11 Ağustos 2013 Pazar

ARABİSTAN













Sonradan Arabistan çöllerine de yolum düşecekti ama çocukluğum Dervişpınar’ın kıyısında geçti. Dervişpınar öyle garip bir çeşmeydi ki aradan geçen 40 yıl sonra bile, alnında eski yazıyla yazılmış, küçük, kemerli mermer levhada Kur’an dilindeki Arabi yazının şimdi bile ne anlama geldiğini merak ederim. Belki, çeşmeyi yaptıranın adı sanı vardır. Pınar, yanlardan sütun gibi çıkan, iki yükseltinin arasındaki yekpare taş bloktan, teneke bir olukla, deyim yerindeyse söğüt dalı gibi incecik akar akardı. Su mermer yapının hemen arkasından gümler, orada birikir, yükselince de Derviş’in teneke çubuğundan şiir gibi akar dururdu. Ne azalır ne çoğalırdı, yaz kış aynı sızıntı, incecik bir duman gibi durmaksızın, şiir! şiir! şiir! diye akan, sonsuza dek bitmeyecek bir derviş çeşmesi.
Yan tarafta Yahyalar’ın bağı ve hemen çeşmeye komşu görkemli bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacı, işte adına çeşme yaptırılan Derviş atanın düşerek öldüğü o ulu ağaçtı. O denli yüksek bir ağaçtı ki dibinden tepesine doğru baktığınızda, en tepedeki dallar bulutların içinde kalırdı. Ona tırmanarak çıkmayı göze alan, akşama doğru tepesine varır, inmeye kalkışanın ayağı da ertesi gün toprağa değerdi. Cevizlerin toplanma zamanı tüm cevizler bittiği halde o denli büyük bir ağaçtı ki gözler her zaman yeni bir ceviz bulabilirdi. İşte bu masalsı ağaçla inatlaşan Derviş ata, sabah çıktığı ağaçtan, ertesi günü beklemeyip, ivediyle inmeye kalkınca, akşam alacasında cevizin ulu dallarının birinden düşerek ölüvermişti, ölmemiş, aylarca yatalak kalmıştı, ta ki cevizden inmeye kalkışmamalı, sabahı beklemeliydim diye söyleyinceye dek. Cevizin hakkını teslim edip, söyler söylemezde, ruhcağızı uçuvermiş, bir yatalağın çekeceği ıstıraplardan böylece kurtulabilmişti. Ceviz öyle bir ulu cevizdi işte. Öldükten sonra oğulları onun adına bu çeşmeyi yaptırmışlar, cevizin hemen yamacına yaptırarak hem öleni, hem kalanı kutsamışlar, bu kırlardan gelip geçen, her susuzluk çeken yolcunun da hayır duasını almışlardı.
Bu ağaçta geceleri boğa başlı bir insanın kaldığı, ona yuvalık yaptığı, kadın düşmanı bir caninin de ağaçta saklandığı, sonunda canavarın onu yediği söylenirdi. Ayrıca gövdesi öyle kalındı ki yüzlerce yılda, yalnızca ordularıyla oradan geçen IV. Murat’ın kollarını kavuşturabildiği söylenir.
İşte o Dervişpınar’da geçmişti çocukluğum. Dervişpınar’ın küçük ahırında büyümüştüm ben, kimi çocuklar cesaretle bu ahırın içinde yüzüp yıkanırken, ben kurbağalar bedenime yapışır, ahırında gizlenip, kendini göstermeyen nice tarih öncesi hayvan, koelakant, dehşetli simasıyla dülger balığı, nice su ejderi, testere dişli mürenler ve yosun yiyen dinozorlar etime diş geçirir korkusuyla, asla o ahıra girmezdim. Giren çocuklara imrenir, onların başına bir iş gelmemesi içinde dua ederdim. Her an onların çığlıklarla bir koelakantın minik bedenlerine, vantuz gibi yapışmış köye doğru haykırarak kaçışlarını veya bir dinozorun ağzında bir çocuğun çırpınışını ya da bir mürenin parçaladığı ayaklarıyla, baygın annesinin kucağında yatışını hayal ederdim. Duacıyım ki hiç bir zaman böyle bir şey olmadı ama ben yinede bir gün böyle bir şey olacağını, burgaçlı bir şeyin, meleksi, aldatıcı görünümlü bir cinin sabrettiğini, bu işin zamanı gelmediğini düşünmüşümdür ya da milyonlarca yıldır saklanan bu canlıların ortaya çıkarsa yer yerinden oynayacak, tüm köyün çeşmede cinler periler varmış diye başına toplanacak ve belki de çeşmeyi bozup dağıtacakları için, onların bile bile ortaya çıkmadıklarını düşündüğümden, gene de önlem almayı elden bırakmazdım. Suyun içine bakınca, orada, o tarih öncesi hayvanların yavrularına benzer minik kuyrukluların, larvamsı canlıların diplerde süzülüp durduklarını görür gibi olur, dehşetle başımı kaldırarak, sakin, açık ve tehlikelerden uzak dünyama geri dönerdim. Böyle düşünmeme asıl neden, Dervişpınar’ın suyunun avuçlarımda apak, küçük taş ahıra dökülür dökülmezde kapkara oluşuydu. Bu şu demekti, su ağızda tatlı, aşağıya dökülür dökülmezde tuz tadında ve acı oluyordu, bu nedenle her tür hayvan barınıyordu, yılan, çıyan, insan, ejderha. Su karaydı. Avucumuzda yalancı aldatıcı bir aklığı vardı. Ama o aslında her canlıya yarıyor, bugünün ve geçmişin bütün yaratıklarının su gereksinimini sağlıyor, barınmalarına yarıyordu. Bir keresinde el büyüklüğünde yan yan yürüyen bir yaratığın, aşağıda kıpırdamaksızın durduğunu, tepede parlayan güneşin, bu hayvanın sırtına vurdukça, yüzlerce dikenli pulcuğun renkten renge girerek, yanıp söndüğüne tanık olmuştum ki, göz görümünden küçük, binlerce böcekçiğinde kabuk üzerinde kıpırdaştığını korkuyla görmüşümdür. O garip yaratığı ne ertesi gün, nede başka zaman bir daha göremedim. Onlar kendilerini ara sıra bana gösteriyorlardı belki de, kanımca onları anlayabildiğim için bana güveniyor ve çekinmiyorlardı, ötesini bilemem.




Kızkardeşim çeşmenin cinli perili olduğuna inanıyor ve orada cinlerin perilerin kendisini paylaşamadığını ve kendileriyle oynaması için ona yalvardıklarını söylüyordu. Gülüyordum kardeşime, kızcağız, dinozorları, deniz fillerini, fokları, aygırları kuş aklıyla cine periye benzetiyordu sanırım, bir gün başına iş gelecekti biliyorum, ahırda akşama kadar kıyısında oturup oynuyor, bir gün elini kaptırıp, ahırın küçük deliğinden yeraltı okyanuslarına, su canlılarının cehennemine dalıp gidecek, komodo ejderlerinin arasına karışacak diye korkuyordum. Onu böyle bir tehlikeye karşı hep tetikte beklemişimdir, bu halimi sezen us güzeli koelakantların buna cesaret etmediğini biliyorum. Ama kızkardeşim bilisizce benim bu bekçiliğimden habersiz çocukluğu boyunca cinlerle perilerle oynadı durdu.
Çeşmenin arkasında suyun gümlediği kabarık gümrah toprakta her bahar sümbüller açardı, ben ön tarafta suların kararıp, acayip canlıların yüzüp durduğu ahırdan korktuğum için arkada toprakta oyalanmayı sever, orada çocuk tini gibi açmış sümbüllerin, düşlerle dolu kokusunda, bağlara, ceviz ağaçlarında ötüşen kır serçeleriyle, orda, uzakta, -Anka rengindeki- arı kuşlarının kurig! kurig! diye çınlamalarına, çıtlıklarda öten sinekkapanlara ve tepedeki mezarlıkta otların içinde uyuklayan minik kaplumbağaların hayaline dalar giderdim. Oradaki sümbüllerin biçimini, kokusunu ömrümce unutmadım. Hemen aşağıda ahırın uzantısı küçük oluklu gölette, ki türlü hayvanlar, at, eşek, inek, öküz, keçi, koyun, aklınıza ne gelirse su içerdi oradan; onlara eskil canlılar zarar vermezdi, bilirlerdi ki öküzden daha prehistorik hayvan yoktur, bir keçiden daha mitik, antikite bir hayvan yoktur, attan tuhaf bir at daha var mı ki, bunu bilen ejderhalar hiçbir zaman onlara zarar vermezlerdi zaten. İşte o ahırın ucunda öyle nar ağaçları vardı ki o kadar güzel açarlar, o kadar güzel kokarlardı ki... Çiçekler köyü, ovayı, tanrının kızılca bir simgesi, sevda yanığı, kokulu bir pars gözü gibi süzer durur, narlar gözümüzün önünde tomurcuk olur, büyür, irileşir sonunda da dünyaya, bu gezegenin kutsanmışlığına daha fazla dayanamayıp, Cemşid’in alevli şarabı, kıyıcı sfenks görkemindeki Vezüv gibi ‘bang’ diye patlar, baharı müjdeleyen kızılgerdan ötücüğü gibi köyü sevince boğardı.
Ama patlarda ne olurdu diyeceksiniz, söylemek isterim, ahır hayaletleri, usdışı hydralar bile sezinledi bunu, elbet söyleyeceğim, buyurun dinleyin: Yaşayanlar ki! hiç birimiz, hiç bir şey bilmiyoruz! hiç bir şey anlamıyoruz! hiçbir şey düşünemiyor! hiç bir şey konuşamıyoruz!.. Bu kadar.
Sonraları ne mi oldu, düşleri, rüyaları, çeşmeleri, narları ve cevizlerin kokulu yapraklarını bırakarak yadellere, gurbete gittim, nereye mi Arabistan’a!.. İngilizlere karşı savaşmaya değil, işçi olarak bir fabrikanın şantiyesinde çalışmaya....

II
Bindiğim kara tren Hicaz demiryolu üzerinde makas değiştirip, bir yaprak kurdu, güneyin sessizliğinde süzülen bir kırkayak gibi ilerlerken, hiç yer değiştirmeyen bir gölge eşliğinde, sisli-puslu pencerenin önünde, aylarca gölgeli serinlikleri özleyen “Buzdan dudakları ezgiler mırıldanıyor alaycı bir bükülüşle” şarkısını buhurlu bir nihavent gibi takırdayıp, nakaratlarla yinelerken, ardımdan sallanan son mendili gözden yitirinceye dek, geriye dönüp baktım. Birbirinin aynı yüzlerce kasabayı geçtikten sonra bir dairenin içinde dolaşıyor sanısıyla, Şam ipeği yüklemek için yıkılmış develerin arasından Damascus’a girdik. Tozun, sarının ve kara renkli cariyenin Damascus’una... Hiçlik varlığın başlangıcıdır, kentteki, dipsiz kuyuya benzeyen yokluk, kül rengi yüzler-yüzsüzlük ve kederin insanın bağrını kemirdiği, sessiz hummaya bakakalarak ilk kez gerçekten yaşadığıma inandım ve öyleyse; varlık kavramaktır dedim. “Biber ağacı yaprağı, söğütün kuzenidir.” der gibi. Yalnızlığımın aruzla yazılmış bir şiir gibi olduğunu düşünmeye başlamıştım ve kendime öylesine sahiptim ki kendimi unutmuştum. Aruz sanki usumda çakan karanlığın şimşeği ve yaşantımın ve Damascus’un yıldırımsı kırmızısı, kızıl soydan ipeğiydi.
Cuma adında bir tepeyi gezdim ertesi gün ve buralarda elliüç yaşında olduğunu söyleyen bir çocukla karşılaştım, bir kalabalığın tam ortasındaydı, illüzyondu belki de, gerçek bir illüzyon, elliüç yaşında bir çocuk düşünün ve bu gerçek olsun!
Lut gölünün-Gor çukurunun kıyısından geçer mi bu tren diye sordum birine, bir Surlu idi, Lut mu ha bir yeryüzü parçasından söz ediyorsun, adı Celile Denizi dedi, şaşkınlıkla baktım ona, orada mola vereceksiniz dedi, iki gün. Akşama doğru güneş batarken, cenin gibi küçülüp, kıvrıldı ve kendi içine doğru gömülerek yitip gitti. Doğuda bu ellerde her şey tersineydi, zaman uzuyor, tren tanrısal bir değer kazanıyor, gölgeler çaprazlamasına yön değiştirip, geziyor, kuşlar hep aynı yöne -güneye- uçuyor, güneş batarken küçülüp silikleşerek yitiyordu. Tepeyi inerken Z harfi biçiminde bir çember yuvarlıyordu bir çocuk, toprak rengindeki çemberi seçtiğimde Z’nin bu kırık çembere sarılarak tutturulmuş çubuklar olduğunu anladım. Çocuk elindeki kum zambağını birden elime tutuşturunca, nedendir bilmem 'Altın Venedik!' diye bağırmışım, sanırım şeylerden etkilendim ve gariptir çocukta beni Sakallı kuş! diye yanıtladı. Aşağılara doğru koşarak düzlüğe geldiğinde benden 5 dinar isteyince bütün bunların düzmece bir oyun olduğunu anladım, zaten bende topu topu 42 dinar vardı, bir kemer satın alarak 2 dinarı zorlukla verdim.
Şam’daki tuhaflık bitmedi. Barcelona yakınlarındaki Moya kentinde ‘derin ve karanlık’ bir derenin Baus diye bir adı varmış, işte o derenin coğrafik simetrisi Şam’daymış, bir gezgin, ben II. Baus’u burada arıyorum dedi. Baus’un ikizini arayan bu garip misyonere el sallayarak Damascus’tan ayrıldım, dilim kendi derinliğine gömüldüğü için kaç günlerdir konuşmadan gidiyordum, “varlığın en uç noktasındaki dile” uzak, “dilin en uç noktasındaki varlık” olarak, çölün saman beyazlığında akıp gidiyorduk.
“Yıldızlar, ayakkabılarım, Üsküdar’daki gözyaşları, lokomotifler, söğüt ağaçları, kadınlar, kapakları yırtık sözlükler, usumdan geçerken, Sırp köylerine benzeyen, ağaçlar arasında Modigliani sarısı evlerle dolu bir yere geldik. Tren inanın korkunç hırıltılar arasında güç bela durdu. Altı yedi yaşlarında, melek kadar güzel bir çocuk trene koşut bir iz içinde yürüyor, uzun ince bir üvendireyle sanki bir hayvanı dürter gibi trene parmağını sürtüyordu. Çocuğun omzunda bir kuzu derisi vardı ki sattığı şeyler bu olmasa, siz onu rönesans ressamlarının betimlediği, Aziz Jean’a benzetirdiniz ve 'Gecenin yarısında Drakula / Yarasa kanatlarıyla biner kısrağına!' diye haykırırdınız. “O gün hiç bir şeyde yaşayıp, her şeyde öldüğümü gördüm" düşümde ve kim bilir kaç yıllar sonra gelecek ölümüme, ağlayıp durdum.
Levhasının üzerinde mezar resmi bulunan bir otelde kaldık geceleyin, otelin adı Sonsuz Barış’tı. Sonsuz barışa ancak mezarda ulaşılabileceğini ima ediyormuş, ertesi gün ne çocuğu gördüm, nede sattığı şeyin başka bir yerde satıldığını, sanki düş görüyordum, erkin ve gücün insanın yetilerini ve barışı bozucu olduğunu söyleyen batılı bilge Kant'ı düşündüm o ara...
Bizi Hicaz’a götüren demir yılanın gücü karşısında ezildiğimi duyumsayarak alıştığım kompartımana bindik ve hareket ettik. Hareketle, geride kalan nesneleri ve şeyleri düşünerek Vikinglerin, Miklagard dediği Stanpoli’yi anımsadım, orada olsaydım o sevdiğim arkadaşımla buluşacak, Salacak’taki içki evinde zamanın ve eşyanın göreceliliği üzerine tartışacaktık. O geceye çok iyi bir biçimde hazırlanmış olarak gelecek, Newtoncu fizikle, Euclid geometrisini, Einstein mantığından uzak belki de Parmenidesci gözlemle tartarak, zamanın geçmesiyle nesnelerin hızı arasındaki bağıntıyı ve kısalan eşyaların tuhaf görüntülerinden söz edecektik. Birden kararan havayla garip bir ürküntüye kapıldım, karanlığın içinden geçip giden tren, anlağımı çarpıtan bir takıntıyla, sanki geldiğim ve geçtiğim yerlere bir daha hiç dönemeyecekmişim gibi bir görkü yarattı bende, dahası Üsküdar’daki arkadaşımın birden öldüğü sanısına kapıldım. Yaşamımda onu bir daha göremedim, buda bende ölüm duygusunun göreceli olduğu saplantısına yol açtı. Buralarda bu uzak ellerde gerçekten ölümün, ayrı ayrı pek çok anlamları olduğunu anladım.
Geçtiğim kasabalarda (hızla geçerken!) gördüğüm ve bir daha asla göremeyeceğim ve üstelik yüzünü gözünü bile seçemediğim silüetler, gerçekte hep birer birer ölüyordu ve dahası onlar için belki de trenin içinde kimsecikler yoktu, ben yoktum.
Oysa yaşam tanrınındır, ama ölüm onun olamaz, hepimiz yaşıyorduk kısacası ve hiç bir zaman ölmeyecektik, ölümsüzdük ve tanrının olduğu yerde ölüm olamazdı, ölümün olduğu yerde de tanrı. Öyleyse hepimizin küçük birer tanrı olduğu bizler nasıl oluyor da ölüm duygusuna kapılıyorduk, bunu yaşamın bir tecellisi, daha doğrusu tatlı bir sürprizi gibi düşünmek gerektiğini algıladım, tren gidecek bende yaşayacaktım. Pencereden başımı çıkararak yukarılara yıldızlara baktım; Venüs’ün güzel ışığı karanlık gökyüzünde titreşiyordu, göz yaşlarıma engel olamayarak şu dizeleri söyledim.


(*)“Ey kuğu, ne anlatmaya çalışıyorsun bükük boynunla
olmayacak düşlerin peşinde gezinen, kederli adımlarınla?
Çiçeklere karşı ilgisiz, sulara karşı zorba,
güzel ve beyaz olmandan mı bu sessizliğin?” ey ölüm!..

(**)“Ah Montaigne! Nunez haçı gördü kalktı,
ve buldu saygıdeğer Vencedora’nın yanıbaşında
Sfenks’in donmuş cesedini.”

Öyle bir dünya ki şöyle bir iki yumuşak esinti dolu dizelerden sonra, kesenkes başka bir dörtlük bir dize çıkmasın ki huzurunuz bozulmasın, tadınız kaçmasın. En iyisi düşüncenin tadına bırakıp kendinizi, hiç konuşmamak, hiç mırıldanmamak. Hiç bozmamak eşyanın duru tadını.
İlk gecelediğimiz istasyonda bir Arap Türk’üyle tanıştım, Köse Paşa babasıymış, yaşlılık çağında sakalını oğluna kaptırmış. Oğlu yeni tanıştığımız -Veli- zorbaymış, koynunda ilahi kelam, boynunda çıngıraklı yılan, kolunda peçeli doğan, altında at, ardında seyis, düşüncelerinde çıyan, geleceğe hızlı ve hırslı bir derebeyi olarak hazırlanmış, parayla vezirlik satın almış, sırasıyla sarayda kapıcı başı, sonra voyvoda, mütesellim olmuş, Sivas, Diyarbekir, Rakka ve Halep Valiliği yapmış.
Ama bir gün her şeyi ve her şeyi, tacı, tahtı ve veliahtı bırakarak çöle açılmış, adı sanı yok olmuş. Bir meczup gibi adsız kasabaların kitapsız ademi, esvap ve akıldan eşkalden ayrı, anadan üryan o istasyondan bu istasyona, o kasabadan bu kasabaya dolaşmış durmuş. O benden ben ondan ayrılırken değil el sallamak, bakmadı bile, çok uzaktan duvarın dibindeki birine, belki bir sonraki yolcuya yaklaştığını görür gibi oldum, belki de öyle yapacağını düşündüğümden, belki de istediğimden. Ama sanki ışık hızında yaşıyordu, çöl yavaşlığında sürüp giden geçmişin görkemini terk edişi asıl aldatıcı olan yanıydı. Çünkü her an yeni biriyle tanışıyor, bir öncekini hemen unutuyordu. Bu onun için şu demekti, bir anlaktan başka bir anlağa (her insan bir dünyaydı onun için) ne kadar çabuk geçerse o kadar çok yaşayacağını umuyor ve böylece evrenler tanıyacağını umuyor, belki de ölümsüzlüğü düşlüyordu. Tren hareket ettiğinde onun için çoktan ölmüştüm. Sadi’nın Gülistan’daki dumanlı gülü gibi solup, yok olmuştum.
Tuhaf biçimde tacın tahtın devletin paranın, atanın olmadığı bir dünya düşleyerek, sömürgen ve sömürülen topraklarda ilerlemeyi sürdürdük, çölde şimdi Hemedan’daki çiftçiler, kırlar, kuş palazı çocuklar kim bilir nasıldır diye kederli, düşleyerek ilerlerken, Bizantik surlarla kaplı, Hint sümbülü kokulu, gizli bir cennete geldik, kıraç Dakota toprakları gibi uzanan çölden, meleksi Devon köylerine benzer yeşillikte bir diyara gelmiş olmakla ne kadar şaşırdığımı bilemezsiniz, çocukluğunda sünnet olan arkadaşının acısına dayanamadığını yazan H. Poincare gibi ‘Bilim aynı zamanda hem çeşitlilik ve karmaşıklığa (us dışılığa) hem bütünlük ve basitliğe doğru kesintisiz bir süreç izler’ Bu bakımdan, ipin ucunu kaçırmamak için şaşırmayı bıraktık, şehirde, beyaz kuğulu göller, yelpazelenip, salınan yosun ve eğreltiler ve sürekli açılıp kapanan, sonsuzca çiçekler, binbir renkte kuşlar vardı. İnsanların sesi cam gibiydi, sesleri görebiliyor, nesneleri işitebiliyorlardı., hani bir masalda Eschberg köyünden akan, Emmer deresinin yatağındaki Petri kayasında yaşanan, olağanüstü olaylar ve nice tansıklar gibi... Yollarda gezinen tül balıkları bile aralarında konuşuyorlardı. Altın bir çıra gibi, güneş hemen tepemizde tatlı bir ısı yayıyordu ve cadı gözünün öldürdüğüne can veren İsa neferi gibi ılık bir koku geliyordu gümüşi aydan.
Kadınların kirpikleri gönülleri delip geçen oklar gibi uzundu, erkekler Mısraim'in Yusuf’u gibi güzeldi. Triangulum yıldızı gece gündüz aynı yerde parıldıyor, serpantin gibi değişik biçemlerle yanıp sönüyor, parıltısı azalıp çoğalıyordu. Aristo’nun kitabındaki gibi ‘gülmemek’ yasaktı. Ve gelmiş geçmiş tüm seslerin saklandığı bir ‘Müzik Katedrali’ vardı. En gözde uğraşlardan biri org körükçüsü olmaktı burada, org çok seviliyor hatta bizimde bulunduğumuz bir ayin sırasında, körükçünün biri balkondan düşerek uçtu dediler, daha doğrusu başka bir simetriye geçmiş, sanırım ‘ölüm’ için böyle diyorlar.
Hani Arjantinlinin Aleph adlı yapıtında ‘Savaşçı ve Tutsağın Öyküsü’nde bir gün kavmiyle, kuşatım ve fetihler amacıyla, Ravenna önlerine gelen Lombardialı barbar Droctulft’tan söz edilir. Droctulft, ülkesinin ormanlarından geliyordu, cesur, günahkâr ve acımasızdı, bildiği tek yerleşim birimi ormandaki kulübelerdi ve şimdi ilk kez bir kent görüyordu. Onu ufukta yavaş yavaş beliren Ravenna’nın duvarlarını, kulelerini ve daha önce hiç görmediği başka şeylere bakarken düşleyebiliriz. Kentin servileri ve mermerleriyle, düzensizlik yaratmadan bir araya gelmiş pek çok öğenin bütünlüğüyle, tapınakları, bahçeleri, sütunları ve süslemeleriyle, düzenli ve açık alanlardan oluşmuş bir çoğullukla karşılaşır. Henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip Droctulft, kentin beklenmedik sürpriziyle vurulur, kavmini terkeder, Ravenna için çarpışır ve ölür. İşte bizde Droctulft gibi bu gizli cennetin sakinlerinden olduk kısa zamanda, kırılacak bir kristal gibi nazenin davranıyorduk, surların içinde görüp yaşanan her şeye. Her şey o kadar şaşırtıcı idi ki, yaşam bizim yaşama benzemiyor, ölüm bizdeki ölüme benzemiyor, etik bizdeki etiğe benzemiyordu.
Yanımdaki tren yolcularından biri birden bir şey keşfetmiş gibi oğul bizdeki etik olan ve etik dışı olanda nitemsiz, uyumsuzca, başka şeyler bulmalıyız ve yeni bir şeyler oluşturmalıyız dedi. Uzun uzun güldüm, çünkü umutsuzdum. Belki sizde güler misiniz bilmem ama, örneğin gıdalar, evlere dağılan doğal gaz gibi dağılıyor, sayrıların doğal-bünyesel istekleri belirlenip ona göre bir beslenim uygulanıyordu. Ayrıca kavga görmedim, yüksek ses ya da bir patlama duymadım. Yaşam yalın bir matematığe indirgenmiş, karmaşık bir bütünlüğü andırıyordu. Ve insanlar bilim yada esin için çabalıyorlardı, bir çaba içindeydiler. Gene de büyük bir aylaklık ve sanki hiç çalışma yokmuş gibi bir görüntü vardı. Neden sonra aylaklığın görevin bir parçası hatta kendisi olduğunu fark ettim. Düşünmek çok uzun zaman alıyor, eylemse kısa bir anı kapsıyordu. Ve bilmiyorum demek, bilmek gibi saygı görüyordu.
Bir kuş bomboş gökyüzünde, ağır kanat çırpışlarıyla, boydan boya süzülerek geçti, (bankta) oturan bir adam gözlerime bakarak “Zaman içine kıvrılsaydı yalnızca geleceği anımsardık” dedi.
Burada bir hominidin torsosunu (kolsuz ayaksız, başsız gövde) sanki bütün uzuvları varmış gibi canlandırıp, konuşturabildiklerine de tanık olduk. Demokritos’un dediği gibi, nokta hareket ederek çizgi, çizgi hareket ederek yüzey, yüzey hareket ederek cisim olmamış mıydı. Ve ‘Si on soit riche ou sans un sou; sans amour on n’est rien du tout!” ‘Aşk yoksa hiç bir şey değiliz biz!” Öyle değil miydi...
Elest aleminden beri sınanan insanoğlu gibi, elle tutulup gözle görünen evren birden durmuştu. Günün son ışıkları altında kent neredeyse bir düş kadar soyuttu, sıcacık, buzağı dili gibi kıvrımlı, damaksı bir pembelik, eşsiz, minyatüri bir manzarası vardı. Sanki bütün bu olanları ‘Mısır’ın Ölüler Kitabı’ndan izleyip anlıyorduk.
Ayrıksı düşünceleriyle, insanlığı yaşadığı cinnet parametrelerinde sarsmaya çalışan kuramsal terörist Baudrillard’ın paradoksal düşünleri yada ‘Sisyphos Söyleni’ gibi yaşamın saçmalığı ve gülünçlüğü karşısında uyumsuzlaşan insanın en temel felsefi sorunsalının canakıyış olduğunu söyleyen sahte görünüşlerle donatılmış bu hiçlikler evrenini, bir cinayetin kusurlu görüntüsü olarak algılayıp, gerçekliğin zerresini bile barındırmayan bu yanılsamalı göstergeler dünyasında, yüzümüzü yapıştırdığımız soğuk cam bizi iletmiyordu artık.
Donuk, ölü bir zaman manzarası karşısında iç geçirip, sanallığın kefeniyle, gerçekliğin ölüsünü sarmalıyorduk. Yitik çığlığımızı aramak için geri dönerken, tüm yıldızlar bir bir sönüyordu, gökyüzünde karanlık bir rüzgar soluğumuzu çekip alırken, sürükleniyorduk
Üzüm, incir ve kâlplerle dolu (yürek burkan) bir manzara karşısındaydık. Yemameli Müseyleme’tül, Kezzab ve Ansi gibi yalancı peygamberler için üzüldük. Mademki yalnızca duyu dalgaları ve kokuyla iletişim olacak, Mozart bir efekt sayılıp, göz kirpiği makinası ve pigme tıynetindeki kuvvet aşağılanacak ve Tiber ırmağı gereksiz bulunacaktı... Hasılı yapılanlar ve yapacaklarımız boş bomboştu. Öyleyse bütün bunlara ne gerek vardı.
Derken, kutsal kitaplarda “iki kızdan biri haya ile yürüyerek Musa’ya geldi.” diye yazan gibi, bizde birden gizli cennetten ayrılıverdik, trenimiz hareket etmişti.
Kompartıman komşum ilk kez konuşarak, “Yanıp yıkılan hep sevendir kardeşim, sevilen sakince uyur, otolara biner, kafeste kuş besler, duymaz, görmez ve konuşmaz. Seven ise ateştir, kül olur, kül içinden Anka olur.
Bilir misin dünyayı sevenler ayakta tutar, bütün özveri onlardadır, sonsuz başlangıcın masalı gibi, güneyin kalbinden bir sardunya geldi, Fal-ı Reyhan-ı Sultan Cem gibi seven hep sevdi, hep sevdi dedi. Adam geçmişin panteist hurufiliğinden gelmiş biri gibi beni etkiledi. Yani pek ilgilenmediğimi anlayınca daha saatlerce özdeyişler püskürüp, nice kıssalardan, masallardan söz ettiyse de ben uyumuşum. Ama uyumadan anımsıyorum, bir şey daha söyledi bak Keje, 2x2=1 eder, birbirinin aynısı şeylerin tümü tek bir şeydir dedi. Onlar çoğalmaz, azalmaz, bölünmez ve toplanmazdırlar dedi.

“Elf leyle vü leyle” (devam eden masallar demekmiş) sanki İthaka’yı arar gibi, bir Haçlı gibi, Sümer, Elam, Akat, İbrani, Arami, Süryani, Nabat, Semut topraklarından gelip geçiyor ve R.Burton gibi gidiyor, gidiyorduk. Palmir ve Habeş’ide arayıp bulacaktık.
Durakladığımız ilk vahada, ne ot, ne balık, ne tırtıl, karada geri geri yüzen, suda yürüyen, gözleri ayrı yere bakabilen, at başlı, bukalemun vücutlu, cinsiyetsiz, doğuranın küçülüp, doğanın yerine geçtiği, doğanın ani gelişimle doğuranın yerini aldığı ve bu döngüyle ölümsüzlüğü; ve doğuran safhasına gelince doğanın yerini alıp, sonsuz gençliği yakalamış olduğunu anladığımız canlılarla karşılaştık, tek hücreli gibi bölünerek çoğalıyor ve her seferinde yeniden bölünerek sonunda ilk yavruya dönüşüyorlardı. Bu tuhaf yaratıklar, gerçekten ölümsüzlüğü ve sonsuz gençliği elde etmiş gibi görünüyordu. Üstelik ne yaparsanız yapın ölmüyor, süngersi kauçuk bir madde gibi kopuyor, eriyor ama eksilmiyor, yavrulamanın dışında parçalanmıyordu. Hayranlığımızı saklayamadık, tutulmuyordu da, akıyor, kayıyor, uçuyor sanki... Görmek gerek diye bitirelim. Hakepa platosundan Bininci yüzyılın ilk şafağını izleyen serüvencilerde oradaymış, adı “zaman yayında titreyen prens” anlamına gelen önderleri var, kanlı, ışıklı tırpan ve oraklar silahları. Kefenler, terazilenmiş postlar ve kanatlı zamanla, boşluktan kelamın kurban olduğu yerlere gittik diye bir sürü şeyler anlattılarsa da dinlemedik.
Trende birden karşımıza çıkan, orta yaşlı, nur sakallı biri, aynı Kur’an’daki gibi ancak sezilebilen şeyler nakletti saatler boyu “Çöl kenarına kurulmuş yalnızca tek bir omurgadan bileşik tuhaf bir şehir varmış bir zamanlar, o vücudumuzmuş, ruh vücut uyuyunca buharlaşır ve öte dünyadan gelen rüzgarın önünde başıboş bir yaprak gibi sürüklenip, kof bir kozaya dönüşürmüş. Gövde yani vücut, tüneğimiz olup, uykuda, ruh tüneğinden uzaklaşır, gövde ıssız, terk edilmiş bir hal alır. Yıldızın yavaşlama kavsi buhar tabakasının mihak gecesidir. Her Arabi ay balçıktan cenin doğurur. Ayna yüzlü, ay halesi biçeminde vücutlar, doğu kıble semtinden, gaybi hüviyet yüzünden, güneş efrenci yardımıyla tlût (balık) ve ferkadan sayesinde, Hamel burcunun seyyaresiyle doğar. Bu Utarit ve sudur. Hımareyn’de göğün titrek kısımlarını sevenler şua açısından ahadiyet mertebesine erdiğinde, Hâke, Yele, Su ve Sevr, Sünbüle, Cedy ve Toprak olurlar. Zeval’den önce Hind dairesinde, mikyaslı çubuğun gölgesi dağa vururmuş. Matl-Silbar kertesinde mihverin kuzey ufuk işaretini araştıranlar Hamel burcu feleğe erdiğinde Cevza ve Seretan’ın yanına gitmişler. Kutb-i Süheyl’de, Esed’le beraber çölde, Mizan yönünden kervana katılmak üzere gelirmiş. Akrep, Kavs ve Cedy’i birlikte sokunca Delv, Hut’la onlara yardım etmiş. Kamerin yörüngesine gelince, develer fezanın taksim şekli ve bürûc dairesinin devrini tartışanlar, mikyaslı çubuğu yerinden sökerek gölgeye ve tartışmaya son vermişlerdir.
Mesteki’nin Misk ve Uduhindi’den Hithit’le anlaşmazlığına gelince Cümle-i Asğâr’ın Cavi ve Besteki adında iki ağacı varmış. Besbase ağacı, Kafur ve Sandolos ağacı ise yokmuş. Burlu Sünbüle kokan ağaçsa çene ve omur ağrılarına iyi gelirmiş. Rabia ki kızıdır, bu sayrılığa yakalanınca önce derman sonra cefamı diyerek salisen ağacı kesmiş. Mağyeb-i Tir’de duyulan bu olaya Misk ve Hithit gülünce bunu duyan Mesteki Matla-i naş ve Kutb-ı Cah’dan akan suların yönünü değiştirerek Matilyun yada Matliklil olarak tanınan bu kişilerin o yörenin sularını kesmiş olmakla canlarına okumuş. Matl-ı Tair ve Matl-sımak, Mağyeb-i Tur’da bu duruma karşı çıkarak kavgaya son vermişlerdir.
Eşeğin efendi olduğu bir köy vardır, hizmetkar olan adam her gün tam üç öğün eşeğe büyük bir sepet içinde küspe, elma, bağ yaprağı, çavdar, yulaf ezmesi ve hasıl getirir, dereden kovayla su verir. Eşek, semender gibi, at gibi semirmiştir orada, gözleri anlamlı bakar eşeklerin, kulakları dimdik olup yuvalıdır. Eşekler yaşar insanlar hizmet eder. Her şey tersinedir. Bir gün eşeği (Süveyş gazalı gibi) süs olmaktan kurtarıp, her işe yaradığını gösterecek olan bir panayır sahibi gelir köye, eşek tekme atmakta, koşmakta, ağır yüklere bana mısın dememekte, dağa taşa çıkıp inmektedir.
Bezgin ve miskin olan köylüler eşeğin böyle bir işe yarayıp, kuş gibi beslenmediğini, üstelik semerde vurulduğunu görünce usları şaşalayıp, daha da kötüsü bedenen sayrı olup yatağa düşerler. Kutsal bildikleri hayvan zavallı bir şey olup çıkmıştır. Dahası gözü yaşlı köledir. Köylüler bu yeni duruma alışmaktansa kutsal hayvanlarını semadan sahraya düşmüş işaretçi bir yıldız gibi kargışlayıp kurban ederek, köyün girişine buzdan bir nöbetçi gibi putunu dikerler. Bir zamanlar eşeklerin efendi olduğu bir köydür orası. Yular insanların, altın gerdanlık eşeklerin boynundadır orada.
Gene, Mizantrop (insansevmez biri anlattı bunları) birini dinledik uzun uzun; Isfahan sokakları niçin her gün lale sularıyla yıkanır, Hafız yeryüzünün en güzel mücevherlerini sonunda kime sattı. Şiraz’da, Tebriz’de güneş niçin dağların tepesinden önce rüzgarda sallanan bir kamışa vurur. Rey’de bir nakkaş, şarap testisinin üstüne yaşlı bir adama şarap sunan ve elinde mavi gündüz safası tutan genç kadını çizerken, resimdeki testinin de üstüne ve iç içe aynı resimleri sonsuza kadar nasıl nakışlar... Kim bilir...

V
Trende konuşan adamın yanına biri daha geldi oda ondan aşağı kalmadı, bir o bir öbürü sabahı ettik nerdeyse, Cezeri ibriği gibi, aynı hareket aynı su bitmek bilmiyor. Şunu anladım, bıraksan ölünceye dek aynı konunun çevresinde dolanıp duracaklar, tükenmek bilmeyen konular; kubbeler, çiniler üzerindeki hatlar gibi!.. Anlamdan uzaklaşırsan, sonsuza dek konuşur, anagram gibi, sağdan sola okursan ölene dek okur ama manitunun ruhuna aykırı hep aynı kitap, hep aynı insan olursun, hatta şirk koşar zamanı da durdurursun!.. Çaresiz arada bende lafa karıştım, bölük pörçük, anlam dışına kayan şeyler kalmış anılarda... Ama hepimizi tanrı yarattığına göre, dünyada, tanrı kelamı olmayan söz olamazmış gibi geliyor bana, lafı uzatmayalım da, sözü söze bırakalım artık: Şahlanmış bir ata binen ve elindeki kılıcı sallayan ceset ve ölü cenini karnında taşıyan hamile kadın, Seliak hastalığı olan insanlar, “Eppur si muove!” ‘Yine de dönüyor!’ diyen Galile, iki atın çektiği gümüş tekerlekli arabasıyla göklerde dolaşan tanrıça Selene, “Yalnızlığını kanıksamış kule” “bir güneş, İsa’dan önce” “Üzerinde bir kuğunun ışıldadığı göl” “gölün ötesindeki bahçede, güneşin yumurtalarına benzer bal kabakları”, ölünün ağzına konulan ve Akheron’da kayıkçının aldığı demir para, cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol diyen Mevlana, efsanevi Krosios, Midas’ın yurdu ve Korinthos kıstağında, Phaiakların adası. Sais ile Eski Atina arasında silah arkadaşlığı yapar mıydı Babil; Allah kapısı demekmiş ki, Mekke ve Medine yolu üzerinde kurulmuş Erbil. Cenk arabaları ve telepatik tanrıları varmış Babil’in. Babil, Mekke, Smyrna, Roma, Maya, veya... Tunç çağı denizcilerinin güçlü kuzey rüzgarlarıyla Mısır’a kadar inip yarımadaya yerleştikleri ve Hicaz’da dünyanın ilk kolonisini kurdukları, metalurjinin beşiğinin, Etiyopya’da oldukları, o zaman güneşin kuzeyde göründüğü ve soğuk ve uzak bilindiği ve hız limitinin de saatte elli km ve Kafkas atlarıyla gidildiği, bir Miken teknesiyle Pamir dağında yol alındığı, Oberon ve Umbriel adlı kaşiflerin iki büyük uyduyla Basra’ya yayıldığı ve Nereid ilinin yüzeyinin buzdan oluştuğu, Kuiper kuşağı kökeninden bir yıldızla buluştuğu, komet soyundan oldukları düşünülen bedevilerin, bir kuyruklu yıldız ailesi olan Sentor’larla akrabalığı. İnsanların sevgililerini sabah çiğinde aradığı, suları çöl renginde bir koya bakan prizmadan kraliçenin göründüğü, sesinde evren boyutunda bir kin ve sonsuz bir utku taşıyan kralın, her gün kraliçenin boynunu vurdurduğu ve güneşin batmasına yakın kraliçenin prizmanın içinden gene çıktığı, alacakaranlıkta ormanı gözetleyen tanrının, iki yüzlü Janus’un, kraliçeyi kaçırarak prizmaya olan tutsaklığından kurtardığı ve kehribarda saklanır gibi kralın prizmaya girerek sonsuzluğa kavuştuğu, tozlu bahçelerde öten gece kuşlarının ötüşerek bu durumu şehre yaydığı, zındık bir ölünün buna inanmadığı, kralın prizmanın içinden zındığın ikinci kez öldürülmesi için buyruğunu verdiği, zındığın bir kez bunu yaparsa sonsuza dek yapmak zorunda kalacağını söylediği, çünkü zaten ölü olduğu, ayrıca insafı varsa bunu yapmaması, bir kurdun bile sıkıştırıldığında kaçmadan önce durup, bir daha göremeyeceği düşmanına son kez baktığı, ölü bile olsa yaşamın ne kadar tatlı olduğu...
Suya damlayan su gibi saf maddenin ürkütücülüğü doldurdu odayı bir an. Sonsuzluk, bakışımlı iki ayna, Capet kravatı da giyotin olmuştu artık...



VI
Tulkarem’de kadınlar fanilaları öküz ödü ile yıkarlar, kundaklanmış Mısır tarlalarının yanı başında... Mısırlar bataklıkların kenarındadır ve bataklıklarda pullu yılanlar, kanatlı balıklar ile yüzgeçli kartallar bulunur. Falcılar rüyasında kelaynakları okur. Samiri’nin yaptığı buzağı heykellerine tapan inançsızlar gibi bu kadınlarda, her şeyden ürker ve balıklara taparlar. Beşbin yıl önce Mısır’da Atlantis yıkımından gelen bir terzi yaşamaktaydı, yüzbin yıllık bilinç diyalektiğinin oluşturduğu bir dille konuşurdu, soyunduğunda kuyruk sokumunda uzun tüyler olup, sırtında kanat, böğründe de pençe izleri vardı, bıyığı da kedi bıyığı gibi sarkıyor ve tel teldi.
“Yeşil gözlü siyah bir parsı” sularda geceleyin görenler o terzinin soyundan gelen Tulkarem’li kadınlarmış, onun için taparlarmış balığa, kocaları gibi sayarlarmış onu. Siyer, Sarf ve Tecvid’le, Damat Ferit’de onların soyundan gelmeymiş. O kadınlar, o uçan balıklar için şöyle yas tutarlarmış, ağıt yakarlarmış şöyle, aynı soydan geldikleri hasebiyle kutsarlarmış.

(***)“Kadın bedeninde kadersin sen
Ve ben bu kadere boyun eğmiş
Şimdi seni uzaklaştırdılar ey efendim
Ağacından uzak yeşil yapraklar gibi
Ve ben senin çığlığınım ey efendim
Bir ah gibi uzayıp giden patikada...”

Otuz yıldır daha bir canla ve çığlıkla yakılırmış bu ağıt, ama otuz yıldır yapılan bir şey Kronos bakımından, gerçekten otuz yıllıktır, Kairos’ta ise, zaman kavramı süresi için değil, içeriğini, yani düşünsel değerini anlatmak için kullanılırmış. Bu bakımdan otuz yıllık bir şey Kairos bakımından zamansız, bomboş bir şey sayılabilir. Tiberli biri, Heratlı birine ama -boşlukta- göreceli bir şey değil midir demiş ve çok daha tuhaf bir şey söylemiş ardından; “Vanitos Omni Vanitatem” “Her şeyin boşluğudur boşluk.”

Öyleyse dolu nedir ki, Mudanya ile Napoli arasında bir kara parçası mı, Sıffin savaşı mı, ortası, delikli halkaya benzer evren mi, Hubble sabiti, Fourier çözümlemesi gibi kozmolojik parametreler mi, kafirler ve zındıklar mı, feniks kuşu mu, Kafernahum’da cebinde polonyum elementiyle dolaşan çaşıtlar mı, müon nötrinosu, Çerenkov ışıması, akseleratörde yapılan deney mi, Nomad ve Chorus dedektörü, Van Allen kemeri, Zarya (gündoğumu Rusça), Mongolizm, Kuvaga (Afrika yaban eşeği), Triangulum kandili, Hititler, ThySSen ya da Hitler mi, Metshta (Rüya mı), Capricornus mu...
İskender’i de, Byron’u da, Dante’yi de anofel ısırığı öldürmüştü. Filden fare olacaktır. Lalende yıldızına gidip, Oort bulutuna sokulacaktır. Ama kendi gölgesi, kendi boyuna eşit olunca piramidin boyunu bulan Tales gibi, halk beni çok sevmiştir. Halk kamçılayanı sever, nükleer reaktörün kalbindeki büyülü mavi ışık gibi bayılır. Ama halk yok artık. Holografta üç boyutlu aktris evimde yaşıyor. Ay ışığının yanında. Gerçeği ara sıra, bu iletişim ve tanışma bantlarını denetliyor. Yüzyirmibin kişinin içinden beni seçti. Çünkü yazacağım aşk öyküsünde holograftaki aktrise aşık olan bir yazarın sanal ve trajik aşkını anlatacaktım.

VII
Pelios mızrağını kuşanan demirboğa Perseus, gönül verdiği Hint güzeli Andromeda’yı kırlara kaçırdı. Pompei’nin gölgelik yerleri ve Akra yamaçlarında, kuzularla dolaşıp durdular. Orman çakalları önlerine çıkıyor, posta tatarı olan bir Frig delikanlısı ve yanındaki kız, kırlarda kırıtarak yanlarından geçiyordu.
Hercules aslanı, kızı istedi, kanıt için kırlangıcın göğsündeki kan beneğini gösterdi. Korken ödülünü alan bir Romalı da önlerine çıkarak Baküs’ün boynuzlarından daha kutlu bir nesnenin olamayacağını, kendini Thalia’nın arabasıyla kaçarak ağaca asan Byblis’in, Ceres’in (akboğa) ekinlerine çürümüş toprak olduğunu söyledi. Zephyrus’a aşık Cephalus ortaya çıkarak ipin ucunun kaçtığını ve başa dönmesi gerektiğini bildirdi. Oysa karısı Procris onu ormanlarda arıyordu. Cephalus esen yelde dinlenirken, Procris arıyor ama Cephalus bir yırtıcı sanıp, onu okla öldürüyordu. Ammo’nun boynuzlu bilicisi ile Aurora’daki Phoebus’un üç ayaklısı idi bunları dillendiren.

Anlatan “korkunç bir işe kalkışan kişi, bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürelemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini, kendine kabul ettirmeli. İnsanın, öteki insanların yaşamlarının belli anlarında, onların düşmanı olabileceğini, ateş böceklerinin, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, günbatımlarının düşmanı olamayacağını bilmeli” dedi. Başka biri; kafirlere daha çok güvenirim, müminlerin içtenliğinin kanıtı nasıl belli olabilir ki... Biz ise uçurumda vaklayan ördekle dolaştık, yankı yapmayan ördek sesi yerimizin kolayca bulunmasını sağlayabilirdi. Hadar’da ki mağaralarda işte böyle birbirimizi yitirmeden dolaşırken, Mesyanik bir Marksizm teması içinden, Frankfurt ekolünün sapkın figürü Benjamin’le av arkadaşı olduk. Çisentili poyrazda uyuz bir keçi vurduk, Cenab-ı hak onu vuranın, onu kılavuz edinenin, ona bağlananın boynuna keçinin yularını taksın.

Et değil labada ezmesi yeseydiniz, ciğer püryanı, horoz ibiği otu kaynatsaydınız. Suffe’de (medrese) bunu öğretseydiniz. Gadirihum’da vasi ve halife atananı sevin. Bulut kükreyip çakal yağmuru yağsa da, buz erintilerinin üstünde, Konstanz gölünden atla geçerken, ikiz leoparlarla, tilki yavrularını izleyerek yüzünüzü dağlara dönün. Av avlamayın.
2x2=22 olabilir mi, şu uzakta ki son iç çekiş köyüdür Romülüs... Kör melekler ve kamçılar sergilenir orada. Pegasi yıldızı Aralık’ın ortasında kapitole iner. Ve yıldızdan gelenler, gözlerimizin içine bakarak, dünyada yaşamın olmadığını söylerler. O zaman son iç çekiş köyünün en yaşlı sakini der ki; Öyleyse yaşam yok ve ben yaşamıyorum, ama bunun ayrıksı bir şey olduğunu düşünelim ve diyelim ki ben ayrıksı biriyim, öyleyse ayrıksı olanında, bir ayrıksı yanı olmalıdır; bu durumda yaşamın olmadığını ileri sürebiliyorsak, bir yerlerde yaşamın var olduğunu kabul etmemiz gerekir dedi. Son iç çekiş köyü halkı bu paradoksla Barba Vassili gibi (paltosunu çekip) gözlerini yumdu ve uyudu. Var ve yok, yok ve var.

VIII
Trenimiz ahret melekleri gibi içimde kımıldayıp giderken Medine peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ve ahlaksız simsar yuvalarından biriydi. Hafir’de serap ve kum bahçeleri arasında kabile bayrakları dalgalanıyordu. Ravza’nın yeşil kubbesinde, peygamber sanduka örtüsü içinde kahırlı iskelet gibi yatarken, kabirlerde çürüyen atlas örtüler, maden çanaklar, kandil yakmalar, Hama ve Humus develeri, kasabalar, iskemle, hasır, porsuk eti, kerpiç ve kafesler yürüyor, gözlerimin önünden geçip gidiyordu. Küveynat neresidir diye sormak gafletinde bulundum. Buhara katırlarıyla, Semerkant beygirleri gölgede duruyordu. Nerelisin hangi şehirdensin dediler. İçimi çekerek yağışlarla besili Menderes ülkesinden dedim. İskorpitli çocuklar, çürük diş, Türk yavruları ve çekirge turfuğu yiyen insanlar vardır dedim. Tanrıları otomobile biner, Arap kursağı (kısrağı mı!) orada da vardır. Hicaz hurması satarlar, Kamame papazları avucunda yıldız tozu gezdirir, Kudüs’ün hançerli putu, pancurlara, fesleğen saksısı ve Balfur’un söylevinin, Davut’un mezmurundan daha etkili olduğu bir yerdir dedim
Soyguncu Urban’ı tanımazlar, ağlama duvarının aşınmadığını görerek, yalvarmanın ne menem boş bir şey olduğunu düşünmezler dedim. Güldüler. Biri bende Pozantı’dan geldim dedi. Devenin üstüne merdivenle tırmanmaya çalışan Avusturyalı subay, kanalı geçmek için Taberiye gölünde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve boğularak öldürülmüş Arap kadınlar çevremi sardı. İsa, Nasıra’da marangoz çırağıydı dedim.
Halife alayı geçti yan sokaktan, Arap gırtlağı mahalleyi çınlattı. ‘Erbaa vaburat li Dicele tu vel Fırat’ diye bağırdı biri. Hurma korusundan bir kız çıktı. Yüzleri yırtık, meşin keseli, kirli bir urban, Beyrut’ta Bassul oteline vardı. “Zehiy tasavvur-u batıl, zehiy hayal-i muhal” diye söz edenlerin arasında koştum durdum. Meğer Rayak’ta bir tren kazası olmuş. Diken yığınına sarı boynunu uzatan deve gibi ölmüşler. Şam’ın, Barada ırmağı kıyısına gömülmüşler. Zahle’nin dağ yollarında ağlama sesleri bir türlü kesilmemiş.
Sukulgarp’te çobanlar yaraları sarmışlar. Havran’da gün batımında, Arap sazı inim inim inlemiş. Ayin Sofar’lı biri gece boyunca çığlıkları dinlemiş. Kont Kavur kılıklı biri Lübnan’a kar yağarsa, Beyrut’ta bahar vardır. Sofar’da, nisan İstanbul’daki gibidir. Şam, bahar gülüdür derler, Kudüs’lü kışı tanımaz ve bir vodvil esprisiyle, insan varoldukça Mekke kahrolmaz, Kabe yıkılmaz demiş... Ama Piedra ırmağının kıyısına oturup ağladı oda dedim.

IX
Medine’de bulunan Hazreç kabilesinden Es’ad bin Zürare, Rafi bin Malik, Avf bin Haris, Kutbe bin Amir, Ukbe bin Amir, Cafer bin Abdullah adlı altı kişilik bir grupla Akabe mevkiinde karşılaştı. Ubeyy bin Halef, Bedir’de öldürülen kardeşi nedeniyle bir düşmandı. Allah-ü Teala’nın en çok buğzettiği kimseler, Katade bin Numan onun çevresinde çarpışırken gözünden okla vuruldu ve gözbebeği yanağının üzerine aktı ve o gözbebeğini eline alıp yerine koydu ve Katade’nın bu gözü diğerinden daha dayanıklı daha güzel oldu. Güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe için açık kalır dedi Tirmizi. Sığırı kesip bir uzvu ile ölüye vurunca dirildi ve kendi diliyle katilini söyledi. Camius-sağir’in sözüne göre miskini ve yoksulu sev ve cennete git. Allah düşmanı Samiri ve Kuba’dan bir Cuma günü, Ranuna vadisini geçerek Vedd, Suva, Yegüs, Nesr adlı putlar Medine’ye gelmiştik. Medyen halkı da gördü. Aya şahadetle işaret etti ay derhal ikiye ayrıldı, şak oldu, yarısı Safa tepesi, diğer yarısı karşıda Kaykaan tepesi üzerinde durdu. Allah-ü Teala Vetekaddes Hazretlerinin fail-i mutlak olması gibi. Fil hadisesi, tuğyan eden bir kavmi yok etti. Beyt’i korudu gözetti. Ebabiller, Ebrehe’nin ordusunu kum taşıyla -ayak ve gagalarındaki- helak etti. Y gibi bir adam belirdi, kum zambağı elinde, Cuma adında bir tepeye gelmiş ve elliüç yaşında panteri dağa bakan bir çocuk öbür elinde, çocuğun bedeninde bir güneş parlıyordur. Ruhlar ruhundan bir gölge hiç yerini değiştirmiyordur. Sakallı kadınlar gelip geçiyordur. Her şey taş kesilmiştir. Garip bir üçgen havada asılı kalarak sağa sola kayıyor, bilge şair Basho koltuğu ve kulübesiyle beraber yaşıyordur ne ki ‘Posa et pensa’ oturup düşünüyordur.

X
Badiyelerde oturan aşiretlerin şeyhleri kurnazdırlar. Ne kadar güven verirseniz veriniz, baba oğul bir arada gelmezler. Casuslar dilenci kılığındadır. Nur-u Şalan gelirse oğlu Nevvaf çölde kalır. Lübnan’da Nevvaf’ı konuk etmiştik. Şam ve Bağdat arasındaki sonsuz çölün büyük bir parçası Ruvale aşiretinin hükmündedir. Nevvaf ve babası orada hükümdardırlar. Suvareke kabilesinin kabzalı bıçaklı ve devesine bir türlü binemeyen Hintlisi gibi Hilaliahmer’e bir gün Bağdat’a karadan ve çöl ortasından nasıl gidileceğini sordum. Size bir yıldız göstereyim birde mühürlü bir kağıt vereyim, hecine binip on gün on gecede gidebilirsiniz dedi. Nevvaf’ın dediği doğruydu, ama mühürlü kağıdı başka aşiretin adamları görürse bu Ruvale bedevisi için ölüm fermanıdır. Aşiretlerin çölünde Nevvaf’ın göstereceği yol yıldızından başka, birde Aman yıldızı vardır: Altın! Altın kuma atıldığı zaman sesten başka her şeyi verir. Salta’da, Amman’da, Yukarı Necid’de, payitaht Hail’dir. Medayin’de, Sebi’de, Cedide’de, Katya’ya egemen tepelerde, Mahdes taraflarında sadık ve cesur ceylanına binenlerin elinde, Şeyh Utvan’ın yerinde bu hep böyledir.
Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman 333 senesi Haziran’ının 3.Günü Medayin’de, o vadide tuzağa düşerek ölüp gitmiştir. Marn’dan sonra, kartal yuvası, Kap’ta, kılıçlı Medini nişanı, Ebuasab tepesi, Nebi Samoil siperleri... Yanarım ki çöl ölü bir şeydir. Çölde insanın ayak izlerinde bir cesedin çarpan kalbini ve dirilen bin canı görebilirsiniz. Tih sahrasında Urban (yoksul bedevi) vardı. Cefir badiyesi, Tih badiyesi, Sina badiyesi, Ariş’ten geçenler, Ümran destanı, Hafir ile Nahil, arpa yiyip, kemik kemirenler, yağmur çukurları, böcek ve mikrop doludur.
Kantara, Ferdan, İsmailiye, Şalof ve Tarsum taraflarından Asluç’ta süslü bayraklar asılı, Kuseyme’de bir su için demir boru şebekesi olup, Çığtave ve Emden’de ki askerler son derece tasalıydılar. Ökçelerimle mezarın toprağını sıkıştırdım. Neccablar, Gor çukurunu kazdılar. Bu Yahudi topraklarını bizim kadar kimse sevemez. Vadii Sarar’dan, peygamber İsa’nın yıkandığı Şeria’ya girdik. Kaç defa türbe, mezar, ağaç ve ateş parçaları, senelerden beri ılık mezarlarının içindeki ölülerin kemikleri, bizlere kadar geldi. Taluşşeria’da dağ kümeleri vardı. Ölü tank cesedi ne acıklıdır. Demir küre ve bakır tarlası, şeyhi, köpeği, tüm takım taklavatı, sırtlan sesini taklit eden bir bedevi korkuttu. Katya muharebesinde çok kakule (sedye) kullandık. Rumani harbte, Kerbela’da, Balat Yahudileri de vardı. Magdaba Telürrefah’da 0x3=0 eder, ama 3x0=000 eder dediler. Dağları kumları ve ufukları ölü doğan çölde; yaşayan şeyler iki kat yaşıyorlarmış. Ceylan gözü, çölün gözü gibiymiş. Çölde pek çok esrarlı göz doğuyor ve batıyor, çöl insanının yalnız gözleri, derin bakışlarla parlıyormuş. İnsan kum üstünde ölü bırakmaya dayanamıyor.
Çünkü ne mezarı ne de izi kalıyor. Bir denizde bile insan ancak bu denli yitip gidebilir. Çin flütü, yada firavun güvercini (akbaba) gibi, Afrika’da tamarind ağacının altına bile gömülenler vardı. Diyesim, son olarak Yukatan’da altına hücuma katılanlardanım. Yaşamımın son günlerinde, işitmek için duymaya, görmek için bakmaya kesinlikle gerek olmadığı ve güneş pleksüsünün, hiç farkına varılmaksızın bunların yerini tuttuğu izlenimine varan Desplein gibi, öldüğüm incir ağacına yaslanıp, doğrularak uyandım. Kutsal öğlede ılık bir rüzgar usul usul kirpiklerimi yalıyor, Reşide tam tepede dallardan ayırt edilemeyen yemyeşil gözleriyle üzerime doğru çişini yapıyor, ağzımı açıyordum. Gerisi yalanmış.
Akrabam belalım olmuş, kendisini yerden yere atmış ve çıldırmaya başlamış ve intihar etmiş. Kendisi çok güzel bir uykuya dalmış. Uykuda Allah ona bir güzel dua etmiş. Öldüğüne çok ağlamışlar. Ve tam tamına ölmüş. O zaman herkes üzülmeye başlamış. Kalemşörü, habibim, el İsmet el Tarık’mış. Kadir gecesi, sevgili peygamberimiz aleyhisselamın ve Ashab-ı kiram’ın yemek konusundaki uygulamalarına baktığımızda günde sadece bir defa yediklerini görmüşüz. Ebu Said el-Hudri şöyle anlatıyor. Resul-i Ekrem sabah yemeğini yediği zaman akşam yemez, akşam yemeğini yediği zaman sabah yemezdi. İslamın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkanından birisi de onikinci ay orucudur. Hakkcelle ve ala hazretleri ayet-i kerimesinde; ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Ta ki korunasınız buyuruyor. Bakara 183, oruç niyet ederek, tanyeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar yemek içmek, et ile etten öte şeylerden uzak durmak demektir, bu haberlerin vahiy olduğuna hiç şüphe yoktur, bitti dedim...
...
Adam bunun için mi iki saattir geveliyorsun diyerek, tam Eyüp’te ‘Pierre Loti’yi birbirine katacakken, arabulucular işe karıştı ve kargaşada sendeleyip düşürdüler. Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir demişler, oysa öyküye iyi başlamıştım, daha yarıya varmadan bulanık biçeme sığınmak zorunda kalıp, altında ezildim ve görüyorsunuz nasıl berbatlaştı, absürd bile değil artık, yinede duam okuyanların üzerine olsun, ne yapacaksın; 'Bazen avcı kendi cesedinin önünde durur'.

(*)(**) Vicente Aleixandre
(***) Nizar Kabbani

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder