4 Ağustos 2013 Pazar

KUŞ



Mançurya ana yurdumdur. Kır insanları bize dikencik derler. Latin Amerika’dan soydaşımız sayılabilecek kolibriden sonra, en küçük kuş neredeyse biz sayılırız. Eski dünyanın hemen her yerinde yaşarız, tohum, böcek, yaprak ucu ve dikenle besleniriz. Carduelis carduelis olan ornitolojik adımız, avcı kızlar dilinde ökse kuşu, serinofil meraklılarınca saka kuşudur. İspinozgiller familyasındanız. Öykümü merak edip okuyan olur mu dersiniz!.. Asya’dan gidenin okuru Fizan’dan gelir mi dersiniz!.. Ama ne olursa olsun, öyküm mezar taşım olacaktır. Ağlamanızı, üzülmenizi, akineton yutmuş gibi düşünmenizi istemem, neşede vermem. İsteyen ağlasın, isteyen gülsün, isteyen ‘gülmek ağlamak bitti çocuğum’ desin.

Öyküm başlıyor; bizler, uzakta Çin setdinde (uzaydan bile görünen boğumlu yaratık!..) Sibirya’ya komşu, karasal iklimin sürdüğü yerlerde, çalılıklarda yaşayan, dallara, oyuklara yuvalayan, tayga ve tundraları dolaşan, ön Asya’ya dikey, Borneo’ya yatay ve Pasifik kıyılarına düşey bölgelerde uçuşan, minicik, renk çılgını soylu kuşlardık.
Bin yıllardır da başımıza gelen acı tatlı olaylarla içiçe mutlu yaşamıştık. Ta ki bir grup kuşun (Simurg) geçmişimizden hareketle köklü bir değişime ve dünyamızı keşfetmeye karar verene kadar, atalarımız yazgımızı ana yurtta beklememizin doğru olacağını söylemelerine karşın, işte biz otuz kuş, bir lonca üyesiymişçesine kararımızı değiştirmeyerek, serüven ve gezegeni keşfetme duygusunu yenemeyip, Magellan gibi yılan yılının öküz ayı sonunda yola çıktık.

Otuz kuş günde otuz kilometre gidiyorduk. Sınırı aşıp Asya içlerine doğru uçarak Moğolistan’a girdiğimizde, soyumuzun o güne dek görmediği başka ve yeni ülkeler ve değişik ülkülerle karşılaşacağımızı, bizi el değmedik kara parçalarında nice zorlukların beklediğini hemen anladık. Moğolistan dağlık ve karayar, yoksul ve ıssızdı. Karakurum dağları ve çöl dedikleri Gobi yörelerinden az yukarı, görece ağaçlık ve sulak yolları izleyerek gene de kıraç, kuşun kurdun olmadığı bir bölgede konaklayarak, taygalara kuş bakışı, çoğun Turk dedikleri insan topluluklarını göre izleye, Pers ellerine, oradan Hazar derler Barış denizinin kıyılarına kadar ulaştık, donmuş ırmaklar, mamut ölüleri, taştan kümbetler, kovuktan evler, kızılca bir yoksulluk, kurdu kuşu bile bezdiren ve hepimizi kederlendiren hırpanilik arasında vardık Hazar’a...
Ne var ki otuz serüvencinin sekizi daha Moğolistan’dan çıkmadan ölmüştü. Nedeni uçmak ve dünyayı keşfetmek tutkusunun o denli kolay olmayacağının bir kanıtıydı sanki. En yaşlımız olan ki erkekti, kızıl burun derdik ona, daha havadayken, dur duraksız uçmanın verdiği heyecana dayanamayarak yerden yetmiş kulaç havada yüreği birden durunca, çaput gibi düşmeye başladı, süzülerek bizde indik, ağaçlara çarpa çurpa düşen kızıl burun, elveda bile demeden, gölgelerin gizlendiği, döne kıvrıla akan bir ırmağın içinde yitip gitti. İlk kurbanımızı vermiştik, yirmidokuz kuş kalmıştı geriye, onun ansızın ve hoyrat düşlerimizden kaynaklanan ölümü, bizleri etkilediyse de, gagası en sivri ve delici, altın ok sanlı önderimiz kısa bir konuşmadan sonra umutla yola düşmemizi sağladı. İkinci kurbanımız bir dişi kuştu, yükseklerde ani bir rüzgara kapılınca, -ardından bir hava boşluğuna girdik- yumurtası da olduğu için kendini çekemedi ve hızla bir iğde ağacının dallarına konarken -yere inmek bir kuş için onur kırıcıdır- dengesini kaybetti ve göğsüne saplanan çöğürle, dallarda toyrak gibi asıldı kaldı. Ağlayarak, ölüm sonsuzluktur şarkısını sunduk ona, oda bizleri son bir bakışla selamladı ve kapanan gözleri bir daha açılmadı. yirmisekiz kuş kaldık. Ölen üçüncümüzün adıysa yıldız severdi, gece bile uçmaya heveslenen deli dolu biriydi. Moğolistan çıkışında bir çobanın yüksek yaylalardan oyun olsun diye savurduğu taş yıldız severi buldu ve daha havadayken can verdi, öyle ki çoban, şaşkınlıktan yanına düşen ve nereden geldiğini asla bilemeyeceği bu sakanın yanına koşmadı bile, yine de bir tören yapamadık, bilirsiniz, insanın olduğu yerde kuş yoktur... dördüncü ve beşinci saka yorgunluktan Baykal gölü civarında ölmüştü. Son üç kuşumuz ise Kazakistan yollarında havanın aşırı kirlenmesinden zehir soluyup can çekişerek ölmüşler, törenlerle gömülmüşlerdir.


Düşün gerçekleştiğini sanıyorduk, büyük Hazar’a gelmiş otuz kuş, otuz günlük mola ve konaklamayı tasarlar olmuştuk. Günlerce dinlenecek her türlü bakım, onarım ve sağlık taramasından sonra yine havalanacaktık. Buna karşın iki kuşumuz daha öldü, uçuşu bırakınca bünyeleri ani düşüşü kaldıramadı sanıyoruz. Ama diğer ölen arkadaşlara göre bahtları açıktı, çünkü güzel bir tören ve yürek yakan kuş ağıtlarıyla defnettik onları. (Hazar’daki mola yerimiz gariptir Sakalar ülkesiydi, Asya İskitleri olan bu ulus bizimle aynı adı taşıyor; Kırım İskitleri de Amazonlardır biliyorsunuz. İskit, iskete, Sakalar, saka benzeşmeleri bize de tuhaf geldi doğrusu).
Ve havalandık, sanını bildiğimiz Altınordu topraklarından, Kırım içlerine, kuzeyden Karadeniz’i izleyerek Sivastopol’a, oradan Odessa’ya -dünyamızın, serüvenci Odysseus’u ile ad benzerliği taşıdığı için sevinçle gezip, dolaştık- ve Azak denizini dönerek gene Karadeniz’i izleyip batıya doğru uçuyorduk ki arkadaşlar, masallarda adı geçen binbir gece kenti; şehr-i yar İstanbul’a uğrayıp konakladıktan sonra geri dönmemizi ve masalsı yolculuğu böylece bitirmemizi karar aldılar.

Bu arada on kuş kaldığımızı söylemeliyim, hepsi benzer nedenlerle öldüler, en çok, Köstence ormanlarında, güz yaprakları içinde ‘unuttuğumuz’ kütkanata acıdık, iyi uçamazdı ama buraya dek gelmeyi başararak hepimizi şaşırtmış ve kötü yazgısı onu bu ormanlarda bulmuştu, öperek vedalaştık, bu denli dayanmasaydı yolculuk belki de sürmeyecekti. Varna üzerinden, Selimiye minarelerine, oradan Ayestefanos nam Yeşilköy kırlarına geldiğimizde beş kuş kalmıştık, artık Çin’e dönüp dönemeyeceğimizi bilmiyorduk ama ölebileceğimizi düşünsek de en büyük acıları burada yaşadık, çünkü birimiz bile dönseydi, bu macera, ekinimizin armoni kitaplarında yer alacak ve sonsuza dek kalacaktı ki, çok üzgünüz. İşte bu Yeşilköy kırlarında, demir kuşların indiği bir kırlık alan varmış, o civarda konaklayıp otluyor ve masalsı kentin üzerinden uçarak yine Karadeniz boyunca Çin’e dönmeyi düşlüyorduk ki acı ve tuhaf bir şey geldi başımıza, bir ökse kurulmuş ve sağ kalan beşimizde yakalanmıştık, inanın üçümüz orada didişirken öldü, ötüşe ötüşe ağladık, ama birimiz yaban elinin diğer sakalarıyla kaçıp kurtulmayı başardı, kim bilir nerelerdedir, bu nasıl yazgıydı ki her şeyi başarmışken tutsak düşmüş ve kahredici belirsizliğin pençesinde yanıp kavrulur olmuştuk, işte, bir başka sakada bu korkuyla öldü, belki de ölmek istedi bilemiyoruz, sonunda kıvırcık saçlı esmer bir adam geldi ve benimle birlikte kalanları ki biri yavru hepsi erkektiler, bir sepete doldurup, alnında Kazlıçeşme tren istasyonu yazılı bir yere getirerek öylesi bir adama sattığına tanık olduk, adamda ona köşeleri olan iki-üç kağıt parçası verdi ve bizi eve götürerek küçücük bir kafese koydu, hepimiz ağlıyorduk, sonra bunun hiç bir işe yaramayacağını anlayınca ne yapmamız gerektiğini düşünür olduk, onurlu tüy adını verdiğimiz genç kardeşimiz tutsaklığa dayanamadı, ilk günden kanatları düşmeye, kendini tüketip bitirmeye başladı ve yedi gün sonra öldü, bir diğerine ürememiz gerektiğini, kafeste de olsa çocuklarımızın olması gerektiğini söyledimse de bir türlü kabul ettiremedim, yaşlıca olanımız onaltıncı gün ayrılıyoruz diyen bakışlarla, bilinmez-görünmez bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız yalnızlığa çekip gitti.
Kahroluyordum ama yaşam sevincini asla yitirmemem gerektiğini bildiğim için dayanıyordum, zamanla son ikimizi kafesten salmaya başladılar, erkek döşeme tahtalarının arasındaki boşluktan -durumu sezen ev sahibince yakalanacağı anda- karanlığa uçtu ve belli ki yolunu şaşırarak, yalnız benim duyduğum kısık seslerle öte öte ölüp gitti. Zorunlu olarak kafese giriyor ve artık tek başıma yaşayıp, giderek sağlığımı yitiriyordum ki (otuzüç gün dayanabildim), işte bu maceradan ötürü sizlere son olarak söylemek istediğim, ne yazık ki tutsaklıkla geçen günlerde, özlem dolu bir elveda şarkısının serzenişidir ki (rüyalarda kavuşup, ahrette buluşuruz diyenler için) oda şu:

‘Öldük, ölümden bir şeyler umarak
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, daldemeti, kuş tüyü
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.’ (1)

Kısacık ömrümde yalnız günlerimin güncesini tutmayı da unutmadım, benim kadar beni kafese koyanları, kardeşlerimi ve ‘ötekileri de’ ilgilendirebilecek bir günce, ölmüş bir kuşun anı defteri... Ne yapayım, yaşayanlar ve yapayalnız ölenlerin yüzü suyu hürmetine ‘şan olsun’ diye sunuyorum,
1. Gün
Yaşamımda ilk kez kardeşlerimden arkadaşlarımdan, atalarımdan uzak bir gün geçirdim. Salt yalnızlık. Düşüncelerim tuhaflaşıyor. Dişi bir kuş olarak çiftleşip yavru büyütemeyecek olmama üzülüyorsam da bu iyi, çünkü ben genleri bozulmuş bir kuşum, kemik sistemime, kalbime arazlar kazandıracak olan bu yalnızlığımın sonradan bir birlikteliğe dönüşmeyecek olmasını umarım. Evin reisi, anladığım kadarıyla kuş almaktan söz ediyor. Çocuklar, ‘ölüyor’ alma diye çığlık atıyor, anneleri evi pislediğin yetmiyor ‘al’ diye ironiyle bağırıyor. Bütün gece uyumadım.

2.Gün
Sabah... Bizim sabahımıza onlar kuşluk vakti diyorlar, ne garip. Ötmeyi düşündüm, sesim çok yavaş ve kısık çıktı, yinede çocuklarla benim bulunduğum salonda yatan anne tek gözüyle bana baktı, sonra gözünü kapatıp gene uyudu. Hepsi işe ya da okula gidiyorlar. Bütün gün evde yalnızım. Yem benim için, su benim için, ama yiyen yok, içen yok, ne çare. Yaşama karşı ilgisizim.

3.Gün
Bunlar bağrışarak konuşuyorlar, ötüşlerinin hiçbir ayarı yok, her seferinde bambaşka bir ses çıkarıyorlar. Ahmet gel, gel Ahmet, gelme Ahmet, istersen gel Ahmet gibi, bu ötüşün melodisi, çaprazlama yineleniyor, bu yüzden sanırım anlaşamıyorlar, ötüşleri aptalca ve bitimsiz diyafonilere dönüşüyor, neden bilmem, bu durum onları vahşileştirebilir diye düşünüyorum.

4. Gün
Açlığa dayanamayıp bir kaç kez yem yedim, hep aynı yem, bıktım, aynı yemden bıkıyorum, bunlar bizi öldürmek istiyorlar. Bu yemekle bir kaç ay yaşarım ben, gıda zehirlenmesi olur. Çocuklardan biri, büyük olan, yeşil bir yaprak sokuyor kafese ama tanımadığım bir bitkiyi yemem olanaksız. Yaprağa kayıtsız kalışıma şaşıyor ve habire çırptırarak dikkatimi çekmeye çalışıyor. Niçin ilgi duyamayacağımı nereden bilsin ki, eliyle suyumu devirdi, akşamları, o en irileri bana bakarken, ‘baba!’ diye ses çıkarıyorlar. Oda çok ukala, tanrı gibi, onsuz bir şey yapmak çok güç. Ama bir de tanrıçaları var.

5.Gün
Hepsi yuvalarını terk etti, sessiz, karanlık bir gün, daha da karanlık yaparak güne bakan yerdeki örtüyü çekerek gittiler. Mançurya’yı, anayurdumu, özgürce uçtuğum günleri, ölen arkadaşlarımı, kafesteki yaşamımı ve başıma gelen bütün çelişkileri düşünüp saatlerce ağladım. Böyle mi olacaktı. Yüreğim burkuluyor. Çok sürmez, bir gün öleceğim.

6.Gün
Evde bir kertenkele geziyor, yeşil, küçücük, kafesin çubuklarına tutunarak bana kadar geldi, kafeste olmasam neyse, bende ürkerek bir gaga çaktım, yere düşüp kaçtı, bu sessizlikte kimsenin olmadığını sandığı için şaşırdı kerata, onunla dost olmak isterdim ama bu dünyada en kötü ve de en anlaşılmaz şey o ki, kimse kimsenin dilinden anlamak istemiyor.

7. Gün
Gece karafatmaların çıtırtılarından başka ses yok, suyum yaz gününde buharlaşıyor. Üç gün daha gelmezlerse susuzluktan ölebilirim, pek hareket etmeyerek susuzluğumu önlemeye çalışıyorum, az içiyorum. Acı çekerek ölmek en kötüsü, can çekişerek. Uyurken ölebilsem keşke. Bizim kırık kanat uyurken ölmüştü Çin’de. Şaşırmıştık ama şimdi anlıyorum ki ölümün en iyisi o. Ne diyeyim, bekle beni canım kardeşim, nasıl olsa bende geleceğim.

8.Gün
Yalnız ‘baba!’ geldi, yanında ilk kez gördüğüm bir kadın var, ağızlarıyla saatlerce birbirlerini ısırdılar, bazı açılardan bize benzediklerini düşünüyorum, biz de ısırırız. Görme yeteneğim zayıfladı, hareketlerini seçemiyorum. Yorgunum, yem ve su yok ama adamın beni gördüğü de yok, umurunda bile değilim.

9.Gün
Hayal meyal dışarda uçan kuşları görüyorum. Allah kahretsin, şu kısacık yaşamımda nereden nereye geldim. Baba! bir kitaba bakarak mırıldanıyor, seslerin biçimi şu...

(Bir Küçük Burjuvanın Süperakademikrealistik Şiiri)
‘Genç kadınları kültürümüzle etkiledikten sonra, Vesta kızlarına ve utangaç rahibelere saldırdıktan sonra, leylakları yaktırdıktan, bulutları gömdükten, tapınakları ateşe verdikten sonra, kutsal inekleri boğazladıktan, tanrıları öldürdükten sonra, güle ve İsveç kralı Gustave’a sövüp saydıktan sonra, müzeleri havaya uçurduktan, mezarlıklarda dans ettikten sonra, ün peşinde koşmaktan ve o kadınla yattığımızı düşledikten sonra, piramitleri yıkmak için sabah karanlığı toplantılar yaptıktan sonra, elimize ne geçti? Akademide bir koltuk. Birde çek defteri.’ (2)
Kendileri söz konusu olunca adalete çok düşkün oluyor bunlar ama kuş ahalisinin de böyle şeyleri düşünebileceğini düşündükleri yok...
10.Gün
Su ve yem koydular ikisinden de tiksiniyorum. Aynı su aynı yem. Dışarıda değişik sular, değişik tatlar, değişik tahılların, filizlenmiş yaprakların arasında yuttuğum minicik kumlar, taşlar, topraklar harika bir ziyafet. Sonra gülüşüp oynaşma saati, daldan dala uçmalar, alt alta, üst üste, birden havalanıp, aynı dala konmalar, bu ağaçtan o ağaca kaçıp kovalamacalar, bir saklanıp bir çıkmalar. Ötüşle yerimi belli ettiğim sevdiğimin çık ortaya çığlıkları, yalvarışları, sonra tamda yanı başına konmalar. Sevmeler, sevilmeler, ötüşüp, gülüşmeler... Tanrı, insanı bize düşman yaratmış. Ne olursa olsun yakalıyorlar, küçüğü, büyüğü, hepsi peşimizde, bir kafeste besleyip, hoşnutluk yarattığını sanan bu aletçi maymunlar, diğer canlılara karşı kör; dehşetli bir yok etme güdüsü içinde, baba! nın küçüklere anlattığına göre geçmişte de hep yok etme duyusuyla kavga edip, anlaşmazlık çıkarmış, yer egemeni, yaşam düşmanı bu tepegözler. Tanrının işine bak ki en akıllı = en deli oluyor bu durumda. Bu dünyanın dengesi hiç olmamış demek ki, yaşamaktan bu denli soğuyacağımı ve böyle şeyler düşünmek zorunda kalacağımı bilseydim, uzaklaşır mıydım Çin’den, ayrılır mıydım Mançurya’dan. Oldu bir kere, yapayalnız öleceğim bu kafeste, kafesleri kendi evlerine benzeterek hayvan sever oluyoruz sanan, nebi Nuh artıkları bunlar, ne söyleyeyim...
11.Gün
Evde kalabalık var, küçüğün yaş günüymüş, çubuklu, ucunda ateş yanan bir şey tüttürmeye başladı hepsi, neredeyse boğulacağım, çaresiz bin bir güçlükle de olsa ötüşüyor ve kafesteki bir çubuktan diğerine atlayıp, tellere tutunarak başımı çıkarıp kaçmak istiyorum. Öleceğim... Baba! Öyle sevinçli ki, (bakın bakın) kuş ta neşelendi, ona da bir yaş günü yapalım dercesine kahkahalar atıyor, çırpınışlarımı, kaçmak için soluksuz kalışımı ve ötüşümü benim canlanıp iyileşmeme yoruyor mongol! Oysa neredeyse öleceğim, yaşamımda bu denli cehennem duygusunu ilk kez yaşıyorum, yavaşça ölüyorum, onlar korkunç bir gürültü ve çığırış içinde hoplayıp zıplıyorlar, neyse ki benim yorgunluk ve bitkinlikten uyuklayıp ölümü beklediğim bir saatte onlarda uyuştular, çoğu terk etti salonu, sonra mırıltılar duydum, sonra onlarda kesildi, bakalım sabaha çıkacak mıyım.
12.Gün
Belki yanlış görmüş olabilirim, pencerenin önünden bizden biri uçup gitti ve son anda bana doğru baktığını sanıyorum. Gördü mü?.. Bir daha dönüp geçmediğine göre görmedi oysa bir görebilseydi, burada ölümü beklerken, her şeyden ve kendimden uzakta yaşarken, dostlarımı, arkadaşlarımı, geçmiş göçmüş yaşamımı özlerken bir sevince olurdu bana. Ama boşuna, artık düşüncelerimde düzensiz, afyon yutmuş kukumav gibiyim, görüyorum, duyuyorum, biliyorum? Ama anlayamıyorum, anlamakta istemiyorum, neden bilmem, utana sıkıla, bu günce, benden sonrakilere ders olsun demek geçiyor içimden...


13 Gün
Beni balkona astılar, bir sürü başka kuşla, ortak dillerde ağlaştık Keşke bir muhabbet kuşunun, bir papağanın, bir kanaryanın ve sanıyorum iri göçmen bir kuşun -belki de kekliktir- dillerine yaşam biçimlerine daha bir meraklansaydım, anlamaya çabalasaydım. Ağlamalarımızdan, hıçkırıklarımızdan biliyorum, dünya canlıları hep benzer biçimde gülüp ağlarlar, aynı sesler, aynı biçemler, seslerimiz bir koroya benzeyip, tınısı dağılarak akortsuz haykırışlara dönüşüyor. Ama kafes sahipleri bundan o kadar memnun oluyorlar ki anlatamam, kafese yaklaşıp mutlulukla sırıtıyorlar. Kendileri ağlayınca pek öyle davranmıyorlar, sadist demek geliyor içimden, ama ötüşüm boşlukta dağılıp gidiyor.

14.Gün
Bu balkona çıkarmalar ağlama ve inlemeye dönüşse de gurbet havalarının dinlenişi gibi yinede bir teselli benim için. Kafeste yitirdiğim arkadaşlarımı düşündükçe, ağlayışlar ağıtlara dönüşüyor, hepimiz için sonu belli bir yolculuğa düzülen, yakıcı ölüm şarkıları, en ufak bir umarın olmadığı ayrılık baladları, kuşların tanrısı bize bunu ne diye uygun görüyor bilemem, geçen gün imayla, ölümün yaklaştığını, bu tutsaklıktaki son günlerini de bitirmek üzere olduğunu haykıran bir kuş şöyle bağırdı: Kuşların tanrısı yok, olsaydı bu rezillikleri yaşamazdık, bütün bunların hiç bir anlamı yok, komitrajik, ahmakça bir uygulayım; kederin serenadı olur mu diyerek, kahrolsun yaşam aralığıyla uzun uzun çığlıklar attı, ama kafesteyseniz, tininiz, dininiz, gülüşünüz, ağlayışınız, çifter çifter kanatlarınız ve tüm dünyanız bir kafesten başka bir şey değil ne yazık ki... Oysa Mançurya’daki kırlarda, güneş doğalı beri ne böyle bir ses, ne böyle bir ötüş, ne böyle bir serzeniş duymuşluğumuz vardır.
O gün çok ağladım, ölümü istiyorum. Kafesin demirlerine hırsla saldırıyor, kendimi paralıyorum, başımı aralıklardan çıkararak, kendimi salıyorum, düşüyorum, çatlayıncaya kadar yem yiyorum, su içiyorum ölmek için, olmadı, açlıktan kıvranıyorum, günlerce su içmiyorum, ama ölemiyorum. Gene balkon, gene yas tutmalar, ağıtlar... Ölüme yalvaranlarız biz.

15. Gün
Kafesi bakıma aldılar, çocuğun eline verdiler beni, çocuk benden korkuyor, ben çocuktan, ben çırpındıkça çocuk dehşetle sıkıyor beni, korkuyorum bir an ölsem iyi ama, olmuyor ki. Yüreğim korkunç bir hızla atıyor, yabancı bir ortamda, kemikten canlı bir pergelin avucunda yazgıyı beklemek, gene de böyle bir ölüm yüz kızartıcı diye düşünüyor ve birden fırlıyorum, beni yakalamak için seferber oluyorlar, dakikalarca süren bir kovalamaca, özgürlüğe gidecek küçük bir delik, temiz havayla dolu bir koridor, mavi göklere ulaşacak bir boşluk yok mu bu dünyada, umarsızca, aldatıcı bir açıklıkla duran pencerelere saldırıyorum, ama görünmeyen bir saydamlık, acı aldanışın pervasız tuzakları, tanrıca bir engel gibi suratıma çarpıyorlar, belki şurası açıktır, belki şurası, belki, belki?.. Bu kahredici özgürlük savaşı baba! nın sert ve erdemli ellerinde son buluyor, adam hem tepeme vuruyor demir parmaklarıyla, hem de kanatlarımı sevip sıvazlıyor, elini ördek ayağı gibide perde yaparak. Sanırım beni kuş beyinli diye aşağılıyor, bu tek yanlı bir soyutlama, keşke onunla tartışma olanağımız olsaydı, zaten soyutlamalarda sonsuz parçalanımlara dönüşüyor. Kuşları yakalıyor, gerekirse öldürüyor ve sırf bu nedenle kendini üstün sanıyor. Kuş gribine ne denli dayanıklısın desem afallayacak... Evrenimiz ilkel durumda, şu hale bakın, varoluş aşamasında olağanüstüydü bu evren, sanırım yok oluş aşamasında da olağanüstü olacak son bir kez, birbirini öldüren, uçak, bıçak ve kaçaklar, baksıyla, vajina kanıyla geleceğe bakanlar, kendi yazdıklarını okuyan, dokuyan canlılar, tüyler ürpertici sahneler, iki kişilik yaşam senkronları ve bitmez tükenmez, başıboş evinim ve devinimler, elde avuçta bulunan, biricik ve eşsiz gezegenin özü işte bu... Acaba evrende bu mu?.. Diyeceğim, sakın bu olmasın... Dünyaya, tanrıya, yaşama, insana, kuşlara ve hatta ölen arkadaşlarıma bile lanetler okuyarak kafesin içine düşüyorum. Sinir krizinin eşiğinde, açılmaz demir kapılar üstüme kapanıyor, bükülmez demir parmaklıkların içinden cehennemime bakıyorum.



16.Gün
Bana olan ilgilerini yitirdiler. Hiç olmazsa kendi alemimde, kendi düşlerim, karabasanlarım ve kendi iç dünyamla başbaşa, bu usdışı yenikliğimi bir utkuya, bir umuda dönüştürebilmek için ne yapabilirim diye düşünüyorum. Tümüyle ipeksi ağaç tüylerinden olağanüstü güzel bir yuvam var, ağzı yalnızca benim görebileceğim büyüklükte, küçük bir helezoniyle yatağıma ulaşıyorum, yavrularım bunu hemen duyumsamış olacaklar ki çığlık çığlığa ağızlarını açıyorlar, onları bir güzel doyuruyorum, hemen uykuya dalıyorlar, tatlı bir yorgunlukla bende uyukluyorum. Uyandığımda yuvanın dört bir yanında öten dört ayrı kuş görüyorum, tüyleri ne kadar yumuşak, renkleri ne kadar göz alıcı, mavi, kırmızı, sarı tüycükler, dikencik gibiler, ağacın bu en uç dalında, göklere, uzayıp giden kırlara, uzaktaki komşu dağlara o kadar güzel bir şarkıyla sesleniyorlar ki başka kuşlar kısa kısa ötüşüp uçuşarak, bu renkcil ve soylu baladı en güzel yerden izleyip dinleyebilmek için sanki yer arayışındalar, sonunda hepsi sus pus olup, sonsuz bir ağaçlıkta, bu sonsuz güzellikteki ses ve görünüm şöleniyle kendilerinden geçiyorlar. Onlar benim çocuklarım, bu ipek yumuşaklığındaki konseri çocuklarım veriyorlar, sonunda herkes beni onore ediyor, birbir kutluyorlar, onlara armağan olarak küçük bir gezi düzenliyorum, onları ilk kez gördükleri bir kaynağa götürüyorum, önce güzelim sudan doya doya içiyorlar, sonra suda çırpınışlar ve ıslak kanatlarıyla sürüp giden güneş banyosu, sonra gagalarıyla tüylenip, didiklenme saati ve hep birlikte süren oyunlar, en yukarıdaki ağacın, genç yeşil yapraklarında atılan yorgunluk, bol temiz hava, tatlı nağmelerle onları ninniliyorum, sevgi üzerinizde olsun benim tatlı çocuklarım, yaşamınız ince, uzun, taze, gümrah yeşil yaprakların içinde geçsin, bir güneş tacı, bir ay parçası gibi yapraklar döşeğiniz olsun, ağaçların tüylü minicik kovuklarında uyumak nasip olsun, ipek gibi salınan, beşik gibi yuvalar... Sabahın sesiyle, neşeyle fırlayın yataklarınızdan, yaşam o denli güzel, gökler o kadar mavi, ovalar o kadar bitek, dağlar o kadar soylu ki tanrı her şeyi bizim için yaratmış, yalnız siz uçar, yalnız siz koşar ve yalnız siz gezersiniz... Dilerim kıskanılmaz ama bizim gibisi yok. Göklere, güzelim ormanlara, gür, doru ağaçlara uçarak gelirsiniz, en çabuk, en büyülü olan siz. Salınan başaklara, su yürümüş gövdelere kısa ayaklarınız dans eder gibi yaklaşıp, bir sihirle, kutsal bir törenle, tohumları kucaklayıp bulan, bir yaratan gibi onları dönüştüren sizlersiniz... Suların içinde sulara şarkılar söyleyen, sonra birden uçarak, onun vadilerden akışına, taşların arasından, ağaçlıklar içinden yitip gidişine eşlik eden gene yalnızca sizlersiniz. Yaşamı kutsamak için tanrı sizleri yarattı, bu gezegeni esirgeyen, güzelleyen elçilersiniz, onu koruyan, ona hayranlığını sunan, kanatlı, kutsanmış, göksel meleklersiniz. Gerçek bir yalnızlık içindeyim.
17. Gün
Sanki günlerdir gözüm kapalı ve dünyadan ayrı kalmışım, bir ölüm uykusuna yatmışım gibi bedenim ağrıyor. Kanat çırpacak halim yok, yalnızca düşünüyorum. Binlerce sözcük, binlerce söz dizimi. Hiç bir işe yaramayacak çıkarsamalar, olgu parçalanımları, postülalar, tüme varıp, tümden gelimler. Kendi kendime kanıtlamaya çalıştığım sayısız teori, us yürütmeler ve bağlanımlar, alış verişler, bana bağışlananlar; benim elde edebildiklerim, ileri sürülenler, nice çıkarsamalar. Kime ne yararı olacak ki. Ama bu duruma düşmeden de böyle bir tasarım ve kurgu bağlanımları içinde olamayacağımı biliyorum.
Örneğin banyodan çıkınca çırılçıplak gördüğüm baba! Birden yavrularımın tüylenmeden önceki haline benziyor gibi geldi bana, bunların bir tür kuş olabileceğini düşünmedim değil. Benim Sarı Irmak kıyısındaki minik yavrumun biçimine nasılda benziyorlar, çıplak kalınca tüysüz kanatlar, tıpkı bunların kolları gibi, kolum kanadım kırık demeye benzer, serzenişlerde de bulunuyorlar zaten, tüysüz yavrumun ayakları üzerinde duruşu, tıpkı bunların ayakta dikilişi, kuyruk sokumları, göğüs kafesleri, kaburgaları, şiş karınları, ince boyunları, hep aynı görüntü, dehşete kapılıyor, ilk kez bir yakınlık duyuyorum, bu çağanoz seslilere, tüysüz kısa saçları, başları, aynı kuş başı gibi, içlerinde kartala, çaylağa benzeyen, atmacayı andıran, serçe gibi nahif olanları bile var, özellikle incecik, rengarenk giyimli olanları sanki bize öykünüyor. Bakışlarıyla baykuşa benzeyenler, şahine öykünenler, kumrulaşıp, sülünleşenler, ibibik gibi olanlar, tavus, papağan, turna gibi çalımlılar, kendisini ötleğene, kırlangıca, kerkeneze, ispinoza uyarlayan kuş sürüleri!.. Düşmanıma diş geçiremeyişim, tutsaklığımla uzlaşma arayışım, yazgımı kabullenişim mi beni bu duruma düşürdü bilemiyorum. Ama şuna inanıyorum ki ben kuşların elinde tutsak olan bir kuşum, bu kesin, kollarına telekler, kuyruk sokumlarına adı üstünde kuyruk takıp tüneseler, kuş olduklarına belki de ant verirler.
Ama bu denli birbirimizden uzak oluşumuz, bu denli birbirimizi anlayamayışımız ne kadar korkunç tanrım. Yüreğim öyle daralıp büzülüyor ki, ölüyorum sanki. Kendimi kurumuş, suyu çıkmış, tini yitmiş, anlamsız bir pösteki gibi hissediyorum. Bir zamanlar, kim bilir hangi canlının nesi idim, ama şimdi kendi anlamından milyonlarca fersah uzakta, bir eşya parçası, kozmikomik bir nesneyim. Ne olursa olsun; onlar ne kadar kuş, bizler ne kadar insan olursak olalım bu işte yaratıya uymaz bir yanlışlık, usa durgunluk veren bir hata, ele avuca sığmaz bir pespayelik, peçellik, paspallık var. Artık hepimizin bir mahvoluşa, garip, hüzün veren bir yazgıyla, kaotik bir yok oluşa, sonsuz bir ölüme doğru gittiğimize inanıyorum. Yukarıdan bir ayin eşliğinde tüm canlılar, acılarla, ağlayışlarla elele tutuşup bir çember oluşturarak, ağıtlar, yürek burkan yakarılar, yaslarla bize doğru geliyorlar, onların bir mezmur gibi, müzmin ve mahzun mırıltılarla dolu ağlayışlarını duyuyorum. Aşağıya, bize doğru, ilk yaratılıştan sonsuza dek sürecek bir kederli ninninin pişmanlığıyla, hüzün dolu iniyorlar, umarsız, acılı yüzlerle. Onlar indiklerinde, biz ölmüş olacağız, onun için ağlıyorlar. Bizler onları asla göremeyeceğiz, onlar bizleri asla bilemeyecek onun için ağlıyoruz. Labirentler içinde ‘Bir Anlık İyilik’ adını verdiğimiz, tuhaf, gerilim dolu kaçışlarla, ölümcül, insan ve kuş, kuş ve insan, sonsuz yok oluşa doğru, inanılmaz bir güven, katı, usdışı bir beğence, can alıcıyı bile ürperten bir korku, bir coşku içinde birbirimizi kovalıyor, ölüp öldürüyor ve ağlamaktan kurumuş, ışığa tutsak olmuş gözlerle, koşup kaçışıyoruz. Kuş muyuz, insan mıyız belli değil, belki de kuş gibi insanların yaşadığı bir yörede, insan gibi kuşlarızdır! Kim bilir...

18. Gün
Artık kendimi bıraktım, ne ölmek, ne yaşamak istiyorum, ne isem oyum. Şu anda yaşıyorum, öyleyse yaşıyor olmam gerekir. Bunun gereklerini yerine getirebilirim. Bir gün öleceğim, o zamanda ölmüş olmam gerekir. Ölmüş olmanın gerekleri ne olabilir bilemiyorum. Ama öldüğümde düşünce olarak değilse bile, hücrelerim, dokularım, ayrışan moleküllerim ve dağılan atomlarımın düşünceden de öte ölümün gereğini yapacaklarını biliyorum. Öyleyse ‘patrıa o muerte venceremos’ gibi şeyler, diyemeyeceğim ama ölüm gelirse gene de gelmiş olsun, yaşamım için, gelirken bir soru sorulmadı, bir yanıt olarak geldi, ölüme de bir yanıt olarak gidebilirim. Yaşama geldiğim için, soru sorabilseydim, ölüme de bir yanıt olarak gidemeyebileceği mi düşünüyorum, ama yaşamda gelişim için bir soru soramadığıma göre, ölümüm içinde bir soru soramadığıma, yanıttan başka bir şey olamayışıma üzülmüyorum, ölüme yanıt oluşum, yaşama gelişime bir soru olamayışım kadar sıradan. Ölüm kadar yaşama gelişimde ürkütücü ve bilinmeyenlerle dolu, onu çözemedikçe ölümü de çözemeyeceğim. Neden geldiğimi bilemedikçe, neden gittiğimi de bilemeyeceğim. Gelişime sevinmişsem, ölümüme de sevinmeyi bilmeliyim. Ölüşüme üzülüyorsam, gelişime de üzülüyor olmalıyım. Nedenler ve sorular aynıyken, yalnızca ölüme eğilip, onunla ilgileniyor olmam saçma, dürüstsem, yaşıyor olmam, yada yaşama doğmam, ölüm kadar acı ve korkunç yada onun kadar güzel ve gizemli olmalı diye düşünüyorum. Sonuçta ben bir kuşum. Kuş. Ve inanıyorum ki yaşayarak -yaşayan herkes gibi- hepinizi yaşadım. Ölerek -ölen herkes gibi- hepinizi ölmüş olacağım. Ben yaşamın ve ölümün kendisiyim. Yaşamın ve ölümün kendisi olarak geldim, yaşamın ve ölümün kendisi olarak gidiyorum. Ben hepinizim. Hepinizde ben. Ölümünüzle, ölüyor ve doğuyor, doğumunuzla, doğuyor ve ölüyorum. Doğumumuz bir tür ölümse, ölümümüz, bir tür doğum. Ve her şey yeni bir doğuşsa, her şey eski bir ölüm diyorum.

19. Gün
Garip bir şey oldu ve aletçilerden, yaşlıca, yüzü ölüme yakın duran biri öldü. Arada sırada gelirdi, ev kalabalıklaştı sonrada hiç kimse kalmadı, hiç bir şeyin olmadığı yerde, her şeyin ölü olduğunu bilmezler mi, ölümün kaç anlamı ve kaç biçimi var. Ölüm ve yaşam üzerine bütün bildiklerimin, düşündüklerimin üzerine deyim yerindeyse seren diktiler!.. Ölümü o denli abartıp o denli velveleye verdiler ki ne benim denge arayan görüşüm, ne onların pelülperişan ağlayışı, ikisi de itici geldi bana, hareketler düşünceleri bozup değiştirebiliyor, bende bir an bu duygu karmaşasına sürüklenip geçtim ama yarın belli ki bir başka duygu ve düşüncenin tutsağı olacağım ama gönlümle, ama zorlamayla, sonuçta kuşlar, insanlaştığımı düşünürlerdi sanıyorum.

20.Gün
Ölümün etkisi, hepimizin üzerinde koparılan vaveylalar düşünceyi bitiriyor, duygudan da söz edilemez, bu halde dediğim gibi, yararsız bir katastrof, bir kaos hali var. Hareket ve olgu, ışık gibi düşünceyi eğip, olağan yolundan saptırıyor, duygular işin içinden çıkılmaz bir karmaşaya bulanıyor, her şeyin düzgün ve olgun bir yola girebilmesi zaman alıyor. Düşüncenin değer yaratabilmesi, düşüncenin boy atacak ortama sahip olabilmesine bağlı, sürekli kaos, bir kaos düşüncesi yaratırdı, ne bileyim, belki de gerçek dediğimiz şeye asıl o zaman ulaşılırdı. Bir kaos zamanlarında mıyız bilinmez ama kaos kaosu, düşünce düşünceyi üretiyor olması gerekir diyorum, nedenini bilemiyorum ama buna inancım kesin.

21.Gün
Artık evin bir kişisiyim, beni unuttuklarında anımsamaları için gönüllü ötüşler ve oyunlar sergiliyorum, onlarla tuhaf bir barışıklık sergiliyorum, onları yavaş yavaş anlayabildiğimi düşünüyorum, kafesi açıyorlar, çıkmıyorum, çıkarsam yine kafese giriyorum, burası benim dünyam, bunu kabullenmiş gibiyim, anlaşılmazlığın yarattığı tersinir kavgalara son verdik. Hepimiz yazgımızı yaşıyoruz sanki... Öncelik ve sonralık yok. Onları tanımak ve anlamakla günlerim geçiyor, artık o denli vahşi olmadıklarını düşünüyorum, o denli acımasız değiller, onlara da acımıyorum, anlamaya çalışıyorum. Belki de diyorum; iyi ki Mançurya’dan gelmişim...

22.Gün
Onların diliyle kuş dilini karıştırarak bir şiir yazdım, belki de şiirsi (çok mu şüpheciyim) ve belki de besteledim demem gerekirdi, bağışlayın yalnızca ilk bölümünü paylaşmak istiyorum.
“Bir kuş dala kondu / İstediğini sevdi / Herkesi sevdi / Bu işin sonu / Herkesi sevmek / Açtı bir yeri / Yuvasını buldu / Eve geldi baktı /Her yeri gezdi / Amerikalarda gezdi / Dala kondu buldu / Bu kuş nedir / Adı nedir / Adı bekçi / Adı sipahi / Kendini öldüren kuş / Kuşun sonu budur /Ölünün sonunda gerek / Top oynayan çocuklar / Tutan tutana baktı / Yuvasını kurdu / Eşyalarını aldı / İstediği kuşu buldu / Sonuna geldi yaramaz / Sonuna çıktı yaramaz / Yaramazın doğurdukları / Çok yaramaz / Yaramaz yaramaz / Çok yaramaz...” (3)
Bu çocukça, bu kuşça, bu insanca dizeleri sizlere armağan ediyorum, yani siz kuş insanlara ve insan kuşlara, nede olsa bu karışıklık içinde doğal ortamımdan koparılışım ölümümü yakınlaştırıyor. Boş yere ağlamamalıyım, ağlamamalıyız, ağlamamalısınız.

23.Gün
Yazma hevesimi, günlük tutma inancımı yitirdim. Birden her şey boş gibi geldi bana, buda bir hal belki: Çi çek! Çi çek! Çi çek! diye ötüşüm ne kadar anlamlıysa ; Booş! Booş! Booş! diye ötüşümde o kadar anlamlı olabilir. Kim bilir...

24. Gün
Ölüm kapıyı çalmak üzere. Bunu duyuyorum. Uzak çağlarda, kuzeydeki buz dağlarının, yaşam dolu karaları yok edip, ezdiği gibi, giderek yaklaşan korkunç ve bilisiz girdapların görkünç bir gürültüyle bilincimi toz duman içinde bırakacağı günler yakın. Yaklaşmakta olan ölüm ordularını, kukuletalı, kara tırpanlı atlıları görür gibi oluyorum ama tam olarak bilincinde olduğumu da söyleyemem, bir bilinç bulantısındayım dersem daha doğru olur.

25.Gün
Büyük bir ziyafet verildi, meğer geçen gün ölen de bir tür baba! ymış, baba! ya büyük! diye bir ek geliyor yalnızca, yaşlıların yaşlısı olabilir. Ölüyü bir tür anma günüymüş bugün, bana da değişik tatlarda yiyecekler düştü ama, o dönemleri geride bıraktığım için şöyle bir baktım o kadar.



26.Gün
Kuş kültüründe de vardır bu anekdot, 16.Lui, 1789 devriminden bir gün önce günlüğüne ‘yazacak değerde hiç bir şey yok’ diye not düşmüş. Yani olacaklardan o denli habersiz. Ben de tam onun gibiyim. Yazacak değerde hiç bir şey yok...
27.Gün
Ölüme, ölümüme doğru ivme kazanıyorum. Düşünsel ve bedensel olarak yaklaşıyorum ona, yavaşça kabulleniyorum... Korkulacak bir şey değilmiş.
28.Gün
Üzerime büyük bir şey devrildi. Bir türlü kavrayamadım. Demir kafes işe yaradı, beni korudu. Yerimi değiştirdiler. Yaşadığım son maddi gerçeklik belki de bu olacak
29.Gün
Yazamayacağım. Ölümü görüyorum. Veda hazırlıkları...
30.Gün
Bu kadar kısa sürede öleceğimi bilmezdim! Ölüme ilişkin, düşünüp taşınmak başka, ölmek başka. Ölmek istemiyorum! Keşke bu kafeste yüzyıllarca yaşayabilsem!..
31.Gün
Ölümüm, onu arzu edişimden mi kaynaklanıyor, yoksa beden usumun bilemeyeceği bir saatte, buna karar mı veriyor, yani ölüm usun sınırları dışında mı, yoksa içinde mi, bir türlü karar veremedim. Öbür yakaya hazırlık duygusu da bu dünyadan kopacak oluşumun içerdiği bir kavramsallık belki. Ölüm başka bir yaşam biçimiyse neler gerekli nasıl bilebiliriz. Hazırlık; eğer bu bir gereklilikse ölümün de bir ölümü olmalı, ölüm bundan ötesiyse, onunda bir ötesi vardır sanırım, ölümün içerdiğinden sonrada bir başka yaşam, o zaman da bir sınırsızlık söz konusu, kısacası bildiğimiz bir şey var ki şu yaşamımız gerçekten sınırlı.
32.Gün
Öleceğimi anladılar, onlarda şaşkın ve kendi aralarında hararetli biçimde konuşuyorlar, son anda onlara karşı bir kızgınlık belirdi içimde, onların benden sonra yaşayacak oluşunu mu kıskandım bilemem, sonuçta gündelik bir tutkunun verdiği hırsla kızdığım belli... Düşünce olarak anlamsız bir duygu bu. Tüylerim kabarıp, teğelleşti, kanatlarım düştü, üstüm başım su pisi. Artıklar kanatlarıma, karnıma yapışmış, son derece çirkinleştim, iticiyim üstelik. Belki de böyle bir duyum içindeyim. Son anda en çok baba! ya kızdığımı düşünüyorum, neden bilmem, şuracıkta bile olsa bir anne olamadım, yaşam doluyum, doğal yaşamın armağan ettiği kişiliğimi yaşayamadım, bir baba! nın elinden bu hale düştüm diye kızıyorum belki de.
Yoksa genetik bir durum mu var bilemiyorum. Akşama doğru alacakaranlıkta bakışlarım kozmikleşti, gözüm ürkütücü kara bir noktaya dönüştü, parmak kadar olan ben kabarmış kafa tüylerimle, karmaşık duygularla, kafese yaklaşıp birebir gözlerini bana diken baba! ya öyle bir baktım ki, kara bir deliğe düştüğünü sandı, öyle kozmik, öyle karanlık ve ürkütücü yok olurken, olamayacağım kadar imgesel ve geniş bir dünyanın sanal ürküntüsünü gözlerimde taşıyarak adamın yaşamı boyunca bir suçluluk duygusuyla beni anmasını ve o korkuyla bakışlarımı unutmamasını sağladım. Bu bir öç belki de. Ne diyebilirim...
33.Gün
Öldüm. En büyük üzüntüm ölürken çocuğumun gözlerine bakarak yaşamı ona teslim edemeyişim oldu. Adamsa kozmik bakışımın unutulmaz ürküntüsünü içinde taşıyarak, duyunçla tam altı ay boyunca bir şişede sakladı beni, arada çocuklarına gecikmiş bir vefa borcu gibi beni gösterdi. Sonuçta tüylerim birbirinden ayrıldı, şişenin içine dağıldı, şişenin dibinde bükülen boynum, özürlü bir görünüme yol açarak, onların sempatisini yitirdi.
1998 yılı karlı bir kış günü, içinde bulunduğum şişe cılız tartışmalar arasında bir poşete kondu ve aşağıda bekleyen soluk renkli bir çöp konteynırıyla son yolculuğuna çıktı. Inconspicuous...(4)
...
Benim güncem kurmaca olabilir mi, gerçek ve kurmaca ne, gerçekte; bir kurmaca mı yoksa, yoksa yaşam kurmacayıda gerçek kılıp karşımıza mı çıkarıyor.
Öldüm... Alınmayın derim ama ‘bir yaprak tüm ağacın bilgisi olmadan sararmazmış...’ (5)
...
“Bir kalbi kırılmaktan koruyabilsem / Yaşamış olmayacağım boşuna / Bir hayatı acıdan kurtarabilsem / Bir ağrıyı dindirebilsem ya da / Ya da bayılan bir kızılgerdanı / Koyabilsem yeniden yuvasına / Yaşamış olmayacağım boşuna” (6)
...
Şu anlatılanlar bir kurmaca ise beğenmediğimi söyleyebilirim... Yaşam her şeyin üstünde, her canlı tek başına bir evren; iyilik, kötülük ve hiçbir şey önceden belirlenmiş değil kanımca, beni dinlediğiniz için sağolun.
“Men ene ve ma ente?”
“Ene ene, ente ente...” (7)
Elveda...

*

(1) Cahit Sıtkı Tarancı
(2) Pedro Shimose. Çeviri: Ülkü Tamer
(3) Ömer Cem. Cem Ayinleri 1997
(4) Göze çarpmayan, önemsiz.
(5) Halil Cibran
(6) Emily Dickinson
(7) Sen kimsin, ben kimim? Sen sensin, ben benim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder