4 Ağustos 2013 Pazar

KÖPEK



KÖPEK
I
Yılını anımsamıyorum ama beni bir Ağustos günü bıraktılar bu adaya... Öğle üzeriydi, büyük bir sandalla yaklaşmışlardı, deniz sandalın küpeştesine ılık ılık vuruyor ve dingin görünüyordu. Aralarında ne konuştuklarını bile anlayamadım, kıyıya kadar geldiler, iner gibi yapıp benim atladığımı görünce, önce yavaşça, sonra birden hızlanarak uzaklaştılar. Bu olayın nedenini, beni neden bıraktıklarını hiç bir zaman anlayamadım. Arkalarından huysuzlanarak, kısık sesle, bir iki kere havlamaktan başka bir şey yapmış değilim. O gün kesin olarak şunu anladım, ne kadar derin bağlarınız olursa olsun, bir insan ancak bir insanla, bir köpekte ancak bir köpekle dostluk kurabilir.
Sözü uzatmayacağım, adadaki günlerimi anlatacağım, burası boş bir ada, tümüyle kayalık, beni bir öğle vakti bırakıp gittiklerinde başıma neler geleceğini bilemezdim. İlk şaşkınlığım geçip, bayağı bir kuşkuya düşünce, kıyılardaki pörsük dalgaların içlerine kadar girerek uzun uzun havladım ama sonuçta bakakalmaktan başka bir şey yapamadım. Bir kez bile dönüp bakmadan, sırtlarını dönmüş gidiyorlardı... Ben de ıssız adada yalnız kalmanın verdiği özgürlükle ilk gün ay çıkana dek, delicesine koşup oynadım, özgürdüm, kayalardan sekiyor, tepelere çıkıyor, rüzgâra eşlik edip uluyarak sonsuz denize soneler söylüyordum. Ay çıkınca ön ayaklarımı uzatıp, karanlığın içinde dalıp giderek, uyumuş kalmışım. Sabah serinliğinde uyandım, güneş henüz doğmamıştı. Yaşamımda ilk kez güneşin görkemle doğuşunu, yaşamı, yalnızlığı görkünç biçimde izleyip algılayarak şaşırdım. Güneş çok uzaklarda denizin içinden, Argonotların altın postu gibi yükselerek, ortalığı öyle bir aydınlattı ki, gece kaplumbağaya benzeyen ada, güneşle tüm girinti ve çıkıntılarını, eğriliğini, büğrülüğünü, taşını toprağını, otunu, etini ortaya koyup, bir değişti ki, sanki mavi suyun ortasında, kutsal bir kabarcıkta yaşadığımı düşünmekten kendimi alamadım. Bu göklerden gelip, denizden yükselir gibi aldatıcı ışık oyunlarının, gerçekte ne korkunç bir gücün varlığında saklı olduğunu da böylece görüp algılamış oldum.
Sonra sabah gezintisine çıktım, adanın arka kıyılarına, oradaki terk edilmiş bir sandala doğru yolculuk yaptım, ada öyle küçüktü ki, beni yine gelip alacaklarını düşündüm bir süre, buraya bırakılmamın ne anlamı olabilir ki dedim. Öğleye doğru adanın ortasına yürüdüm, doğal bir patikadan, adanın burcu sayılabilecek, tepedeki harabeye geldim. Taş yığınlarından bir döküntü, duvarlarını ilginç betimlerin süslediği bir yıkıktı. Orada oturup biraz dinlendim, sonra gene aşağıya inerken, küçük, yeşil bir kertenkele gördüm, tam bir arkadaş buldum derken, kaçmasın mı, ardından koştum, koşup oynamak için, onu durdurmak isterken kuyruğu kopuverdi; bu yarısı mı kertenkele, öbür yarısı mı derken otların arasına karışıverdi. Kuyruğu ise hâlâ oynuyordu, uzun süre onunla oynadımsa da, sonra birden durdu, bir iğde çöğürü gibi yol ortasında kalakaldı, üzülerek bırakmak zorunda kaldım. Aşağılara indiğimde, dünden bu yana ilk kez acıktığımı duyumsadım, bu kayalık adada yiyecek hiç bir şeyin olmamasına şaşarak, yukarıya ölü kuyruk parçasına doğru yollandım...
Tepeye yaklaşırken, garip bir gölgenin, sanki benden önce kuyruğa ulaşıp onu yediğini ve o eskil taşların ardından, aşağıya doğru süzülüverdiğini, görür gibi oldum. Bu sessiz, köpeği andırır garip şey, acaba ne olabilirdi, belki ben öyle düşünüyorumdur sanısıyla üstünde durmadımsa da, kopuk kuyruğu yerinde bulamayınca ürkülerimi dağıtamadım ve aç bilâç aşağılara doğru yürüdüm. Hava oldukça sıcaktı, deniz kıyısında ayaklarımı ıslatıp zaman zaman göğsümü, sırtımı dalgalara vererek uyudum, uyandığımda gece olmuştu, sessizlik ne çok uyuturmuş meğer. Açlık ve susuzlukla duramayacağımı bilerek gene uyuklamaya çalıştım, yarı uykulu, bir tür sarhoşlukla sabahı ettim, susuzluğumu gidermek için, deniz suyunu içmeyi denedimse de, yalar yalamaz daha çok susadığımı anlayarak bir daha yaklaşmadım. Su içeyim derken tuz yalıyordum ki çok kötücül bir durumdu. Hırsla tepelere, köşe bucak her yere uğrayarak, sararmış otların aralarına dek baktım ve sonunda yaprakların gizlediği bir yağmur birikintisinden susuzluğumu gidermeyi başarabildim...

II
Kopuk kertenkele kuyruğunu yiyen öbür köpeği göremeden ölecek miyim?.. Ben neden buradayım, beni buraya kim bıraktı!.. Adım olsun istiyorum, bir zamanlar ‘Lortop’ biçiminde bir ses algısıyla çağrıldığımı anımsar gibiyim. İlk günün buruk mutluluğundan sonra tepede birikmiş yağmur suyu bitince, suda içemez oldum. Kertenkele kuyruğunu günlerce aradım, bulamadım. O harabenin bir zamanlar yapılan taştan oyma bir ‘Odeon’ olduğunu düşünüyorum. Sıraları kırık, mermerleri parçalanmış olan bu yerde, kim bilir kimler arp çalarak dinletiler sundu. Belki önünde ‘Masalı Adamlar’ denen banker ve tefeciler ta o günden, ahalide tekelci bir kesim yaratmaya çabalamışlardır!..
Aşağıda, küf ve alglerden oluşmuş süngerimsi bir şeyi, saatlerce ağzımda geveleyerek açlığımı gidermeye çalıştım, karnımın doyduğu sanısıyla, saatlerce kendi tükürüğümü yalayıp yuttuğum için bir süre sonra dayanılmaz ağrılarla midem kazınmaya başladı ve korkunç karabasanlarla kıvrandım durdum. Mindanao yarığı gibi içimde görkünç bir yarık açıldı, saydam, ışıksı balıklar, sülfürle beslenen bakterileri, denizden getirip önüme atsalar paramparça ederim diye haykıracağım!..
Öleceğimi anlıyor ve şunu söylüyorum; “Her sonbaharda birbiri üzerine dökülen yapraklar gibi, tüm yaratılmışlarda artarda düşüp yok oluyorlar. Bu doğanın değişmez bir kuralı. Neden tasalanmalı, şu dünyada erilebilen başka ne var.” İyi de, neden böylesi bir ölüme izin veriyoruz, niçin böylesi ölümlere göz yumuyoruz, dünya yurdumuz değil mi?.. Yüz kollu ırmak tanrısı, boynuzlarıyla yardım etse bana diyorum, ama bir yaratılmışın serzenişi, zaman içinde ki bir zamanı, ne ölçüde değiştirebilir ki...

‘Bir dilek nedir ki!
Peki hatırım için, sözcüksüz olsun.
Deli divaneyim sana mektupsuzda,
Bak batıya, bak dağlara gör
Bak denizin maviliğine ioa aoi.
Bir an birlikte mekan ve zaman
Yalnızca kanatlardır, şaşkın düşü tutuşturan
Ve -şimdi tut soluğunu- öyle taşısınlar seni
Arasından dağların ioa aoi...’ (*)

Bu bir haykırış ama, artık yaşamak bulantıdan ibaret, baygınlık geçiriyorum, güneş, koca bir kervanı aydınlatacak ışık çanı gibi doğuyor, içinde milyonlarca öglena, kaynaşan petek kovanı, dalıp gidiyorum, sonsuz evrenler var, ayın yarı gölge konisinden geçmesi, bir penumbral gibi titrek kıpırdaşıyorlar. Gözlerin görmeyip, kulakların duymadığı, dillerin söylemeyip, ellerin dokunmadığı, sızılamayan, derinliği olmadığı için, kaçış noktasına doğru uzanan bakışa bile olur vermeyen, amansız bir sis çöküyor çevreye...
Hiç bir göze gözükmeyen, söylencelerin gölgeli mırıltılarının dolaştığı, düşsel zamanlardayım. Ne zaman denildiğinde Kral Uzziah’ın öldüğü yıl denirdi!.. Takvim yoktu. Asur kralı Asurbanibal ama belki Nabukadnezar, öyle güçlü ve kendini beğenmişti ki adına dikilen taşa şöyle yazdırmıştı: ‘Yaptıklarıma bir bak da ey kudretli umudun kırılsın.’
Uyuyan dev bir hayvanın soluk alışına benzeyen büzülüp kabarmalar, Yedinci Günah’da yazılanlar, kızılderili avcılar ve dağlardaki Yunanlılar ya da soyut bir alanı öven peygamberler, Julius Sezar Alpleri geçti veya yeşil bir çizgiyi geçen kırmızı çizgi gibi görüp değerlendirebilirim artık yaşamı. ‘Sonsuzluk dediğimiz açık uçlu bir sınırlılık, uzaysa; gerçekliğe sonsuz bir bölünme fırsatı veren şey’ Bu sanrılı halimde, sanki salt gerçeği anlıyor ve zaman unuttuğumuzdur, unutulanı zaman doldurur diye belki de boş yere kederleniyorum. Zamanda zaman yoksa, bütün bu olanlarda belki boşuna, belki ölüm korkusu beni böyle konuşturuyor diyorum. Fenilketonüri ve avurt ve çok zaman önce kendini tanrı sanan bir ağaçla ilgili şiir gibi, Sarvamangalam, doğrusu açıkça amin diyorum, çünkü yok dediğiniz şeyde; geri dönüşsüz bir yerdeyim. Beyaz; Çinliler için kedinin ve yasın rengiymiş. Şimdi her şey sonsuzca beyaz ve yalnızca akıyor, akıyorum...

III
Açlıktan ölecek gibiyim. Beni buraya getirenler bir gün yine gelecek ve umarsızca açık kalmış ağzımda, saldırır biçimde dişleri sırıtan, vahşi bir şeyin kafatasını bulacaklar. Bir törende ölmüşçesine, ayakları uysallıkla toprağa uzanmış, kuyruksuz, belki ilk bakışta bir çocuğa benzeyen, yapayalnız bir iskeletle karşılaşacaklar... Kaburgaların böyle dizi dizi olması, neyin düşünülerek gerçekleştiği bir evrim ki?..
Köpeğim ve ölüyorum!.. Güneş, denizden yavaş yavaş doğuyor. Ben, pörsük, uyuşmuş, yarı kapalı gözlerle güneşe bakıyorum. Yaklaşıyorum sonsuz alevlere, içlerine giriyorum, sarı, kızgın, çılgın ateş okyanusları... Kime, neye?.. Yitiyorum alevlerin içinde, bitimsiz, silindirik, ışık hızında bir akışla yuvarlanıyorum. Başka evrenler, başka canlılar, başka yurtluklar...
Bir noktaya varıyorum, yanıp sönen, altın bir para gibi, incileyin bir nokta, dokunuyorum; birden patlıyor, yine sonsuz alevler, yine ateş yayılımları… Niçin? Eski güneşi içine alıp yutan, yeni bir patlama, yeni bir varoluş. Nasıl bir gereklilik bu... Magma denizleri içinde yüzüyorum. Ateşler içinde. Yanmadan. Bende bir ateşim…
Ateş incisi, denize atılan bir taş gibi dalga dalga büyüyüp yayılıyor, helezonlar içinde genişleyip büzülüyor; böceksi evrenler, göz biçiminde açılıp kapanan vulvalar, yıldızsı son konaklar, son yabani otlaklar, barbarlığın yuvası gökadalar, tırtıl biçiminde iç içe geçmiş tünellerden oluşan varlık konileri, şeysi, yuvarımsı, küçücük, soğuk yıldızların açılan karınlarından içeri girdiğimizde, bir başak, küremsi bir yıldız, onun içinde bir başka, onun içinde bir başka, onun içinde bir başka, sonsuz büyüğün içinde gidilen sonsuz küçükler, sonsuz küçüklerin içinde açılan sonsuz büyükler, yalnız köpeklerin yaşadığı adalar, yalnız köpek krallar, köpek kraliçeler, köpek halkları...
Sayrı bir köpeğin sanrısı ne olabilirdi ki!.. Saltanat yarışları, erk kavgaları, bulldog lobileri, kedi savaşları, sanal ölümler, hekim köpekler, düzene uyum gösteremeyen teriler, pitbull çeteleri, oyun bozan, ölümle, yaşamla alay eden kangal birlikleri, sayrı eniklerin rehabilitasyon merkezleri...
Köpekler için daha uyumlu bir yaşam biçimi tasarlanamaz mıydı diyorum! Hiç önemli değildi diyor; yaşıyor olabilmemiz, algılıyor olabilmemizden korkunç, ondan öte; ne bir şey olacak, ne de görülecek diyor. Yaşamın üstünde bir şey yok, ölüm yaşamın algılanamaz, düşünsü bir türevi, her şey yaşıyor, bütün bir evren yaşayan plazma, bütün evren düşünüyor, taşıllar, boşluk, ölüm; düşüncenin yaşayan en çılgın biçimleri, ışık; varlığın en soyut en görünür varyantı, her şeyin atası, ama onun da üstünde bir şey var ki ışığa bile yurtluktur. Boşluk, yani hiçlik, varlığın anası; en görünmez biçimidir. O olmasaydı, yani biz köpeklerin boşluk-yokluk dediği şey olmasaydı, hiç birimiz olmayacaktık. Boşluk varlığın beşiği ve gerçekten olması gereken türel bir biçimi, bir zorunluluğu; kavranılmaz, inanılmaz dememek gerekir. Düşünün ki, ‘Kuzey kutbunun kuzeyinde ne var!’ Güneşin içinde, bir köpek adaya varıyorum, köpek biçiminde bir ada, acıkıyor, susuyor, yiyor, içiyor, çiftleşiyor, doğuruyor, sonunda başka nesneler, başka adalara dönüşüyor.
Dünyada çektiği acılar, umarsızlıklar, köpek olmanın getirdiği işkenceler, insanların zulmü ve sonunda öteki köpeği göremeden, güneşe bakarken, ölüp gidiş. Duymayanlar! Sağırlar yurtluğu!.. Her şey büyük bir sessizlik içinde olup bitiyor. Görmeyenler! Değirmendekiler!.. İşte onların gözleri yok; kulakları yok!.. Ama her şeyi görüyor, duyuyor ve anlıyorlar...

IV
Adaya atılmış bir köpek olarak şunu düşünüyorum. Canlıların, beni buraya atan insanların, bir tanrısı yok, biz sıradanız, tanrı, sığınma duygusunun dışa vurumu!.. Tanrı kavramına ulaşmamız bir aşama belki, ama kimilerinin dediği gibi tanrı gereksiz. ‘Mercanın dallarını suya çarpışı gibi / an kendisini sarı bir uyumla gerçekleştiriyor’ Ve Attila’ya gizlice yüzüğünü yollayan Honoria’ya annesi ‘Barbarlar kraliçesinin kızı, barbarlara kraliçe olmak istiyor’ diyor. Mesleme bin Abdülmelik’in yaptırdığı Camiî Kebir’in önünde her zaman bir köpek beklermiş; yalnız gerçek inananların tapınması için... Grieg’in, ‘Güz Sonatı’nda da köpek havlamalarından esinlenen bir bölüm varmış. Ravel’in, Gaspard de la Nuit adlı yapıtı bestelemesine gece kendisine saldıran bir köpek nedenmiş. Geceleri Ayvansaray’daki Cüce Çeşmesi’nden gelen gürültü, su içen köpeklermiş.
Phaiaklar, masal aleminde yaşar, köpekleri, Kerberos’tur ve cehennemi bekler, müzikle sakinleşir. Golf oyunu, bir köpeğin, bir soyluyu kovalarken, çocuğuna oyuncak diye verdiği, bez topun düşmesiyle; köpeğin soyluyu bırakıp topa yönelmesi sonucu, (ve artık topa özel bir ilgi duymasından ötürü) keşfedilmiş…
1600’de bu tüylü top yerini tahta topa bıraktı. 1848’de plastik top kullanılmaya başladı. 1898’de Sumatra zamkı ile kaplı Haskell topları piyasaya sürüldü. 1902’de topta su kullanıldı.1903’te Balat’a (plastik) sıvama ve sentetik imitasyonlar devreye girdi.1908’de Spalding, oyuklu topu golf dünyasına tanıttı. Epeyce sonrası, 1963’de sıkıştırılmış butadienden yekpare top üretildi. 1964’de Dupont firması dış yüzeyi surlyn katmanlı üç parçalı topu üretti.1989’da kancasız ve dilimsiz Dolara topu kural dışı ilân edildi.1993’de Dunlop top teknolojisine bilgisayarla biçim verilmiş aerodinamiği kattı. Aynı yıl,ölümsüz Spalding’den Magna topu sahalara sürüldü. 1994’de aerodinamik yöntem Wilson Ultra’nın kullanıma girmesiyle yeni bir vizyon kazandı...
Bunların yazıldığı süre içinde bir köpek acaba kaç kez havlayabilirdi… Havlayan bir köpek mutlu mu ki...
Köpek, doğan güneşi izlerken artık ölmek üzereydi ve yaşamla uzam arasında sanrılar görüyordu. Yatay uzamda, dikley duran köpek yaşıyor ve zamanı simgeliyordu. Gözleri, güneşin içine süzülmüş, güneşte yitip gittiğini düşlüyordu. Bakışları zayıflamış ve bozuk görüyle, güneş sanki gözlerinin içine kadar sokulup girmişti. Güneşin sarı kızıllığı içinde başı dönüyor, önce büyük bir göze, daha sonra nötrino, sonsuz küçük bir algıya dönüştüğünü duyumsuyordu. Pek çok güneşler, bambaşka dünyalar, sonsuz düzlükler görüyordu... Yüzlerce yıl sonra; düşler içinde bir köpeğin, engin, dingin bir adada, altın bir hale içinde, ‘Kutsal Bir Güneşi’ izlediğini gördü. Bu sakin, hayranlıkla güneşi izleyen, yalnız köpeğin, tam arkasında durdu. Yakından bakınca, köpeğin neredeyse ölmekte olan, salya sümük içinde, taş kesilmiş, yarı ölü, yarı diri bir bunaltıda titreyen, kendisi olduğunu anladı!.. Bu duruma son bir umar olabilmek için yaklaştı, tüyleri tiftikleşmiş, ölümcül durumdaki köpek, bu anı duyumsayarak, bir an geriye dönüp; sağlıklı, diri ve coşkulu biçimde kendisine yaklaşan, öteki köpeğe bakmak istedi; ama o denli halsizdi ki, uyuşmuş, canı çekilmişlikten ötürü, bir türlü başını çevirip ona bakamıyordu. Kendisi olan ötekinin, öteki olan kendisiyle bütünleşip tekilleşmesi gerçeğine, olanak tanınmıyordu!..
Deniz bir canavar gibi vahşice dalgalanıyor, güneş yavaşça, dev bir küre gibi yükselip, parlıyor, öç duygusuyla kıvranan, alev yüklü bulutlar ona doğru yaklaşıyordu…
Kuduruyordu artık, belki de güneş batıyordu, uyuduğunu ve bir daha uyanamayacağını düşündü. Güneş yeniden doğdu, sabah gene oldu, değişik bir dünya, köpeklere özgü bambaşka bir cennet ‘düşlediğini’ düşledi!.. Bir sürü çocukları olmuştu, tüm familya neşeli günler geçiriyordu, mutluydu, mutlu olabilme istenciyle düşlüyordu bunları, çoğalma arzusuyla...
Resim çizen bir köpek olamaz mıydı, kumsala bir doğru çizdi, çoluk çocuk bir birlik tablosu oluşturacaktı, ön ayağıyla kumları hafifçe kazdı ve bir doğru çizerek kumlarda oluşan hayaline baktı, çocuklarını özlediğini düşünüyordu. Köpeksi bir imge bu benimki deyip güldü.
...
Bir Flaman göğünde, bir çınar ormanının içinde, bir yaban kedisi, bir av köpeğiyle karşılaşır. Karanlığın yırtıcıları çığlıklarla eşlik ederken, vahşice boğuşurlar. Öyle ki boğuşmanın şiddetinden uzak kasabalarda, kutsal kitaplar, yüksek raflardan yerlere düşer, aynalar kırılır, duvar saatlerinin yeri değişir, masalar devrilirken; yaban kedisi yaşamı için; av köpeği ise, efendisi için dövüştüğünden, kedi kazanır, tazı kaybeder!.. Perikles’in kılıcının kabzası, o dönemde cesaret sembolü olan dağ kedisi dövmesiyle süslüydü.

‘Şimdi içine girdiğim bulut kümesi kesinlikle fırtına (oraj) bulutu değildi. Peki ya şimdi, beni elektrik yüklü bir pençeyle gırtlağımdan kavrayıp, gökyüzünün arka kapısından, hiçlik okyanusunun karanlık sonsuzluğuna fırlatmak isteyen kim ve işte ifrit geri düşerek güldü ve ben ifritle birlikte gülemedim. Ve bu yüzden de ifrit beni lanetledi ve sürgit mezarın içinde yaşayan nekrofil hayvan oradan çıkıp, ifritin ayakları dibine kıvrılarak uzandı ve ısrarla, suratına baktı durdu.’

Bu ensestik öykü, okuyanla benim aramdaki trajik bir yolculuğu simülize etmektedir. Bu ‘Nonalegorik’ anlatım tarzı okuyan kişinin fallikyen tacizi ve içkin bir... Vazelon manastırı görüntüsüyle, Eski Mısırlılar’ın kedi tanrılarına, köpek tanrısı Anubis’e; ve otobüs geldi binmek zorundayım, çünkü bir konuda kesin bir görüşümüzün olması kadar saçma bir şey yoktur...

Küçüklüğümde, Lortop diye bir köpeğimiz vardı, küçüğün büyüğü, tümüyle kara, evcil, yaprak kulaklı, kırmızı gözlü, kısa kuyruklu, ayaklarını yerden kesmeyen, sevimli bir köpekti. Evimizi bekler, bağlara gider gelirdi. Onunla oynadığımı anımsayamıyorum. Geceleri ona köy ekmeği (bezime) verirdim, hırsla soluklanarak yemesini düşünebiliyorum. Taş basamakların bitiminde, kapının yanındaki tahta sedirde yatardı. Bir gece gene ekmek verirken, onun şimdiye dek hiç duymadığım biçimde, hırıldadığını gördüm, durumu evdekilere aktardım, hiç unutmam; ‘Kuduracak o!’ dediler. İnsan olmayı özleyen köpeğimizi, ne sabah, ne de başka bir gün, bir daha göremedim. Hiç kimseyi üzmeyen, yalnız davetsizleri uyaran, uyumlu köpeğimizdi ki, adı Lortop’du, elveda bile demeden gitti. Duyduğuma göre bazı sadık köpekler, sayrılanınca, utancından ötürü hane halkına görünmez olur, yitip giderlermiş. Bazen de ölüsü bulunurmuş, uzak dağ dönemeçlerinde, bungun ovada, bir çukurun içinde... Belki de bir ahlat armudunun geçirgen gölgesinde...
Köpeğimizi çok severdim, insanın sevmeye, nasıl da gereksinimi vardır. Hoşçakal bile demeden yiten köpeğin ardından, kırk yıl sonra şimdi, için için gözyaşı döküyorum. Onun ne ölüsünü bulabildik, ne de dirisini, bir daha görebildik. Kim bilir hangi ellerde başına neler geldi, nelerle karşılaştı. Canım yavrucuğum, nasıl bir alışkanlıktır ki bu, yanımızda yaşayıp ölseydi, böyle bir özlemi belki de duymayacaktım. Ondan bir daha haber alamayışımız mutsuz edendir bizi. Erinç içinde öldüğünü bilseydim bu denli üzülmezdim. Ne ki artık, yanına bir gün bende gideceğim demekten başka, elden bir şey gelmiyor.

V
Bazen başıma gelenleri yeniden tasarlıyor ve abartısızca şöyle olduğunu düşünüyorum.

1. Gün
Buraya nasıl geldiğimi anımsamıyorum. Kumsalda epeyce baygın kaldıktan sonra uyandığımda, güneş doğuyordu. Kabaran denizden, Poseidon’un altın tekeri, tunçtan tanrı başının savrulan yeleleri gibi yükseliyordu güneş. Bu ıssız adadaki ilk günümde adayı keşfe çıktım. Gece sandalımız battığı için, kendini bilmez biçimde bir kaç saat yüzdükten sonra, karanlıkta son bir çabayla karaya çıktığımı anımsıyorum. Adada yalnızca kayalar var. Benden başka canlı yok. Merakımı yendim, meğer yapayalnız bir adaya düşmüşüm. Birden içimi bir üzünç kapladı.

2. Gün
Adadaki ikinci günüm, acıktığımı ve susadığımı anladım birden, yeme içme diye bir sorun var. Can havliyle yemek arıyorum. Bir akrep yakaladım ama Hamza’yı öldüren, ‘Vahşi’ kadar, vahşi olmadığım için taşların arasında kaybettim onu. Korkmaya başladım. Güneşin doğuşu ve batışı ne kadar güzel, güneşi yaşamınızda hiç izlediniz mi?.. Güneşe ve adaya övgüler olsun.

3.Gün
Üç gündür bir şey yemiyorum. Ölüm, dirim salınımı. Açlığın her duyguyu yok edişi...

4.Gün
Bunaltılar, karabasanlar, kara kovuklar, beyaz köpükler...

5.Gün
Düşler, cennet, cehennem, mutluluk, köpek kolonisi, yavrular, şakadan ısırmalar, sıcak yuva özlemi.

6.Gün
Baygınlık, ölüme gidip gelmeler, sonsuz boşluk, evrenler, büyüyen devler, dünya irisi köpekler; kollarında soluk alıp vermeler, son iç çekiş köyleri, yıldızlardan gelen devasa köpek, vb.

7.Gün
Ölüm, ölüme yaklaşma, acı, ağlama, inilti, duyarsızlık, üzünç, her şeyden geçme, ölüm özlemi ve belki de, güneş doğarken ölüm, ölüm sanısı!.. Hep birlikte Songün’ü göremeden ölmenin acısı.

8.Gün
Sanırım öldüm. Düşümde bir Kabe devesi gözlerimde geziniyor, onu kovamıyorum, gözlerimin akını ısırıyor, yiyip bitiriyor, güçlükle bakıyorum, meğer bir çeçe sineğiymiş. Kabe devesi başını tam arkaya çevirebilen tek böcekmiş. Uzandığım yerde hareketsizim…
Meleklerin salyası, şeytanın balgamı gibi ağzım akıyor. Uzaktan karpit lambasıyla bir balıkçı yaklaşıyor, belki merakından benim ölümümü izlemeye geliyordur, ama henüz ölmedim, ne var ki ölü gibiyim!.. Bilemiyorum, mavi salyangozlar bana doğru yaklaşıyor, kutup yıldızından, bir flüt sesi geliyor, çocuklar tepelerde koşuyor, ıslık çalıp bağırıyorlar bana, geçmiş zamanlardaki gibi, kuzey tacından bir rüzgâr, haberci üç yıldız, üçgen, arp ve lavtalarla, çılgın kalabalıklar, oradan oraya müziği sızdırıyorlar.
Sonra üçüncü yıldızdan birinciye doğru, kırmızı başlıklı bir kız koşuyor, işte o günlerde hepimiz mutluyuz, buluttan ak bir yıldız ışığı düşüyor üzerimize, taşa ve tiz flüte...
Siz nerede, ben nerede, üzünç, sevinç, karışık bu müzikte ‘Bekleyin, bir gün mutlaka geleceğim’ diye mırıldanıyorum. İşte bu benim ölüm şarkım... Artık, anıt, tabut, Transilvanya, defitizm, titanik, Galiçya ve leğen kemiğiyim. Acem zarifleri, ‘Eşter, gav ve pelenk’ yani deve, öküz ve kaplan demişlerdi zürafa için. Karanlıkta, ovadaki tarlalarda koşan, çevik bir kerberos ki;

‘Gölgesini tutayım dedim
Bir dehlize girdi’

Fiziksel dünyada, iki eşya aynı anda aynı yeri kapsayamaz... Artık ölmüş olmam gerekiyor. Kimi zaman esinti çıkıyor, yumuşak bir hışırtı bütün bahçeyi dolaşıyor. Yaşlı bir Yunan çobanı mazurka çalıyor ve av boruları Dante ve danteladan çığlıklarla, köşe bucak geziyor. Fundalıklar arasına gizlenmiş bir orman cücesi, evrenin sonu ya da sonsuzluğu düşüncesi, usun soru sormaktaki becerisi...
Uzaysıl doğanın, evrenin sonu, başlangıcı ya da sonsuzluk adı altında öyle tufeyli bir kaygısı yoktur. Sonsuzluk; bir kabullenim bir kurgudur. Bütün bunlar bir açı, bir ölçüt ve bir tür belirlenim ve kestirim olup dilenirse değiştirilebilir...
Köyün saracı üç gün önce Zaccar dağında bir parsla (dağ köpeği) boğuşmuş meğer. Onun için köpeklerden uzak duruyor ve ikinci kez yaşadığı içinde, artık o, ölümden korkmuyor!..
Bütün bunlar ne mi?.. Ne bileyim; ben bir köpeğim!.. Diyesim, tüylerini yalayan, postu ağarmış bir köpek olarak, gücenmezseniz; Kaos diyecektim!..
...
(Yüzyıllardır, doğan, yaşayan ve ölen köpeklerin, bir tarihlerinin olmaması ne kötü, bu durumda, şimdiye dek tek bir köpek yaşadı denilebilir. İşte insanları, diğer yaratıklardan ayıran şey bu. Benzer şeylere üzülüp, sevinebilen canlıların, bir tarihleri olmasa da, zamanın sarmalında, insanlara koşut yaşayabilmeleri, ürkütücü ve garip!.. Bunun büyük bir anlamı olmalı diye düşünüyorum. Gecenin sessizliğinde; tüm canlıların, sözgelimi köpeklerin bir tarihi, geçmişi, geleceği olduğunda, sanki sonsuz barış yeryüzüne gelecekmiş gibi bir duyguyla avunuyorum...)


(*) 1942 Arseni Tarkovski

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder