11 Ağustos 2013 Pazar

VESPANİANUS'UN ANILARI



‘Zaman içinde, zamanı yaşayan, zamanız..’
Her rint bilir,
Yaratı, şiirle gelir!..

1
2
3

4
6
4

2
2
2
3
7
9
5
5
8

1
8
1
0
0
0
0.

Gelmiş geçmiş, yaşamış ve ölmüş tüm canlıların tozanlarından oluşan bir bileşkeyiz. Tüm insanlar kardeştir. Sen tüm insanların kardeşisin, tüm insanlar senin kardeşin. Bundan ötürü ölüm yok. Sen, başkalarısın.Başkalarıda sen. Her yerde ve her şeydesin. Bir yaratan gibi. Tüm insanlığı içinde barındıran sen, ölünce tüm insanları kapsıyor, tüm evrene karışıyor, dahası herkes ve her şey oluyorsun...

Vespanianus bir gezgindi. Hangi yüzyılda yaşadığı bilinmiyor. Meraklısının pek çok ders çıkarabileceği için, görü, duyu ve düşünülerinden ilginç sayılabilecek kıssalar aktarmak istiyorum. Manitu! Mirçe orduları gibi bereket yağdır yazıma, düşünde zincire bağlı tilkiler gören Fatih gibi, can kulağıyla dinlesinler. Kefe ve Menkûp bozgunları gibi kulaklarıma küpe olsunlar. Sıratelmüstakim el İsrafil yarabbim. Sözü israf etmeyeyim, usu yücelten izninizle, başlıyorum efendim...

Atina bulvarlarında aylak aylak dolanırken, babalarının ölümü üzerine Pisistrate oğulları Hippias ile Hipparch birden tiran olma hevesine kapılmışlar ‘boşluk olanaksızdır’ sözünü doğrularcasına tahtı hemen doldurmak istemişlerdi ama bol galerili Atina yurdunun seçkinleri bu yönetim biçimini bir türlü onurlarına yediremiyorlardı. Yeis ve küffar içersindeki kardeşlerden Hipparch’ı karanlık bir günde Akademi’nin sütunları dibinde delik deşik ettiler. Bunun üzerine Hippias, insan tininden beklenir ama yaşamın özüne yakışmaz, sövgüye gark, azılı bir despot, ‘gözyaşı şişesi yetmez’ bir kan dökücü oldu. Günün birinde sorguya bile çekmeden, evinin direğini öldürdüğü; Leena adında bir kadını konuşturmak isterken, ser verip sır vermeyeceğine ant içmiş kadın dişleriyle dilini kopararak Hippias’a tükürür. Kolayca teslim olmayacak Hippias, ipin ucunu bırakmayacak ve kadına suç ortaklarını yazması için, işkence ederek,önüne bir levha ile tebeşir bırakacaktır. Asfodel’i çağıran öksürüklerle çalkanan kadın, gene de kurnazlığı elden bırakmayarak, kendisinden hiç şüphelenmeyecek olan Hippias’ın yakın dostları ve taraftarlarının birbir adını yazar. Yetkinlikten uzak, bir hayvandan bile duyarsız olan Hippias hepsini yokeder ve Leena’ya ‘Daha başka kim kaldı’ diye bağırır. Leena ölüm uykusundadır, kopuk dilinin el verdiğince telaşsız bir sesle ‘Senden başka kimse kaldı mı’ anlamına gelen bir şeyler mırıldanmaya çalışır ve kör kindarlık duygusuyla boğaz kesen bu zalimden böylece öcünü almış olur. Hippias yaşarken, sağda solda kendisinden ‘Bitki kadar değeri yok’ diye söz edilmiştir. Herkes gibi günün birinde oda ölmüştür, ne yaşamı nede ölümü bir şeyi değiştirmeyen süt içmişlerdendir o. Toprağı bol olsun.

II
Güzbaharda bahçeleri dolaşırken, kadife çiçeğinin sporları burnuma dolar. Lahanalar kar topu gibidir, pırasalar uzun saçlarımın örgüsüdür. Kuşlar yapraklarla sevişir, iğdelerin buruk kokusu havayı bayıltır ve örenleri dolaşır. Yerde kuş ayağı vardır, gökte Pan. Servilerin arasından esen yel deve güreşi izleyenlere gülüyor. Pınarda güğümler doluyor. Saksağanlar, payamlar, çakır dikenlerinde yeşil yılanlar. Narlar, parsambalar, sandal ayaklarımda yüzen sümbüller, beygir eyerlerinde, kalburlar, kasnaklar, marul yiyen köpük ağızlı, ölü gözlü eşekler. Su sarnıcına ölü atmışlar, sudan içen bütün köy zehirlenmiş. Kızıltoprak’ta keklik kafesi var, içinde kınalı keklik. Bağlar, gümelerin ötesinde incirler, parıldar üzengiler, bağ yaprakları, uçurumlar, oraklı köylüler, tepeler, tilkiler... Araplar tepesinde bir ufo bekler!..
Köy aşağıda. Ahlat dalında yiribik, çıtlık dalında baykuş. Kurbağalı gölcükler, sarı çıyan, yaz baladı, güz ortası harmanlar, uyuklar canlılar. Serenli kuyularda buğular. Göklere yükselen taçlar, mısır püskülleri, saçlar. Gölgede eşinen tavuklar, öğle üzeri avluya doluşan adamlar, mezarlar, konuşan, bağrışan ölüler. Harman yerinde kızlar, düvenlerin ateşini yüreğinde taşır. Bağlar içinde türküler, samanlar arasında aşklar.
Yaz tanrının eli, meleğin yurdudur. Olur oldurur. Sevenle sevilendir, nedensizdir yaz. Varlık yaz diyerek gelir. Görür ve gider. Yaz her şeydir, yeryüzüdür. Hamurabi’dir yaz, hamurdur doğar, döl verir, döl açar. Kûn der, Nefertiti bereketi vardır. Süslü varlıklarla doğan ve doğurandır. Isıdır. Ateş ve oluş, gümrah dallar, genç toprak, altın gülüş, yüce tindir. Ölümsüzdür yaz. Yaşayan ve yaşatıcı. Protonu seven, silisyuma iyi davranan, Sur kralını ağlatan, suyun tanrısı yaz. Palangalı, vidalı, çarklı, kaldıraçlı, pompalı... “Bir sursa eğer dünya güneşe karşı” Güneş, yazdır.

III
Bir yaz baladı koktuysa ne mutlu ama önce ikide bir karşımıza çıkan bir dedikodu; Suriye kralı Zahelin’e ait kedi altın çanağı kaybolunca açlıktan ölmüş. Çünkü kedi öyle kaprisliymiş ki başka bir çanaktan yiyemezmiş. Konumuza dön ey ruh: Atina’yla Isparta komşudur. Tüm komşular gibi birbirlerini hem severler hemde ölesiye nefret ederler. İşte Atina’yı gezdikten sonra, Makedonyalıların yükselişine karşı koyamayan Lakedaimonlular’ada uğramış (Isparta’ya gelmiş) oradan Selanik’e geçtiğim bir sırada Leonidas (Filip ve İskender ortada yokken) 300 kişi ile Termopillerde, (Bu Thermoplai geçidini ilerde Eftialtes adlı bir Yunanlı, Perslere göstererek yenilgiye neden olacak ve hain sözcüğü adıyla birlikte anılır olacaktır.) Acem (Pers) buyurganı Serhas’ın milyonluk ordusunun karşısına dikilmişti. Ispartalılar, kahraman ve erlikseverdir. Çocuklar doğar doğmaz, gürbüz ise yaşatılır, sakat yada cılız ise kutsal uçurumdan aşağı atılırdı. Bu gürbüzler yedi yaşında anne ve babasından alınır bir daha da yüzlerini görmezdi. O yaşta jimnastik, zorlu sporlar ve açlığa dayanıklılık öğretilirdi. Kışın yalınayak dolaşır, alıp çalmasına göz yumulur, yakalanırsa da kırbaç ile dövülürdü. Bayılmayan çocuk tiran yapılır ama konuşurken büyüklerin gözlerine bakması yasak edilirdi. Bu sınavlar bitince askerlik başlar, vücutça sağlamsa ölünceye dek mesleğinde kalırdı. Bir gün kılıçlardan birini emsallerinden kısa diye almak istemeyen bir çocuğa şöyle yanıt verilmişti: Kısaysa bir adım öne çık! İşte Leonidas bu boğa adamlarla (boğaçhanlarla), Serhas’ın karşısına çıkmıştı. Elçinin bütün Yunanistan’ın valisi olma önerisini kabul etmeyen Leonidas, bir askerin: “Düşman yaklaştı!” sözüne: “Biz düşmana yaklaştık!” biçiminde yanıt verip atılan oklardan güneşin görünmez olduğu ovada: “Demek gölgede savaşacağız” demiştir. Bir bir ölerek yenik düşen Yunanlılar, 300 askerin anısına bir aslan heykeli dikip kitabesine şunu yazmışlardır: “Ey yolcu Isparta’ya gidersen, oradakiler yaşasın diye, buradakilerin öldüğünü söyle ki güneşin ışığı, ölümün karanlığını nasıl yenmiş görsünler.”

IV
İşte ki Miltiades armağanı doru bir at, altın bir taçla yurtları dolaşıyordum. Maraton, Salamin ve Plâta savaşlarını gördüm, ilerde bu savaşlardan söz edeceğim... Makedonya kralı Filip, en seçkin aile çocuklarından bir ordu edinmiş, adını da Falanj koymuştu. (Franko’nun Falanjistlerinin isim babasıdır Filip.) Yaya idiler ve 10.000 kadardı. Filip Asya’yı fethetmek istiyordu. İskender’e bu düş babasından kalmıştır. Filip’in düşlerinin peşinden giden İskender, Hindistan’a girmiş, hükümdar Purus’la savaşmıştı. Purus’un filleri düzenli ordu karşısında bozulmuş, ürkütüldükleri için geri kaçarak askerleri ezmiş, Purus yaralı olarak esir düşmüştü. İskender, İranlıların ülkelerini elinden almış, Erbil’de büyük utku kazanmış, adına sikke bastırmıştır. 33 yaşında bir insan için gençliğinin baharında lekeli hummadan Babil’de ölmüştür. Ölümünden sonra imparatorluk kardeşi Filip ve onun oğlu İskender Egos’la bir süre yaşamış, onun öldürülmesiyle de parçalanmıştı. Bunlar Makedonya’da Antigonlar, Asya’da Selevkoslar, Mısır da ise Ptoleme devletidir Küçükleri de vardı: Bergama Krallığı ve Hazar denizinin güneydoğusundaki Partlar’ın krallığı... Yazık! İlerde kimleri ilgilendirecek bunlar ve kaçı diyecek ki bu topraklara şunlar geldi, çiğnediler, çaldılar, sağdılar, soydular, arıttılar, erittiler ve günü gelince de bir başka dünyaya çekip gittiler!..

V
Eski zamanlarda insanlar yönlerini nasıl bulurlardı, çevreye atlı salarak mı, insanoğlu gerçek ışığı buluncaya dek geceleri karanlıktan pek kurtulamamıştır. Siteler, köylükler karanlık basınca uykuya dalardı. Yön dedim de, Amanos dağlarında ünlü iki geçit vardı, (Bu dağ ahaliye göre Gavur dağıdır ama aslı ‘gavur’ değil, gavr yani iki tepe arası düzlükler anlamınadır) eski Issos’un kuzey doğusundaki Pylae Amanides ve İskenderun’un güneyinde Suriye ile Kilikya - Küçük Asya arasında tek geçiş olanağı sağlayan Belen geçidi. Bu geçitlerden Darius ordusuyla Kuzey Suriye’den Kilikya’ya geçmiş. Büyük İskender ise Pers kralıyla karşılaşmak için Issos’tan yola çıkarak yine bu geçitlerden geçmiş ama Darius’un dolanarak arkasında kaldığını fark edince Issos’a geri dönmüş... Yön sorunundan doğan bir hata olmuş sanırım. Uzayda parakete hesabıyla yön bulunurmuş. Borazan ilk kez bu savaşta kullanılmıştır, yön telaşından!
.
VI
Dentatus Romalıdır. Tam eski Romalılara yakışır, sade, hırstan uzak, tahta-oturak bir yaşam sürüyordu. Gene de Samniler’e savaş açmakta bir beis görmemişti Taburede oturur, yemeğini tahta çanakta yerdi. Ecevita gibi. Roma ligi kurulmadan önce İtalya’da Gollüler, Venetler (Venedik), Ligürler, Etrüskler, Ombriler, Sabinler ve Samniler vardı. Bir keresinde Samniler, Romalıları yenmiş ve gelenekleri uyarınca bütün Romalı askerleri boyunduruk altından geçirmişlerdi. Ama son gülen Romalılar olmuştur.


VII
Septimus Severus oğlu Caracalla’nın adının çağrıştırdığının aksine Paros mermeri gibi parlak, ak bir yüzü vardı. Kartaca milattan önce IX.Yüzyılda Tunus limanında yaşayan Fenikeliler tarafından kurulmuştur. Kartacalılar iyi bir ticaret kolonisine sahip olup, Atlas okyanusuna bile açılırlardı. Roma bir zaman Kartaca’yı kuşatmış ve Kartacalı komutan Azdurubal eşi az görülür bir ihanetle teslim olunca, karısı ve iki çocuğu babalarına ilençler yağdırarak, iç kaledeki alevlerin ortasına atlayarak ölümü seçmişlerdi. Roma mittir. Kartaca konkistadoru Scipio’nun kızı Kornelya’nın, Tiberyüs ve Kayus (Gaius!) Grakkus adında iki çocuğu vardı. (Shakespeare "Sallananmızrak" boş yere konularını tarihten seçmiyor.) Plebler ileride ikisini de Tribün seçmişler, ama bu devrimci, değişkenci ve iyileştirimci(reformist) iki kardeş aristokratlar ve senatonun ayak oyunları sonucu artarda öldürülmüşlerdir. Romalılar modern ve bir o kadarda barbardır. Yunanistan’a bile saldırmışlar, Sulla komutanlığında sonuç alamayınca anlaşma yapmışlardır. Oysa haritalarda Roma’nın adı ‘Büyük Yunanistan’ diye geçer. Roma her daim görkemlidir. Günün birinde Ermenistan kralı Dikran bile Roma orduları için “Bunlar elçi grubu ise çok, savaş için ise pek az” demişse de güçlü olduğu halde yenilmiştir. Romalılar Ermenistan’a kadar gelmişlerdir. Ermenilerse tarih boyunca Roma’ya kadar gidememiştir. İtalikler, İngiliz ve Ruslar gibi yuvalarında en az saldırıya uğramış uluslardandır!..
Tiberyüs ise imparator olarak adil sayılabilecek biriydi. Çoban, sürüsünün yününü kırpmalı ama derisini yüzmemelidir derdi. Onu görenler yüzünün güzelliği için ‘Güneş Taşı’ yakıştırmasını yapmışlardır. Efemine, uzun kirpiklerin altında, baygın bakan mavi gözlerle bir büyücü gibiydi. Omzunda sarı bir güvercinle dolaşır olup, boğa gibide güçlüydü. Adını da Tiber ırmağından almıştır. Augustus’dan (Ogüst) sonra imparatorlar sapkınlaşmıştır. En ünlüsü de Kaligula’dır, yazın aylası Algerialı Camus’ya bile esin kaynağı olmuştur. Atını konsül yapmış, kız kardeşiyle evlenmiş ve ona tanrı gibi (tanrıça değil!) tapılmasını istemiştir. Bir de Vespasiyen vardı adı bana benzer. Bu cesaret dolu cesaryen genel tuvaletlere bile vergi koydurmuş ama bu duruma en başta oğlu karşı çıkmış, imparatorluğun tuvalet gelirlerine mi kaldığını sormuştu. Vespasiyen hiç unutmam sanki insanlığın geleceğini görür gibi, hela gelirlerini avucunda şaklatmış ve oğluna ‘Bak bakalım bu paralarda bir koku var mı!’ demiştir. Şimdi her şeyin bankası, borsası, parsası olduğuna göre, bence Vespasiyen haklı, ahir zaman afişlerinde bir slogan görmüştüm: “Para daha beyaz yıkar!” Gene de bok böceği Mısır’da, bok kokusu Roma’da kutsal bir şey olmuştu anlaşılan...

VIII
'...Ki o emzikli kadın, çocuğu ağladıkça vücudunun yarısıyla ona dönüp meme veriyor ve altımdaki yarısı benden ayrılmıyordu'.
Bu doğu dizeleriyle, Latin dünyasını bırakıp, Arapların dünyasına giriş yapıyoruz. Anılarım pek çok yer tutar ve onlar beni kendilerinden bilerek Vasgen’in oğlu derler.
'Davut yeleli bir kimesnedir, bir çocuktur karaşın. Yüzükuylu dağılıyordur Tırnova kuşluklarında.
Bir karakoncolos yenice, eteğin aç, yağmala ve adın yazmıştır kayağantaşına. Şaşırmadan manil oynar.
Baka yeleli Davut! gerçeğin kiril ve latin kurşunları da ilkin ülkenin okullarını bilmektedir'.
Nasıl batıdan doğuya geçtiğime gelince, her yerde ve her şeyde olanım diyemem ama, Pisa’lının dediği gibi “Ep’ur si muove” yani “Yinede döndüğü için” olaylar insanı gelip buluyor, geriye de yazmak kalıyor

IX
Bir gün Ebu Cehil, Resulullah’a (İslam peygamberi) tenhada hakaret edip taşla alnını yarmıştı. Bir kadın bu duruma ağladı. Hamza’da kadını gördü. Kadın gördüğünü anlattı ve Hamza koşarak Ebu Cehil’in yanına gitti ve onu hırpaladı. Hamza onun amcasıydı. Avdan dönüyordu, hatta yayı ile vurarak Cehil’in yüzünü kanatmıştı ve ağlayan peygamberin yanına giderek yaptıklarını anlattı. Peygamber yaşlı gözlerle daha da üzülmüşçesine ‘Bunun sana ne yararı oldu’ dedi. Hamza şaşırdı. İşte Muhammet böyle erdemli, böyle barışçıl bir insandı Hz Hamza’yı vahşi öldürmüştür. Vahşi yabancı, dışardan demektir. O Habeşliydi, Araplar kendilerinden olmayana ‘Vahşi’ derler.
X
Düşünce, hareket ve zamanın kökü aynı. Düşünce minimum sonsuzluk, zaman algılanır aralık, hareketse eylemle boyutlanan düşünce; somutlanmış zaman... Örneğin şu açıma düşünce diyebiliyoruz: Işığın doğal kaynağından çıkışı sarı yada beyaz olabileceğini çağrıştırmıştır. Oysa siyah ışıkta olabilir, ya da elde edebiliriz. Işık siyah olsaydı, bizim karanlığımız -kutuplar gibi- beyaz olacaktı, beyazı karanlık olarak bilip, algılayacaktık. Gerçekten yoğun beyazlık -yoğun ışık- bir karanlık oluşturur. Öyleyse karanlık algılanır ama değişken bir gerçekliktir. Algıya, değişkenliğin biçimlenişleri adını verdiğimize göre, şunu söyleyebiliriz Işık siyah, karanlığımızda beyaz olabilirdi. Belkide öyledir. (Her şey bir adlandırma olduğu için değil ama) 140.Yüzyılda kutup yıldızımız Solaris değil Vega olacak, bunun gibi diyelim.
XI
Halife Bekir zamanında Irak ve İran üzerine yürünmüştü. Yermuk’ta Bizanslılara karşı savaşmışlar ve bunun üzerine Suriye Müslümanların eline geçmişti ( Türkler gibi bu ülkelerin hepsi kılıç zoruyla Müslüman olmuştur.). Bekir ise halife oluşuna en çok sevinenlerdendir. Öyle ki Allah’ın ve peygamberin emirlerinden ayrılacak olursam beni katledin demiştir. Ömer ise cesur biriydi, Kudüs patriğiyle bile dost olmuştur. Bir gün Gassan Emiri Cebele, Kabe’yi ziyaret ediyordu. Eteğime bastı diye bir müminin burnunu kırınca Ömer onun emir olmasına bakmaksızın kısas uygulanmasını ve müminin gönlü alınmazsa, emirinde burnunun kırılmasını buyurmuştu. Köleliğe karşı çıkar, haksızlığa karşı dayanamazdı. Onun zamanında İslam, Arap yarımadasından çıkmış, Kadisiye, Celûlâ ve Nihavent’de İranlılar yenilmişti. Osman ise Emevi ailesindendi, Emeviler yüzünden, Osman kötü bir yönetim göstermiş ve sonunda Osman, Medine’de öldürülmüştür. Şam’da vali olan Muaviye ölümünden Ali’yi sorumlu tutmuş ve sonunda türlü entrikalarla Emevi devletini kurmuştur. Osman, peygamberin güveyidir. Yezit’se Muaviye’nin oğlu olup akıllı ve yakışıklıydı. Muaviye’nin haremi Yezit’i ve annesini çok kıskanırdı. Yezit’in Müslüman aleminde adının kötüye çıkacağını kim bilebilirdi. Muaviye nüfuz sahibi adamlara çok lütufkar davranırdı. Sıffin savaşında kendisine karşı savaşmış olan Ahnef’ede öyle davranırdı. Çünkü Ahnef öyle biriydi ki, harekete geçti mi Temim kabilesinden 100.000 kişi onun neye kızarak hareketlendiğini bilip, sormaksızın ayaklanırdı. Sıffin savaşı esasen Ali ile Muaviye arasında olmuştur. Osman’ın ölümünden Ali’yi sorumlu tutan (Muaviye ile Osman akrabadır) Muaviye hilafet iddiasında bulunuyordu. Amr-ibn-ül-As adlı bir kurnazın önerisiyle yenik Muaviye mızrak uçlarına Kur’an sayfası takarak savaşı durdurmuşlardı. Daha sonra Hakemler vak’ası olmuş, Ali’nin hakemi yaşlı ve saf Ebu Musa el Eşari, meşhur Amr-ibn-ül-As karşısında her iki halifeyi azat etme kararını öncelikle Ali adına duyurup, Amr-ibn-ül-As’ında Muaviye’yi halife ilan etmesiyle -yenen taraf oldukları halde- savaşı masa başında yitirmişlerdi. Bu olayın ardından Hz.Ali, Kûfe’de şehit edilmiştir. Ali’yi kendi taraftarları arasındaki bölünme sonucu Hariciler sıfatı alan Müslümanlar şehit etmiştir. Muaviye’nin, Ali’ye: Dişi deve ile erkek deveyi ayırt edemeyen 100.000 yaban (vahşi-harici-dışlanan) ile üzerine geleceğim sözü de pek meşhurdur. Hilafet kavgalarının bir üçüncü ayağı Zübeyr oğlu Abdullah’tır. Emevi hükümdarı Abdülmelik zamanına kadar yaşamış olan Abdullah, sonunda Mekke’de komutan Haccac tarafından öldürülmüştür.

XII
‘Hendek savaşında, Yahudiler ile müşrikleri birbirine düşürmek, aralarındaki birliği bozmak için uğraşan Nu’aym’ın, kendilerine iyilik için çalıştığını zanneden Yahudiler bu yetmeyip nasıl hareket edilmesi gerektiğini bizzat kendisinden sordular. Basra valisi Zübeyr oğlu Mis’ab kadınlara pek düşkündü. Baldırları insana cesaret fısıldayan zamanın en güzel kadınlarıyla evlenmeyi başaran bu zat pekte israftı. Onun zevcelerinden birisi Hz. Hüseyin’in kızı Sekine idi. Siması ve fikri pek güzel olan bu kadından Misab’ın bir kızı doğmuştu. Güzelliğini ve zarafetini annesinden, gurur ve ağırbaşlılığı babasından alan bu kızın üzerine Mis’ab avuçlarla inciler serper, hangisi güzel deyip, kızcağızın bakılışına hayran olurdu. Ne var ki, Emevi hükümdarı Abdülmelik’e isyan eden Mis’ab (Zübeyr oğlu Abdullah’ın kardeşiydi) melikin kendisini yakalamak için Irak üzerine yürümesi sonucu, Kufe’de oturduğu sarayında yakalanarak, tuzlu torbadan çıkarılan kesilmiş başı bir tepside Emevili’ye sunulmuş; (soğuk) tuzul örtülerde yaşayanların saklayıp, dolaştırdığı başında, gözlerinin zayıf yeşil bir ışık yaydığı söylentisi çıkmıştı. Abdülmelik tepsideki başa bakarken (başı okşarken) Kufe kadısının bu olay karşısında rengi solmuştu. Abdülmelik bunu fark etti, Kadıdan bunun nedenini sordu, oda -Efendim, çok tuhaftır, vaktiyle gene burada bir mecliste bulunuyordum, Alioğlu Hüseyin’in başını -balık gibi- komutan Ubeydullah’ın önüne koydular. Çok geçmeden Ubeydullah’ın başı gene bu köşkte Muhtar adlı komutanın önüne getirildi, az sonrada Muhtar’ın kanla ıslak sorguçlu başını Mi’sab kemikleriyle oynayıp, yine burada kibirle izlemişti. Şu anda da Mis’ab’ın dilin rüyası bir sunum ağzıyla süslenmiş başı, işte sizin önünüzde deyince, Abdülmelik gırtlağının derin kuytularından hırıltılar çıkararak yerinden sıçradı ve köşkün temelinden yerle yeksan edilmesini emretti. Abdülmelik halife olduğu vakit Hicaz, Zübeyr oğlu Abdullah’a, Irak’da Ali oğlu Hüseyin’in kan davasını gütmekte olan Muhtar-ı Sakafi’ye tabi idi. Çünkü Kerbela vak’asından sonra Emevilere düşman kesilen Irak ahalisi Muhtar’ın yönetiminde teşkilatlanmışlar ve onlara karşı harekete geçmişlerdi. Islak taşın, kuruya yararının olmayışı gibi, Abdullah’ta, Muhtar’da Emevilerin düşmanı oldukları halde, aynı zamanda birbirlerine düşman idiler. Bu düşmanlığın sonunda, Abdullah’ın kardeşi Mi’sab, Muhtar’ı mağlup etmiş ve öldürmüştü. Öte taraftan insan soyuna kinini ciğerlerinde bulunan kör bir noktadan alan Abdülmelik’in komutanı Haccac’da, Mekke’de Zübeyr oğlu Abdullah’ı öldürünce, hilafet davası güden önemli iki sima ortadan kalkmış, bu suretle Abdülmelik, Şam’da rakipsiz kalmıştı. Bundan sonradır ki Abdülmelik’in orduları Türkistan’da ve Kuzey Afrika’da büyük başarılar elde ettiler. Abdülmelik zaptettiği yerlerde Arapça yazılı paralar bastırmış 20 yıl boyunca ciğerlerini kin bürümüş Haccac’la, zalimlik fışkıran bir hükümranlık sürmüştü.

XIII
“Geceleri mağaralarda, bedenini vahşi erkeklerle paylaşan defne kokulu kızlar bulunur.” Yinede o Abişai Tuz vadisinde, gecenin sarı boynuzları içinde, onsekizbin Edomluyu öldürmekte bir sakınca görmemiştir. İsrail düşmanı Judah onbin kişiyi uçurumdan atarak, Davut ise 20 bin Suriyeli’yi kirişten geçirerek öldürmüştür. Bunun yanında asıl söylemek istediğim şu ki: Budha adındaki rahip çok az yerdi, o kadar zayıftı ki, tahıl tanesi midesine indiğinde dışarıdan belli olurdu. Günlerce kımıldamadan durur, çürüyen cesetler arasında yaşar, meditasyon sırasında yapılan saldırıları duymazlıktan gelirdi. Aziz Kevin ise yedi yıl ayakta, uyumadan ve kımıldamadan durdu. O sırada açık duran avucunun içine kuşların yuva yaptığı, yumurtalarını bırakıp, kuluçkadan sonra beslediği söylenir. Manastırlar, MS. 300 yıllarında Mısır’da kuruldu, öyle söylenir. Yıllarca dağlarda, ağaçların ve dibeklerin tepesinde, kovuklarda, yeraltında yaşandı. Aziz Benedict bir mağarada 3 yıl, Aziz Bernard bir hücrede 38 yıl, Benaresli bir Brahman çivili yatağında çırılçıplak 35 yıl yattı. Bir Hindu kadın yeraltında bir kovukta 39 yıl geçirdi. Tırnakları avuçlarını delip diğer taraftan çıkıncaya kadar ellerini yumruk yapıp oturanlar, 19 yıl boyunca konuşmayanlar, 22 yıl süresince oruç tutanlar, kendisine en ağır işkenceleri yapanlar, kılıçla uzuvlarını kesip biçenler, çıplak ayakla ateşte yürüyenler ve iyi bir eğitim gören Hindu rahiplerden uçanlar gördüm.

Endülüs fatihi Musa bin Nusayr, halife Süleyman tarafından insanlığa yakışmayacak bir tarzda cezalandırılmış, bütün serveti elinden alınarak, kendisi adeta dilenecek bir hale sokulmuştur. Buda yetmezmiş ki Endülüs’te vali olan oğlu Abdülaziz’in kesilmiş başı önüne konmuştur.

XIV
Ömer bin Abdülaziz halife olduğu vakit Cerir ve Ferezdak gibi ünlü şairler kendisini tebrik için saraya gelmişler fakat halife tarafından kabul edilmek istenmemişlerdi. Nihayet Cerir’in kabul için yaptığı ricalar sonucu kırılmayarak, halifenin huzuruna çıkarılmıştı. Okuduğu bir kasideden çok duygulanan Abdülaziz, şairi memnun etmek istemiş fakat çok alçakgönüllü ve dürüst bir hayat yaşadığı için ona bütün serveti olan 40 dinar ile iki takım elbisesinden birini armağan etmekten başka verecek bir şey bulamamıştı. Cerir bu durum karşısında dışarıda bekleyen arkadaşlarına gülerek: Halife şuara değil fukara dostudur demişti. Ruhu şad olsun.

XV
“Ve bir açıklığa geldiler, yerin bir meydan olduğu, ağaçların ağaç değil de, binlerce ve binlerce ışık, açı ve delta olduğu. Ve bir kapak gibi siyah gökyüzü, yada bir inci tünelinin sonunda, diz çöktürdüklerini iyi yurttaşlar yaptı ve bazı dualar işitti.”
711’de Müslümanlar Endülüs’e ayak bastı. İspanya’yı baştanbaşa geçerek Pirene dağlarının ötesinde Fransa içlerine girdiler. 729’da Endülüs’e vali olan Abdurrahmanülgafiki zamanında bile istila sürüyordu. Onun komutasında Fransa’nın meşhur Tur şehrini bile düşürdüler. Yağmaya dalınca İslam orduları kuvvetli Şarl Martel ordularıyla karşılaştılar. Abdurrahmanülgafiki şehit olmuştu. Bu savaşın adı Puvatya olup tarihi 732’dir. Müslümanlar başsız kalınca güneye çekildiler. Şarl Martel, Hıristiyanlar arasında büyük ün kazandı. Martel lakabını da bu savaşta almıştı. Bu sıralar Frank krallığının başında Merovenjler vardı. Tembel krallar adı ile anılan bu krallar devlet işleri ile ilgilenmez işlerini atadıkları bir saray nazırı ile görürlerdi. Şarl Martel böyle bir saray nazırı idi. Müslümanlara karşı kazandığı zafer Martel’in ailesinin nüfuzunu artırmış bundan yararlanan oğlu Kısa Pepen, Merovenj hanedanına son vermiş ve babasının adından dolayı Karolenj imparatorluğunu kurmuştur.

XVI
“Sanki uzaklarda değil de, hemen yanıbaşındaki çölde olup bitermiş gibi buğulu birkaç görüntü belirdi, yaklaştıkça bunların atlı olduğu anlaşılıyordu, sonra atların üzerindeki siluetlerde iyiden iyiye belirince, görüntü kozasından çıkıverdi, süslü kuşamlar, kılıçlar, kalkanlar ve sorguçlu miğferlerin üzerindeki taşlar bile seçilebiliyordu artık...”

Eba Müslim ile Ebu Cafer Mansur’un arası iyi değildi. Halbuki Cafer veliaht idi. Yani Seffah’tan sonra Abbasoğullarının hükümdarı olacaktı. Bir gün Müslim halifenin yanında otururken içeriye veliaht Cafer girmiş, Eba Müslim yerinden bile kıpırdamamıştı. Müslümanlar arasında hiç yoktan çekişme ezelden beri vardır. Bir Arap atasözü derki: “Ben kardeşime düşmanım, ben ve kardeşim komşuya düşmanız, kardeşim, ben ve komşum ahaliye düşmanız, kardeşim komşum, ben ve ahali, şehre düşmanız...” Bu böyle sürüp gider. (İki kere anılmıştır) Emevilerde zaptettikleri toprakların yerlisine çok kötü davranır, pek aşağı görürlerdi. O kadar ki Arap olmayanların arkasında tapınıma durmazlar ve onlarla dolaşmazlardı. Başka uluslara, yabancılara Mevali (köle) gözüyle bakan Emevilerin bu yersiz gururları diğer ulusları gücendirmiş ve kendilerine karşı partiler kurulmasına neden olmuştu. Şuubiyye adını alan bu partilerin amacı Emevi hanedanını yıkmaktı. Bunların başında Türkler ve İranlılar geliyordu. Sonunda Abbasoğulları ve Şiilerle birleşen Türkler, Horasanlı Eba Müslim’in yönetiminde isyan ederek Emevi devletini yıktılar.

XVII
Bu bölüm İslami konuların başa kayabilir.
“Muaviye ölürken bile başucunda bulunmayan, avlanmakla gönül eyleyen, saltanatın varisi Yezit, gününü gecesini çalgı dinlemekle, köçek, çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet edinmişti. Özellikle maymun ve köpeklere çok düşkündü. Ebu Kubays adını verdiği bir maymunu vardı ki, ona alaca bulaca renkli ipek bir elbise giydirir, başına ipekten örülmüş bir külah koyar, dişi bir merkebe bindirir ve atlarla yarışa sokardı. Kendisiyle şarap içenlere, kalkın ey topluluk, dinleyin şarkı söyleyenlerin seslerini; anlamlarla uğraşmayı, bilgilerle oyalanmayı bir yana atın ve boyuna şarap içmeye bakın, çalgı sesi, ezan sesinden alıkoymadı beni, küplerin içindeki şarabı hurilerle değiştim ben.” derdi.
Abbas oğullarından Halife Mehdi, bir gün avlanırken arkadaşlarından ayrılmıştı. Çölde dolaşırken bir bedeviyle karşılaştı. Susamış ve acıkmıştı. Arap’tan yiyecek istemiş ama Arap üzüntüyle: ‘Büyük bir adama benziyorsun ama sana layık bir şeyim yok’ demişti. Halife ne verirsen makbulümdür deyince Arap biraz kuru ekmekle bir testi şarap sunmuştu. Halife sıcağında etkisiyle, ben halifenin adamıyım demişti. Bunun üzerine Arap hürmetle eğilmişti. Biraz daha içince bu kez ben halifenin komutanıyım dedi. Arap, Mehdi’nin ayaklarına kapanmış, kusurum varsa bağışlayın demişti. Mehdi şarap biterken, ben halifeyim demiş, Arap bu kez sus pus olmuş testi ile kadehi de ortadan kaldırmıştı. Halife, Arap’a bir kez daha şarap doldurmasını isteyince korkudan vermemiş, çünkü böyle giderse (sümme haşa!) önce peygamber sonrada Allah olduğunu söyleyebilirsin demiştir. (Âli Kûh-ül Ahbâr’da da yazar bu.) Mesel bu ya, bedevinin korkusu bence boşunadır. İnsan, yüze yüze balıklaşabilir mi, ama kürre-i arza, düz diyende biz değil miyiz, ne diyelim göz aslında karanlık içindir, ama ne yapalım!...

XVIII
Peygamberin amcası Abbas’ın soyundan gelenler Bağdat’ta yeni bir devlet kurdular (750) Hükümdarı Abdullah’tır. Kendisine kan dökücü anlamına gelen Seffah denilmiştir. Türklerin Ebul Abbas Abdullah’ın devletinin kurulmasındaki rolü büyüktür. Son Emevi hükümdarı Mervan II’nin yönetiimindeki kuvvetleri mahveden isyancıların başında Horasanlı Eba Müslim vardı. Mervan’ı Mısır’a kadar kovalayan ve öldüren, hilafetin Abbas oğullarına geçmesini sağlayanda Türklerdir.

XIX
Arap şairi İbnirrumî’ nin hicivlerinden korkan Halife Metedıt’ın veziri Ebulhüseyin onu evine davet etmiş ve bir yolunu bularak kölesine zehirletmişti. Araplarda şiire öteden beri büyük bir yetenek vardı. Sami dillerin en varsılı ve her türlü betimi yapmaya elverişli Arapçada, Kuiper’deki taşlar kadar bol şair vardı. Bu şairlerin şiirleri de kara Kabe’ye asılır, bu şiirlere de Muallakat (Yedi Askı) denirdi. Bu şairlerin en ünlüsü İmrüûlkays’dı. Emevi halife Abdülmelik şairlere çok değer verirdi. Muaviye oğlu Yezit, Halife Velit ve Harun Reşit gerçek birer şairdi. Muavilerin en ünlü şairleri ise Ebu Zûlame, Ebu Nuvas, İbnirrumi, Ebu Temam, Ebululâ-el Maarri ile Fazl ve Mahbube adındaki kadınlardır. Ebu Zulâme gülünç şiirler ve hicivler yazmakla tanınmış bir adamdır. Bu şairin dilinden kurtulmak isteyen bir kadı, bir keresinde şairin borcunu bizzat kendi ödeyerek dilinden kurtulmak istemiştir.

XX
“Öyle ki oklarla boğazına nişan alıp yırttılar, çadırları yakıp, atların nallarıyla başsız gövdelerini çiğnediler, kesik başların sopalarla dudak ve yanaklarına vurup parçaladılar ve utanmadan mızraklara takıp gezdirdiler.”
Tus’lu Nasir, Abbasoğullarının son hükümdarı Mustasım’a bir kitap sunmuştu. Mustasım, kitap getireceğine Tus’dan bir öküz getirseydin demişti. 1258’de Hülâgü, Bağdat’ı alıp halifede esir düşünce, gümüş tahtta Hülâgü’nün yanında duran Nasir, Mustasım’a ‘Öküzü beğendin mi’ demişti. Mustasım’ın, Cengizoğulları İran’ı ele geçirince hiçbir çaresi kalmamıştı. Elli günlük kuşatma sonunda Bağdat düştü. Emir-ül Ümera’lık makamını Hülâgü’ye vermekle kurtulacağını sanan Mustasım’ın umudu boşa çıktı. Hülâgü onu çadıra hapsetti. Gizli hazinelerini ele geçirdi ve sonunda bir çuvala koydurarak, geceleyin dörtnala atların geçtiği bir geçide bırakarak yazgısının sonunu hazırladı. Tarih 1258’dir. Tanrı günahlarını bağışlasın.

XXI
Endülüs Emevilerinden Hakem II pek adildi. Devletin başı olmasına karşın Kurtuba’nın kadısından bile çekinirdi. Kadı bir dava nedeniyle; boş torbayı toprakla doldurup eşeğe yüklemesini istemiş oda buna uymuştu. Abbas oğullarının ilk halifesi Seffah’ın kılıcından kurtulan tek Emevi olan Hişam’ın torunu Abdurrahman, adını ve kılıcını değiştirip Afrika’ya geçmiş, 20 yaşındaki bu delikanlı, oradan İspanya’ya geçerek Endülüs Emevi devletini kurmuştu. Bu devlet zamanında bilgi ve tekniğin merkezi idi. Buradaki son Müslüman devleti Ben-i Ahmer olup başkenti Gırnata idi. 1480’lerde Aragon kralı Ferdinand’a şehir anahtarıyla birlikte teslim edilmiştir.

XXII
Bu sıralar Avrupa’da şövalyelik almış yürümüştü. Derebeylerin onuru sayılan bu meslekte, belirti olarak ayaklara altın mahmuzlar takılırdı. Gene bu devirlerde Alman imparatoru Konrad III, Weinsberg kasabasını kendisini desteklemediği için cezalandırmak istemiş ve kasabadaki kadın ve çocukların kasabayı terk etmesini ancak yanlarına en değerli eşyalardan bir tanesini alabileceklerini söylemişti. Bunun üzerine kadınlar, yalnız kocalarının ellerinden tutarak kasabayı terke başlayınca şaşıran Konrad III, kasabaya saldırıyı durdurmuş ve tümünü bağışlamıştı. Yine bu dönemde Benelux paktı gibi, İsveç, Norveç ve Danimarka arasında ‘Kalmar’ birliği vardı. Aynı zamanda çok karışık olan bu dönem, Shakespeare’in oyunlarına da esin kaynağı olmuştur.

XXIII
“Mezarda birbirine aşkla sarılmış iki ölü var Ağızlarında altın para duruyor. Paralar cehennem ırmağından kolayca geçebilmeleri için. Çünkü onları ölüler ülkesine cehennem ırmağı kıyısında bekleyen bir sandalcının götürdüğüne inanılıyor.”
Adim Vespanianus, ama şimdi size tarihin gördüğü son imparatorluktan, Osmanlıdan söz edeceğim. Onlar Murat, Ahmet, Selim, Osman olarak Vespanianus’a çok uzak görünürler ama içtikleri sütün alamet-i farikası Roksalan, Anastasya, Despina, Evdoksiya’dır. Şuna inanınız ki Vespanianus, padişahlara annelerinden daha yakın olup yaşamı da kıssa ve hisselerle dolu idi.

“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu oraya gidince anlardık”
Doğa belki de kördür ama bu çölü terk ettiğimde vaha beni anlayacaktır.

Niğbolu savaşında, Osmanlılara karşı; Fransızlar, Bohemya ve Bosnalılar, Alman ve Macarlar, Ulah beyinin orduları, Hırvatlar ve Burgonya dükü vardı. Yıldırım, Timurlenk ile 1402’de sıcak bir yaz günü Ankara’da Çubuk ovasında karşılaştı. Timur, Semerkant’ın güneyinde Yeşilşehir’de doğmuştur. Barlas kabile reisinin oğludur. Sol bacağı bir kavgada sakatlandığı için 'Timurlenk‘ Aksak Timur derler.Yıldırım’da kördü. Timur’un Rusya’da Altınordu devletini yıkması tarihin akışını değiştirmiştir. Bu Ankara savaşından bile önemlidir. Bundan sonra duraklayan Osmanlı uzun süre Hünyadi Yanoş’un zaferlerine boyun eğmişti. İleride İstanbul’u alacak olan Fatih, Rumeli Hisarı’nı yaptırmış ve ilk komutan olarak da Firuz Bey’i atamıştı. Fatih’in önemli adamlarından Ak Şemsettin, Şam’lı idi. Fatih, Akkoyunlular üzerine yürürken, Trabzon hükümetinin 2000 düka vergisinden vazgeçmişti. Fatih, açan, fetheden demek olup, Miftah’dan gelir, Miftah ise anahtar demektir.

XXIV
Uzun Hasan ölünce yerine oğlu Yakup geçmişti. Annesi Sâra ise Yusuf’un hükümdarlık makamına geçmesini isterdi. Bunun için Yakup’u öldürmeye karar vermiş bir kase zehirli şerbeti sarayda Yakup’un eline geçebilecek bir yere koymuştu. Bir gün Yakup kardeşi Yusuf ile avdan saraya döndüğü zaman annesinin koyduğu kaseye gözü ilişti ve kimseye bir şey sormadan zehirli şerbeti içmeye başladı. Ama kardeşinin de harareti olduğunu düşünerek kaseyi kardeşine uzattı. Bu sıra Yusuf’da iştahla şerbeti içince, tam o sıra annesi içeriye girdi ve gözbebeği kadar sevdiği evladının zehirlendiğini anladı. Yırtıcı bir hayvan gibi oğlunun üzerine atılarak kaseyi elinden aldı ve kana kana son yudumuna kadar içti. Yaşam onun için anlamsızlaşmıştı. Az sonra bir hain ve iki masum kıvrana kıvrana can verecek ve sarayda ölüleri defin hazırlıklarına başlayacaktı.

XXV
Gedik Ahmet Paşa (Bu paşa için omuriliğinde önboynuz hastalığı var -fiziksel olarak- sakat diye Anadolu’da söylenti yayılmıştır.) 1474’te vezir-i azam olarak İstanbul’a gelmiş ve ertesi yıl Karadeniz’deki Ceneviz sömürgelerini almakla görevlendirilmişti. Kefe, Azak ve Menkûp kalelerini almıştır. Bir süre padişahın gözünden düştüğü için hapsedilen paşa daha sonra Donanma komutanlığına getirilmiş, Kefalonya, Zanta ve Santamavra adalarını Türk topraklarına katmıştır. Napoli krallığının istilasına gönderilen Ahmet Paşa, Otranto kalesini almış ama bu sırada Beyazıt tahta çıktığı için geri çağırılmıştır. Vaktiyle Cem’in atabeyliğini yaptığı için Beyazıt ile Cem’in taht kavgasında kayıtsız kalmış ve padişahın kendisine kin duymasına neden olmuştur. Rodos şövalyelerine sığınan Cem’in teslimi konusu yine ona verilmiş ve bir ziyafet sırasında cellatların hançeri kendisine yönelince bu durumu sessizce kabullenmişti. Ölmeden önce her vezire verilen kaftanın sırmalı, Gedik Ahmet Paşa’nın ki sırmasız ve siyah keten oluşu, vezirler veziri ölümün, kendisi için görücüye çıktığına işaret sayılmıştır.

XXVI
“Gözlerindeki pırıltı, elindeki hançerin parıltısıyla buluştuğu an, kurbanın yüreğinde çakan tuhaf bir kıvılcımdır o, kurban iniltiyle yere kapaklanır ve sanki uyurmuş gibide kalakalır. Trabizes’te bir atmaca, Şehzade Selim nam bir panter kuşkusuz tahta hazırlanır. Bir sabah, İsmail Şah, Tacım adlı bir cariyeyle nikahlanır. Mahlası Hatayi’dir. Hatayı nerede hata yaptım demektir. Analığını ve babasını bile öldürtmüş bir Safevi’dir o!..”
.
Yavuz Sultan Selim çok gaddardı, vezirlerine bile, birisi hakkında beddua edileceği zaman ‘Selim’e vezir olasın’ denirdi. Öyle ki vezirler vasiyetnamelerini ceplerinde taşırdı. Yavuz, silah kullanmayı, avlanmayı ve şiir okumayı çok severdi. Mısır’daki Kölemenler devletine son vermesi en önemli başarısıdır. Böylece halifelik III. Mütevekkil’den Osmanlılara geçmişti. Mertti, İran hükümdarı Şah İsmail’e bile İsmail Bahadır diye hitap etmiştir. Şah İsmail yandaşlarıda kızıl külah giydikleri için kızılbaş denmiştir.

XXVII
Cafer Çelebi devrinin büyük adamlarındandı. Bayazıt’ın (Beyazıt) fetihnamelerinin çoğunu o yazmıştır. Hat yeteneği çok ileri olan Çelebi hakkında şöyle bir söylenti vardır. Buna göre Yavuz herhangi bir şeyin yazılması için katiplerine bir hafta vakit bırakırmış. Bir gün Cafer Çelebi’ye de böyle bir iş vermiş; ama Çelebi bunu unuttuğu için yazmamış, hafta sonunda padişahın çağırması üzerine aklı başına gelmiş ise de iş işten geçmiş bulunuyormuş. Padişahın oku demesi üzerine Çelebi hiç istifini bozmadan cebinden beyaz bir kağıt çıkartmış ve padişahın verdiği konuyu hiç hata yapmadan sanki kağıt üzerine yazılmış gibi okuyuvermiş.
Cafer Çelebi’ye isyana teşvikten dolayı cezanın ne olabileceği kendisine sorulduğunda: “Ölümdür!” deyince, kendisinin de -ne yazık ki- bundan dolayı suçlandığı söylenerek, kendi eliyle fetvası alınmış ve öldürülmüştü. Yine Yavuz, Çaldıran savaşında, İranlıları bozguna uğratmıştır. Esirler arasında Şah İsmail’in zevcesi de vardı. Şah İsmail kolundan yaralanıp attan düştüğünde, adamlarından biri “Şah benim” diye yakalanmasını önlemiştir. Karışıklık sırasında Hızır adlı Şii’nin atıyla kaçmış, ertesi gün kendisini sevmeyen Tebriz halkının karşısına perişan biçimde çıkmıştır. Yavuz sadeliği severdi, oğlu Süleyman’a süslü elbiseler giydiği için darıldığı, bağırıp kızdığı söylenir.

XXVIII
Kanuni Sultan Süleyman dönemi devirlerin en görkemlisidir. Bir gün hırsızların soyduğu kadın, padişaha yakınınca, padişah nasıl oldu da bu kadar derin uyudunuz ki demiş, kadında: ‘Biz sizi uyanık biliyorduk, onun için böylesine derin uyuduk’ demiştir.
Mohaç savaşında padişah Mohaç’ın sırtlarında tahtını kurdu. Sırtında parlak bir zırh, başında üç sorguçlu bir kavuk vardı. Savaş sırasında padişaha bir kaç mızrak ve ok isabet ettiyse de zırhı onu korudu, ama Macar kralı Layoş’un onun kadar yüzü gülmedi ve savaş sırasında öldürüldü.

Pargalı bir Rum olan İbrahim Paşa, küçük yaşta korsanlar tarafından tutsak edilip Magnesia’da satılmıştı. Valide Hafsa Sultan’a bile kendini sevdiren paşa, daha sonraları vezir olmuş ve kendi kız kardeşiyle, padişah çocuklarının sünnet düğünlerinin kıyaslanması istenince padişaha “Sizin düğününüzde benimki kadar büyük bir davetli yok, benim düğünüm zamanın Muhteşem Süleyman’ı ile onurlanmıştır” deyince, padişah “Berhudar ol, beni ilzam ettin” demiştir. Ama ne yazık ki 1536’da boğduruldu, veziriazamımız 1553’te İran üzerine yürürken Kanuni Sultan Süleyman, sadrazam Rüstem Paşa’nın sözlerine kanarak oğlu şehzade Mustafa’yı da öldürtmüştür.

XXIX
Şehzade Mustafa sözde babasının Dimetoka’da dinlenmesini istiyormuş, Rüstem Paşa buna engelmiş, Mustafa’nın tahtta gözü varmış. Bu durumdan haberi olmayan Mustafa, İran seferi için Ereğli’de bulunan babasının elini öpmek isteyince (vezirler kendisini karşılamış, yeniçerilerde alkışlamıştı) çadıra girmiş ama babası yerine, 7 tane dilsiz cellatla karşılaşmıştı. Çığlıklar içinde yardım istemişse de, atlas perde arkasından bu korkunç manzarayı babası da izlemiştir. Mustafa’yı, Sarı Selim’in padişah olması için Hürrem Sultan’ın öldürttüğü de söylenir. Sarı Selim ise zevk ve sefaya düşkündü. 1574’te yeniden yaptırdığı saray hamamında sarhoş olduğu için düşmüş ve 11 gün sonrada ölmüştür.

XXX
Özdemiroğlu Osman Paşa ise Osmanılı vezirlerinin en ünlülerindendi. Doğu seferlerinde gösterdiği yararlılık sayılamayacak denli çoktur. 1583 yılında İranlılara karşı amansız bir savaşa girmiş bulunuyordu. Her zamanki gibi yağız atına binmişti. Paşa 30 yıldan beri bindiği bu atın kişnemesini kesinkes bir zafer işareti sayardı. Bütün gün süren savaşa, gece meşaleler yakılarak devam edilmişti. Bundan ötürü ‘Meşale Savaşı’ adını alan bu muharebe sonuçta İranlıların kesin bir yenilgisi ile sona ermişti. Bu arada Kırım Hanı’da yola getirilmiş, İran şahı Tahmasb’ın zehirlenerek öldürülüşünden sonra Lala Mustafa Paşa, İran seraskeri Tokmak Hanı mağlup etmiş, Osman Paşa’da İran şehzadesi Hamza’yı yenmişti.

XXXI
Sinan Paşa Avusturyalılara karşı savaşmayı çok isterdi !593’te Avusturya sınırlarına yapılan bir akın Osmanlılar aleyhine sonuçlanmıştı. Bundan başka Avusturya imparatoru Rudolf sabah, öğle ve akşam kilise çanlarının çalınmasını ve Türklerden kurtulmak için tanrıya dua edilmesini buyurmuştu. Bu çanlara ‘Türk Çanı’ deniyordu. Sonuçta, Sinan Paşa, Avusturyalılara karşı savaş açmış vede sürekli yenilmişti. 13 yıl süren savaş Zitvatorak antlaşmasıyla sona ermişti.

XXXII
Yıldırım Beyazıt zamanından beri padişahlar kardeşlerini öldürüyorlardı. III. Mehmet hükümdar olduğu gün 19 kardeşini birden öldürmüştü. Derviş Paşa’nın ölümüne ise düşmanı bir Yahudi neden olmuştu. Paşanın köşkünden padişah sarayına toprak altından tünel kazdırıp bunu haber veren Yahudi, Derviş Paşa’nın boğdurulmasına neden olmuştur. Bu sıralar Erdebil üzerine de bir sefer yapılmıştır.

XXXIII
IV.Murat’ın vezirlerinden Hafız Paşa isyan eden sipahilerin isteği üzerine gözden çıkarılıp feda edilmiş, isyancılarca 17 yerinden yaralanan paşa yere düşünce birisi göğsüne çıkarak başını gövdesinden ayırmıştı. Murat ise Konya’da bulunduğu sırada tek başına iç kaleyi ziyarete gitmiş ve kalenin çevresindeki hendek üzerinde bulunan ağaç köprüyü atla geçmek istemişti. Bunu gören kale bekçisi; ‘Hey in aşağı attan, bu padişah kalesidir, atla çıkılmaz!’ diye bağırmıştır. Murat iyi silah kullanırdı. Kayseri’den hareket ettiğinde arabada idi. Arabanın önünden olanca hızıyla geçen bir dağ keçisini görünce hemen bir at istemiş ve şaşırtıcı bir hızla keçiye yetişerek onu mızrakla öldürmüştü.
Duraklama devrinin sancılı savaşlarından birisi de Hotin savaşıdır. Kırım Tatarlarının da Lehistan’a saldırmaması sağlanmıştır. Gene Murat, Edirne’ye giderken, kendisini görebilmek için bir köprünün altına gizlenmiş olan 30 kadar Hintli derviş bulundukları yerden aniden çıkınca, padişahın atı ürkmüş ve yere düşmüştü. Öfkelenen sultan dervişlerin hepsinin başını kestirmişti.

XXXIV
Sultan İbrahim için deli derler ama o aslında ilginç biriydi. 25 yaşında padişah oldu.
I. Ahmet’in babadan oğula geçen veraset şeklini kaldırıp hanedandaki en büyüğün tahta geçmesi usulü, şehzadelerin kafeslere kapatılarak, bilisiz ve sayrı bir şekilde büyümelerine neden olduğundan, bunlara ola ki padişah olduklarında, genellikle saralı yada yarı deli olabiliyorlardı. Her an öldürülme korkusu yaşayan bu padişahlardan sonra Osmanlı hızla gerilemişti. İşte İbrahim böyle biriydi. Edirne’deki sarayında odunları beğenmediği için İstanbul’dan hamallarla odun getirtmek, saray ve köşkleri kürkle kaplatmak, balıklara altın serpmek gibi... Annesi Kösem Sultan sonunda onu öldürtmüştü.

XXXV
Celali isyanları öyle hal almıştı ki isyancılardan Gürcü Nebi ve Katırcıoğlu birleşerek İstanbul civarına kadar gelmiş ve padişah kuvvetlerini Üsküdar sırtlarında yenmişlerdi. Savaş başlamadan her eşkıya kellesi getirene bahşiş verileceği söylendiği için, hükümet kuvveti yeniçeriler eline geçirdikleri her başı sadrazamın önüne yuvarlayıp bahşiş alıyorlardı. Sonunda sadrazam, bir başın kendi adamlarından Kasım’ın olduğunu görünce: “Bre melunlar bu bizim Kasım’ın başıdır.” diyerek bahşiş işine son verdi.
IV. Mehmet zamanında ise devleti 7 yaşında olan padişah değil, Kösem Sultan yönetiyordu. Kösem Sultan günün birinde boğduruldu, ama bu kez Turhan Sultan yönetimi eline almıştı. Durum öyle kötüydü ki Venedikliler Çanakkale Boğazı’nı kapatmışlar, adaları almışlar neredeyse İstanbul’u kuşatacaklardı. Bu durum Köprülü Mehmet Paşa (1656) zamanına dek sürecektir.

XXXVI
Fazıl Ahmet Paşa, babasının ölümü ile sadrazam olmuş eli açık ve cesur bir sadrazamdı. Uyvar (Neuohesel) kalesini almış, Girit sorununu çözmüştü. Genç yaşta ölümü pek büyük bir üzüntüye neden olmuştur. Nemçe elçisiyle Vasvar muahedesini yaptığında elçi anlaşma 40 yıl sürsün deyince, 40 yıl barış içinde kalırsak biz kiminle savaşırız.” demişti. Bundan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de söz edilir. Evliya Çelebi’nin (1611-1682) ataları Kütahya’lıdır. Silahşör, hatta musikişinas ve şairdir. Ama mübalağalı nesirde en iyi o idi. Ben şunu ondan duydum: Girit seferinde katır ve atlarla ordunun eşyasını limandan taşıyanlara bizzat Giritliler (70.000 adet) eşeklerle taşıma işine talip olup orduya da yardım etmiş olunca Hanya kalesinde kuşatılmış bulunan düşman generali: ‘Yazık eşeklerin böyle işe yarayacağını bilseydim Türkler gelmeden hepsini zehirlerdim “ demiştir. Girit’e sefer açılmasının nedeni, hacca giden Darussaade ağası Sümbül Ağa’nın, Mısır’a doğru yola çıktığında, Rodos adası açıklarında Malta korsanları tarafından hareminin ve adamlarının kaçırılıp ağanında öldürülmesi idi. Girit’de Kandiye kalesi de iki önemli kaleden biri olup en sonunda Venediklilerden alınmış idi. Cehrin kalesi ilk kuşatıldığında ordunun başında Şeytan İbrahim Paşa vardı. Zaman IV. Mehmet zamanıydı ama ‘Şeytan’ çok sarp olan bu kaleyi alamamış, Ukrayna’daki kaleyi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa almıştır.

XXXVII
Fazıl Mustafa Paşa, Köprülü Mehmet Paşa’nın küçük oğludur. Niş komutanına: Siz ki Niş kasabasında barınmak maksadıyla karar eden kale hakimi Fetrani general ile Nemçe ve Macar tayfasısınız. Bildirilir ki halen İslam askerleri gelip etrafınızı kuşatmışlardır, diye mektup yazmıştı. Bu mektup Kabakulak Macar Ahmet Ağa ile Niş kalesi komutanına götürüldüyse de yanıt ilginçtir. “İçimizde okur yazar yoktur, onun için mektuba cevap veremiyoruz. Fakat bizim konuğumuzsunuz, isterseniz gelin ziyafetimize buyurun.” Fazıl Mustafa Paşa 1691’de Salankamen’de (Avusturya) hücum sırasında alnına isabet eden kurşunla şehit olmuştur

XXXVIII
Sonuç olarak; tarih yok etme arzusu mudur. Öldürme ve yok etme arzusundan arınmış bir cihan için, başka ve iyi bir tanrıyı mı beklemeliyiz. Bu nedenle tarih şuradakiler gibi anlamsızdır.
Bir zamanlar imge avcıları diye bir tarikat varmış, bunlar sözün en gümüş olanını toplar, gereksinenlere bir ziynet eşyası gibi satarmış. Ama her iyi şey gibi bu tarikatın ömrü de kısa sürmüş, sözün değil yılanı deliğinden çıkarması, en olası şeyi bile yola getirip ortaya çıkaramadığını savlayan kimi zındık ve münafıklar, sözden başka hiç bir şeyi olmayan, söz kümeciliği yapan ve sonunda sözsüz olana ulaşmayı çabalayan bu tarikatın sırça köşkünü yerle bir etmişler. Çünkü köşkleri yalnızca ağızlarından çıkan, altınsı, gümüşsü güzel sözlermiş. Diyesim, sözü ağızlarından alıp, soluğunu durdurmuşlar bu tarikatın. Oysa sözün bittiği yerde kavga başlar, kavganın olduğu yerde kan, kanın olduğu yerde de can artık bulunmaz olur O imge tacirlerinin, us dışı geçmişten geleceğe topladıkları imge yığınlarından bir demet sunuyorum. İyisiyle, kötüsüyle sizin hatırınıza, onların parça parça edilmiş elyazmalarından derledim.

Yunan dini, korunun aç kuşları, Azak kalesi, demir totemlerin tınısı, Eltanin taşı (2,5 milyon yıl önce düşmüş) , tortul karaotlar (deniz dibi örnekleri) Granadalı mağripliler, Yahudi dönmeler, İtalikler, buğulu kibirler (kibir sahipleri), Ulah beyleri, kör doğa, Bir Persli’nin gözüyle, Konstantin’in fethi adlı bir elyazmadan söz eden Bitinyalı, ocakta öyle heykelleri yaktım ki, çıplak kadınlar kireç olunca bile hala bana güler dururlardı. Oryantalist Kuatremere’nin dediğine göre, Saadete Ermişlerin Bahçesi, Gülzarı Hasaneyn ve Kumru gibi kitapları okurdu, cümle erenlerin ruhu için barekallah, Avlonyalı Kadın Tüccarları, pelerinli kızlar, parakete ağlar, Aylandız ağacı, Harappa’da bulduğum çömlek, Dali’nin karyatid kadın heykeli, Amalfili tüccarlar, Halep, Hama, Ugarit, Ebla, Palmira, Petra ve Han Zeman, cehennemde bebeklerine süt vermeyen kadınlar göğüsleriyle tepeler kazıyorlardı. Adriyatik tuzu, Dalmaçya ağacı, Balkan esirleri, İskit buğdayı, İyon şarabı, Propontis (Marmara denizi) Baltık amberi, Kıbrıs kınası, Girit boğası, Vizandovina, Aleksandra, Makedonia, Nearoma, Tsargorad, Stanpoli, 1594’te Mustafa bin Vali’nin 3. Murat için Siyar-ı Nabi’den kopya ettiği minyatür, batıl softalık, safsata, Kiel kanalı, Fransız klasisizminden ve ziyacılardan başlayarak Schiller ve Goethe’nin Aydınlanma estetiğine, daha sonra ise Byron’un ve Fransız romantiklerinin şiir sanatından Alman idealist felsefesinin estetik kavramlarına kadar, çarmıha gerilen orman (dülger balığı), taşa tutulan su, kavaklar arasında uçan melekler, ormanın ağaçları arasında uyurken meleklerin içtiği su. Bir melek dönenir durur iki kavak arasında dalar uykuya, tam uçmaktayken. Medine’ye, Yezit’in saldırması Hurre savaşı diye bilinir. Hz Hüseyin’i öyle bir ok yağmuruna tuttular ki atılan oklardan güneş görünmez oldu, deve semerine benzetilmiş taşlar, batıda Janissary denilen yeniçeri müziği, 1884 tarihli Hanri Gibert haritasındaki İskefsir ilçesi, saray imrahoru, vaktaki kafile Mısır’dan ayrıldı, beriden babaları şöyle dedi, doğrusu bana bunak demezseniz, ben Yusuf’un İrani kokusunu hissediyorum, gelecek olan Mesih’in adı Melkisedek’tir. Odyris kralı Kersebleptes’in deniz kabuklarından elde edilmiş erguvan renkli elbiseleri ile gömüldüğü, bir tacının meşe dalı şeklinde saf altından, diğerinin sarmaşık dalları şeklinde bakır üzerine altın kaplama olduğu, bu yıldızlar belki de bir zamanlar akan göksel bir akarsudan kalan taşlardır. "Testiculos haber et bene pendentes” “Her şeyi yerli yerinde” Namib’in kükürt incileri, siyah ışık ve sönmeyen ateş. Arzunun karanlık nesnesi, Himalayaların gölgesinde kaybolacak. Casares’ten etkilenen Borges, fes, “kayıp kuzu kâbusta bulundu, köyün başında, deniz kıyısındaki dönen Mevlana heykelinin orada, Hani ‘kim’lik sorunsalını umursamayıp herkesi taşra adaya çağıran ve mekanik çatırtılarla dönen Mevlana heykelinin dibinde. Karşıdaki çıplak adaya doğru denize atlıyordu.” 1822 baharında Beserabya’da bulunan genelkurmay subayları olan Zubov kardeşlerin ikisiyle aynı anda giriştiği düelloda son derece sakin bir biçimde ‘Atış’ öyküsünde çizdiği Kont gibi çiçek! Yemektedir. 1492’den 1492 yıl sonra başka bir dünya bulunacak. Satsumalı saray imrahoru, puduheba, kılıçbalıkları periskobik olarak görünmeyen cinsel organlarıyla suda çırpınarak sevişiyor. Denizde yüzen istiridyeler neden kumlara üçgen çizerler aşık olduklarından mı, kumlara üçgen çizen istiridyeler, Suriye’ye sinen Bizans ve İran saray politikası ve gösterişinin esiri, Allah’a hamd ve sena, Hz Muhammet’e meleklere ve nebilere salattan sonra ipeklilere bürünmüş ve çalgı çalmaktan hoşlanan bir meczubu halef atamıştı diyordu, Ziyad’ı kardeş saymış ve Hucr b. Adi’yi ölüme mahkum etmişti, gözleri dönmüş azgınlar, sana değil, Ebu Turap (toprağın babası) peygamberin Hz.Ali’ye verdiği ad, yaptığın küfürler ve IV. Murat bir gün Çırağan'a doğru gidiyormuş, önüne öküz arabasıyla yolu kapatan bir köylü çıkmış, padişah kızmış ve o anda sadağından çıkardığı oku yayına takıp köylüye atmış, Bostancıbaşı’na git demiş başını gövdesinden ayır, Bostancıbaşı köylünün yanına giderek geri geldiğinde ‘öldüğünü‘ söyleyip köylünün canını ancak kurtarmış. Bu olay Tsargorad yani Nearoma’da geçmiştir. Hasılı o öbürüne demiş, öbürü yanındakine, yanındaki, berikine, beriki ona derken laf gelmiş beni bulmuş. Ne ki ben de size anlatıyorum. Niçin mi, niçin dediniz ama?..

1
2
3
4
6
4
2
2
2
3
7
9
5
5
8
1
8
1
0
0
0
0.

Her yazılan da bir albeni bulunsaydı?..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder