4 Ağustos 2013 Pazar

YOL



YOL

‘Uzay zamanda geçmişi özlüyoruz / Mars dudaklı Apollinius’la Venüs’ten bir Ciğerhun geldi / Gelenekler yaratarak geleneğe karşı çıkıyorsunuz diyor. / Gerçek imge saltık çağrışımlar yaratır / Kierkegaard ıstırabı, Erebos cehennemi, Aldair’in atı / Beserabya’dan elmas tacıyla / Süzülüyor bir kaya kartalı / Adenli’nin tiradı. / Her ölümüzle küçük bir evren modeli de yok olup gidiyor / Homotik yüzüyle Merih Sultanlığı’ndan bir hüdainabit / Uzay tüccarı öldürüleceğini anlayınca / Allah diye çığlık atıyor. / Metaforun yüksek Cebir’i / Kaç bekerel gül kokusu istiyorsun Parcifal / Pigment molekülleri, gliyal hücreler, ekvatoryel bakışlar / Enceladus’a gidiyorsun Safina’m / Sodyum buharıyla yıkanacaksın / Sarı ıssızlık, şeftali çiçekleri, arılar / Ve işte orada Lugones’in kitabını okuyorlar / Pitjantjatjara, kırlangıç sokağı, dolunay, / Yitirilen anlamlar / Çınlayan arı kuşu, yapraklar, kır perileri / He kissed away her tears / Pers hükümdarlığından bir çocuk, su satıcıları / O dişil mavi tenin, çarpmayan elektrik, kristal aynalar… / Gözlerim kanı yeşil olarak görüyor. / Petronas kulesi, kadril dansı, Babilonya’m / …İnsanı bir pıhtıdan yarattı / İşaretleri buldu, bölenleri böldü / Kanıtladı kendini kendisiyle / O kanatsız, mekatronik tanrılar’

(I)
( Chryosoceras 'Altınboynuz' ya da Ceras 'Boynuz'dan, bedevilerin ‘çöl gemisi’ dediği develer üzerinde ‘Hacı Kalfa’ Kâtip Çelebi'yle yola düzüldük. Geceler indiğinde, hurmaların altında gölgeleri örtünüyorduk. Bir 30 Şubat günü, Hindistan kıyılarına yaklaştık ama yitip gitmemek için içeriye varmadık, “Hindistan dünyanın kendisinden daha büyüktür” diye bir söz vardır.)
Konstantinapolis’den yola çıkar çıkmaz İnek Geçidi’ni aşarken yoldaşlardan biri boğazın karanlık sularına gömüldü. Kızgınlıkla, -Perslerin Hellespont’da yaptığı gibi- kürekle denizi kırbaçlayarak: Acı su bunu hak ettin! diye bağırdık. Karaya çıkınca da genç yaşta ölen balerin Pavlova’nın küllerine dualar okuyup, Kalkhedon’daki ölüler toprağını geride bırakarak, yüz bin sesters ya da iki bin çuval baharatla geri dönmek üzere, Karahıtaylara ve öteki komşulara, mal ve işlenmiş mücevher satmak için yollara düştük. Aramızda Sümerik gözlü kızlar, Urartik delikanlılar, Hitityen güçte hamallar, Karya kartalı gibi çocuklarla, Asuryen yaşlılar da vardı. Develer üzerinde salınarak gidiyorduk, dünyanın her yerinde, her kervanın, her kafilenin başında olduğu gibi reisler, cellat bakışlı, sözden anlamaz, kaba saba biri olur ya, bizimde reisimiz Azudi, Şurripak kentine yaklaştığımızda ağzından salyalar akıtarak, sağır edici bir narayla ‘Mola veriyoruz!’ diye bağırdı. Buyrukla, hepimiz eceli gelmiş sayrı, dişleri sökülmüş kaplan gibi atlarımızın, develerimizin gemlerine asılıp, kurak dolambacın bitimine, dağın eteğine, serap görmüş bir bedevi gibi yayıldık. Geçmişten beri şaşaalı Şurripak ovanın ucunda, cihanın güneşi gibi parlıyor, gören gözlere şan olurcasına surları ve kuleleriyle gölgelerde devinerek, yaşamında böyle yurtluk görmemiş biz meczupları şaşırtıyordu. Molada, bitkin düşmüş üç kısrağımızı zayiat verdik. Lekeli hummadan altı kişi sayıklayarak öldü. Deve üzerine kurduğu hamakla yolculuk yapan, keyif ehli Vartanyan adlı tüccarın Porsuk çayının üzerinde, taş köprüden düşüp öldüğünü kervan muhafızlarından biri haber verdi, eroğlunun dediğine göre, ölüsü tam yirmi fersah ileride bulunmuştu.
Aramızda pek tatlı dilli biri, ilk kavgayı çıkararak ‘En hızlı ekşiyenlerdir en tatlı kokanlar, yabani otlardan kötü kokar çürüyen leylaklar’’ sözünü doğruladı. Ölenlere uzun, yaslı bir türküyle ağlayan hısımlarının sesine, bizde eşlik ederek, ortalığı uğuldattık. Yolun başındaki bu uğursuzluktan, umarsızlığa kapılarak gökteki yıldızlara bel bağlayanlar türedi aramızda. Ölüm korkusu us bozuyordu. Akan gök cisimleri, yıldız adları, Zosma ya da Mintaka demeyi, Anitak, Zaurak zıtlığı, Mirzam nedir bilmeyi, Menkar saymayı onlar sayesinde öğrendik. Araplardan biri çıplak gözle öyle bir yıldız buldu ki yad olsun diye adını yıldıza verdik: El Nath! Tanrı yeteneği bölüştürür ama manivelayı (kaldıracı) bağışlamaz. El Nath, bu yıldızın gökte belirme anını ve huyunu çözme becerisini herkesten iyi biliyordu (Tam bu sırada kervanımıza Cezayir dayısının gönderdiği altı kişi daha katıldı). Gecelerden birindeyse, Nusakan ve Nekkar adlı iki Yahudi yine gökte parlak bir yıldızın çift (ardışık) yıldız olduğunu kanıtlayıp bilmişti. Yola yine düştük de, Kuma dilini bilen beş yaşında bir çocukla kayalık ve dağlık Hungar ilinden sağ salim geçtik ki biz sakallılar, kibirli olmanın ne menem bir saçmalık olduğunu anlayıp tüysüz bir sabiye canımızı emanet ederek, dünyada boş yere böbürleniyor olmanın aczini yaşadık. Ona, Çin tarçını, zencefil ve kişniş tohumu vermeyi vaat ederek sevindirdik. Kaşgar’a yaklaşırken iki kola ayrıldık, çünkü bir saldırı sırasında zayiatı azaltmak ve kervanı ikiye bölerek dikkatleri dağıtmaktı amacımız.
Ne var ki birbirimizden kartal gözü kadar bir uzaklıkla ayrılıyorduk ki, birbirimizi göremiyor, duyamıyorduk ama, develerin kokusu rüzgarın yönüne göre arkadaki ya da öndeki kafileye, ‘güvencedeyiz’ haberini getiriyordu. Tanrı dağları ve Terek geçidi gözümüzü korkutuyordu. İzleyebileceğimiz iki yol vardı, kuzeyden Fergana, Taşkent, Semerkant yolu, diğeriyse Pamir dağlarından, Taşkurgan’ın güneyinden gizil Afganistan’a, Belh’e varan yoldu. 3. Bir yol ise Kaşgar’dan ayrılıp Taşkurgan’ı geçer, Karakurum’dan Hindistan’a ulaşır, Hitay ve Asur uygarlığının izinden de geriye dönüleniydi. Plinius tarihinde bu yolların o zamanlarda da işlediğinden söz edilir ama Basra ve Sur ülkesinden hiç söz açılmazdı. Bu yolların eşsiz kentleri Tebriz ve Semerkant’tı. Bu iki kenti nurlandıran Turagay'ın oğlu 1405’lerde öldü ve Semerkant ne yazık ki hayalet bir kente dönüştü, ta Memluklar’a (Kölemenler) kadar.
Bütün bu yollar, İsevi Kolomb’la başlayıp, Barthelmy Diaz ve Macellan’ın yeni yollar ve denizleri keşfiyle, yerlerini su yollarına bıraktı. 'Balina Çizgisi' (rota-güzergâh) piyasaya çıkınca, ipek yolu öldü, baharat kokusu dağıldı. Zaman zaman yinede kullanıyorduk. Bu arada hecin denilen Afrika develerini bıraktık, daha ağır, çift hörgüçlü (Asya develeri) kullanır olduk. Yazları sahra geçilirken; gece yolculuk yapılırdı, geceleyin ortaya çıkan korkunç çöl cinleri söylentisine karşın, çöl yeli fısıltılarla kulaklarımızı okşardı ki, korkusu dağılmış, bin deveden oluşan kervanlardık. Bazen yolculuk kış aylarını da kapsar, dondurucu ayazda, fırtına girdaplaşarak, heyulalar yaratır ve kar körlüğü başımıza büyük bela olurdu, tam bu sıra, kervanları koruyan silahlı muhafızların bizzat kervanları soydukları dahi görülürdü. Kum fırtınaları kervanın durmasına yol açar, insanların ve hayvanların boğulmalarına veya tümüyle toprak altında kalmalarına neden olurdu. Taklamakan girenin çıkamadığı mekân (alan) demekti. Turfan, Kuça ve Kaşgar’a uğranır, Merv’den batıya doğru Partların başkenti Hecatompylos’a ulaşılırdı. Tanrı dağlarından dönüşte Terek geçidini kullanarak, Buhara’ya, Hazar’a gelinirdi. Arap tüccarlar baharatın kaynağını gizler, Çin tarçınının kanatlı hayvanlarca korunan, zehirli yılanlarla dolu vadilerde, sığ göllerde yetiştiğini söyler ama koca Plinius, bu tümcenin daima fiyat artırmak için uydurulup, bilerek süslenip püslendiğini belirtmeden geçemezdi.


(II)
Bazen başımızdan öyle garip şeyler geçerdi ki, bazılarını aktarmadan edemeyeceğim. Bir gün, yolumuz üzerinde Kızıl Adalar denilir bir yere vardık. İnsanları bir tuhaftı, yol değil yolculuk güzel denir biliyorsunuz. Bir kere hiç kadın yoktu, yani herkes biraz feminen ama erkeğimsi yanı ağır basıyordu, nasıl çoğalıyorsunuz deyince bölünerek demezler mi, belli bir zaman dilimini dolduran herkes Aşil topuğunda tomurcuğa benzer etsi bir yumruyu, gözyaşı şişesi gibi bir kapta yedi gün yılkıya bırakarak kendine benzer bir canlının oluşmasını sağlayabiliyordu. Bu pelteye biraz su vermek yetiyor, tandon yatağında ortaya çıkan bu yumru, tümüyle bağımsız yeni bir insanın doğmasına neden oluyordu. Aslında bunlar bir Menandro yani erkek ya da kadın değil bambaşka bir yaratıktı, ne var ki dış görünüşü erkeğe benziyordu, belki insan bile değillerdi ama konuşuyor ve tıpkı insan gibi hareket ediyorlardı. Adadan ayrılırken, onların bitki sayılmasını söyleyenler çıktı, çünkü bir şey üretmiyor, bir tümrüden çoğalıyor ve en kötüsü uygarca bir aşamada göstermiyorlardı. Hayvansı, primitif ve tembeldiler. Sonra anladık ki, karanlıkta kolaylıkla hareket ediyor, gözleri sanki görünmez, siyah bir ışık yayarak ortalığı aydınlatıyordu. Demek ki gözleri de bizim gibi değildi, belki bildiğimiz ışıkta anlamsız ve onlar için hiç bir şey değildi, zaman gibi bir dertleri de yoktu. Konuşurken garip el ve yüz hareketleri olup, kuntluk gösteriyor, apati belirtileri başlıyordu. İnsan tam anlayıp, kavrayamadığı şeyden ürker olup uzaklaşır ya, biz de adadan kaçar gibi ayrıldık, keşke hiç uğramasaydık.
Gölün ortasındaki bu adanın suyunda meğer yalnızca trakonya balığı yaşarmış. Menandrolar gibi bununda nedenini anlayamadık. İçimizden epeyce okumuş yazmış birisi, paralel evrenler, tutarsız geçmişler, günahla yıkanıp, rüzgarın atlarıyla yarışan kısrak insanlar gibi konulara saptıysa da merak edip dinleyen olmadı. (Yalnız Mesih'ten bir süre sonra ortaçağa yakın, Alplerde ele geçen bir el yazmaya göre, zamanlarla çarpımlanmış zaman öncesinde; otçul ve saldırganlık nedir bilmeyen insansı bir tür yaşarmış, Neandertel dönem gelmeden bu tür, maymunsu-hominidlerce yok edilerek, vegetatif olanın yenik düşmesine ve yaşam savaşının vandallarca kazanılmasıyla, dünyevi dehşetin sürüp gitmesine yol açmışlar.) İşte arkadaşlardan biri bunlar o türün bugüne dek gizlenmiş arkaik bir kolu olmasın dediyse de, Kerç boğazından gelen Ukraynalılarda aramıza katılınca, Kızıl Adalıları unutup, Ukrilerin bize oldukça komik gelen dertlerini dinlemeye başladık. İçlerinden biri karısını çekiştirip, yirmi yılda iki kere sevişebildiğini haykırdıktan sonra (Allah bağışlasın iki de çocuğum var dedi!), birdenbire güneş kral Louis'nin, Moliere'e çılgınca tutkun olduğunu ve onun Zoraki İzdivaç adlı oyununda, Çingene rolünde sahne alıp, tambur eşliğinde hilâller çizerek, bol bol kalça kıvırdığını söyledi.
Ama iş bununla bitmiyordu, Schrödinger’in Kedisi derler bir tepeye geldik, adını, buraya ilk gelen İskandinav sarısı, bir Danimarkalıdan almış, burası Kızıl Adalar’dan da garipti, tepeye gelirken gördüğünüz tüm canlıların, tepeyi aşınca ölüleriyle karşılaşıyordunuz, belki yirmi kez gidip geldik işin içyüzünü anlamak için, tepede sanki manyetik, görünmez bir duvar, karanlık bir nokta var ve işte bu noktayı geçince, ne kadar keçi, koyun, porsuk, tavşan varsa ölü bir suret yaratıyor, geriye dönünce de aynı canlıların yılan, çıyan, ceylan ne varsa dirileriyle karşılaşıyordunuz, anlaşılmaz bir dönüşüm, tuhaf mı tuhaf bir etkileşim vardı. İçimizden birisi, "yahu cehennem bile bundan daha anlaşılır" deyince; oradan da tası tarağı toplayıp bir gecede ayrıldık. Yalnız yine söyleyelim ki, Kızıl Adalarda olduğu gibi burada da ağaçlar bir tür ışınsı-koku yayıyorlardı. Yerliler büyük Hadron çarpıştırıcıları gibi deyimler kullanıyor, "Göl otları yiyen taylar yetiştiriyoruz; polonyum iki yüz on yutuyor, Hacer'de sözü edilen ve bir ege tanrısıyla çölü geçen; ölüyü arıyoruz!" diyerek, konuya özgü otantik tümceler sarf edip, hipotezler kuruyor, anlaşılmaz imlerle, bayağı sıkıcı konuşmalar yapıyorlardı.
Yolda ısı ısıran, soğuyan ve soğuran bir cisim bulduk, Orwell gibi belirsizlik kesinliktir diye haykıracaktık ki, Kiel Kanalı'nı andırır pek durgun bir yerden geçtik ve uzaklarda bilişim ağı derler gözle görünmez sitelerde satışa çıkarılan efsanevi Sealand Devleti'ni gördük, gizil ve mafyatik yöreden çabucak kaçarak, kıstağın sonunda, dıştan kübik görünür, kapısız bir odanın içinde, açılmayan penceresi ve konik, küçük bir dehlizi olan, yalın bir yapıyla karşılaştık, buraya kulağınızı yaslarsanız sevinçli bir şarkı, ayağınızı uzatırsanız sürekli bir ayak sesi duyuyordunuz, soluk alırsanız soluma sesi, bir dağ başı havası düşlediğinizde, eriyen karların şırıltısı, bir at hayal ederseniz, kişnemeler arasında, cenkleşen orduların insanın içini acıtan naralarını duyabiliyordunuz. Üstelik şöyle bir seste yankılanıyordu arada: ‘Meşalelerin aydınlattığı, sütunlarının süslediği bulvarlarda, gürzlerle, kalkanlarla, kanlı çelik yatağanlarla; cengâverlerin savaştığı çağların yalvacıydı o!..’ Burada pigmeye benzer yaratıkların on yardayı bir anda koştuklarını görünce, en kısa yarışın yüz mil olduğunu öğrendik, maraton yarışı, ayla dünya arasındaki uzaklık kadardı ve son yarışı kulaktan kulağa, kökeni Çeyenneli kızılderililere dayanan bir melezin kazandığı söyleniyordu.
Ama bu arada, zaman ne acayip, ne anlaşılmaz bir şeymiş ki, Medyen tarafına giden bir bölümümüz, zamanı, yalnızca ad vermek için kullanan garip bir köyle karşılaşmış. Ayrıca köyün kızları Judea dağının karları gibi beyaz ve inceymiş ama, gönülsüzce zorlanırsa sütleğen gibi zehir saçarmış. Zamanı adça gibi kullanan bu köy, sıfat, zamir ve yüklem kullanmaz, yalnızca isim kullanırmış, diğer tüm nitelemeleri şeysi bulur, dış dünyaya kapalı köylerindeki bu dilse, onlara oldukça coşkun gelip, bayağı yeterliymiş. Bunu neden söylüyorum, onlarda yarın diye bir kavram yoktu. Yarın kavramı bizi ölümlü kılar, salt adçıl imgelerle yaşayan bu tür objektivist bakışla tanrının bir izdüşümü gibiydi, yani ölümsüzdüler, önce tan ağartısı, sonra karanlığın inişi yüzyıllardır bir gerçellik veriyor ama onlar için hiç bir anlam taşımıyordu.

(III)
Yolculuk nereden nereye geldi!.. Gene bir gün çöl aşırı, geniş bir ova, güz dönümüne yakın, acılı bir bozkırda, kurumaya yüz tutmuş bir incir ağacının altında oturan, kavruk yüzlü bir takım insanlar gördük, incir ağacının meyveleriyle besleniyorlardı. İlginç olan ağaçtı, meyvesi koparılınca, ertesi güne kalmaz yeni bir meyve veriyordu. Ölümsüz Tûba herhalde bu dedik. Ova büyük bir ıssızlık içindeydi, harmanlar kalkmış, tınazlar savrulmuştu. Uğuldayan rüzgârda, kuyuların serenleri, gizli bir dinin, müritlerinin asıldığı çarmıhlar gibi, ürküntü veren birer hayalete dönüşmüştü. Kuzeydeki dağ silsilesinin tam ortayından tek bir kuş süzülerek geldi ve yaşlı incir ağacının dallarına kondu. Kağnılar, sığırlar, manışlı at arabaları ve eşekler üzerinde geçen bir köylü grubu, incirin dibinde duran bu sinikleri nasılsa görmeden geçip gidiyordu. Birden anladık ki bu ağaç görünmüyor, dibindekilerde yaşamıyordu. Köylülerde onlardan geri kalmıyordu gerçekte, bilinmeyen, sessiz birer varlık gibiydiler, bilisizce gözlerini kırpıştırıyor, sanki bin yaşındaymış gibi, yorgun bir alışkanlık, yıldırıcı kavruklukla hareket ediyor; çatlak elleri ve açığa vurulmaz dehşet dolu bir körlüğün baskısında, sıska bedenlerini korkuluğa çeviren libas ve şalvarlarıyla, ölene dek sürecek ve ancak kendilerinin duyabileceği bir hırıltı, kısır, suskun bir inlemeyle yol alıyorlardı. Sanki ayakta düş görüyorlardı.
Az önceki kuş, kıstaktan süzülüp gelmiş, tam da incir ağacının tepesindeki dala konmuş, kuyruk sallıyordu. Daldan dala geziniyor, sarmaşıkların örttüğü dallarda birden görünmez oluyor, sonra yine ortaya çıkıp, aşağılara iniyor, başucumuza geliyor ve gene yükselerek oyununu sürdürüyordu!.. Şimdi kuş, (Süleyman Kuşları çın çın öter, Süleyman Gülleri'de renk renk açarmış!) yabani otların, incirle, ölü yaban armuduyla sarıştığı, bu kuru su yatağındaki küçük vahada, kıraç ovanın ortasındaki, incecik dallar arasında, bu el değmemiş cennetinde pek mutluydu. Avuç içi kadar irilikte, karacıl bir kuştu, gizem dolu, görünmez bir akıtma gövdesini süslüyordu, köylüler adına çatal kuyruk derlerdi, uzun iki telektendi kuyruğu, kuyruğunu diğer hiç bir yanını hareket ettirmeden oynatmayı öylesine severdi ki duruşunu bozmadan, aşağı yukarı, verev, yatay oynatabilirdi, minicikti başı. Serçemsiydi. Kuru yaprak renginde, kırmızıya çalan kuzgunilikte bir göğsü vardı, tuttuğunuzda taşlık oradaydı işte, yediği her şeyi taşlıkta saklardı, zarif kanatlarındaki tüyler, Hattuşi güneşinin bulutları gibi yumuşacıktı. Kanat altları benekli aklıkta, ayak bileği, belki masalların 'Kül Kedisi'nden de ince, dirsekleri naif, sümbül dalı gibi çıtkırıldımdı. Kuş daldan dala geziyordu, yapraklara sürünüyor, dallarda gagasını; bileği taşına sürter gibi temizliyor, zıplıyor, atlıyor, kıvrılarak bir gözüyle aşağıya, öbürüyle yukarıya bakıyor, aniden hoplayıp tepeleri incelerken, incirleri, çitlembikleri düşürüyor, bir türlü yemeyi başaramıyordu. Sonra dinleniyor, gözündeki saydam perdeyi indirerek dalgınlaşıyor, yine birden tıkırtıya uyanıp çevresini gözetleyerek, her şeyi baştan alıp oyununu sürdürüyordu. Belki bir anlık uykusunda da düş görüyordu: Bir gergedan ksilofon çalıyor, biri onu, ‘Koş, Gülsüm burada!’ diye çağırıyordu. Suyun kenarında incecik uçarlar salınıyor, yemyeşil böcekler peygamber devesi olmaya özenip, saltık karanlığa doğru yürürken, umarsız çocukluğu geçiyordu gözlerinin önünden. Ve birden tanrı ortaya çıkıp: ‘Ölüm, hiç bir suçun karşılığı değil Eyüp!’ diye bağırınca...
O çocuklar, o yaşam, o adam, beklenmedik bir kovuğa tutsak düşen rüzgar gibi yitip gittiler... Buğulu gözlerle başlangıçtan beri var olan ıssız ovaya baktı kuş, onu öyle severdi ki, düşlerinde gördüğü düşte bile görürdü onu. Ama her şey gibi bir gün geldi sevdalar bitti. Ölüm onu sessizce kanatları altına aldı. Ve yaşam tek başına, umursamaz, varlığını sürdürüp gitti. Çarpışan şeyler birbirini yok eder demişlerdi ona. Git ve İshak’ı yanına al, Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde, adanmış bir kurban olarak sun onu...
Ve İbrahim sabahleyin erken kalktı ve eşeğine palan vurdu, Tarkumiya’ya vardı ve bir gün, Çuvaş iline geldi, nevruz bulaklarından, mukyoline 'kuş yolu ile' sömülükler pişirilip yedi. Sonra Buryot Ulan Ude okuluna geldi. Ve sonra zamanın sultası altında her şeyi unuttu. Ve aniden canları kahredercesine inciler dökmeye başladı...
...
Öykünün sonu çok yersiz ve anlamsız görünüyordu! Son; hiçte bir sona benzemiyordu. İzmirli tüccar, soğukta harmanisine sarılarak 'ceplerinde kuşüzümü' ateşin çevresindekilere, "öykünün çok tatsız biçimde kesildiğini kabul ediyorum, ama yolcu tam bu noktada ölmüş anlaşılan, boşuna 'ömür biter yol bitmez' dememişler" dedi.
...
Bu mezarlığa güney yolundan gidilir!.. Sislerin arasında iki melek böyle söylüyor, beceriksiz yazar günahlarının cezasını çekmemek için, bir daha böyle öyküler yazmayacağına dair (yeminler edip) antlar veriyordu!..

(IV)
İlkinsil durumda, öykünün birden kesildiği belli oluyor, elbette şaşırtıcı bir durum, yazında görülecek türden bir şey değil. Sonrasında anlatıcının anlatıcısı İzmirli tüccar, öykü kahramanı (anlatıcı) öldüğü için, öyküyü buraya kadar bildiğini söylemek istiyor. İkincil durumda ise, öbür dünyaya giden bir yazarın, beğenmediği metinlerinden birini (yol) anımsayıp, elim bir pişmanlıkla kendisine lanetler okuması ve öykünün de bundan ötürü kurgulanıp, bizlere sunulduğunun ortaya çıkması söz konusu...
(İşte tüm bunlar olup biterken, olabilecek tüm tasarımların üzerinde, birden tanrı belirir ve dile gelen öykünün, sırf yaratımlarım sürsün diye; bilgisayardan, tuşlayan ellere, oradan da basımlanan sayfaya dek; kara bir güldürü, ilâhi bir oyalanım ve sonsuz bir mutlanın, tayftaki, kuarkçıl, görünmez bir parçası olarak; öylesine düşlendiği ve bunun ancak iç görüyle sezinlenebileceği anlaşılır).
...
(V)
vb...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder