4 Ağustos 2013 Pazar

KARANLIK THOMAS



 Sanki Edom diyarından devşirilmiş gibi kısacık bir şey anlatacağım. Boğulan sultanlar ve orakların gölgesinde uluyan ölülerde duymalı. ‘Karanlık Thomas’, Maurice Blanchot’nun kitabının adı sanırım, şimdi Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet’le karıştırıyorum, Conrad ya da Quincey’in miydi, belki de Mehmet Kartal’ındır!..
 Yaşam bir düş biliyorsunuz, Churchill’le İsabeyli Hafız Emin, gizemli Greta’yla deniz kızı Eftalya ya da Fahriye Abla her zaman yan yana gelebilir!..
 Bilincin karanlık koridorları, zaman ilerledikçe bulanma; keza bunama belirtileri gösterir, daha önce görünmeyen sanrılar öne çıkarlar ya da cehennemi bir saplantıya dönüşürler. Atalarımız, konuşmayı öğrenmeden önce, telepatik empatiyle anlaşıyor (uzduyum) ve birbirlerinin düşüncesini okuyabiliyorlarmış, konuşma evresine geçince bu yeteneklerini yitirmişler, tıpkı Tesla’nın, kablosuz elektrik kullanmayı başardığı ama kablolu olanın o günün parokrasisine daha ehven geldiği veya kâr getirecek bir mataha dönüştüğü için, Edison’un zulmüne uğraması gibi… (anekdotun gerçekliğini saptamak sizlere kalmış!..)
Ve tıpkı Firavun Psambetik’in (bu firavun muydu, Akhaneton’muydu o da meçhul!..) yazı bulununca belleğimizin zayıflayacağı ve artık hiçbir işe yaramayacağı korkusuyla, yazıyı yasaklaması gibi… Oysa bilinir ve anlaşılır ki her buluş bizi ileriye götürür, nedir ki başladığımız yere dönmek koşuluyla!..
 Karanlık Thomas, felsefe okumuş, ama zamanın anarşik, nihilist mecralarından dolayı, bilincini yitirmiş, yarı deli olmakla ötelenmiş Süleyman Hayrullah’ın lâkabıydı. Kimdi derseniz herkes gibi çamurdan doğan Adem oğullarından biriydi. Kağıt toplayarak geçimini sağlar ve Aksaray, İskender Paşa’dan, Karaköy (Yahudilerin verdiği bir admış), Ortaköy, Arnavutköy ve Rumelihisarı’nı izleyip dönerek; Buzağı Geçidi’nin bu meşhur güzergâhını gün be gün kolaçan edip, Dolapdere, Aynalıkavak, Bozdoğan Kemeri civarından konutuna dönermiş. Kağıt toplayıcılığıyla geçinen bu adamın yazgısı, ölümle nişanlı olmasını engellemiyor tabi ki, her kul gibi o da, bilisizce yüreğinin dinleneceği o günü, o sülüs hançeri, can evinin viran bağına döneceği, o anı bekliyor yaşamı boyunca…
Thomas Hayri, günde 10 tl kazanırmış, bu yaşamaya yeter mi dediğinizde, şöyle yanıtlarmış, ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum…’ Felsefeciliğinden gelen, agnostik bir yaklaşım olsa gerek… Günde dört paket 'Birinci' 1 er tl den 4 tl, (Ben dumanı sevmem ama o her yalnız gibi nikotini bir arkadaş bir yoldaş bellemişti), bir su 5 tl, ekmek 6 tl ve artık katık için 3 tl kalıyor ki geriye (1 tl de köpeği Kafka için harcarmış!), yemek yemez su içmez bu adamın kazancını artırabileceğini bile düşünmeniz gerekir. Yaşamını minimalize edenler, uzaktan ıstırap melodisi gibi gözükürler ama gerçekte belki bizlerden daha mutludurlar.
Şunu unutmadan söylemeliyim ki (‘Karanlık Thomas’ benim can arkadaşımdı), onun Meryem adında tümüyle platonik bir sevgilisi bile vardı. Bir gün onu sarmaş dolaş düşlerken, öylesine kendinden geçmiş ki haykırışlar içinde sarsılan bir volkana dönüşmüş ve anlattığına göre; aşağıda oluşan sperm gölünde, yılların özlemine dayanamayan Meryem’in birden sureti belirmiş ve ellerini uzatarak Thomas’a ‘geeeeeeelll’ diyesiymiş. Thomas, bu derinlerden gelen sese kulak vermiş vermesine ama Meryem’in ellerini ne kadar çabalasa da bir türlü tutamamış ve Elem Denizleri’nin içinde (anlatırken meniden oluşan mavi okyanus diye ekleyip gülümserdi!..), Meryem çığlıklar ata ata yitip gitmiş ve Thomas’da yaşamı boyunca olduğu gibi ‘Ey tanrım, yine mi düş, yine mi düş!..’ diye, kahırlar içinde ağlayıp, dövünesiymiş…
Bizler deneyimlerimiz ve anılarımızdan oluşan varlıklarız. On milyon yıl boyunca, yalıtılan bir elektron bile bir bilince sahip olabilirmiş. Kuantum sosyolojisi kuramına göre canlı cansız her şey zamanla, eş evrelilik durumunca, denizel ortamda yahut bir aglomera kayasında olsa bile bir bilinç oluşturabilirmiş. İnanılır gibi değil ama; bu manikürlü maymunların, iki ayağı üzerinde durması yetmezmiş gibi, bir bilinç oluşturabilmiş olması; oldum olası garip gelmiştir bana…
 ‘Tanrı var dersek, herkesi ve her şeyi kapsayan bir hüküm yürütmüş olacağımızdan, artık tanrı biz oluruz’ derdi Thomas ve ‘Yüzyıllardır bulutların biçimi değişmediğine göre, dünyada da hiçbir şey değişmemiş demektir’ diye eklerdi. Bir gün sanki yazgısını okurcasına; ‘İnsanlar değil bıçaklar savaşır!..’ diye bir aforizma attı ortaya… Bir de, ‘Hepimiz topraktan yükselen birer solucanız’ dediğini anımsarım, bu sözünden hiçbir şey anlamazdım ve hiçbir şey anlamadığım bir şeyi, doyasıya sevmeyi ondan öğrendim!..
 Ve işte her şey gibi, ondan apartılan tüm belagatlar sona erdi ve her canlı gibi onun ölümünün neden ve nasıl gerçekleştiğini anlatmanın zamanı geldi (‘Benim yok oluşum, bu metni döngüsel bir ilinti içinde tetikleyip, nedenselliğinin birikimini oluşturuyor’ gibi bir nitelemeyi öncelemiş midir acaba!). İnsanlar birinden söz ederken, sonun bir ölümle ya da dehşet veren bir trajediyle bitmesinden büyük haz alırlar (Çünkü acı çekerler ama başkasının adına, korkuya kapılırlar ama, diğerleri üzerinden; bundan daha güzel bir şey var mıdır!..). Bunu anlatıcı istemese okur ister, okur oralı olmasa, anlatıcı dayatır ne yazık ki… Thomas bu durumu dolaylar ve ‘Gerçekte şiddet bizim içimizdedir’ derdi.
 Ne yazık ki, her şey belirsiz ve hepimiz bilinmeyene doğru yol alan bir geminin içindeyiz!.. Sözü uzatmayayım, Thomas’a ilişkin anımsadığım şeyleri, düşlerimden ayıramaz hale gelmemi istemezsiniz sanırım; ki o zaman aldatılmış oluruz…
Thomas öldüğü gün seyyar arabasıyla, Dolmabahçe’nin az ilerisindeki ana yoldan, Nişantaşı’na çıkan sapağın karşı tarafına geçmek üzereymiş, ama uvala gibi önüne çıkan bir araba destursuzca korna çalmış ve çabuk olması için bizim Thomas Hayri’yi argo bataklığına çekerek, sayısız küfre bulamış… Amundsen Denizi’ni görmemiş, Galatyalı’ları bilmemiş ama bilincinin derinlerinde pek çok şeyi görüp sezmiş Hayri, genlerinden süzülüp gelen hakseverlik duygusuyla, adaletsiz yaşamın oluşturduğu kinin ateşlediği cevahirine hükmedememiş olacak ki, daha bir yavaşlamış… Ve ama her şey göz açıp kapasıya dek olup bitmiş ve bu kez adam arabasından fırlayıvermiş… Hayri de yoksulluk yüzünden satması için arkadaşına verip, alıcı çıkmayınca geri aldığı, parlak kasap bıçağıyla adamın üzerine yürümüş, adam geri kalır mı, işin nirengisi de burada zaten… Herif öyle bir bıçakla geri dönmüş ki, meğer torpido gözünde, antika gibi sülüs bir yazının işlendiği, Balkan Harbi’ne katılmış, büyükbabalardan kalma ve Conkbayırı’ında bile sallandığı savlanan ve ne hikmetse Hayri’ninkinden uzunca çıkan, kama gibi bıçağıyla, bizimkinin üzerine yürümüş ve kısa süren bir boğuşma olmuş!..
İşte bir ‘Ölüm Şarkısı’dır ki, elbette taksi sürücüsü de yara almış, daha uzun olan ve sayısız kavgadan yengiyle ayrıldığı anlaşılan bıçak, sonuçta bir kez daha utkuyla ayrılmış alandan!.. Öylesine eskiymiş ki bıçak, tanıklar ‘Çiftboynuzlu’ Zülkârneyn zamanından değilse bile, kesinlikle ‘Çiftağızlı’ Zülfikâr döneminden kalmış olabileceğini ileri sürmüşler. Çünkü pek güzel işlemeler ve hatlarla donatıldığını, bugüne dek kalmasının nedenini de, doğallıkla her savaşım ve kavgadan yengiyle ayrılmasının olduğunu söylemişler.
 Ne yazık ki mantıklı bir yaklaşım…
Bizimkinin elindeyse, yakınlarda cereyan etmiş bir deneyimden bile yoksun, hiç bir kavgaya karışmamış, acemi ve körpe bir bıçak ve sanki etin tadına bakması için tasarlanmış, ilk gecenin yası!.. Uzun sözün kısası, aldığı darbelerden ötürü, bizim Thomas oracıkta ölmüş dostlarım.
 Söz bitti, ne hacet, ceylan boynuzu gibi bir bıçağı olsaydı, aya bile sallardı da, belki de ölmezdi … Elbette yenik düşen bıçak -tarih boyunca olduğu gibi- lanetlenmiş, sahipsiz kalmış, ötekineyse belli ki el koymuşlar, başına üşüşmüşler, paylaşamamışlar ama; yeni maceralar yaşaması için!..

Hayri şimdi Karacaahmet’te yatıyor. Neden derseniz; o inançlı biriydi. Üsküdar toprağına çıkınca, bir daha denizle karşılaşmadan Mekke’ye varılabildiği için, oralara Kâbe Toprağı dendiğini ondan öğrenmiştim ben. Sorularla soru sormasını da (Gizini ayırt etmek dilerim gönüllere pelesenk olur)!.. Genç yaşında ölen bu adama yaşamının ilk ve son iyiliğini yapıp; düşlediği gibi Karacaahmet Mezarlığı’na, daha doğrusu kutsanmış ‘Kâbe Toprakları’na defnetmeyi başardığımızı söyleyebilirim. Güçlüğünü bilenler vardır!..
 Her şey burada bitiyor…
Ey ‘Karanlık Thomas!..’
Ey yaşarken herkesin horladığı, kimselerin bilmediği, annesi babası bile bellisiz, acılı yaşamını söylentilerin çevrelediği, yazgısına gözyaşı bile dökemediğim, can arkadaşım Hayri;
 Unuttum sanma senceğizi!
 Hakkını helâl et, son yolculuğuna, bir kez daha uğurladık kabul et!..
 Bağışla ne olur, bir kez daha yad ettik say bizi…
 …
Toprağında güller açsın!..
 ***
 (Bu anıyı öyküleştirdikten birkaç gün sonra not defterlerimi karıştırırken 18 Nisan 1988 tarihli bir şiirini buldum Süleyman Hayrullah’ın, Oktay Rıfat’ın aramızdan ayrıldığı gün şiir üzerine konuşmuş ve sanırım bu şiirini isteğim üzerine bana yazdırmış olmalı… Paylaşmamak olmaz!..)
 Güneşli Deniz
 Güneşli bir denizdir yanılsamamız
 Güneşin altında içilen bir bardak su
İlk aşkın son evidir bu yürek!
 Yanılsama, serap, aşk, ıstırap
 Çiçeklerle birlikte paralar vardı.
İlk aşkın esrikliği omuzlarda
 Aylı bir okyanustur yanılsamamız
 Para parayı çeker der ağa!
 Yanılsama, serap, aşk, ıstırap
 Çiçeklerle birlikte paralar vardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder