4 Ağustos 2013 Pazar

KALEMAKELAME



Kutlu öğlede kumruların öttüğü bir saatti. Silgi adam yağan yağmurdan korunmak ve sıkıntısını dağıtmak için, sundurmanın altına girdi. Yağmur suyunun avlu içinde oluşturduğu küçük dereciklere bakıyordu, uzaktan suyun içinde, kıvrıla kıvrana bir balık geldi ve ilerde çöp birikintilerinin arasında durdu. Sonrada suyun ağzını kapatarak oradaki göletin büyüyüp taşmasına ve hep birlikte aşağılara doğru uçmalarına yol açtı.
Adam gözünü karşıya, köyün öte mahallelerine dikti, sis öbekleriyle dolu mezarlığın içinden hayaletler yükseliyor gibiydi ve yağmurun tuhaf sessizliğiyle ürpererek, loş avlunun garip hareketsizliğine dikkatle baktı. Birden korkunun verdiği cesaretle, su birikintilerinin üzerinden atlaya zıplaya kahve yönüne doğru koşmaya başladı. Yağmurun altında, alacalı günde, tıpkı kendisine benzer birinin, ters yönde koşuşturduğunu gördü, merakla geriye döndü ama adam rüzgarda savrulan dut ağacının dibinden sokak içine dönerek gözden kayboldu, gizli bir utançla kendisinin tıpatıp bir eşi olabileceği düşüncesinin olanaksızlığı ve gülünçlüğüyle kalakaldı, ama biliyordu ki yeri geldiğinde, aynı sanrıyı kendisinin de duyumsadığını söyleyecek pek çok insan tanır bilirdi, kirpiklerinden süzülen yağmur suyunu eliyle sildi ve delice gözlerle yağmurdan kaçanları, at üstünde hızla geçen köylüleri izleyerek kahvenin önündeki taş oturaklardan birinde düşüncelere daldı. Ovayı gözleyerek, doğanın göksel incisi yağmuru tanımaya, anlamaya çalıştı. Uzaklarda, göklerin içinde kaşalot biçeminde kara bir bulut, diğer bulutların süratle üzerine doğru gelerek bir bir yutuyordu. Aynı denizlerdeki gibi diye düşündü, kitaplar denizler tanrısının o olduğunu yazıyordu, gökte de kaşalot biçemindeki bulut diğerlerini silip süpürüyordu. Şimdi o taraftan korkunç gök gürültüleri ve kara şimşeklerle dolu görünmez bir dev yaklaşıyor ve silgi adam doğanın bu görkemli karabasanında, yaşadığı dünyanın bir hiç, kendisinin de hiç içinde bir hiç olduğu sezisine kapılıyordu. Yağmur delice şiddetini artırmıştı, birden yanında kara kepenekli birinin ‘Mehdi geliyor!’ diye, hınçla bağırdığını duydu. Bu adam köyün, us sayrısı çobanıydı.
Kararan havada, çok uzaklarda buz yarıklarının içinden, sanki yapay sığırcıklar, göz alıcı büyüklükte siyah kelebekler havalanıyordu, çakan şimşekle ova bir an cam yeşili bir çöl görünümüne büründü, şırıltılı çamurun içinden Polovec dansı yapar gibi şaşkın bir kurbağa hoplaya zıplaya aşağılara doğru kayıp gitti. Yıldırım yuvalarından elektrik çakıyor, bulut dumanıyla ilerleyen hava gemileri ortalığı kaplıyor, uzak dağların kıstaklarında, sisler içinde sanki Berzah alemlerinin, Zümmani ve Rabbani kapıları açılıp kapanıyordu.
Silgi adam, köy imamının, bir zaman önce, yalnızca kalplerin gördüğü tayy-i mekanlardan söz ettiğini anımsayarak, ötelerde ovanın ortasında gölge yapan su duvarlarını köyün çobanının da algılamış olabileceği sanısıyla, sormak istedi, ama fısıltıyla; doruktaki inci yuvaları, is yurtları, yedi kardeşler, kurşun beygirler, mersiyeler, ökse otundaki (Macar üzümü!..) üçgenler, Venüs koruları, doğuran yarasalar, arı ve iris dendiğini duydu, yanında kimseler yoktu ama, kulağına imamın sesine benzer seslerle garip şeyler fısıldanıyordu. Vaktiyle köyün destancıları Fegiye Teyran ve Meleye Cizire’nin şimdi yaşadıklarına benzer bir meseli anlatıp durduklarını düşündü ve aslında yaşadığı aralığın, alemin hangi zaman dilimini karşıladığını merak etmeye başladı.
Mahallenin arka sokağına dolanıp, boş bir avludan geçerek, köyün en sağlam binasının bulunduğu arsanın içinden ahaliyi sömüren, dolandırıcı tüccar Kifidis’in ışığının yanıp yanmadığını anlamak istedi, bilmediği sözcükler mırıldanıyor, dua, vali, kaymakam gibi şeyler söylüyordu, (aslında) yağmur başlayalıdan beri başka bir düşünsel boyuta geçtiğini düşünüyordu, saçmalığına güldü ve Kifidis’in ışıklarının yandığını görünce sessizce eve süzüldü, içinde bir adam öldürme arzusu belirdiğini görerek kendine gelmeye çalıştı, yaşlı bir kadın sürünerek yanından geçti, durumundan şüphe edip, bir umar amacıyla, ateşlenince çocukluğundan beri kullandığı tek ilaç olan bir kinin yuvarladı, saçak altında bekleyenleri çift görünce ilacın etkisinin başladığını anladı, yerde Kifidis’in düşürdüğü bir senet buldu ve senetteki imzanın kendisinin olduğunu dehşetle gördü, yağmur suyuyla mürekkep bütün kağıda dağılmıştı.
Kifidis içerde maymuncukla oynuyordu, boynunda bir mercan kolye vardı. Azrail, Kifidis’e yaklaşıyordu, köyde leylak ve zambakları olan tek adam buydu, puslu camdan dikkatle baktı, biri mendille elini siliyordu, diğeri bir mektup uzatıyor, yaşam, şiir, zümrüt gibi sözler ediyordu. Ortada bir meclis vardı ve şiiri okuyanında kız kardeşi olduğunu görüyordu, soluğunu güçlükle tutarak kapıya yaklaştı, cebinden bir makas çıkardı, öldürüm bir sanat yapıtı gibi olmalı diye düşündü ve ölüm anını bir resim gibi tasarladı, şemsiye varmış gibi elini kaldırıp indirdi, zaman akıyordu, yıl, ay, hafta, gün, saat, dakika, saniye, salise ve o an; Kifidis’in zamanın dışına düştüğü, başka bir ölçüye tutsak olduğu, vatan değiştirdiği, ders aldığı, hiçsi yaşamının fitilini ateşlediği o an!..

Şey dedi silgi adam, ‘Oluyor mu?’ ayağı dışarıda kalmış buz gibi havada kötü rüyalar, kabuslar görmüştü ve Kifidis elinden kör makası alıp tam bacağına saplayacakken uyanmıştı.
Çocuk okula gidecekti ve beyaz yaprakları olan kırmızı bir defter, kalem, üzerinde portre olan kalınca bir kitap istiyordu. Kahvaltıda nane çayı içti, zeytin yemeye çalışarak ayağa kalktı ve çocuğu okula götürmek üzere kapıdan çıktı. Arapça ve Farsça bilen silgi adam, hiç yorulmadan uzun yokuşu çıkıp okula giderek öğretmene okul binasının ve şu andaki varlıklarının gerçek olup olmadığını sordu. Öğretmen tek bedende pek çok hayat yaşanabilir sen bunu özlüyorsun dedi.



(2)
Öğretmeni hem dinledi hem de her dediğinin doğru sayılamayacağını düşünerek ceplerindeki bozuk paralarla oynadı, elini burnuna götürdü lale gibi kokuyordu, henüz sümbül kokusunu bile tanımamış insanları düşündü, canı acıyordu, haftalardır kendini rüzgara vermiş ama doktorun dediği üzere bir iyileşme sağlayamamıştı, her köylünün vazgeçilmez eğlencesi filli aynayı çıkararak yüzüne baktı, düşünde kendi benzerlerini ararken, kendisinin başkası olduğunu gördü, yakındaki bir duvarın dibine sinerek çevreyi gözetlemeye başladı, korkuyordu, acaba herkes başkalaşıyordu da kimse farkında değil miydi, sepet içinde bir horozla, bir çocuk yanından geçti, dik dik baktı ona, çocuk aldırmadı bile, o zaman olağanüstü bir şeyin olmadığı kanısına vardı, öyleyse tüm kusur kendisinde olabilirdi, yandaki çarşının pazar yerine dalarak, pilav, nişan, nohut, pirinç, tebeşir, tahta, çeşme, işkembe, kağıt, sebze, meyve, şeftali ve karpuzlara dalarak köyün ta öbür ucuna çıktı.
Nilüferli bir göl vardı orada, türkülerin bestelenip, ağıtların yakıldığı bir yolak üstüydü göl. Güneşi gözünün çevrenine alarak göle baktı, göldeki güneş bir hayal ülkesinin altın gözü gibi parlıyordu. Ağlamamak için kendini zor tuttu; niçin çalışırdı insanlar, kapalı kapılar ardında, niçin prangalı bir tutsak gibi yaşarlardı, içlerindeki vahşi içgüdü neden dinmek bilmez bir sızıydı, neden güneşe bakmasını bilmezler, neden sıcakta yanarlar, soğukta alabildiğine mutsuz olurlardı, neden ikiye ayrılmışlardı, neden tek bir tanrının gölgesinde sabahlayıp, neden melek ve şeytanlara inanmışlardı. Neden çocuk doğuruyorlardı, neden doğan her çocuk kendilerinin kötü birer kopyası oluyordu, neden öldürmek zahmetine katlanıyorlardı, neden eşitlik gibi masum açımlamalarla günaha giriyorlardı, neden atardamarlarındaki kan ölümcül bir sıvıydı, neden kasları gelişiyor, ayakları çalışıyordu, beyinleri neden tepedeydi, neden açlık doğal bir duyu olup, yemek sosyal bir kavrama dönüşüyordu, neden denizlerin içinde başka bir alem vardı, başka ülkeler, başka sınırlar, neden uzay merakı oluşmuştu, neden evrendeki tüm bulgular hiç bir şeyi değiştirmeyecekti, neden her şeyin hiçbir şeye dönüştüğü ölümü masumca kabulleniyorlardı, neden çıkışları ağlamak lı, öfkeli yada ahmakçaydı, neden eşyanın tutsağı olmaktan kurtulamıyordu, neden maddenin bir parçası olmaktan öteye gidemiyordu; yaşamı neden, neden anlayamıyordu.
Cebindeki usturayı çıkararak gölün suyuyla sakallarını kesti, Narsis gibi son bir kez göle bakarak, acıkan işkembesini doyurmak üzere yola koyuldu, gölden ayrılmakla gerçek yaşamdan ayrıldığını biliyor, dağlardan, tepelerden, doğadan ayrık köye, yaşamın cangılına geri döndüğünü düşünüyordu, orada topraktan gelen herhangi bir şey kendine satılabilirdi, bu satım ilişkisi tasarlanabilecek en kötü soyutlamanın bir ürünü olarak, ölünceye dek kendisini güç durumda bırakacak bir davranış, acı bir yükseliş biçiminde olacaktı, her adım atışında onun ederine yaklaşacak, metada her adım atışında uzaklaşacaktı, sonunda ölecek ve bayrağı başkasına devrederek bu yarışı sürdürecek ama hiç bir zaman kazanamayacaktı, dünya ile birlikte dönüyor, hiçbir zaman durup kavuşamıyordu, benden bu kadar, buyur sen al, benden bu kadar buyurun siz alın, hep daha hızlı, hep daha yüksek, hep daha uzak, ulaşmak yok... ‘Homo homini lupus’ , ‘Altius, fortius, sitius...’

Ağustos ayında köye gelen cambazın, kör beygiriyle gene yollara düştüğünü gördü, mart yada mayısta da gelmiş olabilirdi, cambazın atının tek gözü kör, kendisi de söylediğine göre daltonist ve azıcık sağırdı, ama pembe bir şapkası vardı, siyah bir kağıtla oyunlar yaparak çocukların dikkatini çekmeye çalışıyordu. Fidanların arasından geçip, utancını gülüşüyle gizleyerek satın aldığı çerezleri yemek üzere, hayvanlara tifo bulaştıran çayın kenarında oturup karnını doyurdu, çiroz gibiydi ve hep öyle kalacaktı, dünyanın ağırlığı dünyada kalsın dı, çoktandır küstü, gene de bir kokoreç kokusu burnunu dağladı, iyi bir yemek mutlulukların en tuhafıydı. Kentlerdeki, liman, lüfer, efendi, sokak lambası, barut, loğusalar, lağımlar, araba takozları, cımbızlar, pideler, pizzalar ve körfezleri düşündü. Kır serçelerinin arasında, karanfiller, papatyalar toplayıp aralarına akasya sıkıştırarak demet demet satan bir çingene düşledi. Sabahtan bu yana, usu mengene gibi sıkışmıştı, keşke sünger gibi sıkılabilse, yenilenebilseydi.

Kiremitlerin üzerinde uçan bir alakarganın ortalığı çınlatan sesiyle, dinlenir gibi oldu, umutlandı, az ilerde yağmurun kabarttığı mantarların doğuşuna tanık oluyor seviniyordu, bodur ağacın dallarında biriken kuş gübrelerinin kokusuyla sarhoş oluyor, bodrumların rutubetini, yulaf ezmesini, panayırların neşesini, çocuklara kerata demeyi, palamut yemeyi, fistan giymeyi ve pilaki oynamanın özlemini duyuyordu. Köyün en güzel kızı bir huri gibi önünden geçiyordu, kendine bir fiske vurup dalgınlığından uyandı, ağzından kulaklarına bir limon tadı yayıldı, kiraz güzelliğindeki kız uzaklaşırken, onun gözlerini kestaneye, parmaklarını fasulyeye, yanaklarını ıspanağa, kalçasını lahanaya, kollarını pırasaya, saçlarını ıhlamura ve salınışını maydanoza benzetti.

Uzaklarda ovadaki şoseden bir kamyon geçti, hemen ardından da onun tozu içinde sarsıla doğrula bir otomobil gidiyordu, orangutan peşinde ölüme (ölümüne) koşan bir muştu böceği diye geçirdi içinden, kamyon kuzeydeki Işıklı Barajı’nın kıyısından dolanarak uzak köylere doğru gözden kayboldu, otomobilse ovanın ortasında seçilmez hale gelip birden imi timi bellisiz olup, yitip gitti.


(3)
Silgi adam küçüklüğünde -onlu yaşlarda- büyük kentin varoşlarından birinde belleğine imlediği konfeksiyon atölyesini anımsadı, bursla okumuş öğrencilerin çalıştığı yer katlar, kalite kontrolden sorumlu kartaloş bayanlar, çaçaronlar, minik vitrinlerde sergilenen seri örnekleri, ter kokan deniz anası patronlar, mesailer, kısa öğle tatilindeki okey partileri, bir kez bile plaja gitmeyen içleri mayolu kızlar(mayo giymek herkes kadar denize gitmiş duygusu veriyordu), parfüm kokuları, taksi, trafik, pastane dedikoduları, remayözcüler, overlokçular, şans oyunları, umutlar, televizyon yıldızları, gelecek planları, pantolonlu bayanlar, bluzlar, dekolteler, ustabaşı torpilleri, işbirlikçi etiketleri, tramvaya binmeler, nikahlardaki glayör buketleri, elektrik kesintileri, fazla mesailer, görmezden gelmeler, transit geçmeler, kasette pop ve trompetler, triko örnekleri, kravatlı işçiler, vardiya saatleri, kasketli beyler, kartonpiyerler, enerji düşümleri, dumanlı salonlar, mastürbasyonlar, tuvaletler, kast ve üstler, liseli kız tuzakları, telgraf çekilen askerler, pilot olma özlemleri, kardeşler, robot olmalar, sır alıp vermeler, yükselen tansiyonlar, konserveyle doymalar, teknik lise hayalleri, deniz delileri, yıldızlı oteller, arabeskler, sekreterler, sazlı sözlü konserler, hasılı karla, katranla kirlenmiş, gümüşi ambalajlı karakatomp yaşamlar.
Moteller havuzlu mudur diye sormuştu dikişçi kız, daha yanıt gelmeden bir diğeri hostes olacağım diye lafa karışmıştı, çay saatinde koltuk altlarına sprey sıkarak. dinlenme odasında spiker Tayvan’da deprem haberini geçiyordu, süper marketten gelen Olimpos gazozlarını, kolaları içmiştik, hatta biri birayla kokteyl yapmıştı hepimizde tadına bakmıştık, küçük sandviçler yiyerek, kapağında; ‘Taşın toprağın altın/ Dünyanın cennetiydin/ Seni tanımadan önce İstanbul’ yazılı bloknot defterine şiirler yazan bir kız vardı, gizlice yarım kalmış bir şiirini okumuştuk:

(Üzgü)

Bir sen vardın yalnızlığımda
Bir de seni seven ben
Oysa
Ne güzel günlerimiz olacaktı
seninle
Ülkeler görecektik
Dünyanın öbür ucunda
Şiir gibi akacaktı hayat
Bir gün dağda
Bir gün kitaplar arasında
Resmini yapacaktık-
...
Şimdi anlıyorum ki baya güzelmiş bu yarım şiir, kim bilir o kız nerelerdedir...
Blucini yırtık giyerdi ve cesurdu, blöf yapmasını da çok severdi kendini tanırmış casına, birde kep takardı ki başına, yolda en afili olanımız oydu doğrusu, tek hayali bir karavanla ülke ülke dolaşmaktı, briç bilirdi, stres derdi, bugün stresliyim, biz stresin anlamını bilmez öylece yüzüne bakardık imrenerek, ilk arkadaş olduğu erkeğin arabasının torpido gözünde esrar bulununca, iki ayda hapis yatmıştı o göz kesen. Yıllar sonra bir barda kaşıkla ketçap yerken yakalamıştım onu, düşlediklerinin çok gerisinde bir yaşam sürdüğünü hemen anladım ama hiç belli etmedim, şiveside kötüydü, ağzından kaçırınca tornistan yapıp yeniden dillendiriyordu sözcükleri, otostop yaptığını söylediler, filmlere, jetlere, brifinglere layık bu kız tank gibi şişmiş, paneli, formikası bozulmuş, jileti kayık, smokini düşük, hacamat olmuş, ne idiği belirsiz bir gudubete dönüşmüştü, ne kadar şaşırıp, üzülürsem üzüleyim, yaşam üzerinde oturup düşünülemeyecek kadar, kahredici gizlere sahip teokratik, monarşik, garip bir bileşen ; bir kimya.
O kızın adı Necla idi, karfosu bozuk bir kampüs oldu.

Silgi adam, çocuğun okulunun bitme saati yaklaşınca, onu eve getirmek için okulun bahçesindeki sıralarda, iskemlelerde beklemeye başladı, uzakta göz alıcı dağlar uzanıyordu, ne kadar bilmese de, bu dağlar, yüzyıllarca insanlara, sitelere, ülkelere kol kanat germişti. Karyalar, Likyalar, Frigyalar, Lidyalar burada durmuş, Persler , Medler, Partlarda buradan gelip geçmişti, o günden bugüne daha niceleri vardı ama en eski atalarını daha çok seviyordu nedense, belki de yüreğinde gerçekten ölü olup, gerçekten özlenenler, bir mezar taşında görüp tarih öğretmeninin kahvede Türkçelediği gibi ‘Cuius memoria non extat’ yani ‘Hatırası kalmamış olan’lardı. Nede olsa ötekilerin; yakın geçmişin, anıları henüz canlı, henüz onlarla ilgili, gruplara bölünüp dil çatışması içine girip, fikir bölünmesine uğrayabiliyor, zinhar ortak bir paydada buluşamıyorlardı. Belki de onun için harflerinin gölgesi, la havle vela sı bile kalmayan bu atalarını, bu en eski ölmüşleri, bu hatırası kalmamışları, bu soyut tabutları, solgun sandukaları, onun için seviyordular. Gerçekten ölmüşleri seviyor olmamız belki bunun içindir. Her bakımdan ölmüşlere hepimizin gönlü ve kucağı açıktır ve kalbin gözü onları çok sever. Çünkü onlar hiç bir ayrılığa yol açmayacak kadar ölüler, hasılı onlara gönül kapımız açık olup, hep kalplerimizdeydiler.


(4)
Böyle düşünüyordu silgi adam ama dağlardan doğru kucağında Karya kartalıyla inen Hykandros’u görünce, postunun içinde titreyen mağara adamı gibi az daha bayılıyordu. Hykandros dev adımlarla tam okula doğru yaklaşıyor ve silgi adam ne yapacağını şaşırıyordu, ceylan derisi tulumundan su içerek yaklaşan bu Karyalı tam da yanı başına gelerek; kentlerinizdeki gökdelenler, ofislerinizdeki hesap makineleri ve yollarınızdaki otomobiller hayatı bozdu dedi. Silgi adam korkarak, dili tutulmuş gibi başını sallamakla yetindi. Neden sonra ömür boyu unutamayacağı bir cesaretle, bu yüzyıllar ötesinin Musa’sına : Geçmiş yaşamların bu günden daha mı insanca olduğunu söylemek istiyorsun dedi. Sorabileceği en güzel soruyu erdenlikle sormuş gibide gülümsedi. Hykandros tüm ciddiyetiyle: Ütopyalar dedi, bunun kanıtı ütopyalar, geçmişin düşleri bu günün düşüncelerinden, gerçekliklerinden çok geride, çünkü gereksinim duyduğumuz güzellikler parmakla sayılacak kadar azdı, görece bir olgunluk içindeydik, bu günün ütopyası, zamana, mekana ve levh-i mahfuza sığmayacak kadar geniş bir bileşenler toplamı, oysa giderek en iyiye doğru yol alınsaydı ütopik dileklerde azalmalıydı, tam tersine istemler karelerle küplerle artarken, gelişmeler aritmetik hızda ilerledi, diyesim, istemler geometrik biçimde artarken, elde edilen ve gerçekleşenler aritmetik dizide kalmaktadır, bu da gösteriyor ki, göreceli ilerleme-gerileme aritmetik bir hızla, ütopik istemler geometrik hızla artmaktadır, bilmem açınlamaya gerek var mı, kısaca ‘bulanıkadam’ biz daha mutluyduk, bu gün çevrecilik dediğiniz şey bizim zamanımıza duyulan özlemin kanıtıdır, cennetten öte yaşamımızın tanıtıdır, insanoğlu, sizin yüzyılınızdaki kadar aç kalmadı, sizin yüzyılınızdaki kadar ölmedi, umarsızlanmadı, ezilip horlanmadı, ağlamadı. Bugün -homofaberin- kendine karşı artan acımasızlığı, ütobik istemlerinde sınırsızlaşmasına yol açmıştır.
Silgi adam bezginlikle, öyle gibi görünüyor ama her şeyin göreceli oluşu, belki sanıyı ve gerçeği değiştirebilir dedi. Hykandros doğru ama bir tek şeyde yanıldığınız kesin oda şu deyip silgi adamın kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı. Silgi adam şaşkınlıkla peki o dönemde, ‘Politika’ yok muydu deyince, Hykandros, o bir yana, üç P yoktu, üç P’den, Mart’ın 15’i gibi sakının dedi: Para, Parti, Politika bu üçü olduğu sürece ortaya çıkan paradoks bir gün tanrının bile ölümüne yol açabilir deyince, silgi adam sanki bir uykudan uyanır gibi; Okul! diye bağırdı ve oturduğu bankın üzerinde, çalan bir zille gerçekten uyandı.

Çocuğu elinde bir pasta dilimiyle yanına geldi, öğretmenin yaş gününü kutlamışlardı, çocuk peltek bir dille pasta tam 10.000 kaimeymiş deyince, gözleri fal taşı gibi açıldı ve içinde beliren sıkıntıyı kahvede saatlerce ve amaçsızca tavla oynamayı düşünerek atmak istedi, berberin yanından geçtiler, puslu camda, köpüklü yüzüyle bir adamın baston yutmuş gibi duruşu ve onun yanında eskivler yapan bir adam oluşu, onlara panayırların palyaçolarını anımsattı, masalların ve düşlerin yaşamdan kam almış olabileceğini anladılar, taşlı yolda Troy adlı bira şişesi görünce gerçekte, plastiğe geçişin kaynağının da yaşam olduğunu kabul ettiler, öyleyse bir şey bulunup bir şey yaratılmıyor, yaşamdan başlayıp eni sonu gene yaşama dönülüyordu demek, çok daraltıcı bir yaklaşım olduğunu düşünüp, boş vererek -çığlıkla-aralarındaki parolayı yineleyip, türkü çağırarak evlerinin yolunu tuttular:
‘Şu uzun gecenin gecesi olsam
Sılada bir evin bacası olsam’
diyordu türkü.

Evde silgi adam zavazinga kasasını açarak öte beriyi onardı, çocuğa tahta bir oyuncak yaptı, kirişlere asılı üzümlere, türlü meyvelere yetişebilmek için bir masa çaktı, kızı tempo tutarak onu çalışmaya özendiriyordu,
peçeli hanımı ev işlerini yapıyor, sanki başka ve çok kasvetli bir alemin hurisiymişcesine, onlara oldukça uzak bir görüntü sergiliyordu, onlarda bu tuhaf insanın, güneşin doğup batmasıyla üreyen yaşamlarına kattığı mistik izden hoşnut kalarak, yaşayıp gidiyorlardı. Akşam basmadan silgi adam banyo yaparak günün yorgunluğunu attı, kampanyalar dedi kampanyalar olsa insanın yaşamdaki yalnızlığı bir ölçüde azalır, kızı ne demek istıyor gibi ondan yana baktı ama konuşma isteği duymadığını belli edercesine oturduğu yerde kıvrılarak uyuklamaya çalıştı, adam kör ışığa duraksamadan bakıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu, bravo diye bir söz çıktı ağzından, bankalar, bombalar, piyangolar diye söyleniyordu, kolonya ile yüzünü silerek serinlemeye çalıştı, onu bile soru yöneltir gibi, ‘Kolonya Kenti mı!’ diyerek çekmeceye bıraktı, pantolonunun takılan kancasını çıkarıp düzelterek yün çamaşırlarıyla yatağa uzandı ve uyudu. Sık sık olduğu gibi rüya görüyordu, İtalyan parlamento binası önünde Navarin yenilgisini protesto ediyordu, sırtına aldığı kadırgasıyla Barbaros’ta kendisine destek verenler arasındaydı, pipo içen Nietszche’ye benzer biri uzaktan kendilerine bakarak televizyon kanalına olayla ilgili yorumlar yapıyordu.

(5)
Fellini filmlerinden çıkma kart bir kadın, kimi zaman pipolu beyin, kimi zaman televizyon muhabirinin kucağına oturuyor, boyalı büyük ağzını alabildiğine açıp kahkahalar atarak her şey hoş ve boşmuş gibi sinir bozan bir lakaytlık ve frapanlıkla ortalıkta dolanıyordu; sonra garip bir hareketle kameralara yaklaşarak hermafrodit olduğunu kanıtlarcasına total bir hareket yapıyordu, biri bütün hay huyun ortasında arabasının krank milini çıkarıp hiç bir şeye aldırmadan onarım yapıyor, biri konut sorununa palyatif çözüm ürettiğini söylüyor, patent patent diye bağırarak koşuyor, gardiyan kılığında biri az ilerde onu tutuklarken, göklerdeki karyolasında sevişen bir çift, olan biteni sessizce izliyor, şarkıcıyım, gazino arıyorum diyen bir deli araya çığlık dolu türküler karıştırıyor, bir sporcu mihaniki biçimde kaptanlık bandını takıp çıkarıyordu; bir diğeri her gördüğüne paso gösteriyor, fotoğraftaki şüphesiz benim diyordu, bir sigortacı tüm olan biteni -uçan sözü bile- sigortalayabileceğini söylüyordu. Bir sinema yıldızı villasından el sallıyor, bir hırsız yapma bir bebeğe tornavida saplıyor, bir palyaço, yüzünü gözünü kırmızı ile boyuyor, görüntüleri fotoğraflayan bir gazeteci nerede kopya edebilirim diyor, pırlanta gerdanıyla orta yaşlı bir kadın boğazından asılmış sallanıyor, tuhaf biri boynuzlu bir korno çalıyor, ağzından salya akan biri de peçete satıyor, seyyar bir pirzolacı -kancadaki etlerle- herkesi yemeğe davet ediyor, bir komisyoncu ayaküstü iskonto oranlarını anlatıyor, postacıysa olay yerinde olanlara mektuplarını veriyor, bir jandarma güruhu herkesi çembere alıyor, küçük bir çocuk annesinin verdiği mandalinayı yiyordu. Papaklı bir Rus ise sevgilimle patikalarda dolaşırım, iskelede sevişirim diyerek, çikolata ısırıp, tekvando gösterileri yaparak, otobanda hız yapmayı severim diye ekliyordu.

Silgi adam uyandı, sobadan tüten kömürün bu korkusuz kabusa yol açtığını düşünerek, sobayı usulünce söndürdü, akşamdan kalma çayı içti, şubatta ekerim, nisanda yeşerir, haziranda toplarım diye mırıldandı. Bahar gelince vişne ağaçlarının olağanüstü bir beyazlıkla açtığını, çevreye hafif esrik, çok hoş bir koku yayıldığını düşündü. Portakal çiçeğinin de son derece güzel olduğunu söylemişlerdi. Sonra gene yatağa uzanıp hemen uyudu, Timpana davuluyla uyandırıldığını, ağzına Kiler balığı ile Karyatid küçük bir heykel sokmaya çalıştıklarını ve bir hipopotama -su domuzu- dönüştüğü anda yine rüya gördüğünü anladı.
Elektron yuvalarının içinde batık Vordonos adasına doğru kızının elini tutarak gidiyordu, güneş silik bir noktaya dönüşüp, ağır ağır yok oluncaya dek gittiler...
...
Büyük yazar pandantif kılıklı yazın heveslisine bu öykü değil, konu bütünlüğü yok, deneme değil, bir konuyu irdelemiyor dedi. Yazı aksak ve bunu her okuyucu dilerse anlayabilir diyerek notları uzatıp, uzaklaşmaya başladı. Çömez arkasından koştukça, yazar giderek büyüyordu. Gülerek baltalı ilaha verdikleri ant uyarınca, atılan her adım da aralarındaki uzaklığın yarısı kadar yaklaşabilecekti. Ama nedense bir türlü yakalayamıyordu, büyük yazar dönerek, asla bana ulaşamayacaksın, her uzaklığın sonsuza dek bir yarısı olacaktır dedi. Yazın heveslisi büyük bir oyuna geldiğini anladı. Ama hiç ummadığı bir tansık gerçekleşti ve yakınlaştıkça devasa biçimde büyüyen yazarı yakaladı, dokunduğu anda da onun saydam gövdesinin boşluklarında yitip gitti. Geriye büyük yazarın sembolik dev gölgesi kalmıştı...
...
Büyük yazarın tilmizi olmaya özenen, küçük yazın heveslisi, kırık dökük karyolasından taş döşemeye düşüp 'canını vermiş' ölmüş, tabağında duran tırpana balığı da, göklere doğru kanat çırparak uçup gitmişti. Silgi adamın garip öyküsü böylece bitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder