4 Ağustos 2013 Pazar

ANASTASİA




Osmanlı’nın Bizans soyundan gelen son ecesiydim. Adım Anastasia ama bana Kâbus Sultan derlerdi. Hıristiyan olmama karşın ilk anda inancın insanlar üzerinde bir ayrıma yol açmadığını bildiğim için uzun süre sarayda varlığım belli olmadan yaşayabildim, annemin adı Katia idi. Gün gelip Süleyman Cihangir ölünce, sarayda entrikalar çoğaldı ve bir Bizanslı için, durumun tehlike oluşturmaya başladığını anladım. O zamana dek önemsiz görünen, üstünkörü şeylerin ortam değiştiğinde, nasılda hınç ve kine yol açtığını görünce, yaşamımın en büyük derslerinden birini aldığımı düşünmüşümdür.

Bir şey anlatmak istiyorum... Güzelliğiniz rakipsiz olmalıdır Osmanlıda, cariyeler arasında, ince hastalık ve kara sevdaya (melankoli) yol açan bu rekabet nedeniyle, saflığın aldatıcı güzelliğine bel bağlayıp, sarayın haremine süt havuzu yapılmasını, gülümser bir kindarlıkla, ilk önerenlerden olmuştum. Sayı olarak (şehzadelerle birlikte) iki padişah gördüm ve bunlardan Selim ki ‘Sarı’ lâkaplı olan ve sarı nergisi çok severdi, işte ki o süt dolu havuzu yaptırmak cerbezesinde bulundu. Çirkin, güzel, alımlı; bahtı açık her cariye sabahları bu havuzda esriyip, oyalanarak sütün cilde kazandırdığı kaymaksı, pürüzsüz pırıltıyla avunup giderdik... Havuzun çevresindeki kırmızı çiçekler ve süngü biçimli otlar, yabanıl, kösnül taşkınlıkla, yasak duygu patlamasını ve delimsi zevkleri temsil eder gibiydi. Ve öyle çok süt gelir olmuştu ki ordan burdan, Trakya sığırlarıyla, İsfendiyar Beyliği’nin ahırındaki tüm malların bu iş için beslenir olduğu söylenmiştir. Bu yetmezmiş gibi zamanla Istranca dağlarından, ceylan safrası, balaban kursağı, sülün otuyla, -gariptir- tavus sütü getirdiğini söyleyen leventler, sipahiler bile türemişti!.. Havuz sefası için kuşluk vakti sıraya durup, kuyruğa girerdik, İsfahanlı haspalar, Boşnak ve Frenk kırması yosmalar, Hint dilberleri, Belh’ten gelenler ve Arykandalı olup kadem almış birkaç yürük kızıyla, süt banyosunu hak eden birkaç deka cariyeydik. Yalnız güzellik değil, erkin gücüne belenmekle, evvelemirde sıhri hısım ve kan bağışıklığı olması da havuza girme hakkını kazanmaya neden olurdu ki kafes arkasında, defne kokuları arasında, yaldızlı taçlar ve envai çeşit mücevheratlarla kutlanırdı bu ayrıcalık...
...
Dimetokalı ustaya yaptırılan bir ‘Altın Yol’ vardı sarayda, yeraltından geçip, öbür ucu Ahırkapı ile Sarayburnu arasında bir alana çıkardı. Sultan her cuma selamlıktan gelip, geçide girer ve buruna çıkar çıkmaz, ahaliye, fakir-fukara, gariban ve taklavan takımına (derviş, berduş, tebernuş-izmaritçi, ayakçı, otçu) altın serper ve onlarda kapışırlarken birbirini ezip, yetmezmiş gibi de yatağanlarıyla delik deşik ederdi. Altın Yol sarayın altından, her elli adımda bir mazgallarla aralanmış (suikast önlemi), kilidinin yalnızca marangozunda bulunduğu, eni boyu atla geçilebilecek, daracık bir dehlizdi. Tüm cümbüşüyle, sırmalar içindeki padişah, bu has adımlarla bölünmüş; mazgalların ardısıra açılıp kapandığı yolun sonunda; dev kadanası, elmaslarla bezeli kaftan, eleğim sağmalardan tuğ ve yanıp sönen, pırıltılı sorgucuyla rabbimin lütfu gibi çıkar, açıl susam açıl namlı harami kapılarından fırlar gibide, şaşkın şavaloz bakışlar arasında peyda olur, bahadırlar ötesi, çöllerin Hızır’ı gibi atılıp; yeraltından püskürür ve besmeleler arasında, sanki göklere doğru fışkırarak, ululanıp, yükselirdi...
Azameti ağzı açık izleyen abdal ve meczuplarda, şallak mallak olup huşuyla eğilir, sadakat yemininden yini düşmüş kullar gibi ezilip; Hanpadişah'ı en derunundan selamlarlardı. O ise altın paraları, sikkeleri, anmalık ve akçaları bu uğruya kesmiş kalabalığa saçıp serperek, geldiği gibi; has bahçeler beldesi, gümüş kanatlı kuşlar ülkesi, zümrütler, yakutlar peykesi sarayına doğru yitip giderdi.
At dehlizden çıkar çıkmaz eşinir, kalabalığa doğru dörtnala koşar gibi doru, görkünç naralarla kişneyerek şahlanır, kayış ve koşumları yıldızlar gibi parlayarak yürek yakarken, gösteri alabildiğine coşkulu bir hayranlıkla masallaşıp, destanlaşarak, düşlerde gezen tebaanın mest olmasına yol açar ve iki cihana hükmeden hükümdarın kulları arasında ezilenlerde; gösteriye asla halel getirmez, sanki temaşanın yekparesi, sihirlerle dolu hadisatın bir parçası gibi sergilenirdi...

Ah ki birde hamam gayyası vardı, sultanlar sevmediği, entrikaya karıştığını düşündüğü Boşnak, Sırp, Urus ve Frenk güzellerinden bazılarını hamamın sözü edilen boşluğuna incecik endam, türlü türlü işveler ve göz alıcı nazlarla getirir ve birden pertavla basarak, açılan kapakçıktan, yosma önce bir logara, oradan akışkan, lağım dolu bir gayyaya sürüklenip; kayar gider ve nur yüzlünün çığlıkları yeri göğü inletirdi de; bin kubbeli sarayda kimsecikler ne görür ne de duyardı. Ölüsü salayla Altınboynuz açıklarına vurur, gözleri belerip ağarmış ve artık tamuya, ecinnilere karışmış cesedin Turnaşenk, Gülbeşeker ya da Eftalia olduğunu bilir ama bir dirhem bile ağzımızı açamaz, bir çift laf bile edemezdik...
...
Sözümü bitireyim... Gelelim sırlarla dolu ölümüme!.. Yazık ki ölümümde işte böyle oldu, tam anlattığım gibi... Hiç beklemezdim, nergissever sultan; ketum ‘Sarı’yla aram gayet iyiydi ama gaddarlıkta cellatlardan geri kalmayan veziriazamın saraya, dahası tebaaya hükümran olma tutkusu telef olmamın asıl nedenidir. Hani, tarafta olsak, bitarafta olsak, taht kavgası çocuklarını yer derler ya, bu işte tam böyle oldu. Temeşvar için düşünülen sefer başarısızlıkla sonuçlanınca, ne hikmetse Boşnak güzellere karşı bir sevgisizlik, hınç dolu bir gammazlık başladı sarayda, hakan o denli belli etmiyorsa da, kazaskerden, defterdara dek herkeste bir ikiyüzlülük, suçlu arama, adam satma furyası başladı, bir dedikodu, laf getirip götürmede cabası, fitne fücur, tuzak, almış başını gidiyordu.
...
Gece hamamda eğlenirken, alp hükümdar içinde gelecek dediler, saçları buğday sarısı Boşnak güzelle dolanıyorduk, akıbetinin nisa takımını kahretmemesi, bu hayhuyda bir ehli keyfe kurban gitmemesi içinde dua eder idim, şimdi düşünüyorum da -acaba oda aynı duayı benim için mi yapıyordu- Sultanşah mavi gözlüleri sevmezdi, ‘sadaret’ ela gözlüleri; ben yeşil gözlüydüm ama bir ikilemin ortasında kalmak, bazen; işin aslından daha tehlikeli bir durum arz eder ya; tamda öyle oldu.
Harem ağası ayaklığa sinsice basmak üzereyken, Boşnak güzelde gayyanın tam üzerindeymiş; kapağın yerini kimse bilmese de sezmeye çalışıyorduk (acaba bir kaç kapak mı vardı), mavi, yeşil bir yana, rüzgârın Boşnakların aleyhine estiğini bildiğim için, gözümü ondan ayırmıyor, gerçekten sevdiğim bu ak sekilinin, başına bir iş gelmesin diye hep yan yana olmaya çabalıyordum.
O da gülümsüyor, bu candanlık karşısında sıcak bakışlarını üzerimde gezdiriyor, kimi zamanda canı gönülden sarılıyordu. Bir ara koluma girerek bir şeyler fısıldamak ister gibi, buharların içinden, neredeyse çıkış kapısına doğru gelip; oralarda bir köşeye sokuldu. Buğudan göz gözü görmüyordu ama hiç şüphelenmedim, kapıya yakın olduğu içinde bir kötülük düşünmedim, sonra yine kol kola az biraz dolanıp, uygunsuz bir yere bağdaş kurarak; oturur gibi yaptı, hatırını kırmayıp ona uyayım derken, boynunu çevirerek tam arkasına baktı ve şimşek gibi bir hızla kolunu çekerek, üç adım öteye kaydı. İlineğin sesini duyduğum anda sekisine can havliyle sarıldığımı biliyorum... Nafile!

Dehlizde uçarcasına kaydığımı ve karanlıklar ülkesine kavuştuğumu anlar anlamaz, dualarımı onun için değil, canımdan gayrı bir şey düşünemediğimden, kendim için yapar oldum. Acı su, bir uğru laneti, günahkârları sağır eden Poseidon'un sesi gibi, gümbürtüler ve uğultularla ciğerlerime dolduğunda, tatlı esrimeden, birden kutupsu yangılara geçen bedenim, umarsızlık içinde sanrılar alemine süzüldü, kollarım açıldı ve az sonra; tavus ötüşlü koruların içindeki binbir renkli anılar, kirpikler altındaki mücevherle birlikte, kahredici, sonsuz bir beyazlığa dönüştü...
Boşnak güzel yüzünden neden ölüme sürüklenmiş olduğumu, o gün, hangi nifaklarla, neler olup bittiğini hala anlamış değilim... Şimdi mezarın bile çok görüldüğü, maviye üryan kemiklerimle, Mesih'in geri gelip bizi kurtaracağı günü bekliyor, ana kucağından ayrılmış ve aynı akıbete uğramış güzellerle ağlayıp sızlıyor, durduraksız iniltilerle, gözyaşı döküp duruyorum. Ne ki bir şey daha belirtmeden, sizlerden ayrılmayacağım.
...
Yıllar yılları kovaladı ve bir gün, ölüler ülkesinin kapkara çayırlarında ruhlarımızı gezdiriyorduk ki, bir cuma günüydü sanıyorum; Boşnak güzelde yanımıza geldi!.. Hikmetini tanrım bilir ama; bir şey olmamışta, salt bu günü bekliyormuş gibi, fütursuzca koluma girip küskünlüğüme aldırmadan, sana bir sır vereceğim dedi. Ne denli şaşırdımsa da bir müslime gibi; ‘Hayırdır!’ diyebildim. Göz gözü görmez sisler arasında, karanlık ruhu fısıldadı ki; harem ağasının kendisine çılgınca aşık oluşu ve bu yüzden meftun ve mecnun olmasının yanı sıra; meğer ikizi kadar birbirimize benziyor oluşumuzmuş ölüm nedeni!..
Ağa o an, perdelerin arasından, Boşnak dilberin yanımdan açılması için, kara zebani boyu, kızıla belenmiş gözleriyle palasını sallıyor, ikircikten kıvranan güzelde, iğdiş ve iğrenç adamın töhmetiyle, kurtulacağını sezip anlıyor, yerime geçerek kendisi ölmüş gibi de bir oyun oynanacağını biliyormuş!..
...
Ne denir... Günah bazen öyle bulaşıcıdır ki can düşmanınıza bile kızamaz ve belki de onu bağışlarsınız. Her şey o büyük günde belli olacaktır. Umudum o ki tanrı yazgılarına boyun eğenlerle, emellerine kavuşanları bir tutmayacaktır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder