4 Ağustos 2013 Pazar

GORGONLAR



GORGONLAR
I
Bir kış ayında, tinsel ve fiziksel olarak, azgın bir yorgunluğun sabahında, gün doğarken, daha gözümü açmadan çıktık yola, elimizde Ortelius atlası vardı. Olimpos (ölümsüz) dağının ardından dolanarak, düşmanın karşısına çıkmayı tasarlıyorduk, Hz Ali eğer yenilirsek diye kendi tabutunu devesinin sırtında taşıyordu, Ebu Talip’i bakalım yenebilecek miydik. Av tanrıçası da bizimleydi, geyiği ve köpeği arkasından geliyordu, yanında Delos adasından tanıdık, hayalet tanrısı Hekate vardı. Apollon’un hep kötü haber getiren kargasını, bir dağ dönemecinde gene salmıştık, uzak tepelerdeki kulelerden, ikiz kumru mırıltıları geliyordu, Marsyas’ın, Zeus’un yıldırımlarıyla ölmesine yas tutarmış kumrular,
Kirke söyledi. Satirler ve titanlar uçurumlarda bizlere eşlik ederek yürüyor, hoplayıp zıplayarak, takla atıp, el çırparak orduyu eğlendiriyorlardı. Kuyruklu, fil kulaklı, at ayaklı, çenk çalan Apollon’a düşman, glayör düşkünü vahşi yaratıklardı bunlar; küçük orman tanrıları. Ay ışığının altında karlar çıtırdarken, üç bin askeriyle bizlere katılan Lagaş kralı, doru atlara taşıttığı, kanla dolu testilerden, kana kana içerek askerleri coşturdu. Bir Lagaşlı için, ceylan gibi lezzetlidir insan diye haykırdı, askerlerim kral leşi bile yer, sırtlana binmiş cadının getirdiği insan yağını da içerler diye böğürdü… Bu sırada, çılgınca renklerle bezeli, büyücül bir tavus, tepemizden aşağılardaki koruya doğru uçtu gitti. Mikroskobik görülerden bir resim akımı oluşturduğunu duyduğumuz Kandinsky, dur duraksız bakteri yediğini söyleyerek, alt yoldan çarın armağan ettiği atla dört nala geçti…
Krala gülümseyerek, biz insanlar hepimiz et yeriz, kan içeriz dedim. Medineli, zırhlı bir asker güldü ve Reci vakası kanıttır dedi. Akşam üzeri Cathay’ın satsuma dallarından yaptığı kulübenin önünden geçerken, mola vermeye karar verdik. Barbarların ani saldırısından korunmak için nöbetçiler diktik. Onca yol tepmemize karşın, Pan bir kere bile karşımıza çıkmayınca, yakarılar bölüğü ıssız kırların tanrısına dilekler adayıp, bükolikler söyleyerek, okları düşmanlarımıza yön olsun, kılıçlarımız onun gibi tez ayaklı, havada dönüp dursun diye tepinip bağırdılar gece boyunca… Omzuna ıhlamur yaprağı düşen ve ölümsüzlüğe kavuşan askeri yanıma çağırdım, içimizde en şanslımız oydu, tanrının işareti üzerimize olsun diye tan ağarana kadar, baladlar söyleyip, şarkılar dinledik onunla…
Hegelci öldürme güdüsünün tutsağı, kan kokusuyla yanıp tutuşmuş, soluk alıp verenlerin çılgına çevirdiği, Ispartalı komutan; ben, Archimboldo anlatıyor bunları!..
Zaman geçmiyor, biz geçiyoruz diyerek güne başlayan ve evet ölüm var diye haykıran kâhin Nestor’a, görevine son veririm diye tehditler savurarak öğleyi ettik. Vakanüvisimiz Diyakoz, helâk olan Semüd kavmi ve Meyde ile Eyke’nin puta tapıcı halkı Nasranilerle, Harun’un kardeşi Meryem’e eşikte sahip oluşları, hurma ağaçları, müşrik Amelika, El Melikü, El Baki ile ilgili meseller anlatarak bizleri oyaladı, ertesi gün yola çıkmak üzere, gözlerimizi parıldayan yıldızlara verip uyuduk. Dalmadan önce, vakanüvise dönerek bugün ne yazdın dedim, ‘Yazacak değerde bir şey yok’ deyince, en yakın muhafızın mızrağını böğrüne dürterek, ciğerinin görünmesini sağladım ve bunu yaz dedim. Düşüme, Allah nerede, vicdan nerede diye bağrışan inanmışların kılıçtan geçirildiği Sıffin savaşı girdi!.. Musa’nın bedduası ile kırk yıl Tih’te kalan mahpuslar boynuma sarılıyor, yakutî zaman kanı durduruyor mu diyen bir yaşlı kadın ayaklarıma kapanıyordu, korkuyla sabahladım. Sabah tekmil verip yola koyulduk, keçi yollarını geride bırakıp, yamaçlardan sarkarak vardığımız ilk düzlükte, önümüze Delphoi tapınağı çıktı, alnacında ‘Kendini bil’ yazıyordu, tapınaktaki baş rahibin uzun süredir kapıldığı melankoliyle baş edemeyince, boğa kanı içerek canına kıydığını söylediler, türlü gevezeliklerle aşağılara kıvrıldık ve düşmanı en iyi karşılayabileceğimiz ordunatı bulmak üzere, deniz kıyısını izleyerek, köpüklerin arasında at sürmeye başladık. Güneş ortalığı ısıtmak üzereydi ki yoksul bir balıkçı kasabasına geldik, yavaşlayınca belki yaşamı boyunca aradığı fırsatı bulan, kinik bir dervişin, ağaç kovuğundan fırlayarak verdiği vaazı dinlemek zorunda kaldık; ‘Şu dünyada tüketmediğimiz ne kaldı ki?.. Aşkı; nefret ve kendi gururumuzu doyurmak adına tükettik. Bilgiyi, yanlışları benimseme, önyargıları kabullenme ve algılama adına tükettik. Mutluluğu, zevk alma, acı ve herkesin gittiği yoldan gitme alışkanlığı adına tükettik. Gücü; zayıflık, çaba ve yenilgiye uğramış utkular yerine kullandık. Yaşamı; doğup, büyüme ve ölüm olarak anladık. Birliği ve bütünlüğe varmayı ise savaş ve işbirliği sandık…’
Hepimizin, kendisine hak vermesine çok şaşırdı ama avucuna birkaç drahmi bırakmak isteyince, kibirle ‘Kimden aldıysanız ona verin’ dedi.
Ara sokaklarda eğlenerek, tekrar yola düzüldük ve elimizi çabuk tutup, molaları azaltarak, Melankoia’ya doğru ilerledik. Yolda kâhin, bir gece önce gördüğü düşü anlatarak bizleri oyalamayı başardı: ‘İnsan ruhunun zamansal ölümsüzlüğü, yani yaşamasının, ölümden sonrada bengi sürüp gitmesi, hiçbir biçimde güvenilir olmamakla kalmaz, her şeyden önce, bu varsayım, onunla hep elde edilmek istenen çıkarımı da asla sağlamaz. Bengi yaşayıp gitmenle bir gizem mi çözülecek? O zaman bu bengi yaşamda, şimdiki yaşamın kadar gizemli olmayacak mı? Zaman ile uzam içindeki yaşam gizeminin çözümü, zaman ile uzamın dışında yatar.’ Böyle ciddi şeylere ayıracak zamanımız yoktu ama dayanamayıp bende askerlere bir söylev çektim, özü şu: Ölmek, denize doğru kanatlanıp, ufukta yitip gitmek… Ve ayrıca, Lucretius’un yüzyıllar önce, partiküllere bellek yüklersek ışık hızında gidebiliriz dediğini anımsattım onlara, ölüm konusunda bir kez daha ferahlayan askerler, önlerine çıkan türlü zorlukları coşkuyla karşılayıp, engebeli yolları dümdüz ettiler, kıyısından geçtiğimiz uçurumlardan, atlayın desem atlayacaklardı nerdeyse…
O an, tatlı ve makul sözler, dozunda yapılan hareketlerle, dünyada elde edilemeyecek hiç bir şey yokmuş gibi geldi bana, atım bile övgüleyici sözlerle okşanıp sıvazlandığında öyle keyifleniyor ki. Askerlere ertesi sabah: Yeryüzü barışın yükünü kaldıramıyor, güzelliklere katlanamıyor, o vahşetten yana! Bafeus Savaşı anımsansın istiyor, sırtlan gibi korkunca işeyelim istiyor, yeryüzü çok önceleri sularla örtülüymüş; vulva biçiminde adalar, sayılamayacak kadar başka dünyalar var, insan tanrının sureti, bizler konuşurken tanrı konuşur, korkakların başı uzaktan geyik başı gibi görünür, savaşmayanları eziyor bu dünya diye haykırdım… Hepsinin morali üst düzeyde.
Kâhin onlara geçmiş çağlardan meseller aktardı; ‘Odysseus, Makyavel’in antik çağdaki öncülüdür, çünkü güzel karısı Penelope’yi, sarayında bırakıp gittiği Troya Savaşı’nda kenti ele geçirmek için, ünlü tahta at tuzağını kurgulayan kişiydi. Kurnazlığı tuttu ve Troya onuncu yılın sonunda yakılıp yıkıldı. Bu acımasızlığın sonunda, denizler tanrısı Poseidon’un gazabına uğrayıp fırtınalarla oradan oraya savruldu ve sonunda Aia adasında duruldu, burada güneş Tanrısı Helios’un güzel kızı Kirke’yi gördü, Kirke, Odysseus’un adamlarını domuza ve köpeğe çevirdi, ama Odysseus, Hermes’in armağan ettiği sihirli ot sayesinde satir olmaktan kurtuldu ve Kirke’yle uzun bir aşk yaşadı, sonunda adamlarının yine insana dönmesi için yalvardı ve Kirke dileğini kabul etti, oda denize açıldı… İthake’ye varmak için siren kayalıklarından geçmeleri gerekiyordu ama oradan o güne dek hiçbir denizci sağ çıkmamıştı, sirenler alt tarafı kuş, üst tarafı peri gibi güzel kadınlardı ve sesleri öylesine etkileyiciydi ki, onların söylediği şarkıları duyan gemiciler, kendilerinden geçerek dümeni bırakırlardı, gemileri kayalara çarpıp parçalanır ve sirenler onların ölüsünü yerlerdi, kurnaz ve sağlam bir ıraya sahip Odysseus, adamlarının kulaklarını balmumuyla tıkadı, kendisini de geminin direğine bağlattı ve siren kayalıklarından geçerek İthake’ye vardı, sarayda bıraktığı karısı Penelope’ye göz koyan erkeklerin hepsini öldürerek yeniden kral oldu.’
Askerler kendilerini de bu tür maceraların kahramanıymış gibi algılıyorlar, bu çok iyi, onların ruhlarını sağlık ve neşe içinde; uzun süre tutamayız, ama biz bu savaşı kazanacağız. Onlara vuruşurken ölenleriniz, Morpheus’un kollarında, yemyeşil çayırlar içinde, sevdiklerinin arasında sonsuza dek yaşayacaktır dedim. Giderek humma ve çılgınlık veren yolculukta, düşmanı aramayı sürdürürken, uzaktan Odysse’deki gibi, denizin içlerinden, sirenlerin bize el salladığını görmeyelim mi… Evet, sirenler deniz perisidir ama pençeleri olup, döl yatakları verimsiz birer dul akbaba, birer kuş bayandırlar, herkesi ürkütürler, kimse sevmez onları…
Kâhinin, ordunun moral gücünü ayakta tutabilmek için bir şeyler yapması, iyicil duygularla onlara güven aşılaması artık zorunlu gibi, çünkü mırıltıların, sinsi serzenişlerin arttığını gözlüyorum, uzun konuşmalardan sonra, kâhin pek ilginç bir şey daha anlattı, onların us sayrılığını sağaltacak aşağıdaki öyküyü uydurdu: Kastilya krallarından biri, Kastilya krallarından biri, Kastilya krallarından biri, tüm dünyada barışı sağlamakla ilgili, ilgili, ilgili, bir düş, bir düş, bir düş, görmüüüüüüüüüşşş. Tanrının oğlu İsa, bu görevi, bu görevi, bu görevi düşlerinde, ona, ona, ona, vermiiiiiişşşş. Bu düşün sonunda, alnı ak, güvendiği bir elçiyi ata bindirerek, tüm dünyada barışı sağlamak üzere uzak ülkelere, uzak ülkelere, uzak ülkelere yollamııııııııışşş.
Elçiyi İlion’da görkemle ağırlamışlar ve iyi, güzel, hoş, barışı bizde isteriz ama, hele bir Dekkan’a git de onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım demişler. Elçi, Dekkan’a gitmiş, bir güzel ağırlamışlar, barışı bizde isteriz, isteriz ama hele bir Ejderhan’a git de onlarda barışı istiyorlar mı, bir bak bakalım demişler, elçi orada da bir güzel ağırlanmış ve biz barışı elbette isteriz, isteriz ama hele bir Yurtlar’a git de, onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım demişler. Elçi böylece komşudan komşuya, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya dolaşıp, Podolya’dan Baktria’ya, Sarmatya Krallığı’ndan Arzava’ya, Litvanya Dükalığı’ndan Samoyetler’e Nogay hanlarından, Turfan’a, Eston şövalyelerinden, Kitan’a, Yemameler’den, Eretna oğullarına, Kızzuvatna’dan, Erdel Beyliği’ne, Masagetler’den, Moskova knezine, Livadian’dan, Fârâb’a, Milavanda’dan, Likya’ya her yeri dolaşıp, sonunda Luristan dağlarını da aşıp Maritium Beyliği’ne geldiğinde, onlarda hele bir şu komşu Kastilya Krallığı’na git de, onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım deyince, elçi (Laertesoğlu gibi) yirmi yıl sonra ülkesine dönmüş, birkaç gün önce ölen kralın yerine geçen prens tebaasına gözdağı verip ortalığı kan gölüne çevirerek, tahtını pekiştirmek için, eski kralın tüm elçilerini giyotine göndermiyor muymuş ve hemen Ulah’dan geçmiş, Acem’i görmüş, Otrar’ı aşmış, Hubyar’ı bilmiş ve artık kara kan içip hainleşmiş bu elçinin de boynunu vurdurup cesedini Barca’da gezdirerek; görevine başlamıyor muymuş. Çünkü elçi Maritium adına, kayıtsız koşulsuz barış önerisinde bulunmamışmışmış, belki de ve büyük olasılıkla casusmuymuşmuşmuş…

Sonra sözü ben aldım: Korkularımız yaşamımıza hükmederse, ölümün bir değeri kalır mı, yaşam düşman Likurgları, eril ve patolojik bir kimlikle, yeşil yapraklarda öten angutları öğretiyor diye haykırdım, askerler ayakta alkışladılar. Nerden bilsinler, gece yarılarında Hades: ‘Ölüm kemik bir kahkaha gibi salladı sarı mendilini’ diye düşlerimi kirletir. Bu durumu anımsayınca; ‘Gerçek erdem, ölümden bile yaşam çıkaranlarındır’ diyerek sözümü tamamladım. Bir başka gün kâhin garip sözlerle onları tütsüleyip, gene oyaladı: Kaliforniya’daki banyan ağacının yaşı, lepradan ölenlerin sayısı, burlesk romanlar ve kösnül öd ağaçlarının aşk için yalvarısı var artık Moro’nun adasında… Oysa zaman tanrıdır. Tanrı da zaman. Ölüm ve yaşam bu ikisinin arasında gider gelir. Maya felsefesi ve Rusçuk ayanı, galvaniz denizler, küpeli kulağıma, iniltiyle yalvaran yerliler. Öd ağacına sarılarak dişleri dökülen, yaşlanıp ölen sakallı cinler, balık mırıltılarını duyabilen hecinler…
Bunları söyledi ama onların hoşuna gidecek güzel bir efsaneyle bitirdi sözlerini: Tanrıların sofrasında yer almadığım ve ateşi çaldığım için onların görevlendirdiği Hephaistos tarafından, sürekli büyüyen ciğerimin, her gün köpek başlı bir kartal tarafından yenilmesi için Kafkaslar’da zincire vurulduğum doğrudur. Bedenimi küçük hareketlerle yenilebilecek bir yem gibi gören kartal, özellikle kayalığa bağlı kısımdan yediği zaman, tiz çığlıklar kopardığım için, yediklerini tekrar üzerime boşaltıyordu. Bu dışkı gıdamdı. Kartalın dışkısına bulanarak, kayalıktaki durumum sürdü.
Öyle ki, üç bin yıl sonra kurtarıcım Herakles, bu görkünç dağa çıktığında, kuş pisliğinden oluşan, beyaz bir balçığa bulanmış ve zincire vurulmuş olan gövdeme, aramızda çok büyük bir uzaklık olmamasına karşın, pis kokulu bu duvar geçit vermediği için yaklaşamamış, bir üç bin yıl daha beklemişti. Köpek başlı canavar, prangalı ayağıma aldırmayıp ciğerimi yiyerek, kendi pisliğiyle beslerken, çevremi yoğun bir biçimde kuşatan kokuda öyle artmıştı ki kurtarıcım bile buna alıştı. Eni sonu beş yüz yıl süren yağmur sonucu, üstüm başım temizlendi ve Herakles atış menziline girdi. Bu arada bir eliyle burnunu tutuyordu. Üç kez kartala isabet ettiremedi. Çünkü üzerine gelen koku dalgası onu öyle etkiliyordu ki, yayı germek için elini burnundan çektiğinde, ister istemez gözlerini kapatıyordu. Üçüncü oku sol ayağımı hafifçe yaraladı ama, dördüncüsü kuşu öldürdü. Şimdi bilin bakalım ben kaç yaşındayım. En öndeki asker, kendini epeyce kaptırmış olacak ki: Elimdeki damarlara bakıyorum demez mi… Sanırım onlara bakarak kendi yaşını bulabileceğini düşünüyordu.

Bu gece kâhin, ben ve önemli muhafızlarımdan üçüyle, derin bir söyleşiye daldık, bir ara, sevişmek ve ölüm duygusu tinimden bir türlü çıkmayan Judas’ımdır benim deyince, kâhin, evet ikisi de aynı şeydir de ondan dedi ve beni bayağı şaşırttı. Ona dedim ki; belleğinde tutmuşsun bütün bunları, belki Strabon’dan okumuşsundur, o da Samsatlı’dan, o da Mabeyinci’den, o da Sofistler’den, onlar da kim bilir kimden dedim. Kâhin hiç sesini çıkarmadı. Yalnızca ülkemden bu denli uzaklarda, bizim oraların yemeğini, her şeyini özlemişken, kurnazlıkla, hayranlık verici sofralardan söz etti o kadar…
Akşam oluyor, kızarmış zeytinli ekmekle, saksağan beyni yer misiniz, taratorlu, sülün tüylü, Foça deniz börülcesi, on ayaklı ıstakoz ve radikası bol turp otu, bayıltılmış mürekkep balıklı erişte, üzerinde zeytinyağlı kırmızı biber ve sarımsaklı medüz, mersin karides tava bulunan, denizgüllü tabak!.. Pazılı ve pazulu sirke ve sarımsakla tütsülenmiş havyardan çıkma barbunya salatası… Taze yaprak bezelye eşliğinde, zeytinyağlı Smyrna enginarı ve haseki çanağında aslan sütlü, tavus butlu patlıcan ezmesi.
Kestane içli ceviz ve yer fıstığı kaplama yeşil tavuk köftesi, içli kızartma diri kalamar dolması. Fesleğen sorbe, ayva dilimleri eşliğinde duvaklı levrek; ağzınızda gelin olacak!.. Yeşil bohça içinde kül kedisi gülüşlü, ölü can ahtapotlu Çin pilavı, Ahududu ezmesi üzerinde, sakızlı çam fıstıklı, sütlü börek ve çörek altı lor peynirli adam eti…
Aşkta, yemek ve savaş gibi yok etme arzusu mudur dedim kâhine geceyi kısaltabilmek için, o da; insan bin yıl yaşasa sıkılmaz, bunca yıla yemek zevkini bile sığdıramadım henüz, ama kışkırtıyla beklediğini biliyorum, beden-uzam-zaman bu üç silâhşörün kavgası yaşam, bedeni eğlendirecek, zamanı değerlendirecek, uzam yani mekâna boş yere sığmazlık etmeyeceksiniz, ona estet yükleyerek, yeni anlamlar armağan edeceksiniz filân dedi.
İnsanın yücelttiği şeyler belirsizlik içerir, ülküseldir, agnostiktir. Aşk, kendi benliğimizi boşaltarak, yerine karşı objeyi, diyesim yeryüzünü, evreni ya da başka bir ideyi koymaya çalışmaktır, o simgeler ve soyutlamalar aracılığıyla kavuşmaya çabaladığımız tüme varım, vahdet-i vücut duygusudur. Us bizi denetler, iç güdülerden arındırır; usun karşısında, sanıldığı gibi us dışılık değil duygu vardır ve o iç güdüseldir. Aşkın minimalist objesidir sevgi, salt usla hareket edebilseydik aşk olmazdı, duygularımızdan da arınırdık dedi adam.
Bende az önceki sofranın lezzeti damağımda kalmış gibi, oh denizden deniz kızı çıksa yerim!.. Kibar bir koli basili ve kanibalistim. Karın deşen bir faniyim, bağırsak yemenin zevkini hesaplarım, ‘sapiens düşmanı sapıkaniyim. Etle beslenen etçil, otla beslenen otçul, Frenk kızını yiyen Japon gibi hepçilim. Afiyetle yazıp söylemekte Ben-i Adem’e düşüyor. Gözsüz bir sümüklü böcekle, yemeğimin içinden bir semender çıkıyor, tırnaklarını uzatırsa Hypatiam bir dinozor oluyor!..

‘Ama düşüme inanıyorum, genç kalıyorum, adımdan hisar yapıyorum, oradan kente otuz üç kere bakıyorum, mührüme tapıyorum, bin yıllık kemiklerin koruyucusu ulu ruhlarla Konstantinopl oluyorum. İki denizin savunucusuyum, Müslim olmuş Bizantinler görüyorum, ölü atlar ve askerleri seviyorum, viran toplar ve kalkanlar, delik zırhlar ve mancınıklar, yanık meşe ve kadırgalar, devrilmiş kazan ve üçayakta paşalar görüyorum, can çekişen köpekler ve yaralılar arasında, elimde kırmızı zambak dolaşıyorum, toprağa bakıyorum, tanrıya yalvarıyorum, göçebe nal sesleri, mermer avlularda çınlarken, bulutlardan kulelere çıkıyorum. Surların kapılarını kırdıklarını işittiğimde ve onun atını, tapınağa sürdüğünü gördüğümde, kendimi duyumsuyor ve ölüyorum!.. Kanım mavidir benim, kırmızı bir gölete boşalan kanım. Tepede ay var, hilâl!.. Ben ki Mehmet’lerin ikincisi ve sonuncu Konstantin’im, illâki helâl…’ Bu tirattan sonra, sönmeye yüz tutmuş ateşin çevresinde, kâhin ve muhafızların çılgınca alkışladığını bilmem söylemeye gerek var mı… (O zamanda kethüda başı, Stanpoli’yi alan kahramansa, sunan ne olmalı, Şehirler Kraliçesi Herakl’in şehri için, resulün vasiyeti boşuna mı, o şehri alan kumandan ne güzel kumandan, o şehri alan ordu ne güzel ordu demedi mi, Avni kahramansa Vahdedi ne sayılmalı, Vahdedi günahsızsa Fatih’inkine ne buyurmalı dedi.)

Kâhin etkilenmiş olacak ki; Cebrail’in düşlerinde yeşil renk yokmuş. Cebrail peygamberlere vahiy getirdi, son peygamberden sonra Cebrail işsiz mi kaldı. Demeter, buğday tarlasının içinde uyurdu. Suriyeli şair Ebu’l Âlâ ‘Yaşamak mı, beni döllendirenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek’ diye buyurdu ki biz de onu alkışladık. En yaşlı muhafızında söyleyeceği şeyler varmış, o da; Arîlerin toprağı İran’da Şah Ahırları’nı gezerken, İskender’e Acem ordusunun, Helen ordularından çok olduğunu söyleyecek oldum da, Zülkarneyn omuz silkip, ‘Benim kaplanlarım yenmek için, Darius’un sıçanları can vermek için savaşıyor’ demişti. Erbil’deki savaştan sonra, yaralılar, açlar, fareler, kargalar, bebekler, yaşlılar ve öksüzler ölmek için, ilâhilerle yalvarıyordu.

Semerkant krallarından biri, herkesin arzuladığı düşü gerçekleştirmek istemiş: Ölümsüzlük!.. Ölümün göklerden geleceği inancıyla, yer altında demir bir saray yaptırmış ve bütün çıkış yollarını kapatmış ve kalan son hazine parçasıyla, her sabah doğan ve her sabah batan ve yeterince yakan, yapay bir güneş astırmış. Vellagrande’de ki mezara benzemeyen bu saray bittiğinde, çalışanların tümü öldürüldüğü için mezar bilinmez olmuş ve hükümdar toprağın yirmi kulaç altındaki sarayın üzerinde, her bir kervan konaklayıp, her bir atlı geçtiğinde yalvarırmış: Ne olur beni kurtarın, ne olur!.. Yarı ölüler gibi.
Cennetteki çocuk adamın babasıymış. Aşksa saltık geçiştir. Bir özne. Aynı ozmos turgor olayı gibi saf süzümü gerçekleştirir ve diğerini yok eder. Aşk dengeyi dışlar, denge ustur, aşk us dışıdır, us aşkın buyruğundadır, aşk usun buyruğundan kesinkes bağımsızdır diyerek, sözlerini sürdürdü ve bizden geri kalmadı.

Uyku gözümüzden akarken uyuklayan birinin: Yeryüzünde faşizm, Emilialı toprak ağalarının asalarından ve Romalı bankerlerin kasalarından geçip, İl Duçe’nin kafasında dank etmiş bir nurdur! Ortadoğu mitolojilerinde, Cem bahtsız bir prens, Tarık gemileri yakan bir Berberi komutandır diye sayıkladığını anımsıyorum.
Konuşmalar dağılıp, olmadık şeylere dal budak salınca, kâhin, ben ve sonradan aramıza katılan Lagaşlı komutan, günün ağarmasına yakın uyumuş kalmışız. Aktardığım şeylerin bir bölümünü belki de düşümde görmüş olabilirim…
Sabah olur olmaz yine yola koyulduk ve az sonra haberciler dört nala gelip Perslerin, Thermoplai’in ırmak tarafına bakan yüzünde, kıyıdan doğru yaklaşmakta olduklarını söylediler, olabildiğince çabuk, arkalara yöneldik: Milâttan önce 423’ün bahar ayında, geçidin yan tarafında, dağın eteklerine yakın bir yerde, ovaya bitişik, kıyasıya bir savaşın olduğunu anımsıyorum.

Bu sayfalar, yazarlığa heveslenen boş gönüllerle, her okuduğuna imrenen, alkışlayan boş kafalara, kulaklarına küpe, anlaklarına ibret olsun diye kayda değer bulunmuş ve Allah (c,c) bilir iyi bir şeymiş gibi de papirüs tabaklarda sunulmuştur. Dinleyene ant olsun. Bir şeyler söyle de ‘zamanımıza yazık’ demesinler bari, şiirsi de olabilir, peki; ‘Ne kokluyorsunuz efendim, / çiçekler / çiçekler / çiçekler!..’ Nestor sen ne söyleyeceksin; nerede okudum bilemem, insan ölü sözlerinden geviş getiren hayvanmış. Sen Lagaş Kralı; Maskenin, maskesini çıkaramazsın. Belki bunu söyleyende ölmüştür. Yaşlı muhafız sen; Derler ki, Sokrates baldıran hazırlanırken yeni bir ezginin notalarını öğrenmeye çalışıyormuş. Bitirelim… Anlaşılıyor ki sonuç her zaman ki gibi miş ve mış. Hepiniz korkaksınız bir kere, salt bellediğinizi konuşuyorsunuz, Diderot’nun karısı bile depresyonu atlatmak için kitap okurmuş.
(Neden, M,Ö 430-702 yazar?.. Hem M.Ö, Mülö yani: Ölüm’mü?.. Ah Solon, ah Sokrates, ah Seneca… Çiçero, Sulla, Ogüst… Ah Antuvan, ah Alkibiades, ah Zeus… Kitaplarda nasıl da pişman durursunuz. Gözleriniz kör, kulaklarınız sağır, yüzleriniz pişmanlığın onulmaz izleriyle dolu, nasıl da bakarsınız kartayan tarih yapraklarından şu evrensel hay huya… Ah teyzem, 1913 doğumlu Zübeyde, adını kimler verdi sana, ah ötekiler, Cennet, Fatıma, Zaliha, Esma… Ah anneciğim, Şefika, nasıl da hepimizin yaşadığı zaman diliminde buluştuk; bilincinde bile olmadan. Hepimiz öldük… Yaşadığımız çağda, yaşam komşusu olduğumuzu bilmeden, nasıl da uzak kaldık birbirimize, sevip sevilmeden. Ya diğerleri, diğer komşular, komşularımız… Nasıl da ölüp, öldürüldüler, nasıl da yok olup gittiler… Nasıl da iki dünya savaşının acılı tanıkları idiniz... Düş içinde bir düş gibi gelip geçtiniz…
Ah Sibirya’daki çobanlar, Hindistan’da ki organ satıcıları, Tibet’te ki savaşçılar, Japon tacirler, Taylandlı çocuklar, Maverick’li siyahlar… Kanada geyikleri, Amazon ormanları, Uruguaylı umacılar, Paraguaylı paracılar, Panamalı hacılar. Afrika kuşları, Güney kanguruları… Perulu periler… Pisarrolar, Diazlar, Cortesler… Hünerli papağanlar, dikenli kaktüsler, tansıklı lotüsler, küsler... Yalnız insanlar, düşler düşüşler… )
Yazıya yazı karışırsa, kimyaya göre saflığın bozulmaması gerekirdi.

Sürüyle gorgon, elleri üzerindeki tabutu sanki göklere doğru yüceltip yukarda, denize bakan tepedeki anıt mezara doğru taşıyorlardı. İkindi güneşinin uzun ve ürkütücü sessizliğinde, bir zamanlar yeryüzünün efendisi, eşsiz bir tanrıkralmış gibi ölüyü yavaşça, mermer boşluğa bıraktılar. Üzerini defne yapraklarıyla örtüp tütsüleyerek geri geri çekildiler ve sonra ilâhilerle yerlere kapanarak gün batımına doğru, güneşin ışıkları içinde yok olup gittiler…
Archimboldo, bir koruluğun içinden, kendisi için yapılan bu cenaze törenini gülümseyerek izliyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder