4 Ağustos 2013 Pazar

KAAN ROMERO



‘Ey gericil düşüncelerimiz / Kör kayalar, dağ gelincikleri. / Rameau; düşsel bir senfoni. / Geleceğimizi unuttuk / Hindolojiden gelenler; / Fransız değiliz diyor. / Yıldızlar kucaklıyor bizi; / Nişaburlular gibi. / Ey Saksonya elektörü / Kardinal Richeliu / Ve işte ay gibi parlıyor yüzlerimiz. / Orada / Korkunç geçitleri dağ başlarının / Pan’ı çıkarıyor karşımıza / Rüzgârın hışırtısı ve meşelerin ıslığı / Sağaltıyor canımızı. / Solomonaleykümler / Korint gelini / Balbal taşları / Uçuşan guguk kuşları / Tepelerden gelen uğultu… / Aspurakan kralı / Ovit dağı. / Kuşun soluması, / Üç kulaklı kaplan, / Şarlotan / Akşam karanlığı / Köknarların çangırtısı / Ve ormandaki kümeleşme. / Justine, / Bir Ispartalı gibi hızlı mızrağıyla / Süreyya yıldızına doğru uçarken güvercin / Ayasofya ve Yerebatan’dan geçiyor / Aşkın kanatları ne cin dinliyor, ne de Çin-i maçin / Ah çıldırtıcı çığlıkların ‘sapiensiyiz / Delicesine koşan / Düzensiz adımlarımız / Boynuzlarla, ışıklarla / Şeytanın fırtınasını parçalıyor. / İsa bu köye uğramadı yaygaraları / Tarkovski çiçeği / Behnan Şapolyo okumaları / Matriks ve döl yatağı / Engizisyon cadısı, / Frankeştayn / Gagarin sokağında olup bitenler / God, Godot, Vizigot / de Tott / Pollution, mor tanrılar / Sms sinyaliyle öldürülen adam / Ve Tebriz’de / Kuyuya düşen Murat Paşa… / Dalay Lama, Cundişapur, Volapükçe / Kaldığımız Nepal oteli / Hayretle gözlemlediğimiz Roma Çukuru / Vesaire, vesaire, vesaire…’


Krizantem Pasajı'nın arkasındaki, Angel Han'ın içinde; antikacı sahaflardan biri, çokça kitap almamdan ötürü geçenlerde, Bilinmeyen Yazarlar Sözlüğü adlı, ilginç bir kitap armağan etti. Kitabı öylesine ortayından doğru açtığımda, şimdiye dek duymadığım Kaan Romero diye biri çıktı karşıma, kısa bir tanıtım yazısı vardı, hiçbir şey anlayamamıştım, kim bu dedim sahafa, o da Romero'yu tanıdığını, akordeoncu Madam Anahit'i vaktiyle dinlemeye geldiğini, içe dönük bir yaşam süren, bu kişiye ilişkin, tümüyle değilse de, bazı ayrıntıları bildiğini söyleyerek ilginç bulabileceğimiz anekdotlar aktardı bana, sözün yazına dönüşürken doğan handikaplarını, elden geldiğince düzeltmiş olmam sıfatıyla, doğallığının bozulmayacağını düşlüyor ve iyimser çabalarımın, bir yapaylık oluşturmuşsa eğer bağışlamanızı umarak, bundan ötürü özellikle bir kızgınlık ya da yürek yakıcı bir kırgınlık duymamanızı diliyorum...

Kaan Romero, yirmi dokuz şubat bin dokuz yüz elli dokuz'da Aydın'ın Karacasu beldesinde doğdu. Ses uyumuna uygun olmayan soyadını, büyük babasının, Anafartalar'da öldürmek zorunda kaldığı, İspanyol asıllı olmasıyla övünen, bir Anzak savaşçısından almıştı. Babası, (elinde olmayan nedenlerle) hukuk fakültesini bırakmak zorunda kalmış, ziraatçılık yanında arzuhalcilik de yapan, varsıl sayılabilecek biriydi. Eşrafla içli dışlı olan ve yanında oturup kalkmadığı bürokrat, siyasi kimse kalmamış, kasabanın sözünü esirgemez ve sevilen bir adamıydı. Ayrıca kültürlüydü de, genelde bu tip insanlarda görülen boşboğazlık ve kof bir gururun tutsağı değil, gün gördükçe bilgisi artan ve birikimini çevresiyle paylaşan ve bundandır saygınlığın da bağışlandığı biriydi. Kasabanın kavuksuz Nasrettin'i, yeri geldiğinde, sözünü esirgemez, hak yedirmez bir cin-bir şeytan veya yoksullara kanat gerip, kucak açan, güneş gözlü bir melek, aydın Köroğlu, pazar yerlerinin, semt aralarının uçar gibi yetişen Koçero'suydu...

Kaan Romero, babasının genlerinden ve varsıl batının aydınlık çehresinden gelen idealist olma tutkusuyla (bir zamanlar okuduğu İnce Memed'in de etkisiyle) sanata yönelip, yıllarca bilgi ve birikim peşinde koştu, gizlice okuyor, küçük kağıtlara notlar alıyor onu küçük defterlere geçiriyor, günü gelince kuyruklu yıldız gibi parlayacak düşlerini, düşüncelerini yapılandırıp, oluşturuyordu. Yaşı ilerlemesine karşın, beklentilerini o kadar ağırdan alıyordu ki, bir ara otuz üç yaşındayken, İskender ve İsa'nın, İşler ve Günler'ini bitirdiği yaşta olduğunu düşünmüş ve çok geç kalıyor olabilir miyim gibi bir kuşkuya kapılmışsa da herkese, her şeye karşı haklı olduğunu düşünen yapısıyla, zamanın geçişini problem etmemişti. Çünkü o siyasi değil, daha çok yazınsal, düşünsel bir çığır açma peşindeydi, bu bakımdan kendisine yönelik atılım ve beklentilerin gecikmesinin, olağan sayılması, çok görülmemesi gerektiğini düşünüyordu. Çok sevdiği Lautremont yirmi dördünde, adaşı Kaan İnce on sekizinde hem de hatırı sayılır şiirler, yazılar, kuramsallıklar bırakarak, şairin yaşamı, şiirinin kapsamıdır aforizmasının hakkını verircesine, henüz bir filizken ölüp gitmişlerdi ama, yazın da, sanatta böyle kıstasların yerinin olmadığını düşünüp, sabırla çabalarını sürdürüyordu.
Gençlik çağlarını hızla tüketti, ortaöğretimi bitirdi ve babasının yarım bıraktığı fakülteye okumak için geldiğinde, aynı zamanda varsıl bir kasabalı olmanın verdiği olanakla bohem bir yaşamın içine daldı. Son sınıfa doğru (yazgıya bakın ki), okulunu yarım bırakmayı başardı, hiç bir iş yapmıyor, çalışmaktan da, düşünsel ve yazınsal dünyanın düşmanı ve onu baltalayıcı bir işlevmiş gibi uzak duruyordu. Cihangir'de küçük bir dairede yaşıyor ve aile geliriyle sürdürdüğü yaşamında, neredeyse her gün bir kitap bitiriyor, idealist olma tutkusunun, yaşamla çatışan yanlarını ha bire körükleyerek, gemi azıya almış bir hızla ve olası tüm haklılığıyla zamanı yutarcasına tüketiyordu. Ve aslında korkunç biçimde içe dönük dünyasında, onun dışa dönük sayılabilecek, tek edimi ve hoş görülmesini sağlayan biricik özelliğiyle (Kafka karanlığından, Tanpınar aydınlığına, Borges kozmolojisinden, Yaşar Kemal filolojisine) okuyor, okuyordu (Mitoloji'ye de tutkundu, Hesiodos'tan, Ksenefon'a, Lucretus'tan, Strabon'a geçer ama sözü daima 'İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni' diye biterdi).
Cihangir'in ele avuca sığmaz serüvenci tipleriyle, Edirne'den, Napoli'ye, Tunceli'den Taşkale'ye dolaşıyor, ideolojik, sanatsal büyük yenilikler yaratacak görüşlerini, başka konularda benzer düşlerin peşinde koşan arkadaşlarıyla paylaşıyor, yollar ayrıldığındaysa hiç bir şey olmamış gibi herkes kendi kolhozuna çekilerek, yeni kitaplar, yeni arkadaşlar, el değmedik ütopya kurtları gözlenerek zaman geçiriliyordu. Zamanla alışkanlıklar değişiyor, değer verilen şeyler azalıyor, yalnızlaştıkça, dış dünyanın insanlarına hay huyla ömürlerini tüketen ve yaşaması gereksiz cansız nesneler gibi bakılıyordu.
Cihangir, yaşamının enderde olsa yıldızının parladığı anlardan birini sunmuştu ona, büyük projelerinden, düşselliklerinden zaman bularak, taşralılığın taş kalpliliğini geride bırakıp, ilk kez bir kadınla zamanını paylaşmayı kabullenmişti, femme fatalesi, ağır fizikli, Artemis güzeli diyebileceğimiz cinsten, güleç, derin bakışlı, hoşça bir bayandı. Onun içiti çay üzerine devrilince, tanışma vesilesi doğmuş, adı Azra olan bayanın, benzer düşlerin birbirine payanda olan ve çevresini küçümseyen ortaklığında epey bir zaman geçirilmişti. Ta ki Azra'nın iç dünyasında, temelde bu adamın, megaloman bile olmayan, obsesif birinden başka bir şey olmadığını anlayıncaya dek. Bu adamın görüşlerine kendi minik gamzeleriyle destek olmasının, nevrotik bir sanrının, bile isteye ortak olduğu bön ve budalaca bir şey olduğunu anlayıp, şallak mallak bir durumda onu terk edip, hatta bir daha Cihangir'e adım atmayasıya yemin edinceye dek... Azra yok olunca, kendini çabuk toparlamış ve sonraları hiç olmazsa onu bir kaç kez telefonla aramış ve her seferinde böyle bir numara kullanılmamaktadır sinyalini almıştı.



İki dünya vardır, ikincisi Hindistan diyen, bir arkadaşı daha vardı Romero'nun, bohem ve işsiz güçsüz bu hemcinsiyle, Firuzağa'da, Ünlüler Kıraathanesi diye tabir edilen Camialtı Kafe'de günlerce projelerini tartıştığı olmuştu, gezgin Hindu daha vefakârdı, onun için dünyevi projeleri olan, düşlerinin peşinde koşan insanlara ortak olmak, onların uzaysıl dünyasında zahmetsiz yolculuklar yapmak, araçtan atıldığında da otobanda bekleyip bir başka araca binmek, bir yaşam biçiminden ibaretti. Hintliyle sonuna kadar arkadaş olarak kalabilirlerdi ama günün birinde Zeus’un bir yolcusundan, onun başka ve üçüncü bir dünyaya gittiğini öğrenmiş ve günlerce kendine gelememişti!.. Romero genelde, küçük dairesinde ki ıvır zıvır şeylerle yemeğini tüketiyor, kimi zaman 'Arpa Suyu' eşlik ediyor, bazen de (Marie Antoinette'in göğüs ölçülerine uygundur diye övündüğü kadehiyle!) 'Üzüm Kanı' diye adlandırdığı Fransız suyu içerek, uykusuz gecelerini katlanılır kılabiliyordu. Sağlığı hiç bozulmamıştı, sanki sonsuza dek hareketli bir düzeneğin, ilk durduğu yer, son durduğu yer olacakmış gibi bir devinim ve heyecan içinde günlerini geçiriyordu.

Düş, yaşam ve eylem üçgeninde, onların çatışkısında-çelişkisinde zaman geçip giderken, gerçekte; küçücük çevresinde (kıskançlıkla) paylaştığı yazınsal düşünceleri oldukça ilginçti (Tarihin Akdeniz'in çevresinde döndüğüne inanırdı, her şeye ilgi duyar ve her şeye felsefe bulaştırma çabasından dolayı Şair Barthes diye anılırdı!), yazdığı her ne olursa olsun sıkça paylaşılmasa da, günü geldiğinde ortaya çıkıp, ciddi bir yankı yapacak şeylermiş gibi; ancak ana hatlarıyla değerlendiriliyordu. Hararetle çevresinde saygı görüyor, kuramsal görüşleri olan, yazınsal bir meleke gibi karşılanıyor, her biri tek başına bir kitap, bir serüven gibi, rakipsiz ve bağımsız, düşlerle yoğrulmuş ve düşüncelerinin zırhına bürünmüş şövalyeler içinde; adalara bölünmüş bir anlayış denizinde, sakin ve sakınımsız bir yaşam sürüyordu. Kulaktan kulağa aktarılan, yazınsal, sosyal, dağınık düşüncelerinin ana hatları, belleklerde kaldığınca ve kimi ayrıntılarıyla şöyleydi denilebilir.

'Kanımca derdi Romero, iki çarpı iki dört eder, ama bir çarpı bir neden iki etmez... Çağımızda; bildiğimiz Don Kişot, yeni bir novella gibi tıpatıp yayınlansa, günün algı dünyasında güncel ve çağdaş devinimlere yol açacağından ve bugünün görü ve bilgisiyle anlakta yeni çarpınçlara neden olacağından artık eski bildiğimiz Don Kişot'tan tümüyle ayrık, başkaca bir roman gibi algılanacaktır. Sanat, dönemin bildik (moda) algılanımlarını karşımlayan ya da onları tersinir kılıp; hümanizm adına doğrumunu bozan bir işlemden ibarettir... Evren tek bir sözcüğe indirgenebilir, bu bir tilciğe tüm anlamların yüklenmesidir, Normanlar'a karşı, Saksonya kralının utkusunu, daha sıkı daha öz bir destana indirgemek için uzun yıllar çabalayıp, sonunda o biricik sözcüğe ulaşınca, intihar eden ozan gibi, durum bingbang'sı ve dayanılmaz bir iç sıkıntıya, katlanılmaz bir çalkantıya dönüşür artık ve o zaman; sığmazlık başlar, bu yüzdendir patlar ve dağılarak, o ilkinsil tözün dayanılmaz baskısını da, üzerimizden atmış oluruz... Cehennem de baskıdan doğan bir tasarımdır. Varlık kadar hiçlikte (yokluk) şaşırtıcıdır, varlığa katlanamayan öz, hiçliğe nasıl katlanacaktır, sorun; demir paranın iki yüzü gibidir ve bilinmelidir ki, tanrı önceleri paylaşımcıydı... "Acaba ot gibi yerden mi bittim / acaba denizlerde mi şaşırdım / ve zamanı nasıl unutmaktayım."

Gerçekliğin aykırılıklarına açılan, düzyazı ile şiir arasındaki sınırları alt üst eden, masal, alegori ve ironi ile bütünleşen saf kurgu tarzında özgün bir biçem geliştiren bir levha arıyorum, barış dendiğinde korkuyorum, insanlık savaşı ruhundan ve kalbinden silmedikçe, hak ya da haksızlık, madalya ya da şahadet anlağımızı süslemeyi sürdürecektir diyorum. Yazına gelince Jakobson'un dediği gibi yazın; âmâya bir sadaka ver yerine -bahar geliyor ama ben göremeyeceğim- demenin daha çok duyunçlara seslenip, insansı yardıma yol açtığının anlaşıldığı meselde olduğu gibi işe yarayabilir. Bir başka meselde şöyledir; çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyor musun diye sorar; çoban hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum der!..

Bir dili yeterli kılan şiir ve felsefedir. Şiir kutsanmış bir hümanizm, arınmış bir kozmos arayışıdır. Doğrulardan ve gerçeklerden çekinenler, aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar gibi kümeleşirler ve gerçek istenildiği biçimde yön değiştirebilir ama bu da parçalanmış gerçeğin her hangi bir öğesi olmaktan kendini kurtaramaz. Salt gerçek, bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zamanın, uzamın, geçmişin, geleceğin, tanrının, yeryüzünün ve tüm insanlığın sokaktaki sütçüden, kuzeyin son kraliçesine dek katmanlaşmış ve sonunda vücut bulmuş bir arketipdir ki biz ona geçmişin, geleceğin ve tüm boyutların "şimdiki anı" adını veririz ve o yaşamakta olduğumuz ve hayhuyla kaotikleşmiş şimdiki zaman değildir. Bir de şunu tasımlamalıyız: Bir düşün ya da ideoloji gelip beni bulmuşsa; hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendimde bulmuşsam; sanatçıyım... Sanat diye çırpındığımız; ölü ateşiyle kol kola gezen çöl tanrısıdır ve iç dünyamızda barınan; yaşamın hiç kimsenin olmadığı kadar bizim olmasını sağlayan, biricik totemdir.

Yaşam sanıldığı gibi içimizde değil, karşımızdadır ve kavramlar o denli süratle yer değiştirirler ki geçmiş çağlarda tanrıları ve göksel güçleri simgeleyen kozmos, sonraları burçları ve içsel korkuları sembolize etmiş ve kavramlar yer değiştirerek sürüp gitmiştir. Bilimsel gerçeklik bile bir 'varsayım' olarak algılanan biçimin (kapsantısı genişte olsa) bir parçası olmaktan kendini kurtaramaz. Yaşam kendine sunulan biçimler, yemek, içmek, gezmek, tozmak, okur gibi yapmak mıdır. Niçin okuruz, beden neden madde tüketir, evrenin soyağacı var mıdır, zaman eskir mi, ‘yaşam’ göreceli ise yaşayan nedir gibi ilk bakışta basit görülebilecek, oysa çözüm ya da çözümsüzlüğünün bileşeni, sonsuza uzanan sarmallardır bunlar. Umarsızlık içindeyim ben...

"Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar / ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur. / Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekteki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, / bir anlık bakışlarında yazgılarıyla baş başa çehreler görüyorum ben."

Güç ve kibirin, yiğitlik ve cesaretin de yenilgiye uğrayabileceğini düşünmemiz iyi olur sanırım. Heraklit 'panta rei' herşey akar demiş, geçmişten kopmak istemeseniz de, gün olup devran dönecek, buzullar eriyecek, insanlar ölecek, tanrılar değişecek ve zaman geçip giderken, insanlık yıldızlara doğru yeni serüvenlerin peşinde koşacaktır. Ama her şey başladığımız noktaya geri dönmekten başka bir noktürne yol açmayabilir... Kim ki şiirin peşinde koşuyor, bir öldürmen de olsa, mutfaktan çıkmayan, saçını süpürge etmiş anne de olsa, kanalizasyonda çalışan işçi, göklerde yüzen pilot da olsa siz siz olun onu anlamaya çalışın. Çünkü sonsuz barış ve sevgiye ulaşmak istiyoruz, ama paranın padişahlığı, mülkiyetin kırbaç izleri, mayınlarla beslenmiş-belirlenmiş sınırlar ve gözlerimizin arkasına, kafatasımızın içlerine kadar uzanmış tel örgüler, ölü sayısıyla çarpımlanmış zincirler, dikenli teller ve madalyalarla, övgülere boğulmuş; prangalar, gelenekler, bizleri birbirimizden ayırıyor. Ama şiir kendi başına bu ıssız, karanlık, kanla yıkanmış yolda bıkmak usanmak bilmeden ışığını yaymayı da sürdürüyor.

Pan gibi kırları dolaşan şair, anlaşılmayı hiç bir zaman istemeyebilir, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi; sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına, çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü onlar, kendilerine cennetin vaat edilmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir sanırım. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Ve o öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözü pektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!

Hepimiz küçük birer tanrıyızdır. Damarlarında ilk gecenin büyüsünü ve şiirsellikle dolu yıldızlı göklerin mirasını taşıyan insan, sonsuz geçmişin ve geleceğin akışında bellekle bezenip, güzel sanatlarla beslenen o ölümsüz estet duygusuna sahip olarak dünyaya gelir ve o duyguya içten bir bağımlılıkla yaşar ve duruk güzelliğin simgesi cennetten kovulmuş bir can olarak, us ve gönül isteriyle, özgürlüğün ve gökkuşağı renklerinin peşinden koşmaya adanır, ona kucak açar ve deyim yerindeyse bundan ötürü de; sürklâse olan her bütüne baş kaldırır. Ve şanlı bir sapiens, çekici duyunun, gizil bir klânın seçtiği, savaşkan üye gibi belleğinin karanlık adasında, henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip bir adem olarak, bilginin ılık akışında yuvarlanan kırların tanrısı, bir çiftçi Habil benzeşiyle evrenin şiirine boyun eğmeyi ve onunla bütünleşip, ortakça yaşam sürmeyi bir kabul bilir. Bundandır sonsuz barış ve güzellik gerçekleştiğinde dünya bir metafor olarak cennete dönüşeceği ve insan da tanrılaşacağı, tanrı katına yükseleceği için artık yaşamın bir ereği kalmaz. Onun için şiir, ulaşılamayandır, öncekinin sürekli yittiği, sonrakinin sürekli doğduğu bir tür yok oluş ve bir tür varoluştur. O kış beyazlığında, uyumu arayan Pan'ın, tanrının dilini yadsıyıp, unutulmuş mağara diliyle konuşuşudur... '

Antikacının, anıların belleğinden aktardıkları, burada bitiyor (dilerim sıkıcı gelmemiştir), görüşlerini sevdiklerinin şiiriyle süslerdi ama, gerçekten onun olan bir şiirini okuyayım sana dedi. Düşünceleriyle uyumsuzmuş gibi, ağırsak, kösnül bir şiir okudu Romero'dan, bir anıştırma, bir parodi... Konusu platoniktir belki, ayrıca biçim ve içerik, sanırım birbirine uzak eğilimlerden diye ekledi.
(Vezüv gibi yanan ağzından inip, gövdeni, bacakların çıktığı yerlerini okşadım / Bir atmaca gergin kanatlarını topladı, çayıra daldı. / Sağrını öpüyordum. / Bembeyaz göğüslü minicik bir toy kuşunu, havaya kaldırdı kuş; / Kokun çıldırtıyordu. / Ufacık bir tipi gibi, tüyler döküldü kuştan. / Alev alev yanıyordum artık ben. / Otların üzerine düşen tüylerin ışıltısı, parıldıyordu güneşte. / Benimsin diye haykırıyordum!..)
...
Yaşamı boyunca tek bir satır yayımlamayan, yalnızca projeleri, yeri geldiğinde büyük yankı yapacak düşünceleri ve kuramsal görüşleriyle, sağda solda ve kafelerde yıllarını geçiren, bir gün geleceğin de geçeceği öngörüsüyle çevresini avutarak, örü ve görülerini zamanın kollarına terk eden, ilginç yazar Kaan Romero otuz bir eylül iki bin üç sabahı, yalnızlığın ve bakımsızlığın ürettiği ruhsal yaralar ve artık zamanla uzlaşmaya çalışan bedeninde ki, (öngörüsüz) yavaşlamalar yüzünden, kırk dört yaşında Cihangir'deki harap dairesinde ölü bulundu. Ölümünde asla düşünmek istenilmeyen başka bir orijin ya da kirasını bile ödeyemez hale gelmesinin yarattığı ruhsal gerilimin parmağı var mıydı bilinmez. Geride bıraktığı gizemli notları, yaşadığı çevrede (aynı tasalarla yaşayan bir yoldaşının anlağına çarpmadığı için), Max Brod gibi bir iyilik perisi de kollarını açmadığı için, kuşluk vakti homurtularla yaklaşan bir konteynıra, yılgınlık ve üzünç veren sesler arasında yüklenmiş ve Kemerburgaz'daki istasyonda, çürüntülerden yükselen duman; geniz yakıcı tütsüler ve ılık buharlar arasında sonsuzluğa defnedilmiştir.
Bu kadar… (En çok kullandığı sözcüktü).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder