4 Ağustos 2013 Pazar

MEŞHUR



                                                          ‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’


I
Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki, defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi. Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara, bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi, evlerimize, ocaklarımıza dönerdik.
Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında, çokakların altında alacayı arardık. Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı. Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak, Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı. Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde, etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah, Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil, kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını, semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık. Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık.
Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı, kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de Herkül bakışlı, Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir. Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar geçirmişizdir ki: Eyvah!..

II
Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu.

O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığıda yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu.
Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

III
Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim.

Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşcasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım.
Dışarıda kar, kelebeksi titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana...
Ne mutlu sevda çekenlere
Ne mutlu sevip sevilenlere...

IV
Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk.
Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih, Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.

V
Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişmek ister gibi, sanki karanlığı sever gibi, taş atarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı.
Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk.

Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk...

Tanrı bizleri bağışlasın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder