11 Ağustos 2013 Pazar

VULVACORTAZAR



‘Güneş göllerinde yüzüyor, Tarık ile Diana’m / Buzdan kafeslerde yaşayan Samanyolu leoparı / Ve Neptün’de serçeler kanadını okşuyor Budjak’ın. / Her sabah kollarımızı açtığımızda İsa oluyoruz / Tanrı aramızda oturuyor ve tüylerini yalıyor leoparın / Zamanın kuzeyden geldiğini söylüyorlar / Elektronik serapta canlanan anılar / Ve işte neon ışıklarında beliriyor teyzem /
Arayış ne güzeldir sayısız varsayım olasılıklar / Gece vakti altın anahtarın kilidimde şıkırdıyor /
Buz tutmuş ateş ve gözlerden oluşan ejderhalar. / Zaman yelinde geçen yıllar ve sonsuzca beklentiler / Bizi yakalayan bakış / Kuğu tüylerinin atomaltı dengesi anileyin / Hamile bir kadına dönüşen burnumdaki gölgeler / Denizin sırtında adaya gittiğimiz gün / Cantor kümeleri, doğadışı gerçekler. / Kanatlı ceylan soylu karamsarlığın simgesi / Yer çekimini durdurabilen Lezgi / Ölü Toronto, bizon kılıç, at İskender / Rabat’ta çoğalan sütler / Ve deniz ifriti… / Güneş çöllerinde gülüyor Tarık ile Diana’m / Reenkarnasyonal tavırlar / Tanrıya yaklaşabiliriz ama asla dokunamayız diyor Zeus / İnsan bir bilgisayar. / Avcının astığı kuş / Ceres’te yürüyen canlı, Satellit. / Çembersi olan; tanrısız evrenin ürkütücülüğü / Ve gezegende kelebekle kilitli kalan bir kelebek ne yapar / Menandrolar ve nemfomanlar yaklaşıyor işte aleluya / Gece vakti altın anahtarın içimde şıkırdıyor / Uzakta Sirius doğuyor, güneş batıyor, evrenler usulca çarpışıyor. / Anılar…’

Biz tepedeydik… Pencereden aşağı baktığımda, kentin tüm ışıkları, sözde uslu bir gezegenin endüstriyel yadsınçları gibi yanıp sönüyordu. Benim, senin tenine olan sevdam, varlığıma, varlığımıza ve varoluşlarımıza olan kuşkum-tutkum getirmişti beni oraya, daha anlaşılmaz bir sürü garip duygu içindeydim biliyorum. Orada bulunuşum, yaşamımın ve yaşamın her anından bir parçasının gerekçesini, gereksinmesini ve kendiliğinden oluşumunu taşıyordu.
Yalnız kaldığımızda, hemen yanına sokuldum. Az da olsa bu alışkanlığın deneyimlerini edinmişti ruhumuz. Ve sen, sürgit anlatmaya başladın; O herkes için kendi kraterinde, sonsuzlara dek patlamasını sürdüren, sönen, direnen, teslim olan -olmayan- ve yaşam denen, o vefasız yosmayı!..
Sonra duyumlarımızın, yeryüzündeki tüm nesnelerden öne geçtiği saatlere geldik. Sen hâlâ anlatıyordun ve bunların ayırdın da olmak istemiyordun. Bense bildiğimiz, ama düşüncelerimizin nedense bizi -harı- içine sakladığı, o duyumların, artık kaynağından çıkmasını, akıp akışmasını ve bir akrep gibi gözlerde ölüşüp-doğuşmasını istiyordum. Aynı şeyi isteyen, ama aynı eylemselliği barındıramayan iki düşünce, karşı karşıya ve belki de çatışma içindeydi kim bilir…
Aradan yıllar geçti. Ben, o gün senin, küçük, hangi kral ve kraliçelerin, ölümün güzel bahçelerinde hüküm sürdüğünü bilmediğim, en büyülü, en gizil yaşamların, yaşanılırlığı içindeki; arı bir tomurcuğu andıran tümülüslerini, biçimli piramitlere benzeyen idollerini, mermer toroslarını okşamıştım, hem de saatlerce, hem de sabırla…
Kral ve kraliçelerin uyanacağından kuşku duymaya başlamıştım, gizil yaşamların olamayacağını düşünüyordum ki, senin ırmakların, birden büyük bir gürültüyle çağlamaya başladı. Şaşırdım, korktum ve hızla kendinden geçme evresinin basamaklarına doğru, yitmeye başladığımızı düşündüm.
O sıra saydam sular, alevler içinde toynaklı atlar, sonsuz bir soğuklukta kaynayan titansı topraklar, katı ıssızlığın ortasında yeşile kesmiş; uçsuz bucaksız buzullar, gökadalar, yıldızlar ve tanımı olanaksız kalabalıklar; insanlar, insanlar, insanlar ve sonsuz çeşitlilikte, kaplanlar, filler, sürüngenler, Boschlar, yani senin anlayacağın, bir canlı denizinde yüzmeye başladım.
Şimdi yıllar sonra, bu tür bir sanrıyı, pencereye doğru uzanışımızdaki, kentin ışıkları mı sundu bize, o mu aldattı bizi, yoksa artık senin çıplaklığındaki -erleyik- dünyanın en güzel iki volkanik dağından, aşağıya doğru inerken, koyakların bitti diye düşünüldüğü yerde, birden gizemli bir derinliğin, tarih öncesinin mi, sonrasının mı belli olmayan, ultra doğal ve bir o kadar yabansı mağara ağzının, kırk haramilere açılan, büyücül kapaklar gibi -kızıl ötesi ışıklarla yanıp sönmesi mi- beni bu yaşamlar üstü sanrılara itti bilemiyorum…
O gün doyunçlarımızın, var olmaya ilişkin evrensel devinimleri, -gerçek miydi- onu da bilemiyorum, hatta şu anda, anımsadıklarımla, anımsamadıklarım, o günün içinde, öylesine bir kozmik yumak oluşturmuşlar ki, -hiç bir şeyi- ne tam olarak anımsayabiliyorum, ne de anımsayamadığım tek bir şey var o günden!.. Belirsizlik, anımsadıklarımla birlikte, us denizinden akıp gidiyor, yalnızca o kadar…
İşte orada, zamanlar sonra birbirinin içine çöken iki ayrı dev, tinsel ve maddesel olmanın sınırsız çelişikliğinde, birbirinde erimeye karar veren, iki ayrı göksel varlık gibi, ölümsüzlüğün paradoksal uykusuna ulaştığımızda, biliyorduk ki artık, bu ölü bedenlerin, en umulmaz, en beklenmedik iki noktası arasında, o küçük devlerden, o göksel varlıklardan, yeni ve sonsuz bir evren doğuyordur ki; bu tüm bilgilerimizin, tüm tozanlarımızın, tüm varoluş biçimlerimizin üstündedir.
O en güzel, en sonsuz olandır.
O, ‘Yaşamdır’ doyamadığım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder