir hiç, kendisinin de hiç içinde bir hiç
olduğu sezisine kapılıyordu. Yağmur delice şiddetini artırmıştı, birden
yanında kara kepenekli birinin ‘Mehdi
geliyor!’ diye, hınçla bağırdığını duydu.
Bu adam köyün, us sayrısı çobanıydı.
Kararan havada, çok uzaklarda buz yarıklarının
içinden, sanki yapay sığırcıklar, göz alıcı büyüklükte siyah kelebekler
havalanıyordu, çakan şimşekle ova bir an cam yeşili bir çöl görünümüne büründü,
şırıltılı çamurun içinden Polovec dansı yapar gibi şaşkın bir kurbağa hoplaya
zıplaya aşağılara doğru kayıp gitti. Yıldırım yuvalarından elektrik çakıyor,
bulut dumanıyla ilerleyen hava gemileri ortalığı kaplıyor, uzak dağların
kıstaklarında, sisler içinde sanki Berzah alemlerinin, Zümmani ve Rabbani
kapıları açılıp kapanıyordu.
Silgi adam, köy imamının, bir zaman önce, yalnızca
kalplerin gördüğü tayy-i mekanlardan söz ettiğini anımsayarak, ötelerde ovanın
ortasında gölge yapan su duvarlarını köyün çobanının da algılamış olabileceği
sanısıyla, sormak istedi, ama fısıltıyla; doruktaki inci yuvaları, is yurtları,
yedi kardeşler, kurşun beygirler, mersiyeler, ökse otundaki (Macar üzümü...)
üçgenler, Venüs koruları, doğuran yarasalar, arı ve iris dendiğini duydu,
yanında kimseler yoktu ama, kulağına
imamın sesine benzer seslerle garip şeyler fısıldanıyordu. Vaktiyle
köyün destancıları Fegiye Teyran ve Meleye Cizire’nin şimdi yaşadıklarına
benzer bir meseli anlatıp durduklarını düşündü ve aslında yaşadığı aralığın,
alemin hangi zaman dilimini karşıladığını merak etmeye başladı.
Mahallenin arka sokağına dolanıp, boş bir avludan
geçerek, köyün en sağlam binasının bulunduğu arsanın içinden ahaliyi sömüren,
dolandırıcı tüccar Kifilis’in ışığının yanıp yanmadığını anlamak istedi,
bilmediği sözcükler mırıldanıyor, dua, vali, kaymakam gibi şeyler söylüyordu,
(aslında) yağmur başlayalıdan beri başka bir düşünsel boyuta geçtiğini
düşünüyordu, saçmalığına güldü ve Kifilis’in ışıklarının yandığını görünce
sessizce eve süzüldü, içinde bir adam öldürme arzusu belirdiğini görerek
kendine gelmeye çalıştı, yaşlı bir kadın sürünerek yanından geçti, durumundan
şüphe edip, bir umar amacıyla, ateşlenince çocukluğundan beri kullandığı tek
ilaç olan bir kinin yuvarladı, saçak altında bekleyenleri çift görünce ilacın
etkisinin başladığını anladı, yerde Kifilis’in
düşürdüğü bir senet buldu ve
senetteki imzanın kendisinin olduğunu dehşetle gördü, yağmur suyuyla mürekkep
bütün kağıda dağılmıştı.
Kifilis içerde maymuncukla oynuyordu, boynunda bir
mercan kolye vardı. Azrail, Kifilis’e yaklaşıyordu, köyde leylak ve zambakları
olan tek adam buydu, puslu camdan dikkatle baktı, biri mendille elini
siliyordu, diğeri bir mektup uzatıyor, yaşam, şiir, zümrüt gibi sözler
ediyordu. Ortada bir meclis vardı ve
şiiri okuyanında kız kardeşi olduğunu görüyordu,
soluğunu güçlükle tutarak kapıya yaklaştı, cebinden bir makas çıkardı, öldürüm
bir sanat yapıtı gibi olmalı diye düşündü ve ölüm anını bir resim gibi
tasarladı, şemsiye varmış gibi elini kaldırıp indirdi, zaman akıyordu, yıl ,
ay, hafta , gün, saat, dakika, saniye, salise ve o an, Kifilis’in zamanın
dışına düştüğü, başka bir ölçüye tutsak olduğu, vatan değiştirdiği, ders
aldığı, yaşamının fitilini ateşlediği o an...
Şey dedi silgi adam, ‘Oluyor mu?’ ayağı dışarıda
kalmış buz gibi havada kötü rüyalar, kabuslar görmüştü ve Kifilis elinden kör
makası alıp tam bacağına saplayacakken uyanmıştı.
Çocuk okula gidecekti ve beyaz yaprakları olan
kırmızı bir defter, kalem, üzerinde portre olan kalınca bir kitap istiyordu.
Kahvaltıda nane çayı içti, zeytin yemeye çalışarak ayağa kalktı ve çocuğu okula
götürmek üzere kapıdan çıktı. Arapça ve Farsça bilen silgi adam, hiç yorulmadan
uzun yokuşu çıkıp okula giderek öğretmene okul binasının ve şu andaki
varlıklarının gerçek olup olmadığını sordu. Öğretmen tek bedende pek çok hayat
yaşanabilir sen bunu özlüyorsun dedi.
(2)
Öğretmeni hem dinledi hem de her dediğinin doğru
sayılamayacağını düşünerek ceplerindeki bozuk paralarla oynadı, elini burnuna
götürdü lale gibi kokuyordu, henüz sümbül kokusunu bile tanımamış insanları
düşündü, canı acıyordu, haftalardır kendini rüzgara vermiş ama doktorun dediği
üzere bir iyileşme sağlayamamıştı, her köylünün vazgeçilmez eğlencesi filli
aynayı çıkararak yüzüne baktı, düşünde kendi benzerlerini ararken, kendisinin
başkası olduğunu gördü, yakındaki bir duvarın dibine sinerek çevreyi
gözetlemeye başladı, korkuyordu, acaba herkes başkalaşıyordu da kimse farkında
değil miydi, sepet içinde bir horozla, bir çocuk yanından geçti, dik dik baktı
ona, çocuk aldırmadı bile, o zaman olağanüstü bir şeyin olmadığı kanısına
vardı, öyleyse tüm kusur kendisinde olabilirdi, yandaki çarşının pazar yerine
dalarak, pilav, nişan, nohut, pirinç, tebeşir, tahta, çeşme, işkembe, kağıt,
sebze, meyve, şeftali ve karpuzlara dalarak köyün ta öbür ucuna çıktı.
Nilüferli bir göl vardı orada, türkülerin
bestelenip, ağıtların yakıldığı bir
yolak üstüydü göl. Güneşi gözünün çevrenine alarak göle baktı, göldeki güneş
bir hayal ülkesinin altın gözü gibi parlıyordu. Ağlamamak için kendini zor
tuttu; niçin çalışırdı insanlar, kapalı kapılar ardında, niçin prangalı bir
tutsak gibi yaşarlardı, içlerindeki vahşi içgüdü neden dinmek bilmez bir
sızıydı, neden güneşe bakmasını bilmezler, neden sıcakta yanarlar, soğukta
alabildiğine mutsuz olurlardı, neden ikiye ayrılmışlardı, neden tek bir
tanrının gölgesinde sabahlayıp, neden melek ve şeytanlara inanmışlardı. Neden
çocuk doğuruyorlardı, neden doğan her çocuk kendilerinin kötü birer kopyası
oluyordu, neden öldürmek zahmetine katlanıyorlardı, neden eşitlik gibi masum
açımlamalarla günaha giriyorlardı, neden atardamarlarındaki kan ölümcül bir
sıvıydı, neden kasları gelişiyor, ayakları çalışıyordu, beyinleri neden
tepedeydi, neden açlık doğal bir duyu olup, yemek sosyal bir kavrama
dönüşüyordu, neden denizlerin içinde başka bir alem vardı, başka ülkeler, başka
sınırlar, neden uzay merakı oluşmuştu, neden evrendeki tüm bulgular hiç bir
şeyi değiştirmeyecekti, neden her şeyin hiçbir şeye dönüştüğü ölümü masumca
kabulleniyorlardı, neden çıkışları ağlamak lı, öfkeli yada ahmakçaydı, neden
eşyanın tutsağı olmaktan kurtulamıyordu,
neden maddenin bir parçası olmaktan öteye gidemiyordu; yaşamı neden, neden
anlayamıyordu.
Cebindeki usturayı çıkararak gölün suyuyla
sakallarını kesti, Narsis gibi son bir kez göle bakarak, acıkan işkembesini
doyurmak üzere yola koyuldu, gölden ayrılmakla gerçek yaşamdan ayrıldığını
biliyor, dağlardan, tepelerden, doğadan ayrık köye, yaşamın cangılına geri
döndüğünü düşünüyordu, orada topraktan gelen herhangi bir şey kendine
satılabilirdi, bu satım ilişkisi tasarlanabilecek en kötü soyutlamanın bir
ürünü olarak, ölünceye dek kendisini güç durumda bırakacak bir davranış, acı
bir yükseliş biçiminde olacaktı, her adım atışında onun ederine yaklaşacak,
metada her adım atışında uzaklaşacaktı, sonunda ölecek ve bayrağı başkasına
vererek bu yarışı sürdürecek ama hiç bir zaman kazanamayacaktı, dünya ile
birlikte dönüyor, hiçbir zaman durup kavuşamıyordu, benden bu kadar, buyur sen
al, benden bu kadar buyurun siz alın, hep daha hızlı, hep daha yüksek, hep daha
uzak, ulaşmak yok... ‘Homo homini lupus’ , ‘Altius, fortius, sitius...’
Ağustos ayında köye gelen cambazın, kör beygiriyle
gene yollara düştüğünü gördü, mart yada mayısta da gelmiş olabilirdi, cambazın
atının tek gözü kör, kendisi de söylediğine göre daltonist ve azıcık sağırdı,
ama pembe bir şapkası vardı, siyah bir kağıtla oyunlar yaparak çocukların
dikkatini çekmeye çalışıyordu. Fidanların arasından geçip, utancını gülüşüyle
gizleyerek satın aldığı çerezleri yemek üzere, hayvanlara tifo bulaştıran çayın
kenarında oturup karnını doyurdu, çiroz gibiydi ve hep öyle kalacaktı, dünyanın
ağırlığı dünyada kalsın dı, çoktandır küstü, gene de bir kokoreç kokusu burnunu
dağladı, iyi bir yemek mutlulukların en tuhafıydı. Kentlerdeki, liman, lüfer,
efendi, sokak lambası, barut, loğusalar, lağımlar, araba takozları, cımbızlar,
pideler, pizzalar ve körfezleri düşündü. Kır serçelerinin arasında,
karanfiller, papatyalar toplayıp aralarına akasya sıkıştırarak demet demet satan bir çingene düşledi. Sabahtan bu yana, usu mengene gibi
sıkışmıştı, keşke sünger gibi sıkılabilse, yenilenebilseydi.
Kiremitlerin üzerinde uçan bir alakarganın ortalığı
çınlatan sesiyle, dinlenir gibi oldu, umutlandı, az ilerde yağmurun kabarttığı mantarların doğuşuna
tanık oluyor seviniyordu, bodur ağacın dallarında biriken kuş gübrelerinin
kokusuyla sarhoş oluyor, bodrumların rutubetini, yulaf ezmesini, panayırların
neşesini, çocuklara kerata demeyi, palamut yemeyi, fistan giymeyi ve pilaki
oynamanın özlemini duyuyordu. Köyün en güzel kızı bir huri gibi önünden
geçiyordu, kendine bir fiske vurup dalgınlığından uyandı, ağzından kulaklarına
bir limon tadı yayıldı, kiraz güzelliğindeki kız uzaklaşırken, onun gözlerini
kestaneye, parmaklarını fasulyeye, yanaklarını ıspanağa, kalçasını lahanaya,
kollarını pırasaya, saçlarını ıhlamura ve salınışını maydanoza benzetti.
Uzaklarda ovadaki şoseden bir kamyon geçti, hemen
ardından da onun tozu içinde sarsıla doğrula bir otomobil gidiyordu, orangutan
peşinde ölüme (ölümüne) koşan bir muştu böceği diye geçirdi içinden, kamyon
kuzeydeki Işıklı Barajı’nın kıyısından dolanarak uzak köylere doğru gözden
kayboldu, otomobilse ovanın ortasında
seçilmez hale gelip birden imi timi bellisiz olup, yitip gitti.
(3)
Silgi adam küçüklüğünde -onlu yaşlarda- büyük kentin
varoşlarından birinde belleğine imlediği konfeksiyon atölyesini anımsadı,
bursla okumuş öğrencilerin çalıştığı yer katlar, kalite kontrolden sorumlu
kartaloş bayanlar, çaçaronlar, minik
vitrinlerde sergilenen seri örnekleri, ter kokan deniz anası patronlar,
mesailer, kısa öğle tatilindeki okey partileri, bir kez bile plaja gitmeyen
içleri mayolu kızlar(mayo giymek herkes kadar denize gitmiş duygusu veriyordu),
parfüm kokuları, taksi, trafik, pastane dedikoduları, remayözcüler,
overlokçular, şans oyunları, umutlar, televizyon yıldızları, gelecek planları,
pantolonlu bayanlar, bluzlar, dekolteler, ustabaşı torpilleri, işbirlikçi
etiketleri, tramvaya binmeler, nikahlardaki glayör buketleri, elektrik
kesintileri, fazla mesailer, görmezden gelmeler, transit geçmeler, kasette pop
ve trompetler, triko örnekleri, kravatlı işçiler, vardiya saatleri, kasketli
beyler, kartonpiyerler, enerji düşümleri, dumanlı salonlar, mastürbasyonlar,
tuvaletler, kast ve üstler, liseli kız tuzakları, telgraf çekilen askerler,
pilot olma özlemleri, kardeşler, robot olmalar, sır alıp vermeler, yükselen
tansiyonlar, konserveyle doymalar, teknik lise hayalleri, deniz delileri,
yıldızlı oteller, arabeskler, sekreterler, sazlı sözlü konserler, hasılı karla,
katranla kirlenmiş, gümüşi ambalajlı karakatomp yaşamlar.
Moteller havuzlu mudur diye sormuştu dikişçi kız,
daha yanıt gelmeden bir diğeri hostes olacağım diye lafa karışmıştı, çay
saatinde koltuk altlarına sprey sıkarak. dinlenme odasında spiker Tayvan’da
deprem haberini geçiyordu, süper marketten gelen Olimpos gazozlarını, kolaları
içmiştik, hatta biri birayla kokteyl yapmıştı hepimizde tadına bakmıştık, küçük
sandviçler yiyerek, kapağında; ‘Taşın toprağın altın/ Dünyanın cennetiydin/
Seni tanımadan önce İstanbul’ yazılı
bloknot defterine şiirler yazan bir kız vardı, gizlice yarım kalmış bir şiirini
okumuştuk:
ÜZGÜ
Bir sen vardın
yalnızlığımda
Bir de seni
seven ben
Oysa
Ne güzel
günlerimiz olacaktı
seninle
Ülkeler
görecektik
Dünyanın öbür
ucunda
Şiir gibi
akacaktı hayat
Bir gün dağda
Bir gün
kitaplar arasında
Resmini
yapacaktık-
...
Şimdi anlıyorum ki baya güzelmiş bu yarım şiir, kim bilir o kız nerelerdedir...
Blucini yırtık giyerdi ve cesurdu, blöf yapmasını da çok severdi
kendini tanırmış casına, birde kep takardı ki başına, yolda en afili olanımız
oydu doğrusu, tek hayali bir karavanla ülke ülke dolaşmaktı, briç bilirdi,
stres derdi, bugün stresliyim, biz stresin anlamını bilmez öylece yüzüne
bakardık imrenerek, ilk arkadaş olduğu erkeğin arabasının torpido gözünde esrar
bulununca, iki ayda hapis yatmıştı o göz kesen. Yıllar sonra bir barda kaşıkla
ketçap yerken yakalamıştım onu, düşlediklerinin çok gerisinde bir yaşam
sürdüğünü hemen anladım ama hiç belli etmedim, şiveside kötüydü, ağzından
kaçırınca tornistan yapıp yeniden dillendiriyordu sözcükleri, otostop yaptığını
söylediler, filmlere, jetlere, brifinglere layık bu kız tank gibi şişmiş,
paneli, formikası bozulmuş, jileti kayık, smokini düşük, hacamat olmuş, ne
idiği belirsiz bir gudubete dönüşmüştü, ne kadar şaşırıp, üzülürsem üzüleyim,
yaşam üzerinde oturup düşünülemeyecek kadar, kahredici gizlere sahip teokratik,
monarşik, garip bir bileşen ; bir kimya.
O kızın adı Necla idi, karfosu bozuk bir kampüs
oldu.
Silgi adam, çocuğun okulunun bitme saati yaklaşınca, onu eve getirmek için
okulun bahçesindeki sıralarda, iskemlelerde beklemeye başladı, uzakta göz alıcı
dağlar uzanıyordu, ne kadar bilmese de, bu dağlar, yüzyıllarca insanlara,
sitelere, ülkelere kol kanat germişti. Karyalar, Likyalar, Frigyalar, Lidyalar
burada durmuş, Persler , Medler, Partlarda buradan gelip geçmişti, o günden
bugüne daha niceleri vardı ama en eski atalarını daha çok seviyordu nedense,
belki de yüreğinde gerçekten ölü olup, gerçekten özlenenler, bir mezar taşında
görüp tarih öğretmeninin kahvede Türkçelediği gibi ‘Cuius memoria non extat’
yani ‘Hatırası kalmamış olan’lardı. Nede olsa
ötekilerin; yakın geçmişin, anıları henüz canlı, henüz onlarla ilgili,
gruplara bölünüp dil çatışması içine girip, fikir bölünmesine uğrayabiliyor,
zinhar ortak bir paydada buluşamıyorlardı. Belki de onun için harflerinin
gölgesi, la havle vela sı bile kalmayan bu atalarını, bu en eski ölmüşleri, bu
hatırası kalmamışları, bu soyut tabutları, solgun sandukaları, onun için
seviyordular. Gerçekten ölmüşleri seviyor olmamız belki bunun içindir. Her
bakımdan ölmüşlere hepimizin gönlü ve kucağı açıktır ve kalbin gözü onları çok
sever. Çünkü onlar hiç bir ayrılığa yol açmayacak kadar ölüler, hasılı onlara
gönül kapımız açık olup, hep kalplerimizdeydiler.
(4)
Böyle düşünüyordu silgi adam ama dağlardan doğru
kucağında Karya kartalıyla inen Hykandros’u görünce, postunun içinde titreyen
mağara adamı gibi az daha bayılıyordu. Hykandros dev adımlarla tam okula doğru
yaklaşıyor ve silgi adam ne yapacağını şaşırıyordu, ceylan derisi tulumundan su
içerek yaklaşan bu Karyalı tam da yanı başına gelerek; kentlerinizdeki
gökdelenler, ofislerinizdeki hesap makineleri ve yollarınızdaki otomobiller
hayatı bozdu dedi. Silgi adam korkarak, dili tutulmuş gibi başını sallamakla
yetindi. Neden sonra ömür boyu unutamayacağı bir cesaretle, bu yüzyıllar
ötesinin Musa’sına : Geçmiş yaşamların bu günden daha mı insanca olduğunu
söylemek istiyorsun dedi. Sorabileceği en güzel soruyu erdenlikle sormuş gibide
gülümsedi. Hykandros tüm ciddiyetiyle: Ütopyalar dedi, bunun kanıtı ütopyalar,
geçmişin düşleri bu günün düşüncelerinden, gerçekliklerinden çok geride, çünkü
gereksinim duyduğumuz güzellikler parmakla sayılacak kadar azdı, görece bir
olgunluk içindeydik, bu günün ütopyası, zamana, mekana ve levh-i mahfuza
sığmayacak kadar geniş bir bileşenler toplamı, oysa giderek en iyiye doğru yol
alınsaydı ütopik dileklerde azalmalıydı, tam tersine istemler karelerle
küplerle artarken, gelişmeler aritmetik hızda ilerledi, diyesim, istemler
geometrik biçimde artarken, elde edilen ve gerçekleşenler aritmetik dizide
kalmaktadır, bu da gösteriyor ki, göreceli ilerleme-gerileme aritmetik bir
hızla, ütopik istemler geometrik hızla artmaktadır, bilmem açınlamaya gerek var
mı, kısaca ‘bulanıkadam’ biz daha
mutluyduk, bu gün çevrecilik dediğiniz şey bizim zamanımıza duyulan
özlemin kanıtıdır, cennetten öte yaşamımızın tanıtıdır, insanoğlu, sizin
yüzyılınızdaki kadar aç kalmadı, sizin yüzyılınızdaki kadar ölmedi,
umarsızlanmadı, ezilip horlanmadı, ağlamadı. Bugün -homofaberin- kendine karşı
artan acımasızlığı, ütobik istemlerinde sınırsızlaşmasına yol açmıştır.
Silgi adam bezginlikle, öyle gibi görünüyor ama her
şeyin göreceli oluşu, belki sanıyı ve gerçeği değiştirebilir dedi. Hykandros
doğru ama bir tek şeyde yanıldığınız kesin oda şu deyip silgi adamın kulağına
eğilerek bir şeyler fısıldadı. Silgi adam şaşkınlıkla peki o dönemde,
‘Politika’ yok muydu deyince, Hykandros,
o bir yana, üç P yoktu, üç P’den, Mart’ın 15’i gibi sakının dedi: Para, Parti,
Politika bu üçü olduğu sürece ortaya çıkan paradoks bir gün tanrının bile ölümüne
yol açabilir deyince, silgi adam sanki bir uykudan uyanır gibi; Okul! diye
bağırdı ve oturduğu bankın üzerinde, çalan bir zille gerçekten uyandı.
Çocuğu elinde bir pasta dilimiyle yanına geldi,
öğretmenin yaş gününü kutlamışlardı, çocuk peltek bir dille pasta tam 10.000
kaimeymiş deyince, gözleri fal taşı gibi açıldı ve içinde beliren sıkıntıyı
kahvede saatlerce ve amaçsızca tavla oynamayı düşünerek atmak istedi, berberin
yanından geçtiler, puslu camda, köpüklü yüzüyle bir adamın baston yutmuş gibi
duruşu ve onun yanında eskivler yapan bir adam oluşu, onlara panayırların
palyaçolarını anımsattı, masalların ve düşlerin yaşamdan kam almış
olabileceğini anladılar, taşlı yolda Troy adlı bira şişesi görünce gerçekte,
plastiğe geçişin kaynağının da yaşam olduğunu kabul ettiler, öyleyse bir şey
bulunup bir şey yaratılmıyor, yaşamdan başlayıp eni sonu gene yaşama
dönülüyordu demek, çok daraltıcı bir yaklaşım olduğunu düşünüp, boş vererek
-çığlıkla-aralarındaki parolayı
yineleyip, türkü çağırarak evlerinin yolunu tuttular:
‘Şu uzun
gecenin gecesi olsam
Sılada bir evin bacası olsam’
diyordu türkü.
Evde silgi adam zavazinga kasasını açarak öte beriyi onardı, çocuğa tahta bir oyuncak
yaptı, kirişlere asılı üzümlere, türlü meyvelere yetişebilmek için bir masa
çaktı, kızı tempo tutarak onu çalışmaya özendiriyordu,
peçeli hanımı ev işlerini yapıyor, sanki başka ve
çok kasvetli bir alemin hurisiymişcesine, onlara oldukça uzak bir görüntü
sergiliyordu, onlarda bu tuhaf insanın, güneşin doğup batmasıyla üreyen yaşamlarına
kattığı mistik izden hoşnut kalarak, yaşayıp gidiyorlardı. Akşam basmadan silgi
adam banyo yaparak günün yorgunluğunu attı, kampanyalar dedi kampanyalar olsa
insanın yaşamdaki yalnızlığı bir ölçüde azalır, kızı ne demek istıyor gibi
ondan yana baktı ama konuşma isteği duymadığını belli edercesine oturduğu yerde
kıvrılarak uyuklamaya çalıştı, adam kör ışığa duraksamadan bakıyor ve bir
şeyler mırıldanıyordu, bravo diye bir söz çıktı ağzından, bankalar, bombalar,
piyangolar diye söyleniyordu, kolonya ile yüzünü silerek serinlemeye çalıştı,
onu bile soru yöneltir gibi, ‘Kolonya Kenti mı!’ diyerek çekmeceye bıraktı,
pantolonunun takılan kancasını çıkarıp düzelterek yün çamaşırlarıyla yatağa
uzandı ve uyudu. Sık sık olduğu gibi rüya görüyordu, İtalyan parlamento binası
önünde Navarin yenilgisini protesto ediyordu, sırtına aldığı kadırgasıyla
Barbaros’ta kendisine destek verenler arasındaydı, pipo içen Nietszche’ye
benzer biri uzaktan kendilerine bakarak televizyon kanalına olayla ilgili
yorumlar yapıyordu.
(5)
Fellini filmlerinden çıkma kart bir kadın, kimi
zaman pipolu beyin, kimi zaman televizyon muhabirinin kucağına oturuyor, boyalı
büyük ağzını alabildiğine açıp kahkahalar atarak her şey hoş ve boşmuş gibi
sinir bozan bir lakaytlık ve frapanlıkla ortalıkta dolanıyordu; sonra garip bir
hareketle kameralara yaklaşarak hermafrodit olduğunu kanıtlarcasına total bir
hareket yapıyordu, biri bütün hay huyun ortasında arabasının krank milini
çıkarıp hiç bir şeye aldırmadan onarım yapıyor, biri konut sorununa palyatif
çözüm ürettiğini söylüyor, patent patent diye bağırarak koşuyor, gardiyan
kılığında biri az ilerde onu tutuklarken, göklerdeki karyolasında sevişen bir
çift, olan biteni sessizce izliyor,
şarkıcıyım, gazino arıyorum diyen bir deli araya çığlık dolu türküler
karıştırıyor, bir sporcu mihaniki biçimde kaptanlık bandını takıp çıkarıyordu;
bir diğeri her gördüğüne paso gösteriyor, fotoğraftaki şüphesiz benim diyordu,
bir sigortacı tüm olan biteni -uçan sözü bile- sigortalayabileceğini
söylüyordu. Bir sinema yıldızı villasından el sallıyor, bir hırsız yapma bir
bebeğe tornavida saplıyor, bir palyaço, yüzünü gözünü kırmızı ile boyuyor,
görüntüleri fotoğraflayan bir gazeteci nerede kopya edebilirim diyor, pırlanta
gerdanıyla orta yaşlı bir kadın boğazından asılmış sallanıyor, tuhaf biri
boynuzlu bir korno çalıyor, ağzından salya akan biri de peçete satıyor, seyyar
bir pirzolacı -kancadaki etlerle- herkesi yemeğe davet ediyor, bir komisyoncu
ayaküstü iskonto oranlarını anlatıyor, postacıysa olay yerinde olanlara
mektuplarını veriyor, bir jandarma güruhu herkesi çembere alıyor, küçük bir
çocuk annesinin verdiği mandalinayı yiyordu. Papaklı bir Rus ise sevgilimle
patikalarda dolaşırım, iskelede sevişirim diyerek, çikolata ısırıp, tekvando
gösterileri yaparak, otobanda hız yapmayı severim diye ekliyordu.
Silgi adam uyandı, sobadan tüten kömürün bu korkusuz
kabusa yol açtığını düşünerek, sobayı usulünce söndürdü, akşamdan kalma çayı
içti, şubatta ekerim, nisanda yeşerir, haziranda toplarım diye mırıldandı.
Bahar gelince vişne ağaçlarının olağanüstü bir beyazlıkla açtığını, çevreye
hafif esrik, çok hoş bir koku yayıldığını düşündü. Portakal çiçeğinin de son
derece güzel olduğunu söylemişlerdi. Sonra gene yatağa uzanıp hemen uyudu,
Timpana davuluyla uyandırıldığını, ağzına Kiler balığı ile Karyatid küçük bir
heykel sokmaya çalıştıklarını ve bir hipopotama dönüştüğü anda yine rüya
gördüğünü anladı.
Elektron yuvalarının içinde batık Vordonos adasına
doğru kızının elini tutarak gidiyordu, güneş silik bir noktaya dönüşüp, ağır
ağır yok oluncaya dek gittiler...
...
Büyük yazar pandantif kılıklı yazın heveslisine bu
öykü değil, konu bütünlüğü yok, deneme değil, bir konuyu irdelemiyor dedi. Yazı
aksak ve bunu her okuyucu dilerse anlayabilir diyerek notları uzatıp,
uzaklaşmaya başladı. Çömez arkasından koştukça, yazar giderek büyüyordu.
Gülerek baltalı ilaha verdikleri ant uyarınca, atılan her adım da aralarındaki
uzaklığın yarısı kadar yaklaşabilecekti. Ama nedense bir türlü yakalayamıyordu,
büyük yazar dönerek, asla bana ulaşamayacaksın, her uzaklığın sonsuza dek bir
yarısı olacaktır dedi. Yazın heveslisi
büyük bir oyuna geldiğini anladı.
Ama hiç ummadığı bir tansık gerçekleşti ve yakınlaştıkça devasa biçimde büyüyen
yazarı yakaladı, dokunduğu anda da onun saydam gövdesinin boşluklarında yitip
gitti. Geriye büyük yazarın sembolik dev gölgesi kalmıştı...
...
Büyük yazarın tilmizi olmaya özenen, küçük yazın
heveslisi, kırık dökük karyolasından taş döşemeye düşüp ölmüş, tabağında duran tırpana balığı da,
göklere doğru kanat çırparak uçup gitmişti. Silgi adamın garip öyküsü böylece
bitti.&
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder