18 Mart 2019 Pazartesi

VB





MEŞHUR
                                                        ‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’
I                                                              
Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki, defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi.  Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara, bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi, evlerimize, ocaklarımıza dönerdik.
Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında, çokakların altında alacayı arardık. Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı. Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak, Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı. Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde, etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah, Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil, kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını, semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık. Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık.
Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı, kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de  Herkül bakışlı, Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki  perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir. Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar geçirmişizdir ki: Eyvah!..  

II
Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu.

O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığıda yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu.
Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

III
Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim.

Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşcasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım.
Dışarıda kar, kelebeksi  titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana...
Ne mutlu sevda çekenlere
Ne mutlu sevip sevilenlere...

IV
Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk.
Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih,  Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.   

V
Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişmek ister gibi, sanki karanlığı sever gibi, taş atarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı.
Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk.

Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk...

Tanrı bizleri bağışlasın. 

.

OKEANOS

Melek balığı okeanosun içinde yüzüyor... Gezegenin suları içinde, planetin gölcüklerinde. Kaplan tüyü gibi dalgalanıyor okeanos. Mavi göklerin renginde bir Poseidon suyu, perilerin yurtluğu. Binbir gecenin Arabistan’ı,
işte mercanların, atollerin içindeyim, irem dolu renkler biçimindeyim, salınarak dans eden gönül hırsızı ahtapotlarla. Ve işte ah, dünya ne güzel!.. Bir flandra balığı geçiyor yanımdan, yüzgeci uzun, ipliksi, nasıl da yüzüyor kelebek gibi, ne ilginç güzelliği var. İşte fiyortlara dalıyorum, rengarenk süngerlerin, ışıklı, mavi yosunların içinde dolanıyorum. Arada denizin göklerine çıkıyorum, yurtluğumuzun yücesine; tavanına
vuruyorum. Buraya çıkabilen elçi balıklardanım ben. Sonra aşağılara inip, gökte olanları anlatacağım onlara,
bir ay var diyeceğim tepede, belki onunda denizleri, belki onunda balıkları var diyeceğim. Sonra güneş
tanrıdan söz edeceğim, yaşamı bağışlayan taçlı Helios’tan ve bulutlardan, onun göğül yağmurlarıyla okeanosun oluştuğundan, bulutların annemiz olduğundan...  O da  ne, yüzeyde, kayalıkların bittiği yerde, bana doğru geliyor biri, her yanı kıllarla kaplı bir vahşi, budaklı bir ağaç dalını suya vurup duruyor, güçlü kolları inip çıkıyor. Elinde bir üzgün balığı, kayaların arasına doğru gidiyor sonra. Yurtluğun dışında, demek ki gizil, korkunç düşmanlarımız var. Aşağıda bu canavardan onlara da söz edeceğim.

Denizin çalkantıları arasında, mavi suların içindeyim...

Güneş doğuyor, zaman geçiyor, bir mavilik içinde yüzüyor melek balığı... İskorpitlerin, tilapiaların, kiklaların, lapinlerin arasında. Beyaz gelinlikten yüzgeçler, salına salına gidiyor, gılyanuslar, remoralar, gularyalar, horozbinalar. Şimdi bir vatoz yaklaşıyor, ürkünç güzelliğin dehası, gök balığı kuşların okeanostaki akrabası, görkemli bir dengeyle, frak giymiş bir soylu, süzülerek geçiyor, melek balığı gülüyor. Okeanosun üzerinde bir sandal görüyor melek balığı. Cıvıltılar arasında, peri güzelliğinde, fiyonklar, kurdeleler eşliğinde bir Havva, sarıbaşları okşuyor, boncukburunlara onu gösteriyor, onun güzelliğini, tatlılığını... Çocuklar ellerini uzatıp dokunmak istiyorlar ona, ama o suların üzerinde gezinen, büyük, tuhaf biçimlerden korkmayı öğrenmiş ve diplere dalarak uzaklaşıp gidiyor. İşte bir cerrah balığı geliyor, yanında cennet balığı, arkalarında benekli pisi. Ve denizler tanrısı balina. Çok uzaklardan kornasını çalarak, suları yara yara, kuyruğunu vura vura, küçücük gözlerinin dev cüssesine verdiği görkül edayla süzülüp gidiyor.

Okeanos duruldu...

Ortalık tam teleskop balığına göre; sevişen balıkları gözlüyor o, denizin tüm gizlerini aralıyor keskin gözleriyle! Çiftleşen utangaç yengeçleri, küskün barakudaları, minicik larvaları ve deniz dibini karman çorman edip eşeleyen, birbirini yiyip yutarcasına sevişen ahtapotları gözlüyor. Teleskop balığının yanından melankoli timsali bir üzgün balığı geçip gidiyor, çünkü bütün balıkların bir sevdiği var, ama onun yok. Küskünlüğü ve üzgünlüğü bundan... Nuh, gemisine bütün balıklardan bir çift alacakmış, üzgün balığının eşi yok diye almamış ve oda tufanın tam ortasında kalakalmış. İşte bir folya balığı geliyor. Ben ki melek balığı ve bir fener balığı geçiyor yanımdan, ışıklarla yıkayıp denizi! Yine yukarıya çıkıyorum, güneşli, güzel bir hava, suların üzerinde oynuyorum, kıyıya yaklaşıyorum, kumsalda gezip dolaşıyorum. Ama ah! koskoca bir at balığı nasıl da çırpınıyor, daha önce gördüğüm kara adamlar çoğalmış, nasıl da çekiyorlar balığı, gözlerimin önünde paramparça ediyorlar ve bitiyor çırpınması. Yüzey çok tehlikeli, bunun öğretilmesi gerek, aşağıda herkese anlatıyorum, eski güzel günler bitiyor.

II
Bir levrek geçiyor yanımdan, kendi dünyasında ne mutlu bir balık. Kırmızı tüylü uzun kuyruklar, sığır başı biçeminde uçuklar, ölüs gözlü, boynuzlu, tepecikli, çıkıklı, sarı çiyli, benekli, binbir renkli, yapraksı, akcıl, karacıl, mor gerdanlı, saydam, tüysü kayarcaların arasında doyasıya geziyorum. Eriha surlarından eskil bakışlı, arboletsi balıklar, gastropodlar, çavdar mahmuzu gibi keskin, zehirli çiçek gibi küskün, ürkücül canlılar, gül ve kılıcın tarihe karıştığı bu uzak zamanlarda nasıl da yaşıyorlar. ‘Carpe diem’ -günü yaşayın- diyorum onlara. İşte türlü inak ve inançlar; insan küçüğü güneşler, sini gibi dünyalar, dölevsiz dağlar, kız sünnetleri, Hint elinde kadın ateşleri. Melek balığı olarak ne yapabilirim!.. Güneşin ağırlığını ölçerim, gündüzün gücünü tartarım, kumdan koni yaparım. Kilden şato, su kabarcığından perde, ipekten beşik, sedeften ağ, mumdan saray ama, Vaterleo’yu önleyemem, Pearl Harbour’u kurtaramam, Hitlersi paranoyaya karşı duramam. İşte kadırga gövdesinde bir salyangoz, kalyon küpeştesinde deniz minaresi, hangi kötülükten haberleri var ki... Başak burcuyla dolu ovalar var, şemsiyeyle risinlenen Markov’larda... Kaffa kuşatmasında, mancınıkla fırlatılan vebalılar, Golgota’da ‘Beni neden bıraktın tanrım’ diyen marangozu ve Amidli  kimsecik ozan Öngören’i unutmasam da; Prokaryat ve ökaryotlu karbonifer dönemlerini ben de yaşıyor ve ben de ağlıyorum. Batı şakirt, doğu batıl, kuzey vandal, güney sofu. Ne yapabilirim ki... Ölümün birbirine bitiştirdiği o küçücük ayaklara üzülüyorum. O minik çehrelerin bahtı hiç bir zaman gülmüyor. O buğulu, mercan gözler durmaksızın ağlıyor. Kanat ne canlı şeydir. Ölü bir kuştan daha üzücü ne olabilir ki... Yüzgeçler hüner dolu, haz dolu, hız doludur, ya ölü bir balık...
Gene de en kötüsü, avdan sonra, sularda, ormanlarda, sazlıklarda, hendek ve çukurlarda, başıboş, ağlamaklı ve sonsuza dek karşılıksız kalan çınlayışlardır diye düşünüyorum. Ağaçların eteğinde, ırmakların ötesinde, sığınakların, barınakların içinde, kimselerin duymadığı sonsuz çığlıklar. Ve sonsuz uykular. Denizler, ormanlar, ırmaklar, ovalar... Uyuyan deniz, uyuyan orman, uyuyan ırmak, uyuyan ova... Lagünler, meşeler, mercanlar arasına sıkışmış ölüm tuzakları. Hendeklerin içine, ekin demetlerine gizlenmiş, çelik elli, ateşten oklar, adanın ortasındaki ağaç kümesinde umarsızca yankıyan kuş sürüleri!.. İşte okeanos!.. Firavun Akhenator gibi, elimde defne çileğiyle tebama şunları söylemeliyim: “İster karada olsun, ister denizde, ister balık olsun, ister kertenkele, ister düşünsün, ister düşünmesin, ister ırmakta dolaşsın, ister doruklarda, ister doğuda doğsun, ister batıda, ister derinlerde yaşasın, ister kumsallarda hepimiz biriz. Çünkü barış, önce barış!..” Bu belki benim en güzel şarkım. Güneşin tutulacağını söylüyorum. Athena’nın flüt eşliğinde güzelleştiğini biliyorum. Ölümümüz bir ses, bedenimizde küçük bir cırcır böceği olacak, başka ne istiyorsunuz diyorum. ‘İnsanlara acı veren dertler, tanrılara da acı verir. Derinlerde ne oluyorsa yükseklerde de o oluyor.’ Islak kum tepeciği üzerinde yürürken amacım, fırtınanın kıyıya fırlattığı deniz kuşlarını ve ayı balığı ölülerini toplamaktı. İçimdeki kertenkeleye en acılı soruyu sormaktı. Daha ne olsun, daha ne olsun, daha ne olsun...

III
Melek balığı okeanosun içinde yüzüyor, ırmaktan yukarıya somonlar tuhaf bir şarkı söylüyor. Çok uzaklardan, bulutların ötesinden, garip bir cisim, kanatlarını aça aça, kuyruğunu saça saça, döne dolaşa okeanosa iniyor ve içinden acayip adamlar, astromanlar, kozmodamlar çıkıyor. Yakalarında dülger balığı profili ve giysileri beyaz dolphinden. Az sonra bu görüntünün Puvatya yada Navarinleşmeyeceğini kim bilebilir...  İçinde tüm dünyanın gizlendiği bir çarşı varmış, insan değil en iyi deve bakarmış. Geçmişten; ölü böcek, gerekçeli hayvan, saf hidrojen, kötülerden kötü bir dost, kart, Dekart, kantar, Kant, Neptün ve altın atlarıyla Poseidon kalmış. Neptün’den bakıldığında güneş yalnızca ışık saçan bir nokta kadarmış...
Varlık soruya açılır, soru zamana, zamanda yokluğa diyorum. Semender, çipura ve üzgün balığı? Kolkola girmiş bana doğru geliyorlar, bu denizin, rengarenk, masal bahçesi gibi görüntüsü içinde, bu olağanüstü betim karşısında, dilim tutuluyor. Bir kayış balığı geçiyor yanımdan, sazanlar, mersinler, güneş balığı, kum balığı hepsi geçiyor. Kaya balığı, deniz akrebi, deniz kedisi, berber balığı, orkinos, uskumru, palamut, yelken balığı, kılıç, atlantik, kalkan, ay balığı, zargana, uçan balık, deniz atı, deniz iğnesi, baltık pisisi, kırlangıç, marina, fener, ördek, tirsi, yılan, mığrı, murana, dil, som, piranha, turna, kedi, kızılgöz, inci, mumya, tekir, ringa, çekiç balığı, sarıgöz, kaşıkçı, deniz kedisi, mahmuzlu camgöz, testere, iğneli keler, latimerya, beluga, anaspis, kaşıkçı ve folya balığı;  geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor...

Ama:

“Sırılsıklam ıslanmış, ıslak bavullardan kişiler seçiyordum.
Eğri bir düzlükte durduklarını görüyorum, rüzgara yaslanmış,
eğri yağmur altında, belirsiz uçurumun kenarında.
Hayır, ikinci bir yüz değil. Havanın suçu
böyle solgun oluşları. Uyarıyorum onları sesleniyorum
                                                                          örneğin;
yol eğri bayanlar, uçurumun kenarındasınız. Onlar,
                                                                    doğal olarak,
soğukça gülüp, cesurca karşı bağırışa geçiyorlar:
                                              Teşekkür ederiz size de
Gerçekten de bir kaç düzine olup olmadıklarını soruyorum
                                                                       kendi kendime
yoksa tüm insan soyu muydu orada asılı duran,
tıpkı belirsiz bir müzik gemisindeki gibi, hurda
ve yalnız bir tek amaca yönelik, yani batışa?
Bilmiyorum. Gözümü kapatıp dinliyorum. Zor söylemesi,
bu insanların kimler olduğunu, her biri bir bavula,
açık sarı bir uğura, bir dinozora, bir defne çelengine sarılmış
Güldüklerini duyuyor ve onlara anlaşılmaz sözler
                                                                 sesleniyorum





Kafasında yaş gazeteler olan, tanınmayan kişinin
K. olduğunu sanıyorum, yolcunun işi peksimetcilik;
şu sakallının kim olduğundan haberim yok, boyalı bastonlu
adamın adı Salomon: durmadan hapşıran kadın
                                                 Marilyn Monroe olmalı
beyaz elbiseli adamsa, şu elinde siyah yağlı kağıda sarılı
notlar olan, mutlaka Dante’dir.
Bu kişiler umut dolu, ürkütücü bir erk dolu!
Bardaktan boşanan yağmurun altında dinozorların ipinden
çekiyor, bavullarını açıp sonra gene kapatıyorlar,
ve koro halinde şarkı söylüyorlar; “I3 Mayıs dünyanın  
                                                                            sonudur,
artık daha fazla yaşayamayız,, yaşayamayız daha fazla.”
Kimin güldüğünü söylemek güç, bu çamaşırhanede kimin
beni saydığını yada kimin saymadığını ve
uçurumun ne genişlikte ve ne derinlikte olduğunu söylemek.
Yavaşça nasıl battığını görüyorum kişilerin ve onlara
şunları sesleniyorum: Nasıl yavaş yavaş battığınızı
                                                             görüyorum.
Yanıt yok. Uzaktaki müzik gemilerinde, donuk ve cesur
orkestralar çalıyor. Çok üzülüyorum, hiç de hoşuma
                                                                        gitmiyor,
öyle hepsinin ölmesi, ıpıslak, bu çiseleyen havada, yazık,
ağlayabilirim, ağlıyorum: “Ama kimse bilemedi”, diye
                                                                       ağlıyorum
“hangi yılda olduğunu ne hoş.”
Ya dinozorlar nerede kaldı? Ya bu ıpıslak bavullar,
binlerce ve binlerce, bomboş ve sahipsiz,
suyun üzerine nereden sürükleniyor? Yüzüyor ve ağlıyorum.
Her şey, diye ağlıyorum, istendiği gibi, her şey yalpalıyor,
her şey denetim altında, her şey yolunda, insanlar eğri
                                                                          yağan yağmurun
altında boğuluyordur herhalde, yazık, neyse, ağlamak
                                                                     için, o da iyi,
belirsiz, söylemesi güç, neden, hem ağlıyor hem yüzüyorum.”

Suyun suya damlaması gibi, melek balığı göz yaşlarımı görmüyor, geçip gidiyor...  
















































ARABİSTAN
Sonradan Arabistan çöllerine de yolum düşecekti ama çocukluğum Derviş pınarın kıyısında geçti. Derviş pınar öyle garip bir çeşmeydi ki aradan geçen 40 yıl sonra bile alnında eski yazıyla yazılmış, küçük kemerli, mermer levhadaki Kuran dilindeki - Arabi yazının  şimdi bile ne anlama geldiğini merak ederim. Belki  çeşmeyi yaptıranın adı sanı vardır. Pınar, yanlardan iki sütun gibi çıkan, iki yükseltinin ortasındaki yekpare taş bloğun ortasından, teneke bir olukla deyim yerindeyse söğüt dalı gibi incecik akar akardı. Su mermer yapının hemen arkasından gümler, orada birikir, yükselince de Derviş’in teneke çubuğundan şiir gibi akar dururdu. Ne azalır ne çoğalırdı, yaz kış aynı sızıntı, incecik bir duman  gibi durmaksızın, şiir! şiir! şiir! diye akan, sonsuza dek bitmeyecek  bir derviş çeşmesi.
Yan tarafta Yahyalar’ın bağı ve hemen çeşmeye komşu görkemli bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacı, işte adına çeşme yaptırılan Derviş atanın düşerek öldüğü o ulu ağaçtı. O denli yüksek bir ağaçtı ki dibinden tepesine doğru baktığınızda, en tepedeki dallar bulutların içinde kalırdı. Ona tırmanarak çıkmayı göze alan, akşama doğru tepesine varır, inmeye kalkışanın ayağı da ertesi gün toprağa değerdi. Cevizlerin  toplanma zamanı tüm cevizler bittiği halde o denli büyük bir ağaçtı ki gözler her zaman yeni bir ceviz bulabilirdi. İşte bu masalsı ağaçla inatlaşan Derviş ata, sabah çıktığı ağaçtan akşam inmeye kalkarak, ertesi günü beklemeyince, akşam alacasında cevizin ulu dallarının birinden düşerek ölüvermişti, ölmemiş, aylarca yatalak kalmıştı, ta ki cevizden o sıra inmeye kalkışmamalı, sabahı beklemeliydim deyinceye dek ölmemiş, cevizin hakkını teslim edip söyler söylemezde ruhunu teslim etmiş, bir yatalağın çekeceği ıstıraplardan böyle kurtulabilmişti. Ceviz öyle bir ulu cevizdi işte. Öldükten sonra oğulları onun adına bu çeşmeyi yaptırmışlar, cevizin hemen yamacına, bu çeşmeyi yaptırarak hem öleni, hem kalanı kutsamışlar, bu kırlardan gelip geçen, her  susuzluk çeken yolcunun da hayır duasını almışlardı.
Bu ağaçta geceleri boğa başlı bir insanın kaldığı, ona yuvalık yaptığı, kadın düşmanı bir caninin de ağaçta saklandığı, sonunda boğa başın  onu yediği de söylenirdi. Ayrıca gövdesi öyle kalındı ki yüzlerce yılda, yalnızca ordularıyla oradan geçen  IV. Murat’ın kollarını kavuşturabildiği de söylenir.
İşte o Derviş pınarda geçmişti çocukluğum. Derviş pınarın küçük ahırında büyümüştüm ben, kimi çocuklar cesaretle bu ahırın içinde yüzüp yıkanırken, ben kurbağalar bedenime yapışır, ahırında gizlenip, kendini göstermeyen nice tarih öncesi hayvan, koelakant, dehşet dolu simasıyla dülger balığı, nice su ejderi, yosun yiyen dinozorlar ve testere dişli mürenler bedenime yapışır korkusuyla, asla o ahıra girmezdim. Giren çocuklara imrenir, onların başına bir iş gelmemesi içinde dua ederdim. Her an onların çığlıklarla bir koelakantın minik bedenlerine, vantuz gibi yapışmış köye doğru haykırarak kaçışlarını veya bir dinozorun ağzında bir çocuğun çırpınışını yada bir mürenin parçaladığı ayaklarıyla, baygın annesinin kucağında yatışını hayal ederdim. Duacıyım ki hiç bir zaman böyle bir şey olmadı ama ben yinede bir gün böyle bir şey olacağını, burgaçlı bir şeyin, meleksi, aldatıcı  görünümlü bir cinin sabrettiğini, bu işin zamanı gelmediğini düşünmüşümdür yada milyonlarca yıldır saklanan bu canlıların ortaya çıkarsa yer yerinden oynayacak, tüm köyün çeşmede cinler periler varmış diye başına toplanacak ve belki de çeşmeyi bozup dağıtacakları için, onların bile bile ortaya çıkmadıklarını düşündüğümden ben gene de önlem almayı elden bırakmazdım. Suyun içine bakınca, orada, o tarih öncesi hayvanların yavrularına benzer minicik canlıların diplerde oradan oraya süzüldüğünü görür gibi olur, dehşetle başımı kaldırarak, sakin, açık ve tehlikelerden uzak dünyama geri dönerdim. Böyle düşünmeme asıl neden, Derviş pınarın suyunun avuçlarımda apak, küçük taş ahıra dökülür dökülmezde kapkara oluşuydu. Bu şu demekti, su ağızda tatlı, aşağıya dökülür dökülmezde tuz tadında ve acı oluyordu, bu nedenle her tür hayvan barınıyordu, yılan, çıyan, insan, ejderha. Su karaydı. Avucumuzda yalancı aldatıcı bir aklığı vardı. Ama o aslında her canlıya yarıyor, bugünün ve geçmişin bütün   yaratıklarının su gereksinimini sağlıyor, barınmalarına yarıyordu. Bir keresinde el büyüklüğünde yan yan yürüyen bir yaratığın, aşağıda kıpırdamaksızın durduğunu, tepede parlayan güneşin, bu hayvanın sırtına vurdukça, binlerce dikenli pulcuğun renkten renge girerek, yanıp söndüğüne tanık olmuştum ki binlerce küçük yengecin kabuk üzerinde kıpırdaştığınıda  korkuyla görmüşümdür. O garip yaratığı ne ertesi gün,  nede başka zaman bir daha görememişimdir. Onlar kendilerini ara sıra bana gösteriyorlardı belki, onları anlayabildiğim için bana görünüyor, güveniyorlardı, ötesini bilemem.




Kızkardeşim çeşmenin cinli perili olduğuna inanıyor ve orada cinlerin perilerin kendisini paylaşamadığını ve kendileriyle oynaması için ona yalvardıklarını söylüyordu. Gülüyordum kardeşime, kızcağız, dinozorları, deniz fillerini, aygırları, atları, kuş aklıyla cine periye benzetiyordu sanırım, bir gün başına iş gelecekti biliyorum, ahırda akşama kadar kıyısında oturup oynuyor, bir gün elini kaptırıp, ahırın küçük deliğinden yeraltı okyanuslarına, su canlılarının cehennemine  dalıp gidecek, komodo ejderlerinin arasına katılacak diye korkuyordum. Onu böyle bir tehlikeye karşı hep tetikte beklemişimdir, bu halimi sezen koelakantların akıllılıkla buna cesaret etmediğini biliyorum. Ama kızkardeşim bilisizce benim bu bekçiliğimden habersiz çocukluğu boyunca cinlerle perilerle oynadı.
Çeşmenin arkasında suyun gümlediği kabarık gümrah toprakta her bahar sümbüller açardı, ben ön tarafta suların kararıp, acayip canlıların yüzüp durduğu ahırdan korktuğum için arkada toprakta oyalanmayı sever, orada çocuk tini gibi açmış sümbüllerin, düşlerle dolu kokusunda, bağlara, ceviz ağaçlarında ötüşen kır serçeleriyle, uzakta, orda -Anka rengindeki- arı kuşlarının gurik gurik diye gurklamalarına, çıtlıklarda öten sinekkapanlara ve uzakta mezarlıktaki ayrık otlarının içinde uyuklayan minik kaplumbağaların hayaline dalar giderdim. Oradaki sümbüllerin biçimini, kokusunu ömrümce unutmadım.  Hemen aşağıda ahırın uzantısı küçük oluklu gölette, ki atlar, eşekler, inekler, öküzler, keçiler, koyunlar su içerdi oradan., onlara eskil canlılar zarar vermezdi, bilirlerdi ki öküzden daha prehistorik hayvan yoktur, bir keçiden daha mitik, antikite bir hayvan daha yoktur, attan tuhaf bir at daha var mı ki, bunu bilen ejderhalar hiçbir zaman onlara zarar vermezlerdi zaten. İşte o ahırın ucunda öyle nar ağaçları vardı ki o kadar güzel açarlar, o kadar güzel kokarlardı ki... Narlar gözümüzün önünde tomurcuk olur, büyür irileşir en sonunda da dünyaya bu gezegenin kutsanmışlığına daha fazla dayanamayıp, Cemşid’in alev renkli şarabı, yerinde duramaz zalim bir Vezüv gibi ‘bang’ diye patlar, kızılgerdan ötücüğü gibi köyü sevince boğardı Köyü, ovayı, tanrının kızıl bir simgesi, kokulu bir gözü gibi süzer dururdu. Patlarda ne olurdu diyeceksiniz, söylemek isterim, elbet söyleyeceğim, buyrun dinleyin: Yaşayanlar ki hiç birimiz, hiç bir şey bilmiyoruz! hiç bir şey anlamıyoruz! hiçbir şey düşünemiyor! hiç bir şey konuşamıyoruz!.. Bu kadar.
Sonraları ne mi oldu, düşleri, rüyaları, çeşmeleri, narları ve cevizlerin kokulu yapraklarını bırakarak gurbet ellere, sılaya gittim, nereye mi Arabistan’a!.. İngilizlere karşı savaşmaya değil, işçi olarak bir fabrikanın şantiyesinde çalışmaya....

II
Bindiğim kara tren Hicaz demiryolu üzerinde makas değiştirip, bir yaprak kurdu, güneyin sessizliğinde süzülen bir kırkayak gibi ilerlerken, hiç yerini değiştirmeyen, bir gölgenin eşliğinde sisli-puslu pencerenin önünde aylarca, gölgeli serinlikleri özleyen
“ Buzdan dudakları ezgiler mırıldanıyor alaycı bir bükülüşle” şarkısını buhurlu bir nihavent gibi takırdayıp nakaratlarla yinelerken ardımdan sallanan son mendili gözden yitirinceye dek geriye dönüp baktım. Birbirinin aynı yüzlerce kasabayı geçtikten sonra bir dairenin içinde dolaşıyor sanısıyla, Şam ipeği yüklemek için yıkılmış develerin arasından Damascus’a girdik. Tozun, sarının ve kara renkli cariyenin Damascus’una... Hiçlik varlığın başlangıcıdır, kentteki, dipsiz kuyuya benzeyen yokluk, kül rengi yüzler-yüzsüzlük ve kederin insanın bağrını kemirdiği, sessiz hummaya bakakalarak ilk kez gerçekten yaşadığıma inandım ve öyleyse varlık kavramaktır dedim. “Biber ağacı yaprağı, söğütün kuzenidir.” der gibi. Yalnızlığımın aruzla yazılmış bir şiir gibi olduğunu düşünmeye başlamıştım ve kendime öylesine sahiptim ki kendimi unutmuştum. Aruz sanki usumda çakan karanlığın şimşeği ve yaşantımın ve Damascus’un yıldırımsı kırmızısı, kızıl soydan ipeğiydi.
“Cuma adında bir tepe”yi gezdim ertesi gün ve buralarda 53 yaşında olduğunu söyleyen bir çocukla karşılaştım, bir kalabalığın tam ortasındaydı, illüzyondu belki de, gerçek bir illüzyon, 53 yaşında bir çocuk düşünün ve bu gerçek olsun!
Lut gölünün-Gor çukurunun kıyısından geçer mi bu tren diye sordum birine, bir Surlu idi, Lut mu ha bir yeryüzü parçasından söz ediyorsun, adı Lut gölü dedi, şaşkınlıkla baktım ona, orada mola vereceksiniz dedi, 2 gün.  Akşama doğru güneş cenin gibi küçüldü batarken, cenin gibi kıvrıldı ve kendi içine doğru gömülerek yitti gitti. Doğuda bu ellerde her şey tersineydi, zaman uzuyor, tren  tanrısal bir değer kazanıyor, gölgeler çaprazlamasına yön değiştirip, geziyor, kuşlar hep aynı yöne -güneye- uçuyor, güneş batarken küçülüp silikleşerek yitiyordu. Tepeyi inerken Z harfi biçiminde bir çember yuvarlıyordu bir çocuk, toprak rengindeki çemberi seçtiğimde Z’nin bu kırık çembere sarılarak tutturulmuş çubuklar olduğunu anladım. Çocuk öbür elindeki kum zambağını birden elime tutuşturunca, nedendir bilmem 'Altın Venedik!' diye bağırmışım, sanırım şeylerden etkilendim ve gariptir çocukta beni Sakallı kuş! diye yanıtladı. Aşağılara doğru koşarak düzlüğe geldiğinde benden 5 dinar isteyince bütün bunların düzmece bir oyun olduğunu anladım, zaten bende topu topu 42 dinar vardı, bir kemer satın alarak 2 dinarı zorlukla verdim.
Şam’daki tuhaflık bitmedi. Barcelona yakınlarındaki Moya kentinde ‘derin ve karanlık’ bir derenin Baus diye bir adı varmış, işte o derenin coğrafik simetrisi Şam’daymış, bir gezgin, ben II. Baus’u burada arıyorum dedi. Baus’un ikizini arayan bu garip misyonere el sallayarak Damascus’tan ayrıldım, dilim kendi derinliğine gömüldüğü için kaç günlerdir konuşmadan gidiyordum, “varlığın en uç noktasındaki dile” bile uzak “dilin en uç noktasındaki varlık” olarak çölün saman beyazlığında akarak gidiyorduk.
“Yıldızlar, ayakkabılarım, Üsküdar’daki gözyaşları, lokomotifler, söğüt ağaçları, kadınlar, kapakları yırtık sözlükler, usumdan geçerken, Sırp köylerine benzeyen ağaçların arasında, Modigliani sarısı evlerle dolu bir köye geldik. Tren inanın korkunç hıçkırıklar arasında güç bela durdu. Altı yedi yaşlarında, melek kadar güzel bir çocuk trene koşut bir iz içinde yürüyor, uzun ince bir üvendireyle sanki hayvannı dürter gibi trene parmağını sürtüyordu. Çocuğun omzunda bir kuzu derisi vardı ki sattığı şeyler bu olmasa siz onu rönesans ressamlarının betimlediği, Aziz Jean Baptiste’e benzetirdiniz ve 'Gecenin yarısında Drakula / Yarasa kanatlarıyla, biner kısrağına' diye haykırırdınız. “O gün hiç bir şeyde yaşayıp, her şeyde öldüğümü gördüm" düşümde ve kimbilir kaç yıllar sonra gelecek ölümüme, ağlayıp durdum.
Levhasının üzerinde mezar resmi bulunan bir otelde kaldık geceleyin, otelin adı Sonsuz Barış’tı. Sonsuz barışa  ancak mezarda  ulaşılabileceğini ima ediyormuş, ertesi gün ne çocuğu gördüm, nede sattığı şeyin başka bir yerde satıldığını, sanki düş görüyordum, erkin ve gücün insanın yetilerini ve barışı bozucu olduğunu söyleyen batılı feylesof Kant'ı düşündüm o ara...
Bizi Hicaz’a götüren demir yılanın gücü karşısında ezildiğimi duyumsayarak alıştığım kompartımana bindik ve hareket ettik. Hareketle, geride kalan nesneleri ve şeyleri düşünerek Vikinglerin, Miklagard dediği Stanpoli’yi anımsadım, orada olsaydım o sevdiğim arkadaşımla buluşacak, Salacak’taki içkievinde zamanın ve eşyanın göreceliliği üzerine tartışacaktık. O geceye çok iyi bir biçimde hazırlanmış olarak gelecek, Newtoncu fizikle, Euclid geometrisini, Einstein mantığından uzak belki de Parmenidesci gözlemle tartarak zamanın geçmesiyle, nesnelerin hızı arasındaki bağıntıyı ve kısalan eşyaların tuhaf görüntülerinden söz edecektik. Birden kararan havayla garip bir ürküntüye kapıldım, karanlığın içinden geçip giden tren, anlağımı çarpıtan bir takıntıyla, sanki geldiğim ve geçtiğim yerlere bir daha hiç dönemeyecekmişim gibi bir korku yarattı bende, dahası Üsküdar’daki arkadaşımın birden öldüğü  sanısına kapıldım. Yaşamımda onu bir daha göremedim, buda bende ölüm duygusunun göreceli olduğu saplantısına yol açtı. Buralarda bu uzak ellerde gerçekten ölümün ayrı pek çok anlamları olduğunu anladım. Geçtiğim kasabalarda (hızla geçerken!) gördüğüm ve bir daha asla göremeyeceğim ve üstelik yüzünü gözünü bile seçemediğim silüetler, gerçekte hep birer birer ölüyordu ve dahası onlar için belki de trenin içinde kimsecikler yoktu, ben yoktum.
Oysa yaşam tanrınındır, ama ölüm onun olamaz, hepimiz yaşıyorduk kısacası ve hiç bir zaman ölmeyecektik, ölümsüzdük ve tanrının olduğu yerde ölüm olamazdı, ölümün olduğu yerde de tanrı. Öyleyse hepimizin küçük birer tanrı olduğu bizler nasıl oluyor da ölüm duygusuna kapılıyorduk, bunu yaşamın bir tecellisi, daha doğrusu tatlı bir sürprizi gibi düşünmek gerektiğini algıladım, tren gidecek bende yaşayacaktım. Pencereden başımı çıkararak yukarılara yıldızlara baktım; Venüs’ün güzel ışığı karanlık gökyüzünde titreşiyordu, gözyaşlarıma engel olamayarak şu dizeleri söyledim.
“Ey kuğu, ne anlatmaya çalışıyorsun bükük boynunla
olmayacak düşlerin peşinde gezinen, kederli adımlarınla?
Çiçeklere karşı ilgisiz, sulara karşı zorba,
güzel ve beyaz olmandan mı bu sessizliğin?”
                                                                        (Vicente Aleixandre)
Ey ölüm!..

“Ah Montaigne! Nunez haçı gördü kalktı,
ve buldu saygıdeğer Vencedora’nın yanıbaşında Sfenks’in donmuş cesedini.” (V. Aleixandre)
Öyle bir dünya ki şöyle bir iki yumuşak esinti dolu dizelerden sonra, mutlaka başka bir dörtlük bir dize çıkmasın ki huzurunuz bozulmasın, tadınız kaçmasın. En iyisi düşüncenin tadına bırakıp kendinizi, hiç konuşmamak, hiç mırıldanmamak. Hiç bozmamak eşyanın duru tadını.
İlk gecelediğimiz istasyonda bir Arap Türk’üyle tanıştım, Köse Paşa babasıymış, yaşlılık çağında sakalını oğluna kaptırmış. Oğlu yeni tanıştığımız -Veli- zorbaymış, koynunda ilahi kelam, boynunda çıngıraklı yılan, kolunda -peçeli doğan, altında at, ardında seyis, düşüncelerinde çıyan,  geleceğe hızlı ve hırslı bir derebeyi olarak hazırlanmış, parayla vezirlik satın almış, sırasıyla sarayda  kapıcı başı, sonra voyvoda, mütesellim olmuş, Sivas, Diyarbekir, Rakka ve Halep Valiliği yapmış.
Ama bir gün her şeyi ve her şeyi, tacı, tahtı ve veliahtı bırakarak çöle açılmış, adı sanı yok olmuş. Bir meczup gibi adsız kasabaların kitapsız ademi, esvap ve akıldan eşkalden ayrı, anadan üryan o istasyondan bu istasyona, o kasabadan bu kasabaya dolaşmış durmuş. O benden ben ondan ayrılırken değil el sallamak, bakmadı bile, çok uzaktan duvarın dibindeki birine, belki bir sonraki yolcuya yaklaştığını görür gibi oldum, belki de öyle yapacağını düşündüğümden, belki de istediğimden. Ama sanki ışık hızında yaşıyordu, çöl yavaşlığında sürüp giden geçmişin görkemini terk edişi asıl aldatıcı olan yanıydı. Çünkü her an yeni biriyle tanışıyor, bir öncekini hemen unutuyordu. Bu onun için şu demekti, bir anlaktan başka bir anlağa ne kadar çabuk geçerse o kadar çok yaşayacağını umuyor ve böylece evrenler tanıyacağını umuyor, belki de ölümsüzlüğü düşlüyordu. Tren hareket ettiğinde onun için çoktan ölmüştüm. Sadi’nın Gülistan’daki hayali gibi solup, yokolmuştum.
Tuhaf biçimde tacın tahtın devletin paranın, atanın olmadığı bir dünya düşleyerek, sömürgen ve sömürülen topraklarda ilerlemeyi sürdürdük, çölde şimdi Hemedan’daki çiftçiler, kırlar kimbilir nasıldır diye düşleyerek ilerlerken, Bizantik surlarla kaplı, Hint sümbülü kokulu, gizli bir cennete geldik, kıraç Dakota toprakları gibi uzanan çölden, meleksi Devon köylerine benzer yeşillikte bir diyara gelmiş olmakla ne kadar şaşırdığımı bilemezsiniz, çocukluğunda sünnet olan arkadaşının acısına dayanamadığını yazan H. Poincare gibi ‘ Bilim aynı zamanda hem çeşitlilik ve karmaşıklığa (us dışılığa) hem bütünlük ve basitliğe doğru kesintisiz bir süreç izler’ Bu bakımdan, ipin ucunu kaçırmamak için şaşırmayı bıraktık, şehirde, beyaz kuğulu göller, yelpazelenip, salınan yosun ve eğreltiler ve sürekli açılıp kapanan, sonsuzca çiçekler, binbir renkte kuşlar vardı. İnsanların sesi cam gibiydi, sesleri görebiliyor, nesneleri işitebiliyorlardı., hani bir masalda Eschberg köyünden akan Emmer deresinin yatağındaki Petri kayasında yaşanan olağanüstü olaylar ve nice tansıklar gibi... yollarda gezinen tül balıkları bile aralarında konuşuyorlardı. Gümüş bir servi gibi,  güneş hemen tepemizde tatlı bir ısı yayıyordu, cadı gözünün öldürdüğüne can veren İsa neferi gibi, ılık bir koku yayıyordu ayda.
Kadınların kirpikleri gönülleri delip geçen oklar gibi uzundu, erkekler Mısraim'in Yusuf’u gibi güzeldi. Triangulum yıldızı gece gündüz aynı yerde parıldıyor, serpantin gibi değişik biçemlerle yanıp sönüyor, parıltısı azalıp çoğalıyordu. Aristo’nun kitabındaki gibi ‘gülmemek’ yasaktı. Ve gelmiş geçmiş tüm seslerin saklandığı  bir ‘Müzik Katedrali’ vardı. En gözde uğraşlardan biri org körükçüsü olmaktı burada, org  çok seviliyor hatta bizimde bulunduğumuz bir ayin sırasında, körükçünün biri balkondan düşerek öldü, daha doğrusu başka bir simetriye geçti, burada ölüm için böyle diyorlar.
Hani Arjantinlinin Aleph adlı yapıtında ‘Savaşçı ve Tutsağın Öyküsü’ nde bir gün kavmiyle, kuşatım ve fetihler amacıyla, Ravenna önlerine gelen Lombardialı barbar Droctulft’tan söz edilir, Droctulft, ülkesinin ormanlarından geliyordu, cesur, günahkâr ve acımasızdı, bildiği tek yerleşim birimi ormandaki kulübelerdi ve şimdi ilk kez bir kent görüyordu. Onu ufukta yavaş yavaş beliren  Ravenna’nın duvarlarını, kulelerini ve daha önce hiç görmediği başka şeylere bakarken düşleyebiliriz. Kentin servileri ve mermerleriyle, düzensizlik yaratmadan bir araya gelmiş pek çok öğenin bütünlüğüyle, tapınakları, bahçeleri, sütunları ve süslemeleriyle, düzenli ve açık alanlardan oluşmuş bir çoğullukla karşılaşır. Henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip Droctulft, kentin beklenmedik sürpriziyle vurulur, kavmini terkeder, Ravenna için çarpışır ve ölür. İşte bizde Droctulft gibi bu gizli cennetin sakinlerinden olduk kısa zamanda kırılacak bir kristal gibi nazenin davranıyorduk, surların içinde görüp yaşanan her şeye. Her şey o kadar şaşırtıcı idi ki, yaşam bizim yaşama benzemiyor, ölüm bizdeki ölüme benzemiyor, etik bizdeki etiğe benzemiyordu.
Yanımdaki tren yolcularından biri birden bir şey keşfetmiş gibi oğul bizdeki etik olan ve etik dışı olanda adi ve seviyesizce başka bir şey bulmalıyız, oluşturmalıyız dedi. Uzun uzun güldüm, çünkü umutsuzdum. Belki sizde güler misiniz bilmem ama, örneğin gıdalar, evlere dağılan doğal gaz gibi dağılıyor, sayrıların doğal-bünyesel istekleri belirlenip ona göre bir beslenim uygulanıyordu. Ayrıca kavga görmedim, yüksek ses yada bir patlama duymadım. Yaşam yalın bir matematığe indirgenmiş, karmaşık bir bütünlüğü andırıyordu. Ve insanlar bilim yada esin için çabalıyorlardı, bir çaba içindeydiler. Gene de büyük bir aylaklık ve sanki hiç çalışma yokmuş gibi bir görüntü vardı. Neden sonra aylaklığın görevin bir parçası hatta kendisi olduğunu fark ettim. Düşünmek çok uzun zaman alıyor, eylemse kısa bir anı kapsıyordu. Ve bilmiyorum demek, bilmek gibi saygı görüyordu.
Bir kuş bomboş gökyüzünü devindiren canlı uçuşlarla geçti, (bankta) oturan bir adam gözlerime bakarak “Zaman içine kıvrılsaydı yalnızca geleceği anımsardık” dedi.
Burada bir hominidin torsosunu (kolsuz ayaksız, başsız gövde) sanki bütün uzuvları varmış gibi canlandırıp, konuşturabildiklerine de tanık olduk. Nokta hareket ederek çizgi, çizgi hareket ederek yüzey, yüzey hareket ederek cisim olmamış mıydı. (Demokritos gibi) ve ‘Si on soit riche ou sans un sou; sans amour on n’est rien du tout!” ‘Aşk yoksa hiç bir şey değiliz biz!” ...öyle değilmiydi.
Elest aleminden beri sınanan insanoğlu gibi, elle tutulup gözle görünen evren birden durmuştu. Günün son ışıkları altında kent neredeyse bir düş kadar soyuttu, (buzağı dili gibi kızaran) buzağı gibi sıcacık, damak gibide pembemsi, naif. minyatüri bir manzarası vardı. Sanki bütün bu olanları ‘Mısır’ın Ölüler Kitabı’ndan izleyip anlıyorduk.
Ayrıksı düşünceleriyle, insanlığı yaşadığı cinnet parametrelerinde sarsmaya çalışan kuramsal terörist Baudrillard’ın paradoksal düşünceleri yada ‘Sisyphos Söyleni’ gibi yaşamın saçmalığı ve gülünçlüğü karşısında uyumsuzlaşan insanın en temel felsefi sorunsalının canakıyış olduğunu söyleyen sahte görünüşlerle donatılmış bu hiçlikler evrenini, bir cinayetin kusurlu görüntüsü olarak algılayıp, gerçekliğin zerresini bile barındırmayan bu yanılsamalı göstergeler dünyasında, yüzümüzü yapıştırdığımız soğuk cam bizi iletmiyordu artık.
Donuk, ölü bir zaman manzarası karşısında iç geçirip, sanallığın kefeniyle gerçekliğin ölüsünü sarmalıyorduk. Yitik çığlığımızı aramak için geri dönerken, tüm yıldızlar bir bir sönüyordu, gökyüzünde karanlık bir rüzgar soluğumuzu çekip alırken, sürükleniyorduk
Üzüm, incir ve kâlp (yürek burkan) dolu bir manzara karşısındaydık Yemameli Müseyleme’tül, Kezzab ve Ansi gibi yalancı peygamberler için  üzüldük... Mademki yalnızca duyu dalgaları ve kokuyla iletişim olacak, Mozart bir efekt sayılıp, burun kılı makinası ve pigme tıynetindeki kuvvet aşağılanacak ve Tiber ırmağı gereksiz bulunacaktı... Hasılı yapılanlar ve yapacaklarımız boş bomboştu. Bütün bunlara ne gerek vardı.
Derken, kutsal kitaplarda “iki kızdan biri haya ile yürüyerek Musa’ya geldi.”  diye yazan gibi, bizde birden gizli cennetten ayrılıverdik, trenimiz hareket etmişti.
Kompartıman komşum ilk kez konuşarak, “Yanıp yıkılan hep sevendir kardeşim, sevilen sakince uyur, otolara biner, evinde saka besler, duymaz, görmez ve konuşmaz. Seven ise ateştir, kül olur, kül içinden Anka olur. Bilir misin dünyayı sevenler ayakta tutar, bütün özveri onlardadır, sonsuz başlangıcın masalı gibi, güneyin kalbinden bir sardunya geldi, Fal-ı Reyhan-ı Sultan Cem gibi seven hep sevdi, hep sevdi dedi. Adam geçmişin panteist hurufiliğinden gelmiş biri gibi beni etkiledi. Yani pek ilgilenmediğimi anlayınca daha saatlerce özdeyişler püskürüp, nice kıssalardan, masallardan söz ettiyse de ben uyumuşum.
Ama uyumadan anımsıyorum, bir şey daha söyledi bak Keje 2x2=1 eder, birbirinin aynısı şeylerin tümü tek bir şeydir dedi. Onlar çoğalmaz, azalmaz, bölünmez ve toplanmazdırlar dedi.

“Elf leyle vü leyle” (devam eden masallar demek) Sanki İthaka’yı arar gibi, bir Haçlı gibi Sümer, Elam, Akat, İbrani, Arami, Süryani, Nabat, Semut topraklarından gelip geçiyor ve Richard gibi gidiyor, gidiyorduk. Palmir ve Habeş’ide arayıp bulacaktık.
Durakladığımız ilk vahada, ne ot ne balık ne tırtıl, karada yan yüzen, suda yürüyen, gözleri ayrı yere bakabilen, at başlı , bukalemun vücutlu, cinsiyetsiz, doğuranın küçülüp, doğanın yerine geçtiği, doğanın ani gelişimle doğuranın yerini aldığı ve bu döngüyle ölümsüzlüğü ve doğuran safhasına gelince doğanın yerin alıp sonsuz gençliği yakalamış bu canlılar bölünerek çoğalıyor ve her seferinde yeniden bölünerek sonunda ik yavruya dönüşen bu canlı ölümsüzlüğü ve sonsuz gençliği yakalamış görünüyordu Üstelik ne yaparsanız yapın ölmüyor süngersi kauçuk bir madde gibi kopuyor, eriyor, ama eksilmiyor. Yavrulamanın dışında parçalanmıyordu, hayranlığımızı saklayamadık, tutulmuyor da akıyor, kayıyor, uçuyor sanki, görmek gerek diye bitirelim. Hakepa platosundan 1000. Yüzyılın ilk şafağını izleyen serüvencilerde oradaymış, adı “zaman yayında titreyen prens” anlamına gelen önderleri var, kanlı, ışıklı tırpan ve oraklar silahları, kefenler, terazilenmiş tüyler, kanatlı zamanla, boşluktan kelamın kurban olduğu yerlerde gittik diye bir sürü şeyler anlattılarsa da dinlemedik

Trende birden karşımıza çıkan, orta yaşlı, nur sakallı biri, aynı Kuran’daki gibi ancak sezilebilen şeyler nakletti saatler boyu “Çöl kenarına kurulmuş yalnızca tek bir omurgadan bileşik tuhaf bir şehir varmış bir zamanlar, o vücudumuzmuş, ruh vücut uyuyunca buharlaşır ve öte dünyadan gelen rüzgarın önünde başıboş bir yaprak gibi sürüklenip, kof bir kozaya dönüşürmüş. Gövde yani vücut, tüneğimiz olup, uykuda, ruh tüneğinden uzaklaşır, gövde ıssız, terk edilmiş bir hal alır. Yıldızın yavaşlama kavsi buhar tabakasının mihak gecesidir. Her Arabi ay balçıktan cenin doğurur. Ayna yüzlü, ay halesi biçeminde vücutlar, doğu kıble semtinden, gaybi hüviyet yüzünden, güneş efrenci yardımıyla tlût (balık) ve ferkadan sayesinde, Hamel burcunun seyyaresiyle doğar. Bu  Utarit ve sudur. Hımareyn’de göğün titrek kısımlarını sevenler şua açısından ahadiyet mertebesine erdiğinde , Hâke, Yele, Su ve Sevr, Sünbüle, Cedy ve Toprak olurlar.
Zeval’den önce Hind dairesinde, mikyaslı çubuğun gölgesi dağa vururmuş. Matl-Silbar kertesinde mihverin kuzey ufuk işaretini araştıranlar Hamel burcu feleğe erdiğinde Cevza ve Seretan’ın yanına gitmişler. Kutb-i Süheyl’de, Esed’le beraber çölde, Mizan yönünden kervana katılmak üzere gelirmiş. Akrep, Kavs ve Cedy’i birlikte sokunca Delv, Hut’la onlara yardım etmiş. Kamerin yörüngesine gelince, develer fezanın taksim şekli ve bürûc dairesinin devrini tartışanlar, mikyaslı çubuğu yerinden sökerek gölgeye ve tartışmaya son vermişlerdir.
Mesteki’nin Misk ve Uduhindi’den Hithit’le anlaşmazlığına gelince Cümle-i Asğâr’ın Cavi ve Besteki adında iki ağacı varmış. Besbase ağacı, Kafur ve Sandolos ağacı ise yokmuş. Burlu Sünbüle kokan ağaçsa çene ve omur ağrılarına iyi gelirmiş. Rabia ki kızıdır, bu sayrılığa yakalanınca önce derman sonra cefamı diyerek salisen ağacı kesmiş. Mağyeb-i Tir’de duyulan bu olaya Misk ve Hithit gülünce bunu duyan Mesteki Matla-i naş ve Kutb-ı Cah’dan akan suların yönünü değiştirerek Matilyun yada Matliklil olarak  tanınan bu kişilerin o yörenin sularını kesmiş olmakla canlarına okumuş. Matl_ı Tair ve Matl-sımak, Mağyeb-i Tur’da bu duruma karşı çıkarak kavgaya son vermişlerdir.
Eşeğin efendi olduğu bir köy vardır, hizmetkar olan adam her gün tam üç öğün eşeğe büyük bir sepet içinde küspe, elma, bağ yaprağı, çavdar, yulaf ezmesi ve hasıl getirir, dereden kovayla su verir. Eşek, semender gibi, at gibi semirmiştir orada, gözleri anlamlı bakar eşeklerin, kulakları dimdik olup yuvalıdır. Eşekler yaşar insanlar hizmet eder. Her şey tersinedir. Bir gün eşeği (Süveyş bülbülü gibi) süs olmaktan kurtarıp her işe yaradığını gösterecek olan bir panayır sahibi gelir köye, eşek tekme atmakta, koşmakta, ağır yüklere bana mısın dememekte, dağa taşa çıkıp inmektedir. Bezgin ve miskin olan köylüler eşeğin böyle bir işe yarayıp, kuş gibi beslenmediğini, üstelik semerde vurulduğunu görünce usları şaşalayıp, daha da kötüsü bedenen sayrı olup yatağa düşerler. Kutsal bildikleri hayvan zavallı bir şey olup çıkmıştır. Dahası gözü yaşlı köledir. Köylüler bu yeni duruma alışmaktansa kutsal hayvanlarını semadan sahraya düşmüş işaretçi bir yıldız gibi kargışlayıp kurban ederek köyün girişine buzdan bir nöbetçi gibi putunu dikerler Bir zamanlar eşeklerin efendi olduğu bir köydür orası. Yular insanların, altın gerdanlık eşeklerin boynundadır orada.
Mizantrop (insansevmez biri anlattı bunları) birindendir dinleyin, Isfahan sokakları niçin her gün lale sularıyla yıkanır, Hafız yeryüzünün en güzel mücevherlerini sonunda kime sattı. Şiraz’da, Tebriz’de güneş niçin dağların tepesinden önce rüzgarda sallanan bir kamışa vurur. Rey’de bir nakkaş, şarap testisinin üstüne yaşlı bir adama şarap sunan ve elinde mavi gündüz safası tutan genç kadını çizerken, resimdeki testinin de üstüne ve iç içe aynı resimleri sonsuza kadar nasıl nakışlar. Kimbilir...



V
Şahlanmış bir ata binen ve elindeki kılıcı sallayan ceset ve ölü cenini karnında taşıyan hamile kadın, Seliak hastalığı olan insanlar, “Eppur si muove!” ‘Yine de dönüyor!’ diyen Galile, iki atın çektiği gümüş tekerlekli arabasıyla göklerde dolaşan tanrıça Selene, “Yalnızlığını kanıksamış kule”  “bir güneş İsa’dan önce” “Üzerinde bir kuğunun ışıldadığı göll” “gölün ötesindeki bahçede güneşin yumurtalarına benzer bal kabakları” Akheron’da kayıkçının verdiği silik para, cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol diyen Mevlana, efsanevi Krosios, Midas’ın yurdu ve Korinthos kıstağında Phaiakların adası. Sais ile Eski Atina arasında silah arkadaşlığı. Babil, Allah kapısı demektir ki, Mekke ve Medine yolu üzerinden gidilirdi. Cenk arabaları ve telepatik tanrıları vardı Babil’in.
Atina, Babil, Mekke, Smyrna, Roma, Maya veya... tunç çağı denizcilerinin güçlü kuzey rüzgarlarıyla Mısır’a kadar inip yarımadaya yerleştikleri ve Hicaz’da dünyanın ilk kolonisini kurdukları, metalurjinin beşiğinin, Etiyopya olduğu, o zaman güneşin kuzeyde göründüğü ve güneşin soğuk ve uzak olduğu ve hız limitinin de saatte 50 km ye vardığı, Kafkas atlarına binerek yolculuk yapıldığı, bir Miken teknesiyle Pamir dağında yol alındığı, Oberon ve Umbriel adlı kaşiflerin iki büyük uyduyla Basra’ya indiği ve Nereid ilinin yüzeyinin buzdan oluştuğu, Kuiper kuşağı kökeninden olduğu düşünülen bedevilerin bir kuyruklu yıldız ailesi olan Sentor’larla yakın akrabalığı. İnsanların sevgililerini sabah çiğinde aradığı, suları çöl renginde bir koya bakan prizmadan kraliçenin göründüğü, sesinde evren boyutunda bir kin ve sonsuz bir utku taşıyan kralın, her gün kraliçenin boynunu vurdurduğu ve güneşin batmasına yakın kraliçenin prizmanın içinden gene doğduğu, alacakaranlıkta ormanı gözetleyen tanrı, çift yüzlü Janus’un  kraliçeyi kaçırarak prizmaya olan tutsaklığından kurtardığı ve kehribarda saklanır gibi kralın prizmaya girerek sonsuzluğa kavuştuğunu sandığı, tozlu bahçelerde öten gece kuşlarının ötüşerek bu durumu bütün şehre yaydığı, zındık bir ölünün buna inanmadığı, kralın prizmanın içinden zındığın ikinci kez öldürülmesi buyruğunu verdiği, zındığın bir kez bunu yaparsa sonsuza dek yapmak zorunda kalacağını, çünkü zaten ölü olduğunu, ayrıca insafı varsa bunu yapmamasını bir kurdun bile sıkıştırıldığında kaçmadan önce durup, bir daha göremeyeceği düşmanına son bir kez baktığını, ölü bile olsa yaşamın ne kadar tatlı olduğunu...
Suya damlayan su gibi saf maddenin ürkütücülüğü doldurdu odayı bir an. Sonsuzluk, bakışımlı iki ayna, Capet kravatı da giyotin oldu artık dedi.  

VI
Tulkarem’de kadınlar fanilaları öküz ödü ile yıkarlar, kundaklanmış Mısır tarlalarının yanıbaşında Mısırlar bataklıkların kenarındadır ve bataklıklarda yaşlı balıklar, kanatlı balıklar ile yüzgeçli kelaynaklar bulunur. Samiri’nin yaptığı buzağı heykellerine tapan inançsızlar gibi bu kadınlarda, balıklardan ürker ve onlara taparlar. Beşbin yıl önce Mısır’da Atlantis yıkımından gelen bir terzi yaşamaktaydı, yüzbin yıllık bilinç diyalektiğinin oluşturduğu bir dille konuşurdu, soyunduğunda  kuyruk sokumunda yüzgeç izleri olup, böğründe de pençe izleri vardı, bıyığı da kedi bıyığı gibi sarkıyor ve tel teldi.
“Yeşil gözlü siyah bir parsı” rüyasında görenler o terzinin soyundan gelen Tulkarem’li  kadınlarmış onun için taparlarmış balığa, kocaları gibi sayarlarmış onu. Siyer, Sarf ve Tecvid’le, Damat Ferit’de onların soyundan gelmeymiş. O kadınlar, o yaşlı balıklar için şöyle yas tutarlarmış, ağıt yakarlarmış şöyle, aynı soydan geldikleri hasebiyle kutsarlarmış.

“Kadın bedeninde kadersin sen
Ve ben bu kadere boyun eğmiş
Şimdi seni uzaklaştırdılar ey efendim
Ağacından uzak yeşil yapraklar gibi
Ve ben senin çığlığınım ey efendim
Bir ah gibi uzayıp giden patikada...”
                                                              Nizar Kabbani

30 yıldır daha bir canla ve çığlıkla yakılırmış bu ağıt, ama otuz yıldır yapılan bir şey Kronos bakımından gerçekten otuz yıllıktır, Kairos ise zamanın süresini değil, içeriğini, yani düşünsel değerini anlatmak için kullanılır. Bu bakımdan otuz yıllık bir şey Kairos bakımından bomboş bir şey sayılabilir. Tiberli biri, Heratlı birine ama -boşlukta- göreceli bir şey değil midir demiş ve çok daha tuhaf bir şey söylemiş ardından;
“Vanitos Omni Vanitatem”
“Her şeyin boşluğudur boşluk.”
Bu bakımdan dolu nedir ki, Mudanya ile Napoli arasında bir kara parçası mı, Sıffin savaşı mı, ortası delikli halkaya benzer evren mi, Hubble sabiti, Fourier çözümlemesi gibi kozmolojik parametreler mi, kafirler ve zındıklar mı, feniks kuşu mu, Kafernahum’da cebinde polonyum elementiyle dolaşan çaşıtlar mı, müon nötrinosu, Çerenkov ışıması, akseleratörde yapılan deney mi, Nomad ve Chorus dedektörü, Van Allen kemeri, Zarya (gündoğumu Rusça) , Mongolizm, Kuvaga (Afrika yaban eşeği) Triangulum kandili, Hitler mi, Hititler mi, Metshta (Rüya mı), Capricornus mu...
İskender’ide, Byron’uda, Dante’yide anofel ısırığı öldürmüştür. Filden fare olacaktır. Lalende yıldızına gidip, Oort bulutuna sokulacaktır. Ama kendi gölgesi, kendi boyuna eşit olunca piramidin boyunu bulan Tales gibi, halk beni çok sevmiştir. Halk kamçılayanı sever, nükleer reaktörün kalbindeki büyülü mavi ışık gibi bayılır. Ama halk yok artık. Holografta 3 boyutlu aktris evimde yaşıyor. Ay ışığının yanında. Gerçeği ara sıra bu iletişim ve tanışma bantlarını denetliyor. 120.000 kişinin içinden beni seçti. Çünkü yazacağım aşk öyküsünde holograftaki aktrise aşık olan bir yazarın sanal ve trajik aşkını anlatacaktım.

VII
Pelios mızrağını kuşanan demirboğa Perseus, gönül verdiği Hint güzeli Andromeda’yı kırlara kaçırdı. Pompei’nin gölgelik yerleri ve Akra yamaçlarında kuzularla, dolaşıp durdular. Orman çakalları önlerine çıkıyor, posta tatarı olan bir Frigya delikanlısı ve yanındaki kız kırlarda, kırıtarak yanlarından geçiyordu.
Hercules arslanı kızı istedi, kanıt için kırlangıcın göğsündeki kan beneğini gösterdi. Korken ödülünü alan bir Romalı da önlerine çıkarak Baküs’ün boynuzlarından daha kutlu bir nesnenin olamayacağını, kendini Thalia’nın arabasıyla kaçarak ağaca asan Byblis’in, akboğa Ceres’in ekinlerine çürümüş toprak olduğunu söyledi. Zehyrus’a aşık Cephalus ortaya çıkarak ipin ucunun kaçtığını ve başa dönmesi gerektiğini bildi. Oysa karısı Procris onu ormanlarda arıyordu. Cephalus esen yelle dinlenirken Procris anlıyor ama Cephalus bir yırtıcı sanıp, onu okla vurup öldürüyordu. Ammo’nun boynuzlu bilicisi ile Aurora’daki Phoebus’un üç ayaklısı idi bunları anlatan.
Anlatan “korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürelemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli. İnsanın öteki insanların yaşamlarının belli anlarında onların düşmanı olabileceğini, ateş böceklerinin, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, günbatımlarının düşmanı olamayacağını.” anlamalı.  Başka biri ; kafirlere daha çok güvenirim, müminlerin içtenliğinin kanıtı nasıl belli olabilir ki” dedi. Biz ise uçurumda vaklayan ördekle dolaştık, yankı yapmayan ördek sesi yerimizin kolayca bulunmasını sağlayabilirdi. Hadardaki mağaralarda işte böyle birbirimizi yitirmeden dolaşabildik. Mesyanik bir Marksizm teması içinden, Frankfurt ekolünün sapkın figürü Benjamin av arkadaşımızdı. Çisentili poyrazda uyuz bir keçi vurduk, Cenab-ı hak onu vuranın, onu kılavuz edinenin, ona bağlananın boynuna keçinin yularını taksın. Et değil labada ezmesi yeseydiniz, ciğer püryanı, horoz ibiği otu kaynatın. Suffe’de (medrese) bunu öğretin. Gadirihum’da vasi ve halife atananı sevin. Bulut kükreyip çakal yağmuru yağsa da, buz erintilerinin üstünde Konstanz gölünden atla geçerken ikiz leoparlarla , tilki yavrularını izleyerek dağlara bakın. Av avlamayın.
2x2=22 bilinirsede şu uzakta ki son iç çekiş köyüdür dedi. Kör melekler ve kamçılar sergilenir orada. Pegasi yıldızı Aralık’ın ortasında köye iner. Ve yıldızdan gelenler gözlerimizin içine bakarak, dünyada yaşamın olmadığını savlayabilirler. O zaman son iç çekiş köyünün en yaşlı sakini der ki; Öyleyse yaşam yok ve ben yaşamıyorum ama bunun bir ayrıksılık olduğunu düşünelim ve diyelim ki ben bir ayrıksıyım, öyleyse ayrıksılığında bir ayrıksılığı olmalı, öyleyse yaşam yoksa, bir yerlerde yaşam olmalı dedi. Son iç çekiş köyü halkı bu paradoksla Nefertiti gibi gözlerini yumdu ve uyudu. Var ve yok, yok ve var.
VIII
Trenimiz ahiret melekleri gibi içimde kımıldayıp giderken Medine peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ve ahlaksız simsar yuvalarından biriydi. Hafir’de serap ve kum bahçeleri arasında kabile bayrakları dalgalanıyordu. Ravza’nın yeşil kubbesinde, peygamber sanduka örtüsü içinde ahsız iskelet gibi yatarken, kabirlerde çürüyen atlas örtüler, maden çanaklar, kandil yakmalar, Hama ve Humus develeri, kasabalar, iskemle, hasır, porsuk eti, kerpiç ve kafesler vardı. Küveynat neresidir diye sordum? Buhara katırlarıyla, Isfahan beygirleri arkamda duruyordu. Nerelisin hangi şehirdensin dediler. İçimi çekerek geldiğim yerin içinden soğuk su geçer dedim. İskorpütlü çocuklar, çürük diş, Türk yavruları ve çekirge turfuğu yiyen insanlar vardır dedim. Tanrıları otomobile biner, Arap kursağı (kısrağı mı!) orada da vardır. Hicaz hurması satarlar, Kamame papazları avcunda yıldız tozu gezdirir, Kudüs’ün hançerli putu, pancurlara fesleğen saksısı ve Balfur’un söylevinin Davut’un mezmurundan daha etkili olduğu bir yerdir dedim
Soyguncu Urban’ı tanımazlar, ağlama duvarının aşınmadığını görerek yalvarmanın ne menem boş bir şey olduğunu düşünmezler dedim. Güldüler. Biri bende Pozantı’dan geldim dedi. Devenin üstüne merdivenle tırmanmaya çalışan Avusturyalı subay, kanalı geçmek için Taberiye gölünde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve boğularak öldürülmüş Arap kadınlar çevremi sardı. İsa, Nasıra’da marangoz çırağı idi dedim.
Halife alayı geçti yan sokaktan, Arap gırtlağı mahalleyi çınlattı. Erbaa vaburat li Dicele tu vel Fırat diye bağırdı biri. Hurma korusundan bir kız çıktı. Yüzleri yırtık, meşin keseli, kirli bir  urban Beyrut’ta Bassul oteline vardı. “Zehiy tasavvur-u batıl, zehiy hayal-i muhal” diye söz edenlerin arasında koştum durdum. Meğer Rayak’ta bir tren kazası olmuş. Diken yığınına sarı boynunu uzatan deve gibi ölmüşler. Şam’ın, Barada ırmağı kıyısına gömmüşler. Zahle’nin dağ yollarında ağlama sesleri bir türlü kesilmemiş.
Sukulgarp’te çobanlar yaraları sarmışlar. Havran’da gün batımında Arap sazı inim inim inlemiş. Ayin Sofar’lı biri gece boyunca içmiş. Kont Kavur kılıklı biri Lübnan’a kar yağarsa Beyrut’ta bahar vardır. Sofar’da nisan İstanbul’daki gibidir. Şam bahar gülüdür derler, Kudüs’lü kışı tanımaz demiş bir vodvil esprisiyle. Piedra ırmağının kıyısına oturup ağladı oda dedim
XI
Medine’de bulunan Hazreç kabilesinden Es’ad bin Zürare, Rafi bin Malik, Avf bin Haris, Kutbe bin Amir, Ukbe bin Amir, Cafer bin Abdullah adlı altı kişilik bir grupla Akabe mevkiinde karşılaştı. Ubeyy bin Halef, Bedir’de öldürülen kardeşi nedeniyle bir düşmandı. Allah-ü Teala’nın en çok buğzettiği kimseler, Katade bin Numan onun çevresinde çarpışırken gözünden okla vuruldu ve gözbebeği yanağının üzerine aktı ve o gözbebeğini eline alıp yerine koydu ve Katade’nın bu gözü diğerinden daha dayanıklı daha güzel oldu. Güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe için açık kalır dedi Tirmizi Sığırı kesip bir uzvu ile ölüye vurunca dirildi ve kendi dili ile katilini söyledi. Camius-sağir’in sözüne göre miskini ve fakiri sev ve cennete git. Allah düşmanı Samiri. Kuba’dan bir Cuma günü Ranuna vadisini geçerek Vedd, Suva, Yegüs, Nesr adlı putlar Medine’ye gelmiştik. Medyen halkı. Aya şehadetle işaret etti ay derhal ikiye ayrıldı, şak oldu yarısı Safa tepesi, diğer yarısı karşıda Kaykaan tepesi üzerinde göründü. Allah-ü Teala Vetekaddes Hazretlerinin fail-i mutlak olması gibi. Fil hadisesi, tuğyan eden bir kavmi yok etmiştir. Beyt’i korumuştur. Ebabiller, Ebrehe’nin ordusunu kum taşıyla -ayak ve gagalarındaki- helak etmiştir. Y gibi bir adam belirmiştir. Kum zambağı elindedir. Cuma adında bir tepeye gelmiş ve 53 yaşında panteri dağa bakan bir çocukla karşılaşmıştır. Çocuk bedeninde bir güneş parlıyordur. Hayvan ruhu gibi bir gölge hiç yerini değiştirmiyordur. Sakallı kadınlar dolaşıyordur. Her şey taş kesilmiştir. Develerle  Şam ipeği gidiyordur. Garip bir üçgen havada asılı kalarak sağa sola kayıyor, bilge şair Basho koltuğuyla-kulübesiyle beraber yaşıyordur.
XI
Badiyelerde oturan aşiretlerin şeyhleri kurnazdırlar. Ne kadar güven verirseniz veriniz, baba oğul bir arada gelmezler. Casuslar dilenci kılığındadır. Nur-u Şalan gelirse oğlu Nevvaf çölde kalır. Lübnan’da Nevvaf’ı konuk etmiştik. Şam ve Bağdat arasındaki sonsuz çölün büyük bir parçası Ruvale aşiretinin hükmündedir. Nevvaf ve babası orada hükümdardırlar. Suvareke kabilesinin kabzalı bıçaklı ve devesine bir türlü binemeyen Hintlisi gibi Hilaliahmer’e bir gün Bağdat’a karadan ve çöl ortasından nasıl gidileceğini sordum. Size bir yıldız göstereyim birde mühürlü bir kağıt vereyim, hecine binip on gün on gecede gidebilirsiniz dedi. Nevvaf’ın dediği doğruydu, ama mühürlü kağıdı başka aşiretin adamları görürse bu Ruvale bedevisi için ölüm fermanıdır. Aşiretlerin çölünde Nevvaf’ın göstereceği yol yıldızından başka birde Aman yıldızı vardır: Altın! Altın kuma atıldığı zaman sesten başka her şey verir. Salta’da, Amman’da, Yukarı Necid’de, payitahtı Hail’dir. Medayin’de, Sebi’de, Cedide’de, Katya’ya hakim tepelerde, Mahdes taraflarında sadık ve cesur ceylanına binenlerin elinde, Şeyh Utvan’ın yerinde bu hep böyledir.
Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman 333 senesi Haziran’ının 3. Günü Medayin’de o vadide tuzağa düşerek ölüp gitmiştir. Marn’dan sonra, kartal yuvası, Kap’ta, kılıçlı Medini nişanı, Ebuasab tepesi, Nebi Samoil siperleri; çöl ölü bir şeydir. Çölde insanın ayak izlerinde bir cesedin çarpan kalbini ve dirilen bin canı görebilirsiniz. Tih sahrasında Urban (fakir bedevi) vardı. Cefir badiyesi, Tih badiyesi, Sina badiyesi, Ariş’ten geçenler, Ümran destanı, Hafir ile Nahil, arpa yiyip, kemik kemirenler, yağmur çukurları, böcek ve mikrop dolu idi.
Kantara, Ferdan, İsmailiye, Şalof ve Tarsum taraflarından Asluç’ta süslü bayraklar vardı. Kuseyme’de bir su için demir boru şebekesi vardı. Çığtave ve Emden’de. Ökçelerimle mezarın toprağını sıkıştırdım. Neccablar, Gor çukurunu kazdılar. Bu yahudi topraklarını bizim kadar kimse sevemez. Vadii Sarar’dan, peygamber İsa’nın yıkandığı Şeria’ya girdik. Kaç defa türbe, mezar, ağaç ve ateş parçaları senelerden beri ılık mezarlarının içinde ölülerin kemikleri bize kadar geldi. Taluşşeria’da dağ kümeleri vardı. Ölü tank cesedi ne acıklıdır. Demir küre ve demir tarlası bulduk. Şeyhi köpek ve tilki sesiyle taklit eden bir bedevi korkuttu. Katya muharebesinde çok kakule (sedye) kullandık. Rumani harbde, Kerbela’da, Balat yahudileri vardı.. Magdaba Telürrefah’da 0x3=0 eder ama 3x0=000 eder dediler. Dağları kumları ve ufukları ölü doğan çölde yaşayan şeyler iki kat yaşıyorlar. Ceylan gözleri, çölün gözleri gibi. Sanki çölde pek çok esrarlı göz doğuyor ve batıyor. Çöl insanının yalnız gözleri güzel, yaşayan, dönen ve derin bakışlarla yanan gözler. İnsan kum üstünde ölü bırakmaya dayanamıyor. Çünkü ne mezarı ne izi kalıyor. Bir denizde bile insan ancak bu denli kaybolabilir dedim. Çin flütü, yada firavun güvercini (akbaba) gibi Afrika’da tamarind ağacının altına bile gömülenler vardı. Son olarak Yukatan’da altına hücuma katılanlardanım. Yaşamımın son günlerinde, işitmek için duymaya, görmek için bakmaya kesinlikle gerek olmadığı ve güneş pleksüsünün, hiç farkına varılmaksızın bunların yerini tuttuğu izlenimine varan Desplein gibi, bir incir ağacının dibinde doğrularak uyandım. Kutsal öğlede ılık bir rüzgar usul usul kirpiklerimi yalıyor. Reşide tam tepede dallardan ayırt edilemeyen yemyeşil gözleriyle üzerime doğru çişini yapıyor, ağzımı açıyorum.
Birinci kıtası başlamıştır
Akrabam belalım olmuş, kendisini yerden yere atmış ve çıldırmaya başlamış ve intihar etmiş. Kendisi çok güzel bir uykuya dalmış. Uykuda Allah ona (bir güze)l dua etmiş. Öldüğüne çok ağlamışla. Ve tam tamına ölmüş. Herkes üzülmeye başlamış.
Birinci kıtası bitmiştir.
İkinci kıtası başlamıştır.
Kadir gecesi, kadir gecesi. Sevgili peygamberimiz aleyhisselamın ve Ashab-ı kiramı’ın yemek konusundaki uyugulamalarına baktığımızda günde sadece bir defa yediklerini görüyoruz. Ebu Said el-Hudri şöyle anlatıyor. Resul-i Ekrem sabah yemeğini yediği zaman akşam yemez, akşam yemeğini yediği zaman sabah yemezdi.
Üçüncü kıtası başlamıştır.
İslamın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkanından birisi de Ramazan orucudur. Hakkcelle ve ala hazretleri ayet-i kerimesinde; ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç sizede farz kılındı. Taki korunasınız buyuruyor. Bakara 183 Oruç niyet ederek, tanyeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar yemek içmek makarna et gibi şeylerden uzak durmak demektir.
Dördüncü kıtası başlamıştır
Bütün evlerimi satmışlar, sokakta kaldım yalnız başıma her zaman dilenci oldum ne param yok ne ev yok bir ev bile tutamadım keşke ölseydim arkadaş bu iş çok zor kendini sıkma canım bir ev tutarsın
Beşinci kıtası başlamıştır
Birgün 350 tane televizyonum vardı. Sonra pazardan dönünce bütün televizyonumu çalmışlar çok çıldırdım, artık kumar oynamaya başyladım artık hep kumar oynucam birisi 850 milyon varmı tam 350 televizyon alır kendini sıkma kardıeş ben parasını veriyorum Kaçtı 850 milyon ama olamaz 650 milyon var Ama kadeş o kadar param yok ki o zaman alamazsın bana Ben bu işi bıraktım biz verelim dedik ama napalım çok pahalıymış.
Beşinci kıtası bitmiştir
Altıncı kıtası başlamıştır
Her gün 3 kilo domates alıyordum Domatesi eve bırakıp gitmiş ve o adamın çocuğu gelmiş eve ama kapı kilitliymiş babasıda Kadıköy’deymiş Ve çocuk hemen Kadıköy’e doğru hareketle geçmiş tam gemi kaçarken gelmiş ama gemi gitmiş 1 daha Kadıköy’e gitmek için 33 saat bekleyecekmiş Ve gemi gelmemiş sonra eve dönmüş ve kapıda beklemeye başlamış
7. kıtası başlamıştır
Sahil yolları vardı bak gide gide sahil yolundan geçerken arkadaşına uğradı hey hey baksana demiş gel senle İstanbulu gezelim Sen cadı gördünmeü Görmedim ben gördüm sahil yolu kaç metredir biliyor musun Biliyorum kaç ? 5 metredir hayır bilemedin kaçtı biliyor musun 7 metreydi
8.Kıtası başlamıştır
Bu haberlerin vahiy olduğuna hiç şüphe yoktur.
el İsmet (günahsız) el-Tarık
Son.
Bittiğini nasıl anlarız!..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder